banner banner banner
Oliver Twist`in Maceraları
Oliver Twist`in Maceraları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Oliver Twist`in Maceraları

Oliver Twist`in Maceraları
Charles Dickens

Oliver Twist babasını hiç tanımadı, annesini ise dünyaya gözlerini açtığında kaybetti. Artık tüm kimsesiz çocuklar gibi bir yoksullarevinde yaşayacaktı. Katı, soğuk, şefkatsiz bu kuruma ve aynı niteliklere sahip yöneticilerine, en başından beri alışamamıştı. Bu yüzden kendisine diğer kimsesiz çocuklardan ayrı bir kader çizerek tek başına Londra’ya gitmek için yola çıktı. Ancak Londra da güler yüzle karşılamadı kendisini. Bir suç şebekesinin kancasına takılmıştı. Artık daha zor şartlar altındaydı. Yine de bir şey bütün zorluklarda imdadına yetişiyordu: Tüm yaşadıklarına rağmen kirlenmemiş saf ve temiz kalbi… Charles Dickens “Oliver Twist”i daha 26 yaşındayken yazdı. Bu eserinde, aşağı sınıf halkı, Londra’nın gizli kapaklı işlerini, adaletin nasıl işlediğini, ismi sıcak içi soğuk kurumların içyüzünü ustalıkla resmetti. Bu gerçekçiliği sayesinde de roman, döneminin en çok okunan kitapları arasına girdi, sonrasında defalarca filme alındı ve günümüze kadar canlılığını kaybetmedi. "Heyhat! Tabiatın yarattığı yüzlerin kaçı, gözlerimize hoş gelen çizgilerini saklar ki! Acılar, kaygılar, dünya gaileleri kalpleri değiştirdiği gibi yüzleri de değiştirir. Bu ihtiraslar, uykuya dalınca, ancak yüzlere ve kalplere artık tesir edemeyecek duruma gelince, üzüntülü bulutlar dağılır, gökyüzünü parlak bırakır. Ölülerin yüzleri, o kaskatı hareketsiz duruşların¬da bile, nicedir unutulan o çocukluk ifadesine bürünür ve ilk hayata döner. Öyle sakin, öyle durgun olurlar ki yeniden onları mesut çocukluk çağında tanıyanlar, dehşet içinde tabutun başına diz çöküp yeryüzüne inmiş melek sanırlar."

Charles Dickens

Oliver Twist’in Maceraları

ÖN SÖZ

1837 yılında İngiltere’de okuma bilen herkes, tefrika edilmekte olan iki romanı okuyordu; okuma bilmeyenlerse bir araya gelip birine okutuyorlardı. Her iki romanın yazarı da yirmi beş yaşında bir delikanlıydı. Hayatın parlak ve karanlık yönlerini veren “Pickwick Papers” ile “Oliver Twist” idi bu iki roman.

İngiliz edebiyatında, aşağı sınıf halkı, bu denli etraflı ve çıplak olarak anlatan bir romancı ilk defa görülüyordu. Hem öyle uzaktan ya da kuş bakışı yukarıdan inceleyen bir göz değildi bu gencin gözü: Anlattığı sınıf halkın seviyesine iniyor, onlardan biriymiş gibi davranıyordu. Nitekim bütün anlattığı şeyleri çevresinde küçükken görmüş, bu yüzden çekmiş olduğu acı ve yoksulluğu ömrünün sonuna kadar unutamamıştır.

Endüstriciler, iktisatçılar ve utilitarian devrimciler tarafından konan, “Poor Law”a (Yoksullar Kanunu) karşıydı; bu kanun koyucular, yoksulluğu, işsizliği halkın tembellikten ve boş gezmekten zevk aldığını ileri sürerek açlıktan ölmek üzere olanlardan başka kimse başvurmasın diye, yoksullar evlerini ve başka yardım kuruluşlarını son derece kötü, arzu edilmeyecek bir duruma sokmuşlardı.

Ceza kanunuyla ceza tatbik usulü arasındaki ayrılıklara; adaletin yavaş işlemesine; çocukların ihmaline; özel okul öğretmenlerinin o zalimliğine ve kaygısızlığına; şehrin yoksul semtlerindeki sağlığa aykırı şartlara; İşçiler Birliğine ve patronların bencilliklerine; “laisser faire” iktisadi doktrinine ve benimsenmiş olan sosyal kaygısızlık ilkesine; bütün bunlara karşıydı. Dickens utilitarian bir çağın kuru havasında yavaş yavaş eriyip giden ulusal duygululuğu kamçılamış, hayatın amaçlarının orantılı değerleri arasındaki dengeyi ve düzeni yeniden kurmaya çalışmıştır. Bu psikolojik davranış, iktisatçıların bireysel teorisini tutan kafalara karşı amansız savaşında üst noktasına erişmiştir.

Dickens elinden geldiği kadar gerçekten uzaklaşmaz: Bütün idealist çıkışlarına rağmen, ruhundaki romantikliğe rağmen, düzenini gerçek üstüne kurmaya çalışır.

Çabuk yazardı Dickens, bu yüzden sanat üstünde uzun uzun duramamıştır; üslubunda yeknesaklık vardır, tekrarlar boldur. İngiliz romancıları arasında Dickens ne en sanatkârı ne en psikoloğu ne en realisti ne en sürükleyicisidir ama bütün bunlara rağmen yine de en ulusalı, en özelliği ve kişiliği olanı, en büyüğüdür.

Dickens’ı Dickens yapan “humour”udur. Komiği ciddi, ciddiyi komik göstermektir humour. Bu kelimenin Türkçede karşılığı olmadığı gibi, Avrupa dillerinde de yoktur. Gülümsetmektir amacı, güldürmek değil; ama öyle, gelip geçen hafif bir gülümseme değildir bu, benliğimizi kaplayan, derinlerimizden gelen, gelip de uzun bir süre dudaklarımızda takılı kalan, bir yanımızı okşarken, bir yanımızı iğneleyen, anlam dolu bir gülümseme. Humour yazarlarının en büyükleri İngiltere’dedir -aslında salt bir İngiliz davranışıdır bu- bu yazarların en büyüğüyse Dickens’tır. Günlük hayatımızdaki en küçük bir Don Kişot’ça davranışımız ve yaşantımız gözünden kaçmaz Dickens’ın; küçük gibi görünen, ama aslında büyük bir zincirin halkalarından olan bu davranışlar öyle ağdalı ve abartılmış bir dille verilmiştir ki aynı havayı Türkçede verebilmek için Arapça kelime kullanmaktan kaçınılamamıştır.

    Ender Gürol

BÖLÜM 1

OLİVER TWIST’İN DOĞDUĞU YER, DOĞUMUNUN HANGİ ŞARTLAR ALTINDA OLDUĞU

Türlü sebepler yüzünden açıklamadan çekindiğim, gelişigüzel bir ad da takmak istemediğim bir şehirdeki, küçük büyük her şehirde öteden beri görülen amme müesseselerinin birinde, yani bir yoksullarevinde, tekrarlamak zahmetine katlanmayı gereksiz bulduğum -tekrarlasam da hikâyenin henüz başındayken okuru ilgilendirmez ya- bir yılın, bir gününde, adı bu bölümün başına takılı, ölümlü nesne dünyaya geldi.

Mahalle doktoru tarafından, bu acı ve dert dünyasına buyur edildikten sonra, çocuğun bir ad taşıyacak kadar yaşayıp yaşamayacağı şüphe konusu oldu; yaşamamış olsaydı ihtimal bu hatırat da vücut bulmazdı; bulsaydı bile, bir iki sayfa içine sığacağından, herhangi bir çağ ya da memleketin edebiyatındaki en derli toplu ve aslına sadık biyografi örneği olmak gibi eşsiz bir mazhariyete sahip olmuş olurdu. Bir yoksullarevinde doğmanın, insanın başına gelebilecek en talihli ve en gıpta edilecek şey olduğunu iddiaya kalkışacak değilim; demek istediğim, Oliver Twist’in başına bundan daha iyisi gelemezdi. Soluma işini kendi üstüne alması için, Oliver’ı ikna etmek epey güç oldu; kolay iş değil soluma işi, ama rahat yaşayabilmemiz için alışkanlığın gerekli kıldığı bir iş; böylece, bir süre, küçük, kıtık bir şilte üstünde, dengesi bu dünyayla öteki dünya arasında oldukça bozuk bir şekilde, solumaksızın yattı; terazinin kefesinin öteki dünyaya doğru eğik durduğundan şüphe yok tabii. Ha, bakın, bu kısa devre içinde, çevresini titiz büyükanneler, telaşlı teyzeler, tecrübeli hemşireler ve ilm-ü irfan sahibi hekimler sarmış olsaydı, Oliver’ın ölüverip gitmesi, işten bile değildi; bir şey var ki, biraz fazla kaçırmış, başı dumanlı, yaşlı bir yoksul kadın ve bu gibi işleri vazifeten yapan mahalle doktorundan başka kimse olmadığı için yanında, Oliver ile tabiat karşılıklı savaştılar. Böylece birkaç çaba gösterisinden sonra, Oliver soludu, hapşırdı ve yoksullarevinin sakinlerine üç dakika on beş saniyeden daha uzun bir süre, şu pek faydalı bir zeyil olan sesten yoksun bir oğlandan beklenecek bir çığırmayla mütevelli cemiyetinin bütçesine yeni bir yükün zorla kabul ettirildiğini ilan etmeye başladı.

Oliver, akciğerlerini serbestçe işletip, kendilerine has vazifelerini ifa ettirdikten sonra, demir karyola üstüne gelişigüzel atılmış, yamalı yorgan hışırdadı; yastıktan, genç bir kadının soluk yüzü hafifçe kalktı ve kısık bir ses, yarım yamalak şu sözleri söyledi:

“Çocuğu göreyim de öleyim.”

Doktor, yüzü ateşe dönük oturmuştu. Ellerini bir ısıtıyor, bir ovuşturuyordu. Genç kadın konuşunca kalktı, yatağın baş ucuna giderek, kendinden beklenmeyecek bir nezaketle “Daha durun bakalım, ölmek de ne söz!” dedi.

İçindekini, aşikâr bir zevkle yudum yudum içtiği, yeşil cam şişeyi cebine koyup “Allah’a emanet.” diye söze karıştı hasta bakıcı. “Allah’a emanet! Sen benim kadar yaşa bir kere, on üç çocuğun olsun, hepsi ölsün de ikisi kalsın, onlar da seninle çalışsın da gör sen. Allah korusun, görürsün o zaman annelik neymiş. Haydi yavrum. Haydi bakalım.”

Bir anneyi bekleyen şeylerin bu avutucu manzarası, umulan etkiyi gösteremedi pek, hasta, başını salladı, elini çocuğa doğru uzattı.

Doktor, çocuğu kadının kollarına bıraktı. Kadın, kansız dudaklarını ihtirasla alnına yapıştırdı çocuğun, elleriyle yüzünü okşadı; vahşi vahşi bakındı, titredi, gerisin geri düşüp öldü. Göğsünü, ellerini, şakaklarını ovuşturdular ama kan, ebediyen durmuştu. Ümitten söz açtılar, teselliden. Uzun sürmüştü birbirlerine karşı yabancı durmaları.

“Her şey bitti, Mrs. Thingummy.” dedi doktor sonunda.

“Ya, zavallı!” dedi hasta bakıcı, çocuğu kaldırmak için eğildiğinde yastığa düşmüş olan yeşil şişenin tıpasını aldı. “Zavallıcık!”

“Çocuk ağlarsa beni çağırmanız gerekmez.” dedi doktor, büyük bir itinayla eldivenlerini giyerek. “Huysuzluk etmesi pek muhtemel, ağlarsa pirinç suyu dayayın.” dedi. Şapkasını giydi, kapıya doğru giderken, karyolanın yanında durup, “İyi bir kızcağızdı.” dedi. “Nereden gelmiş buraya kuzum?”

“Dün gece getirdiler buraya.” dedi yaşlı kadın. “Yoksullar müfettişi öyle buyurmuş. Sokakta yatar bulmuşlar. Epey yol yürümüş olmalı, ayakkabıları paramparçaydı, nereden geliyordu, nereye gidiyordu, Allah bilir.”

Doktor, cesedin üstüne eğilerek sol kolu kaldırdı. “Hep aynı terane.” dedi, başını iki yana sallayarak. “Nişan yüzüğü yok, belli. Neyse, iyi geceler.”

Tıbbi beyefendi yürüyüp gitti akşam yemeğine. Hasta bakıcıysa yeşil şişeye bir kez daha başvurduktan sonra, ocağın önündeki alçak bir iskemleye oturup bebeği giydirmeye başladı.

Giyim kudretinin ne nefis örneğiydi şu küçük Oliver Twist! Şimdiye dek, biricik örtüsü battaniyeye sarılmışken, bir asil çocuğu da diyebilirdiniz ona, bir dilenci çocuğu da; en kibirli yabancının bile, çocuğa toplumda bir yer tayin etmesi güç olurdu. Ama aynı hizmette sararmış olan, eski püskü bez mintanlara sarılınca, markasını ve etiketini alıp, toplumdaki yerini buldu: Bir mahalle çocuğu, bir yok-sullarevi öksüzü, dünyanın sillesini yiyecek, herkesçe hor görülecek, kimse tarafından acınmayacak, neredeyse açlıktan ölecek köle.

Şehvetle ağlıyordu Oliver, kilise mübaşirlerinin, yoksullar müfettişinin yumuşak merhametine terk edilmiş bir öksüz olduğunu bilseydi, belki daha da yüksek sesle ağlardı.

BÖLÜM 2

OLİVER’IN BÜYÜMESİ, EĞİTİMİ VE MECLİS

Bunu takip eden on ay içinde, Oliver, bir düzen üzerine, hainliklerin ve kalleşliklerin kurbanı oldu. Emzikle büyütüldü. Öksüz ve yetim bebeğin aç ve yoksul durumu, yoksullarevi makamları tarafından, kilise mütevellilerine muntazaman bildiriliyordu. Kilise mütevellileri, tenezzül buyurarak yoksullarevi makamlarından, Oliver Twist’in muhtaç olduğu teselli ve gıdayı temin edebilecek, evde ikamet eden bir dişi olup olmadığını sordu. Yoksullarevi makamları, tevazuyla, öyle bir dişinin bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine, kilise mütevellileri, büyük bir alicenaplık ve şefkatle, şuna karar verdi: Oliver çiftliğe gidecek; yani, küçük suçluları, haftada yedi buçuk kuruş gibi bir meblağ karşılığı kabul eden, yaşlı bir dişinin, annece nezareti altında, yirmi otuz kadar küçük suçlunun, pek fazla yiyeceğe ve giyeceğe ihtiyaç göstermek gibi mahzur teşkil etmeden, bütün gün yerde yuvarlandığı, beş kilometre kadar uzaktaki yoksullarevinin bir şubesine gönderilecekti. Haftada yedi buçuk kuruşluk bir perhiz sistemi, bir çocuk için yeter de artar bile; yedi buçuk kuruşa neler alınmaz neler; midesini tıka basa doldurur da üstelik rahatsız bile olur. Yaşlı dişi, akıllı, tecrübe sahibi bir kadındı, çocuklar için neyin iyi olduğunu bilirdi; kendi menfaatini de gözden kaçırmazdı. Böylece, haftalık ücretin büyük bir kısmını, kendi hesabına kullanıyordu ve gittikçe artan mahalle neslini, kendileri için tahsis olunandan daha az bir meblağ ile geçindiriyordu. Böylece, derinliklerinde daha derin bir sükûn buluyor, kendi kendine, tecrübeci bir filozof olduğunu ispat ediyordu.

Bir tecrübeci filozof daha olacak, herkes bilir hikâyesini, yemeden yaşayabilecek bir at hakkında büyük bir teorisi vardı; bunu öyle güzel ispat etmişti ki azalta azalta, günde bir öğüne indirmişti hayvanın saman istihkakını. İlk rahat hava yemini yemeden yirmi dört saat önce ölmüş olsaydı, aç hayvanı ateşli bir ruh hâline getirmiş olacaktı. Ne yazık ki, Oliver Twist’in koruyucu bakımına teslim edilmiş olduğu dişinin tecrübeci felsefesi de kendi sistemi dâhilinde ekseri böyle sonuçlar doğuruyordu; çünkü çocuk, son derece az gıdanın asgari porsiyonu ile yaşamaya tam alışmışken, on vakanın sekiz buçuğunda münasebetsizce, ya açlıktan ya soğuktan hasta oluyor ya ihmal yüzünden ateşe düşüyor ya da neredeyse boğulmak üzere oluyordu; böylece, her bir vakanın sonunda zavallı mahluk, ekseri başka bir dünyaya çağırılıyor, orada, bu dünyada göremediği atalarına, babalarına kavuşuyordu.

Ara sıra, karyolayı altüst ederken ihmal yüzünden altında kalan ya da banyoda -banyo denen şey pek seyrek olurdu, çiftlikte yıkanmayla ilgili herhangi bir şeye rastlanmazdı pek- kaynar suyla haşlanarak ölen bir mahalle çocuğu hakkında, mutat harici ilgi çekici bir tahkikat açıldığında, bir de bakarsınız, jürinin, zor durumlar yaratan sorular sormak aklına esiverir ya da mahalle sakinleri başkaldırarak imzalarını protestoya atarlardı; ama bu münasebetsizlikler doktorun ifadesi ve kilise mübaşirinin şehadetiyle hemencecik kontrol altına alınıyordu; doktor cesedi açar, (pek muhtemelen) bir şey bulamazdı, kilise mübaşiriyle mütevellilerin istediği gibi yemin ederdi, bu da insanın kendisini alabildiğine feda etmesi demekti. Üstelik meclis, zaman zaman çiftliğe hicret eder, her defasında da bir memur göndererek geleceklerinden haberdar ederdi. Onlar gittiğinde çocuklar tertemiz çıkardı karşılarına; bundan daha iyisi de can sağlığıydı!

Bu cins bir çiftlik eğitiminin, öyle ahım şahım, enine boyuna, bir vücut yaratacağı beklenemez. Oliver Twist dokuzuncu yaş gününde, soluk, zayıf bir çocuktu, ufak tefek çelimsiz bir vücudu olduğuna şüphe yok ama tabiat ya da irsiyet, Oliver’ın gönlüne pek sağlam, iyi bir ruh aşılamıştı. Müessesenin o az miktardaki perhiz sistemi sayesinde de gelişmişti; dokuzuncu yaş gününü kutlayabilmesini buna borçluydu herhâlde. Her neyse, yine de dokuzuncu yaş günüydü işte. Bu günü de mahzende kutluyordu, yanındaki mümtaz iki beyle bir grup teşkil etmişti. Bu beyefendiler, gaddarca, “Açım!” demek cüretinde bulunduklarından, hep birlikte güzel bir dayak yemiş ve buraya kilitlenmişlerdi; o sırada Müdire Mrs. Mann Hanım, durup dururken Kilise Mübaşiri Mr. Bumble’ın belirmesinden ürktü: Mr. Bumble bahçe kapısını açmaya çalışıyordu.

“Aman ya Rabb’im, sizsiniz ha, Mr. Bumble! Efendiciğim siz ha?” diyerek iyi taklit edilen bir sevinç gösterisiyle, başını pencereden dışarı çıkardı. “Suzan, Oliver’la şu iki yumurcağı al, yukarı çıkar da yıkayıver hemen. Aman ya Rabb’im! Mr. Bumble, ne iyi ettiniz de geldiniz!”

Mr. Bumble, şişman ve aksi bir adamdı; bunun için, bu gönülden gelen selama aynı şekilde karşılık vereceğine, küçük bahçe kapısını alabildiğine sarstı, kapıya bahşettiği tekme de olsa olsa ancak bir kilise mübaşirinden sadır olabilirdi.

“Aman ya Rabb’im!” dedi Mrs. Mann, dışarı fırlayarak, üç çocuk ortalıktan yok olmuştu bile. “Aman ya Rabb’im, şu çocukcağızlar yüzünden kapıyı içten sürgülemiştim, gel de unut sen! Buyurun efendim, buyurun lütfen, buyurun Mr. Bumble, efendiciğim!”

Her ne kadar bu davet, bir kilise mübaşirinin kalbini yumuşatabilecek bir reverans tarafından refakat edildiyse de kilise mübaşirini gevşetemedi.

“Bu tavr-ı hareketinizin hürmetkâr, doğru dürüst bir tavr-ı hareket olduğunu mu sanıyorsunuz Mrs. Mann?” diye sordu Mr. Bumble, bastonunu kavrayarak. “Mahalle öksüz ve yetimlerinin işiyle meşgul olmaya gelen kilise mübaşirini bahçe kapısında nasıl bekletirsiniz, Mrs. Mann? Kendinizin de bir kilise üyesi, maaşlı bir memur gibi bir şey olduğunuzun farkında mısınız acaba?”

“Sizi sevdikleri için çocukların birkaçına geldiğinizi haber vereyim demiştim efendiciğim.” dedi Mrs. Mann, büyük bir tevazuyla.

Mr. Bumble, hitabet kudretinden ve kendi öneminden alabildiğine haberdardı. Birini göstermiş, ötekiniyse haklı olarak ispat etmek istiyordu.

“Neyse, Mrs. Mann.” dedi, daha sakin bir havayla. “Dediğiniz gibi yapmış olabilirsiniz, olabilir. Siz önden girin, Mrs. Mann, iş için geldim, sizinle bir şey konuşacağım.”

Mrs. Mann, kilise mübaşirini, zemini kiremit döşeli bir salona aldı, bir koltuk verdi ve üç köşeli şapkasıyla bastonunu, önündeki masanın üstüne, büyük bir resmiyetle koydu. Mr. Bumble, gezintisinin tevlit etmiş olduğu, alnındaki teri sildi. Yumuşak bakışlarla şapkasına bakarak gülümsedi. Gülümsedi işte! Eh, kilise mübaşiri de bir insan ne de olsa; Mr. Bumble gülümsedi işte.

“Söyleyeceğime kızmayın ne olur.” dedi Mrs. Mann, baygın baygın. “Uzun yol yürümüşsünüzdür, yoksa söylemezdim elbette. Bir damlacık bir şey alır mısınız Mr. Bumble?”

“Katre istemem, bir katre bile!” dedi Mr. Bumble, sağ elini böbürlenerek sallayıp.

“İçersiniz canım.” dedi Mrs. Mann, reddin havasını ve ona refakat eden hareketi gözünden kaçırmayarak. “Bir damlacık, biraz soğuk su ilave ederim, bir parça da şeker.”

Mr. Bumble öksürdü.