Charles Dickens
Oliver Twist’in Maceraları
ÖN SÖZ
1837 yılında İngiltere’de okuma bilen herkes, tefrika edilmekte olan iki romanı okuyordu; okuma bilmeyenlerse bir araya gelip birine okutuyorlardı. Her iki romanın yazarı da yirmi beş yaşında bir delikanlıydı. Hayatın parlak ve karanlık yönlerini veren “Pickwick Papers” ile “Oliver Twist” idi bu iki roman.
İngiliz edebiyatında, aşağı sınıf halkı, bu denli etraflı ve çıplak olarak anlatan bir romancı ilk defa görülüyordu. Hem öyle uzaktan ya da kuş bakışı yukarıdan inceleyen bir göz değildi bu gencin gözü: Anlattığı sınıf halkın seviyesine iniyor, onlardan biriymiş gibi davranıyordu. Nitekim bütün anlattığı şeyleri çevresinde küçükken görmüş, bu yüzden çekmiş olduğu acı ve yoksulluğu ömrünün sonuna kadar unutamamıştır.
Endüstriciler, iktisatçılar ve utilitarian devrimciler tarafından konan, “Poor Law”a (Yoksullar Kanunu) karşıydı; bu kanun koyucular, yoksulluğu, işsizliği halkın tembellikten ve boş gezmekten zevk aldığını ileri sürerek açlıktan ölmek üzere olanlardan başka kimse başvurmasın diye, yoksullar evlerini ve başka yardım kuruluşlarını son derece kötü, arzu edilmeyecek bir duruma sokmuşlardı.
Ceza kanunuyla ceza tatbik usulü arasındaki ayrılıklara; adaletin yavaş işlemesine; çocukların ihmaline; özel okul öğretmenlerinin o zalimliğine ve kaygısızlığına; şehrin yoksul semtlerindeki sağlığa aykırı şartlara; İşçiler Birliğine ve patronların bencilliklerine; “laisser faire” iktisadi doktrinine ve benimsenmiş olan sosyal kaygısızlık ilkesine; bütün bunlara karşıydı. Dickens utilitarian bir çağın kuru havasında yavaş yavaş eriyip giden ulusal duygululuğu kamçılamış, hayatın amaçlarının orantılı değerleri arasındaki dengeyi ve düzeni yeniden kurmaya çalışmıştır. Bu psikolojik davranış, iktisatçıların bireysel teorisini tutan kafalara karşı amansız savaşında üst noktasına erişmiştir.
Dickens elinden geldiği kadar gerçekten uzaklaşmaz: Bütün idealist çıkışlarına rağmen, ruhundaki romantikliğe rağmen, düzenini gerçek üstüne kurmaya çalışır.
Çabuk yazardı Dickens, bu yüzden sanat üstünde uzun uzun duramamıştır; üslubunda yeknesaklık vardır, tekrarlar boldur. İngiliz romancıları arasında Dickens ne en sanatkârı ne en psikoloğu ne en realisti ne en sürükleyicisidir ama bütün bunlara rağmen yine de en ulusalı, en özelliği ve kişiliği olanı, en büyüğüdür.
Dickens’ı Dickens yapan “humour”udur. Komiği ciddi, ciddiyi komik göstermektir humour. Bu kelimenin Türkçede karşılığı olmadığı gibi, Avrupa dillerinde de yoktur. Gülümsetmektir amacı, güldürmek değil; ama öyle, gelip geçen hafif bir gülümseme değildir bu, benliğimizi kaplayan, derinlerimizden gelen, gelip de uzun bir süre dudaklarımızda takılı kalan, bir yanımızı okşarken, bir yanımızı iğneleyen, anlam dolu bir gülümseme. Humour yazarlarının en büyükleri İngiltere’dedir -aslında salt bir İngiliz davranışıdır bu- bu yazarların en büyüğüyse Dickens’tır. Günlük hayatımızdaki en küçük bir Don Kişot’ça davranışımız ve yaşantımız gözünden kaçmaz Dickens’ın; küçük gibi görünen, ama aslında büyük bir zincirin halkalarından olan bu davranışlar öyle ağdalı ve abartılmış bir dille verilmiştir ki aynı havayı Türkçede verebilmek için Arapça kelime kullanmaktan kaçınılamamıştır.
Ender GürolBÖLÜM 1
OLİVER TWIST’İN DOĞDUĞU YER, DOĞUMUNUN HANGİ ŞARTLAR ALTINDA OLDUĞU
Türlü sebepler yüzünden açıklamadan çekindiğim, gelişigüzel bir ad da takmak istemediğim bir şehirdeki, küçük büyük her şehirde öteden beri görülen amme müesseselerinin birinde, yani bir yoksullarevinde, tekrarlamak zahmetine katlanmayı gereksiz bulduğum -tekrarlasam da hikâyenin henüz başındayken okuru ilgilendirmez ya- bir yılın, bir gününde, adı bu bölümün başına takılı, ölümlü nesne dünyaya geldi.
Mahalle doktoru tarafından, bu acı ve dert dünyasına buyur edildikten sonra, çocuğun bir ad taşıyacak kadar yaşayıp yaşamayacağı şüphe konusu oldu; yaşamamış olsaydı ihtimal bu hatırat da vücut bulmazdı; bulsaydı bile, bir iki sayfa içine sığacağından, herhangi bir çağ ya da memleketin edebiyatındaki en derli toplu ve aslına sadık biyografi örneği olmak gibi eşsiz bir mazhariyete sahip olmuş olurdu. Bir yoksullarevinde doğmanın, insanın başına gelebilecek en talihli ve en gıpta edilecek şey olduğunu iddiaya kalkışacak değilim; demek istediğim, Oliver Twist’in başına bundan daha iyisi gelemezdi. Soluma işini kendi üstüne alması için, Oliver’ı ikna etmek epey güç oldu; kolay iş değil soluma işi, ama rahat yaşayabilmemiz için alışkanlığın gerekli kıldığı bir iş; böylece, bir süre, küçük, kıtık bir şilte üstünde, dengesi bu dünyayla öteki dünya arasında oldukça bozuk bir şekilde, solumaksızın yattı; terazinin kefesinin öteki dünyaya doğru eğik durduğundan şüphe yok tabii. Ha, bakın, bu kısa devre içinde, çevresini titiz büyükanneler, telaşlı teyzeler, tecrübeli hemşireler ve ilm-ü irfan sahibi hekimler sarmış olsaydı, Oliver’ın ölüverip gitmesi, işten bile değildi; bir şey var ki, biraz fazla kaçırmış, başı dumanlı, yaşlı bir yoksul kadın ve bu gibi işleri vazifeten yapan mahalle doktorundan başka kimse olmadığı için yanında, Oliver ile tabiat karşılıklı savaştılar. Böylece birkaç çaba gösterisinden sonra, Oliver soludu, hapşırdı ve yoksullarevinin sakinlerine üç dakika on beş saniyeden daha uzun bir süre, şu pek faydalı bir zeyil olan sesten yoksun bir oğlandan beklenecek bir çığırmayla mütevelli cemiyetinin bütçesine yeni bir yükün zorla kabul ettirildiğini ilan etmeye başladı.
Oliver, akciğerlerini serbestçe işletip, kendilerine has vazifelerini ifa ettirdikten sonra, demir karyola üstüne gelişigüzel atılmış, yamalı yorgan hışırdadı; yastıktan, genç bir kadının soluk yüzü hafifçe kalktı ve kısık bir ses, yarım yamalak şu sözleri söyledi:
“Çocuğu göreyim de öleyim.”
Doktor, yüzü ateşe dönük oturmuştu. Ellerini bir ısıtıyor, bir ovuşturuyordu. Genç kadın konuşunca kalktı, yatağın baş ucuna giderek, kendinden beklenmeyecek bir nezaketle “Daha durun bakalım, ölmek de ne söz!” dedi.
İçindekini, aşikâr bir zevkle yudum yudum içtiği, yeşil cam şişeyi cebine koyup “Allah’a emanet.” diye söze karıştı hasta bakıcı. “Allah’a emanet! Sen benim kadar yaşa bir kere, on üç çocuğun olsun, hepsi ölsün de ikisi kalsın, onlar da seninle çalışsın da gör sen. Allah korusun, görürsün o zaman annelik neymiş. Haydi yavrum. Haydi bakalım.”
Bir anneyi bekleyen şeylerin bu avutucu manzarası, umulan etkiyi gösteremedi pek, hasta, başını salladı, elini çocuğa doğru uzattı.
Doktor, çocuğu kadının kollarına bıraktı. Kadın, kansız dudaklarını ihtirasla alnına yapıştırdı çocuğun, elleriyle yüzünü okşadı; vahşi vahşi bakındı, titredi, gerisin geri düşüp öldü. Göğsünü, ellerini, şakaklarını ovuşturdular ama kan, ebediyen durmuştu. Ümitten söz açtılar, teselliden. Uzun sürmüştü birbirlerine karşı yabancı durmaları.
“Her şey bitti, Mrs. Thingummy.” dedi doktor sonunda.
“Ya, zavallı!” dedi hasta bakıcı, çocuğu kaldırmak için eğildiğinde yastığa düşmüş olan yeşil şişenin tıpasını aldı. “Zavallıcık!”
“Çocuk ağlarsa beni çağırmanız gerekmez.” dedi doktor, büyük bir itinayla eldivenlerini giyerek. “Huysuzluk etmesi pek muhtemel, ağlarsa pirinç suyu dayayın.” dedi. Şapkasını giydi, kapıya doğru giderken, karyolanın yanında durup, “İyi bir kızcağızdı.” dedi. “Nereden gelmiş buraya kuzum?”
“Dün gece getirdiler buraya.” dedi yaşlı kadın. “Yoksullar müfettişi öyle buyurmuş. Sokakta yatar bulmuşlar. Epey yol yürümüş olmalı, ayakkabıları paramparçaydı, nereden geliyordu, nereye gidiyordu, Allah bilir.”
Doktor, cesedin üstüne eğilerek sol kolu kaldırdı. “Hep aynı terane.” dedi, başını iki yana sallayarak. “Nişan yüzüğü yok, belli. Neyse, iyi geceler.”
Tıbbi beyefendi yürüyüp gitti akşam yemeğine. Hasta bakıcıysa yeşil şişeye bir kez daha başvurduktan sonra, ocağın önündeki alçak bir iskemleye oturup bebeği giydirmeye başladı.
Giyim kudretinin ne nefis örneğiydi şu küçük Oliver Twist! Şimdiye dek, biricik örtüsü battaniyeye sarılmışken, bir asil çocuğu da diyebilirdiniz ona, bir dilenci çocuğu da; en kibirli yabancının bile, çocuğa toplumda bir yer tayin etmesi güç olurdu. Ama aynı hizmette sararmış olan, eski püskü bez mintanlara sarılınca, markasını ve etiketini alıp, toplumdaki yerini buldu: Bir mahalle çocuğu, bir yok-sullarevi öksüzü, dünyanın sillesini yiyecek, herkesçe hor görülecek, kimse tarafından acınmayacak, neredeyse açlıktan ölecek köle.
Şehvetle ağlıyordu Oliver, kilise mübaşirlerinin, yoksullar müfettişinin yumuşak merhametine terk edilmiş bir öksüz olduğunu bilseydi, belki daha da yüksek sesle ağlardı.
BÖLÜM 2
OLİVER’IN BÜYÜMESİ, EĞİTİMİ VE MECLİS
Bunu takip eden on ay içinde, Oliver, bir düzen üzerine, hainliklerin ve kalleşliklerin kurbanı oldu. Emzikle büyütüldü. Öksüz ve yetim bebeğin aç ve yoksul durumu, yoksullarevi makamları tarafından, kilise mütevellilerine muntazaman bildiriliyordu. Kilise mütevellileri, tenezzül buyurarak yoksullarevi makamlarından, Oliver Twist’in muhtaç olduğu teselli ve gıdayı temin edebilecek, evde ikamet eden bir dişi olup olmadığını sordu. Yoksullarevi makamları, tevazuyla, öyle bir dişinin bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine, kilise mütevellileri, büyük bir alicenaplık ve şefkatle, şuna karar verdi: Oliver çiftliğe gidecek; yani, küçük suçluları, haftada yedi buçuk kuruş gibi bir meblağ karşılığı kabul eden, yaşlı bir dişinin, annece nezareti altında, yirmi otuz kadar küçük suçlunun, pek fazla yiyeceğe ve giyeceğe ihtiyaç göstermek gibi mahzur teşkil etmeden, bütün gün yerde yuvarlandığı, beş kilometre kadar uzaktaki yoksullarevinin bir şubesine gönderilecekti. Haftada yedi buçuk kuruşluk bir perhiz sistemi, bir çocuk için yeter de artar bile; yedi buçuk kuruşa neler alınmaz neler; midesini tıka basa doldurur da üstelik rahatsız bile olur. Yaşlı dişi, akıllı, tecrübe sahibi bir kadındı, çocuklar için neyin iyi olduğunu bilirdi; kendi menfaatini de gözden kaçırmazdı. Böylece, haftalık ücretin büyük bir kısmını, kendi hesabına kullanıyordu ve gittikçe artan mahalle neslini, kendileri için tahsis olunandan daha az bir meblağ ile geçindiriyordu. Böylece, derinliklerinde daha derin bir sükûn buluyor, kendi kendine, tecrübeci bir filozof olduğunu ispat ediyordu.
Bir tecrübeci filozof daha olacak, herkes bilir hikâyesini, yemeden yaşayabilecek bir at hakkında büyük bir teorisi vardı; bunu öyle güzel ispat etmişti ki azalta azalta, günde bir öğüne indirmişti hayvanın saman istihkakını. İlk rahat hava yemini yemeden yirmi dört saat önce ölmüş olsaydı, aç hayvanı ateşli bir ruh hâline getirmiş olacaktı. Ne yazık ki, Oliver Twist’in koruyucu bakımına teslim edilmiş olduğu dişinin tecrübeci felsefesi de kendi sistemi dâhilinde ekseri böyle sonuçlar doğuruyordu; çünkü çocuk, son derece az gıdanın asgari porsiyonu ile yaşamaya tam alışmışken, on vakanın sekiz buçuğunda münasebetsizce, ya açlıktan ya soğuktan hasta oluyor ya ihmal yüzünden ateşe düşüyor ya da neredeyse boğulmak üzere oluyordu; böylece, her bir vakanın sonunda zavallı mahluk, ekseri başka bir dünyaya çağırılıyor, orada, bu dünyada göremediği atalarına, babalarına kavuşuyordu.
Ara sıra, karyolayı altüst ederken ihmal yüzünden altında kalan ya da banyoda -banyo denen şey pek seyrek olurdu, çiftlikte yıkanmayla ilgili herhangi bir şeye rastlanmazdı pek- kaynar suyla haşlanarak ölen bir mahalle çocuğu hakkında, mutat harici ilgi çekici bir tahkikat açıldığında, bir de bakarsınız, jürinin, zor durumlar yaratan sorular sormak aklına esiverir ya da mahalle sakinleri başkaldırarak imzalarını protestoya atarlardı; ama bu münasebetsizlikler doktorun ifadesi ve kilise mübaşirinin şehadetiyle hemencecik kontrol altına alınıyordu; doktor cesedi açar, (pek muhtemelen) bir şey bulamazdı, kilise mübaşiriyle mütevellilerin istediği gibi yemin ederdi, bu da insanın kendisini alabildiğine feda etmesi demekti. Üstelik meclis, zaman zaman çiftliğe hicret eder, her defasında da bir memur göndererek geleceklerinden haberdar ederdi. Onlar gittiğinde çocuklar tertemiz çıkardı karşılarına; bundan daha iyisi de can sağlığıydı!
Bu cins bir çiftlik eğitiminin, öyle ahım şahım, enine boyuna, bir vücut yaratacağı beklenemez. Oliver Twist dokuzuncu yaş gününde, soluk, zayıf bir çocuktu, ufak tefek çelimsiz bir vücudu olduğuna şüphe yok ama tabiat ya da irsiyet, Oliver’ın gönlüne pek sağlam, iyi bir ruh aşılamıştı. Müessesenin o az miktardaki perhiz sistemi sayesinde de gelişmişti; dokuzuncu yaş gününü kutlayabilmesini buna borçluydu herhâlde. Her neyse, yine de dokuzuncu yaş günüydü işte. Bu günü de mahzende kutluyordu, yanındaki mümtaz iki beyle bir grup teşkil etmişti. Bu beyefendiler, gaddarca, “Açım!” demek cüretinde bulunduklarından, hep birlikte güzel bir dayak yemiş ve buraya kilitlenmişlerdi; o sırada Müdire Mrs. Mann Hanım, durup dururken Kilise Mübaşiri Mr. Bumble’ın belirmesinden ürktü: Mr. Bumble bahçe kapısını açmaya çalışıyordu.
“Aman ya Rabb’im, sizsiniz ha, Mr. Bumble! Efendiciğim siz ha?” diyerek iyi taklit edilen bir sevinç gösterisiyle, başını pencereden dışarı çıkardı. “Suzan, Oliver’la şu iki yumurcağı al, yukarı çıkar da yıkayıver hemen. Aman ya Rabb’im! Mr. Bumble, ne iyi ettiniz de geldiniz!”
Mr. Bumble, şişman ve aksi bir adamdı; bunun için, bu gönülden gelen selama aynı şekilde karşılık vereceğine, küçük bahçe kapısını alabildiğine sarstı, kapıya bahşettiği tekme de olsa olsa ancak bir kilise mübaşirinden sadır olabilirdi.
“Aman ya Rabb’im!” dedi Mrs. Mann, dışarı fırlayarak, üç çocuk ortalıktan yok olmuştu bile. “Aman ya Rabb’im, şu çocukcağızlar yüzünden kapıyı içten sürgülemiştim, gel de unut sen! Buyurun efendim, buyurun lütfen, buyurun Mr. Bumble, efendiciğim!”
Her ne kadar bu davet, bir kilise mübaşirinin kalbini yumuşatabilecek bir reverans tarafından refakat edildiyse de kilise mübaşirini gevşetemedi.
“Bu tavr-ı hareketinizin hürmetkâr, doğru dürüst bir tavr-ı hareket olduğunu mu sanıyorsunuz Mrs. Mann?” diye sordu Mr. Bumble, bastonunu kavrayarak. “Mahalle öksüz ve yetimlerinin işiyle meşgul olmaya gelen kilise mübaşirini bahçe kapısında nasıl bekletirsiniz, Mrs. Mann? Kendinizin de bir kilise üyesi, maaşlı bir memur gibi bir şey olduğunuzun farkında mısınız acaba?”
“Sizi sevdikleri için çocukların birkaçına geldiğinizi haber vereyim demiştim efendiciğim.” dedi Mrs. Mann, büyük bir tevazuyla.
Mr. Bumble, hitabet kudretinden ve kendi öneminden alabildiğine haberdardı. Birini göstermiş, ötekiniyse haklı olarak ispat etmek istiyordu.
“Neyse, Mrs. Mann.” dedi, daha sakin bir havayla. “Dediğiniz gibi yapmış olabilirsiniz, olabilir. Siz önden girin, Mrs. Mann, iş için geldim, sizinle bir şey konuşacağım.”
Mrs. Mann, kilise mübaşirini, zemini kiremit döşeli bir salona aldı, bir koltuk verdi ve üç köşeli şapkasıyla bastonunu, önündeki masanın üstüne, büyük bir resmiyetle koydu. Mr. Bumble, gezintisinin tevlit etmiş olduğu, alnındaki teri sildi. Yumuşak bakışlarla şapkasına bakarak gülümsedi. Gülümsedi işte! Eh, kilise mübaşiri de bir insan ne de olsa; Mr. Bumble gülümsedi işte.
“Söyleyeceğime kızmayın ne olur.” dedi Mrs. Mann, baygın baygın. “Uzun yol yürümüşsünüzdür, yoksa söylemezdim elbette. Bir damlacık bir şey alır mısınız Mr. Bumble?”
“Katre istemem, bir katre bile!” dedi Mr. Bumble, sağ elini böbürlenerek sallayıp.
“İçersiniz canım.” dedi Mrs. Mann, reddin havasını ve ona refakat eden hareketi gözünden kaçırmayarak. “Bir damlacık, biraz soğuk su ilave ederim, bir parça da şeker.”
Mr. Bumble öksürdü.
“Bir damlacık canım.” dedi Mrs. Mann ikna edici bir şekilde.
“Neyiniz var?” diye sordu kilise mübaşiri.
“Sağ olsunlar, çocuklar ara sıra rahatsızlanır da, zerrin suyuna katarım ben de, bundan dolayı bulundurmak zorunda kalıyorum. Ondan vereceğim size Mr. Bumble.” diyerek köşede duran bir büfeyi açtı, bir şişeyle bir bardak çıkardı. “Sadece cin Mr. Bumble, sizi sakın hayal kırıklığına uğratmayayım.”
“Çocuklara zerrin suyu veriyorsunuz demek Mrs. Mann?” dedi mayi karıştırma ameliyesini gözleriyle izleyerek.
“Sağ olsunlar, ne yapayım, zavallıcıklar!” dedi dadı hanım. “Gözlerimin önünde eziyet çekmelerine tahammül edemiyorum, malumunuz olduğu gibi…”
“Elbette.” dedi Mr. Bumble, tasvip ederek. “Elbette edemezsiniz. İnsaniyetli bir kadınsınız Mrs. Mann.” Bu sırada kadın bardağı yere koydu. “İlk fırsatta bunu meclise aksettireceğim, Mrs. Mann.” Mr. Bumble bardağı kendine doğru çekti. “Analık duygularınız kabarıyor, Mrs. Mann.” Mr. Bumble cinle suyu karıştırdı. “Haydi sıhhatinize, Mrs. Mann.” deyip yarısını yuvarladı.
“Şimdi işimize gelelim.” dedi kilise mübaşiri, cebinden meşin bir cüzdan çıkararak. “Oliver Twist diye yarım yamalak vaftiz edilen çocuk, bugün dokuz yaşına basıyor.”
“Sağ olsun!” diye sözünü kesti, Mrs. Mann, sol gözünü önlüğünün ucuyla kurcalayarak.
“Vadedilen on liralık mükâfata rağmen, ki bu sonradan yirmiye de çıkarıldı ve kilise üyelerinin, en muazzam ve hatta en olağanüstü didinmelerine rağmen…” dedi Mr. Bumble. “Babasının kim olduğunu ya da anasının nerede oturduğunu, adını sanını, durumunu bir türlü keşfedemedik.”
Mrs. Mann, hayretle ellerini kaldırdı; ama kısa bir an düşündükten sonra ilave etti:
“Peki, o hâlde nasıl oluyor da adı var?”
Kilise mübaşiri böbürlenerek “Ben uydurdum.” dedi.
“Siz ha, Mr. Bumble!”
“Ben ya, Mrs. Mann, sevgili mahluklarımıza alfabe sırasına göre ad buluruz. En sonuncusuna, “S” ile başlayan Swubble adını koymuştum. Bunda da sıra “T”ye gelmişti, ben de ona Twist adını verdim. Ondan sonra gelecek olan Unwin, ondan sonraki de Vilkins olacak. Alfabenin sonuna kadar hazır adlar var elimde. Z’ye gelince yine baştan başlarım.”
“Ne kadar da edebî bir şahsiyetsiniz.” dedi Mrs. Mann.
“Ya, ya!” dedi kilise mübaşiri, iltifatın pek hoşuna gittiği belliydi. “Olabilir. Edebî bir şahsiyetimdir belki de Mrs. Mann.” Cini bitirip devam etti:
“Oliver’ın burada kalması için yaşı geçtiğinden meclis yoksullarevine dönmesine karar verdi, alıp götürmek için bizzat geldim. Hemen göreyim.”
“Şimdi gidip getiririm.” dedi Mrs. Mann. Sözünü yerine getirmek için de odadan çıktı. Oliver’ın, o ana kadar geçen zaman içinde, ellerindeki ve yüzündeki tabakalaşmış kirin üst tabakasının bir yıkanışta giderilebileceği kadarı kazınmıştı, sonunda iyi kalpli hamisi tarafından odaya getirildi.
“Beye eğilerek selam ver!” dedi, Mrs. Mann.
Oliver eğilerek selamladı. Bu selam sandalyede oturan kilise mübaşiriyle, masanın üstündeki üç köşe şapkasının ortasına doğru alınmıştı.
“Benimle birlikte gelir misin Oliver?” dedi Mr. Bumble, oturaklı bir sesle.
Oliver, kim olursa olsun, onunla birlikte gitmeye hazır olduğunu söyleyecekti ama yukarı doğru bakınca Mrs. Mann gözüne ilişti, kilise mübaşirinin sandalyesinin arkasına geçmiş, dehşet içinde ona yumruk sallıyordu. Oliver hemen manasını anladı bunun; çünkü yumruk, hafızasından çok, vücudunda bırakmıştı izini.
“O da gelecek mi?” diye sordu zavallı Oliver’cık.
“Hayır, o gelemez.” diye cevap verdi Mr. Bumble. “Ama gelir, ara sıra, görür seni.”
Çocuk için büyük bir teselli değildi bu. Küçük olmasına rağmen yine de gitmekle sanki birazcık üzülüyormuş gibi davranmasını beceriyordu. Çocuğa zor gelmiyordu gözlerine yaş getirmek. Açlık ve daha dünkü kötü muamele, yardıma geliyordu ağlamasını kolaylaştırmak için; işte Oliver da bayağı ağlıyordu. Mrs. Mann öpücüklere boğdu onu. Oliver, yoksullarevine gittiğinde aç görünmesin diye, üstelik bir de yağ sürülmüş ekmek tutuşturdu eline. Elinde ekmek dilimi, başında küçük kahverengi bezden kepi, Oliver, Mr. Bumble’ın refakatinde, ilk yıllarının karanlığını aydınlatacak bir tek güzel yüz ve bakış görmediği bu sefil yuvadan çıktı gitti. Bir şey var ki, kapı arkasından kapandığında, yine bir burkuldu içi, arkasında bıraktığı sefalet içindeki küçük arkadaşları gibi, kendini de zavallı buluyordu. Tanımış olduğu biricik dostlarıydı onlar; böylece ilk defa, bu büyük, uçsuz bucaksız dünyadaki yalnızlığı içine çöktü.
Mr. Bumble, uzun adımlarla yürüyordu; küçük Oliver, altın yaldızlı şeridi olan kollarına yapışmış, her çeyrek kilometrede “Geldik mi acaba?” diye soruyordu. Bu sorulara Mr. Bumble, kısa kısa, üstünkörü cevaplar veriyordu. Cinin bazı gönüllerde yarattığı tatlılıktan eser kalmamıştı; şimdi yeniden bir kilise mübaşiri olup çıkmıştı.
Oliver, yoksullarevinin içinde bulunalı bir çeyrek olmuş olmamıştı ki, bu arada, bir ikinci ekmek dilimini de hemen hemen bütün bütün silip süpürmüştü ki, kendisini yaşlı bir kadına emanet eden Mr. Bumble, dönüp geldi ve o akşamın, meclisin toplantı akşamı olduğunu bildirerek, Oliver’ın huzura çıkmasını emir buyurdu.
Meclis denen şeyin, yenir yutulur bir şey olup olmadığını bilmeyen Oliver, şaşkın şaşkın bakıyor, ağlasın mı gülsün mü bilemiyordu. Mamafih düşünecek zaman bırakılmadı kendisine; çünkü Mr. Bumble, kendine gelsin diye Oliver’ın başına şöyle bir dokundu; biraz canlansın diye de kıçına vurdu; sonra da arkasından gelmesini emretti; sekiz on kadar beyin bir masanın çevresinde oturduğu, badanalanmış büyük bir salona götürdü Oliver’ı. Masanın başında, ötekilerden daha yüksekçe bir koltuğa kurulmuş, yusyuvarlak, kıpkırmızı suratlı, tostoparlak bir bey oturuyordu.
“Meclise selam.” dedi Mr. Bumble. Oliver, gözlerinde kalmış birkaç yaş damlasını silerek ve meclis denen şeyin -masadan başka bir şey görmediği için- masa olduğunu görerek, masaya doğru eğildi.
“Adın ne bakalım, küçük?” dedi yüksek koltukta oturan bey.
Oliver, bu kadar çok beyi bir arada görünce tir tir titredi, kilise mübaşiriyse Oliver’ın kıçına bir kere daha vurunca o da ağlamaya başladı. Bu iki sebepten dolayı, Oliver alçak ve titrek bir sesle cevap vermek zorunda kaldı; bunun üzerine, beyaz yelekli bir bey, Oliver’a “Aptalın biri.” dedi. Çocuğu teşvik ve teskin etmek için bundan daha iyi çare olamazdı.
“Küçük!” dedi yüksek koltuktaki bey. “Dinle beni. Öksüz ve yetim olduğunu biliyorsun herhâlde, öyle değil mi?”
“Efendim?” dedi Oliver’cık.
“Valla, aptal bu! Oysa ben…” dedi beyaz yelekli bey.
“Susun!” dedi ilk konuşan bey. “Anan baban olmadığını, seni kilisenin yetiştirdiğini biliyorsun ya?”
“Biliyorum.” diye cevap verdi Oliver, acı acı ağlayarak.
“Ne diye ağlıyorsun?” diye sordu beyaz yelekli bey. “Ağlanacak da ne vardı yani?”
“İnşallah her gece dua etmeyi ihmal etmiyorsundur?” dedi boğuk sesli başka bir bey. “Tam bir Hristiyan gibi, sana bakan, seni besleyen kimseler için duanı eksik etmiyorsundur?”
“Etmiyorum efendim.” diye kekeledi çocuk. En son konuşan bey, haklıydı; ama haberi yoktu haklı olduğundan. Oliver, kendini besleyen ve kendine bakan kimseler için dua etmiş olsaydı tam bir Hristiyan gibi hareket etmiş olurdu, hem de harika bir Hristiyan olurdu. Ama dua etmiyordu, kimse öğretmemişti ki.
“Bak şimdi, buraya tahsil ve terbiye görmeye, bir baltaya sap olmaya geldin.” dedi yüksek koltuktaki kırmızı yüzlü bey.
“Yarın sabah, saat altıda kıtık toplamaya başlayacaksın.” diye ilave etti asık yüzlü, beyaz yelekli bey.
Kıtık toplamak gibi bir tek ameliyede toplanan bu iyilikler için Oliver, kilise mübaşirinin emriyle eğilerek selam verdi, sonra acele acele büyük bir koğuşa sürüklendi: Orada, sert, kaba bir şilte üstünde, hıçkıra hıçkıra uykuya daldı. İngiltere’nin nazik kanunlarının ne asil bir örneği! Yoksulları uyumaya bırakmak: Zavallı Oliver’cık! Çevresindeki her şeyden habersiz uyurken meclisin, o gün bütün geleceğine azami derecede madden tesir etmek için karar aldığını bilmiyordu. Ama karar alınmıştı. O da şuydu:
Bu meclisin üyeleri pek hakim, derin, felsefi adamlardı; dikkatlerini yoksullarevine çevirdiklerinde herkesin öyle kolay kolay keşfedemeyeceği şeyi hemen buluvermişlerdi; zavallı halk seviyordu bu evi: Yoksul sınıflar için bir amme eğlence yeriydi burası, bedava bir handı; bütün yıl boyunca amme menfaatine kahvaltı, öğle yemeği, çay ve akşam yemeği veriliyordu; içinde iş miş yapılmayan, bol bol oyun oynanan, tuğla ve harçtan yapılmış bir cennet. “Ya!” dedi meclis, hakimane bir tavırla. “Biz bu durumu düzeltecek kişileriz; çok geçmeden son veririz bu işe.” Böylece şu kaideyi koydular, bütün yoksullar için iki şık tanınıyordu; -çünkü bu beyler, herkese bir seçme hakkı tanırlardı- ya yoksullarevinde yavaş yavaş açlıktan ölmek ya da evden çıkıp dışarıda çabucak açlıktan ölüp gitmek. Bunu göz önünde tutarak, su işleriyle, bol su versinler diye, mukavele yaptılar; zahire fabrikatörünün biriyle de muntazam fasılalarla, az miktarda yulaf yemeği temin etmesi için anlaştılar; her gün üç öğün pirinç lapası, haftada iki kere adam başına birer baş soğan, pazar günleri de yüz dirhem ekmek çıkarıyorlardı. Hanımlar konusunda daha nice hakimane ve insaniyetli kaideler koydular, bunları tekrarlamaya lüzum yok; Doctors Commons Mahkemesinde açılan dava pek masraflı olduğundan, yoksul evlileri boşatmak lütfunda bulunmayı üzerlerine aldılar ve bir erkeği, ailesini geçindirmeye zorlayacağına, -o zamana dek öyle yaparlardı- ailesini elinden alıp bekâr yapıp çıkıyorlardı: Yoksullarevinde çalışmak olmasaydı, bu rahata kavuşmak için, toplumun bütün sınıflarından kim bilir kaç kişi müracaat ederdi; ama meclis, sivri kafalı beylerden müteşekkildi, böylece buna da çare buldular. Bu rahatlığın yanında, yoksullarevinde pirinç lapası da vardı; bu da halkı korkutuyordu.