Книга Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap - читать онлайн бесплатно, автор Марсель Пруст. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 1

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

Akşam yemeğinden sonra büyükannemin bahçedeki bu turları başladığında onu içeri girmeye bir tek şey ikna ederdi: O da -gezisinin, muntazaman dönüp dolaşıp bir böcek gibi, içkilerin oyun masasının üzerinde servis edildiği küçük salonun ışığının önünde bölündüğü anlardan birinde- büyük halamın “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” diye bağırmasıydı. Aslında, büyük halam, büyükanneme takılmak için (Büyükannem babamın ailesine öyle değişik bir tabiat getirmişti ki herkes onunla eğlenir, kızdırırdı.) içki içmesi yasak olan büyükbabama, birkaç yudum içirirdi bile. Zavallı büyükannem içeri girer, ona konyağın tadına bakmaması için yalvar yakar olurdu; büyükbabam sinirlenir, ağız dolusu bir yudum içer, büyükannem, üzgün, yılgın hâlde ama yine de gülümseyerek tekrar dışarı çıkardı, çünkü öyle mütevazı, yumuşak başlı bir insandı ki başkalarına duyduğu şefkati, kendi şahsına ve acılarına aldırış etmeyişi, insanların büyük çoğunluğunda görülen o ifadenin aksine, sadece kendiyle alay ettiği bir gülümsemeyle bakışlarında toplanırdı. Büyük halamın kendisine çektirdiği bu işkence, büyükannemin, büyükbabamın kadehini elinden almak için harcadığı işe yaramaz çabaları, nafile duaları ve daha başından yenik düştüğü çaresizliği; zaman içinde, gülerek bunların gerçek bir işkence olmadığı konusunda kendimizi kandırmak için neşeli bir kararlılıkla işkencecinin tarafını tuttuğumuz ve görmeye alıştığımız şeylerden oldu ama o zamanlar beni öylesine dehşete düşürürlerdi ki büyük halamı pataklamak isterdim. Ama “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” cümlesini duyduğum anda, korkaklık bakımından tam bir erkeğe dönüşür, karşımıza acılar ve adaletsizlikler çıktığında hepimizin büyüdüğünde yapacağımız şeyi yapardım; onları görmek istemezdim, hıçkırarak ağlayıp evin en tepesine, çatı katındaki çalışma odasının bitişiğindeki, zambak kokan, dışarıdaki duvarların arasından fışkıran yabani Frenk üzümünün çiçekli bir dalının aralık penceresinden içeriye dalarak tadını bıraktığı o küçük odaya giderdim; gün boyunca penceresinden Roussainville-le-Pin’nın kale burçlarına kadar görülebilen, aslında basit ve daha çok özel kullanımlar için tahsis edilmiş bu oda -ki muhtemelen kilitlemeye izinli olduğum tek oda olduğundan olsa gerek- okuma, hayal kurma, ağlama ve tensellik gibi mutlak bir yalnızlık gerektiren tüm uğraşlarımda benim için bir sığınak görevi gördü. Ah! Bitmek tükenmek bilmeyen öğlen ve akşam yürüyüşleri sırasında, yaş dönümüyle birlikte sonbaharda sürülen topraklar gibi neredeyse mor renge bürünmüş, çizgi çizgi, dışarı çıktığında hafifçe yukarı kaldırdığı tülle ortadan ikiye bölünen, üzerlerinde her zaman ya soğuktan ya da hüzünlü bir düşünceden kaynaklanan gönülsüz gözyaşlarının kurumakta olduğu esmer yanaklarını, göğe doğru hafifçe yanlamasına bakan güzel yüzünü önümüzden geçerken gördüğümüzde onu ümitsizliğe düşüren şeyin, kocasının arada sırada perhizini bozmasından çok, benim iradesizliğim, her an bozulabilecek sağlığım ve bunların geleceğime gölge düşürmesi olduğunu bilmiyordum.

Tek tesellim uyumak üzere yukarı çıkıp yatağıma yattığımda annemin beni öpmeye geleceğini bilmekti. Ama bu iyi geceler öpücüğü o kadar kısa sürerdi ve annem o kadar ivedi aşağı inerdi ki onun merdivenlerden çıktığını, sonra hasır örgü ipli, mavi muslinden bahçe elbisesinin hışırtısıyla iki kapılı koridoru geçtiğini duyduğum an, benim için acı dolu bir an olurdu. Kendisini takip edecek anı, annemin yanımdan ayrılacağı, tekrar aşağıya ineceği anı işaret ederdi. Dolayısıyla, bu çok sevdiğim iyi geceler öpücüğünün mümkün olduğunca geç vuku bulmasını, annemin henüz yanıma gelmediği o dinlenme süresinin uzamasını diler hâle gelmiştim. Bazen annem beni öptükten sonra gitmek için kapıyı açtığında, onu “Beni bir kere daha öp.” diyerek geri döndürmek isterdim ama yüzünde hemen sinirli bir ifade belireceğini bilirdim çünkü annemin beni öpmek için yukarıya çıkarak, bana bu huzur öpücüğünü getirerek, üzüntüme ve sıkıntıma karşı verdiği taviz, zaten bu ritüelleri saçma bulan babamın canını sıkıyordu; annemse kapının eşiğindeyken rica ettiğim fazla öpücüğü almama izin vermek bir yana bu ihtiyaçtan, bu alışkanlıktan kurtulmaya çalışmamı istiyordu. Onu böyle kızgın görmekse dudaklarımın onun gerçek varlığını ve beni uyutabilme gücünü çekebildiği bir Komünyon5 ayininde kutsanmış ekmeği uzatırcasına sevecen suratıyla yatağıma doğru eğildiğinde daha biraz önce getirdiği o huzurlu havayı tamamen yok ediyordu. Yine de annemin odamda aslına bakılırsa çok kısa kaldığı bu akşamlar, akşam yemeğinde misafirler olduğu zaman bana iyi geceler dilemeye yukarı çıkamadığı akşamlara kıyasla çok daha hoştu. Misafirlerimiz ise şehir dışında bulunan birkaç yabancı dışında Combray’deki evimize gelen neredeyse tek kişi sayılan (o da uygunsuz bir evlilik yaptığından beri annemle babam, karısını misafir etmek istemediği için artık daha seyrek gelmeye başlayan), bazen akşam yemeği için, bazen de haber vermeden yemekten sonra çıkagelen komşumuz M. Swann’la sınırlıydı ekseriyetle. Evin önündeki büyük kestane ağacının altında, demir masanın etrafında oturduğumuz akşamlar, bahçenin girişinden eve “zili çalmadan” giren birinin harekete geçirdiği, donuk, yaygaracı ve bitmek tükenmek bilmeyen, madenî gürültüsüyle duyanları afallatan çıngırağı değil de yabancıların çaldığı utangaç, oval, yıldızlı çifte zil sesini duyar duymaz herkes anında “Misafir mi? Kim acaba?” diye sorardı, oysa hepsi gelenin M. Swann olduğunu pek tabii bilirdi; büyük halam doğal olmasına çabaladığı bir ses tonuyla, davranışı sözlerine ters düşmesin diye yüksek sesle konuşarak gelen insanın kendisi hakkında duymaması gereken şeyler konuştuğumuzu varsayabileceğini ve bunun onun açısından kırıcı olabileceğini, dolayısıyla fısıldaşmamamızı söylerdi; bahçede fazladan bir tur daha atmaya bahane bulduğu için sevinen ve fırsattan istifade geçerken de oğlunun, kuaförün düzleştirdiği saçlarını elleriyle havalandıran bir anne gibi, gülleri biraz daha doğal göstersin diye, fidanları dik tutan sırıklardan birkaçını gizlice yerinden söken büyükannemi keşif eri olarak gönderirdik.

Hepimiz sanki çok sayıda muhtemel saldırgandan kuşkulanabilirmişiz gibi, kıpırdamadan büyükannemin düşmandan getireceği haberleri beklerdik ve çok geçmeden büyükannem, “M. Swann bu, sesini tanıdım.” derdi. Gerçekten de onu sadece sesinden tanırdık; kemerli bir burna, yeşil gözlere, Bressant tarzı kesilmiş kızıla çalan sarı saçlarıyla çevrili geniş bir alna sahip yüzünü zor seçerdik çünkü sivrisineklere maruz kalmamak için bahçede mümkün olduğunca az ışık kullanırdık; ben belli etmeden şurupları getirmelerini söylemeye içeri giderdim, büyükannem, şurupların sadece misafirler için servis edilen olağan dışı bir şeymiş gibi görünmemesine böylesini daha kibar bulduğundan çok önem verirdi. Büyükbabamdan çok daha genç olduğu hâlde M. Swann, bazen bir hiç uğruna yaşama şevkini kaybeden, düşüncelerinin yönü değişebilen, harika ve nevi şahsına münhasır olduğu söylenen babasının, en yakın arkadaşlarından biri olan büyükbabama çok bağlıydı. Yılda birkaç defa büyükbabamın sofrada, baba M. Swann’ın, gece gündüz başında beklediği karısının ölümüyle birlikte takındığı tavırla ilgili sürekli aynı anekdotları anlattığını duyardım. Onu uzun süredir görmemiş olan büyükbabam, Swann’ların Combray yakınlarındaki evine koşmuş, naaşın tabuta konuluşuna tanık olmaması için bir süreliğine, gözyaşları içinde onu ölü odasından çıkarmayı başarmış. Az güneşli parkta birkaç adım yürümüşler. M. Swann birdenbire büyükbabamı kollarının arasına alarak, “Ah! Benim eski dostum! Bu güzel havada sizinle birlikte yürümek ne güzel! Bütün bu ağaçları, akdikenleri, takdirinizi hiç belirtmediğiniz bu gölümü, siz de güzel bulmuyor musunuz? Üzgün gibi bir hâliniz var. Şu küçük esintiyi hissediyor musunuz? Ah! Ne derseniz deyin, her şeye rağmen yaşamak güzel sevgili Amédée!” diye haykırmış. Sonra ansızın, ölmüş olan karısını hatırlamış ve muhtemelen böyle bir anda nasıl olur da mutluluk hissine kapılabildiğini kavramaya çalışmayı fazla karmaşık bularak ne zaman kafasına zor bir soru takılsa yaptığı gibi ellerini alnında gezdirip gözlerini ve gözlük camlarını silmekle yetinmiş. Yine de karısının ölümünün acısını dindirememiş ama karısının ölümünden sonra yaşadığı iki yıl boyunca, büyükbabama, “Ne komik! Sürekli zavallı karımı düşünüyorum ama her seferinde ancak azar azar düşünebiliyorum.” dermiş. “Sık sık ama azar azar, zavallı baba Swann’ın deyimiyle.” cümlesi büyükbabamın, birbirinden farklı şeylerle ilgili olarak kullandığı ve en sevdiği ifadelerden biri hâline gelmişti. Eğer en yetkili karar mercii olarak gördüğüm, ileride ayıplamak eğiliminde olacağım hataları hoş görmeyi bana aşılayan, sözleri benim için âdeta bir mahkeme hükmünde olan büyükbabam, “Nasıl olur? Melek gibi adamdı!” dememiş olsaydı, Swann’ın babası bana bir canavarmış gibi görünebilirdi.

Uzun yıllar boyunca, özellikle oğul M. Swann, evlenmeden önce sık sık onları ziyarete Combray’ye geldiği hâlde büyük halam, büyükannem ve büyükbabamın; evimizde ağırladıkları ve Swann soyadının ardında âdeta kimliğini gizleyen bu adamın -bilmeden ünlü bir soyguncuyu misafir eden dürüst otelcilerin yüzde yüz masumiyetiyle- kendi ailesinin vaktiyle sık sık görüştüğü o çevrede asla yaşamadığını; Jockey Kulübünün en seçkin üyelerinden biri olduğunu, Galler prensinin ve Paris kontunun en kadim dostu, Saint-Germain muhiti yüksek sosyetesinin üstüne titrediği bir kişi olduğunu düşünmek akıllarına bile gelmedi.

Swann’ın sürdüğü bu ışıltılı yüksek sosyete hayatına olan yabancılığımız, kısmen çekingen ve ketum karakterinden, kısmen de o zamanlarda burjuvaların, toplumu, herkesin doğumlarından itibaren kendilerini ve ailelerini de barındıran bir sınıfa mensup olduğu ve parlak bir kariyer veya beklenmedik bir evlilik fırsatı yakalamadıkça bir üst sınıfa geçebilme fırsatını bulamayacağı kapalı toplumsal sınıflardan oluşan bir tür Hindistan gibi görmelerinden ileri geliyordu. Baba Swann, tüccardı; “oğul Swann” da hayatı boyunca, vergi mükellefleri kategorisinde olduğu gibi, servetinin belli gelir düzeyleri arasında gidip geldiği bir kastın üyesi olmak durumundaydı. Babasının kimlerle görüştüğünü bilirdik, dolayısıyla onun da kimlerle görüşmek “durumunda kaldığını” biliyorduk. Eğer başka insanlarla tanışıklığı varsa bunlar, yetim kaldığından beri büyük bir sadakatle ziyaretimize gelmeye devam ettiğinden annemle babam gibi eski aile dostlarının hoşgörüyle görmezden geldiği delikanlılık ilişkileriydi fakat bizim tanımadığımız bu dostlarının, bizimleyken karşılaşsa selam bile vermeye cesaret edemeyeceği türden insanlar olduğuna bahse girebilirdik. Swann’a, ailesiyle aynı konumdaki tüccar ailelerin oğulları arasında, ille de bir sosyal katsayı biçilecek olsa bu katsayı biraz düşük olurdu çünkü oldukça sade bir tarzı ve her daim “tutkuyla bağlı olduğu” antika eşyaları ve tabloları olduğu için koleksiyonlarını istiflediği ve büyükannemin ziyaret etmeyi hayal ettiği ancak büyük halamın orada yaşamayı küçük düşürücü olarak nitelendirdiği Orléans Rıhtımı’nda bulunan eski bir konakta oturuyordu. “Peki bu konuda yetenekli misiniz? Sizin iyiliğiniz için söylüyorum; çünkü satıcılar size sahte resimler kakalayabilir.” derdi büyük halam M. Swann’a; aslında sohbette ciddi konulardan kaçınan ve sadece en ince ayrıntısına girerek yemek tarifi verdiğinde değil, aynı zamanda büyükannemin kız kardeşleri, sanatsal konulardan konuşurken de samimiyetten uzak güçlü bir merak sergileyen Swann’ın, aslında hiçbir becerisinin ve entelektüel açıdan kendine ait bir fikrinin olmadığını varsayardı. Büyükannemin kız kardeşleri tarafından görüşlerini söylemeye, bir tablo karşısındaki hayranlığını ifade etmeye zorlandığında neredeyse kırıcı bir sessizliğe bürünürdü ancak buna karşılık, tablonun bulunduğu müze veya hangi tarihte resmedildiği konusunda somut bir bilgi verebiliyorsa açığını kapatmış olurdu. Yine de her zamanki gibi bizim de tanıdığımız insanlarla, Combray’nin eczacısıyla, aşçımızla veya arabacımızla arasında yakın zamanda yaşanmış yeni bir hikâye anlatarak bizi eğlendirmeye çalışmakla yetinirdi. Bu hikâyeler büyük halamı güldürürdü güldürmesine ama hikâyelerde Swann’ın sürekli kendine biçtiği gülünç rolden ötürü mü yoksa anlatırken takındığı tavır yüzünden mi güldüğü pek ayırt edilemese de “Cidden çok âlemsiniz Monsieur Swann!” derdi. Büyük halam ailemizin az da olsa bayağı sayılabilecek tek ferdi olduğundan yabancıların yanında Swann’dan bahsedilince, istese Haussmann Bulvarı’nda veya Opéra Caddesi’nde oturabileceğini, M. Swann’ın kendisine dört beş milyonluk bir miras bıraktığını ancak oturduğu yerin onun garip bir fantezisi olduğunu belirtmeden geçmezdi. Bu fantezinin başkaları için bir eğlence kaynağı olabileceği kanaatine varmış olacaktı ki M. Swann yılbaşında Paris’teki evine bir kutu kestane şekeri ile ziyarete geldiğinde misafirleri de varsa mutlaka, “Ee M. Swann! Lyon’a giderken treni kaçırmayacağınızdan emin olmak için hâlâ Şarap Deposu’nun yakınında mı oturuyorsunuz?” demekten geri kalmazdı. Sonra, kelebek gözlüğünün üzerinden, göz ucuyla misafirlere bakardı.

Ama M. Swann’ın oğlu olarak, Paris’in en saygıdeğer noterleri, vekilleri ve “burjuvazinin kaymak tabakası” tarafından ağırlanmak için kesinlikle “kâfi derecede nitelikli” olan (ve bu ayrıcalığı biraz boşladığı görülen) bu Swann’ın, bize, yatmaya gittiğini söyleyip Paris’teki evimizden çıktıktan sonra, köşeyi döner dönmez yolunu değiştirmesini ve o güne dek hiçbir tüccarın veya tüccar ortağının göz ucuyla dahi görmediği kim bilir hangi salona gittiği âdeta gizli, bambaşka bir hayatı olmasını büyük halam; kültürlü bir hanıma, kendisiye sohbet ettikten sonra Thetis’in krallığına, ölümlü gözlerin göremediği ve Vergilius’un anlattığına göre coşkuyla karşılandığı bir dünyaya dalan Aristaios’la arkadaşlık etmek düşüncesi ne kadar olağan dışı gelirse veya büyük halamın aklına gelmesi daha muhtemel bir benzetme yapacak olursak -o da Combray’deki pasta tabaklarımızda resmedilmiş olduğu için- Ali Baba’yla akşam yemeği yedikten sonra yalnız kalınca izlenmediğini anlayıp umulmadık hazineler barındıran etkileyici mağarasına girmesi kadar şaşırtıcı bulurdu.

Bir gün akşam yemeğinden sonra frak giymiş olduğu için özür dileyerek Paris’teki evimize bizi ziyarete geldiğinde Françoise, o gittikten sonra arabacıdan, Swann’ın “bir prensesin evine” akşam yemeğine gittiğini öğrendiğini söylemesiyle büyük halam “Evet tabii, kibar fahişeler sınıfından bir prensesin evine!..” diye omuz silkerek başını örgüsünden kaldırmadan soğukkanlı bir alaycılıkla cevap vermişti.

Bu yüzden, büyük halam Swann’a oldukça kaba davranırdı. Bizim davetlerimizden kıvanç duyması gerektiğine inandığı için, ellerinde yazın bahçesinden toplanmış bir sepet dolusu şeftali ve ahududu ile gelmesini, her İtalya seyahatinden bana başyapıtların fotoğraflarını getirmesini çok normal karşılardı.

Evimize ilk defa gelecek konuklarla tanıştırılacak kadar mevki sahibi olmamasından ötürü davet edilmediği önemli akşam yemekleri için bile ne zaman bir gribiche6 sosu veya ananas salatası tarifine ihtiyaç duyulacak olsa Swann’ı çağırtmaktan geri kalmazdı. Sohbet konusu dönüp dolaşıp Fransa Hanedanı prenseslerine gelirse cebinde belki de Twickenham’dan bir mektup taşıyan Swann’a “Sizin veya benim asla tanıyamayacağımız, imkân olsa tanışmak istemeyeceğimiz insanlar, değil mi efendim?” derdi büyük halam; büyükannemin kız kardeşinin şarkı söylediği akşamlar, koleksiyona ait bir bibloyla fazla özen göstermeden ucuz, sıradan bir eşyaymış gibi oynayan bir çocuğun naif hoyratlığı ile başka zamanlarda, başka yerlerde aranan bir kişi olan Swann’a piyanoyu çektirir, nota kâğıtlarını çevirttirirdi. Kuşkusuz dönemin kulüplerinin tanınan siması olan bu Swann, akşamları Combray’deki evin küçük bahçesinde, iki adet utangaç zil sesi duyulduktan sonra sesinden tanıdığımız ve büyükannemin peşi sıra karanlığın içinde beliriveren, anlaşılması güç ve müphem bu kişiliğe, Swann ailesi hakkında bildiği her şeyi katıp harmanlayarak büyükannemin kafasında yarattığı Swann’dan çok farklıydı. Hayatın en eften püften ayrıntıları açısından da bakılsa insan, herkes için aynı olan, isteyenin bir sözleşme veya bir vasiyetname gibi inceleyebileceği, sadece maddesel bir bütünlükten ibaret değildir; sosyal kişiliğimiz diğer insanların düşüncelerinin bir eseridir. “Tanıdık birini görmek” olarak nitelendirdiğimiz basit bir eylem bile kısmen zihinsel bir aktivitedir. Baktığımız bu varlığın dış görünüşünü, onun hakkındaki tüm düşüncelerimizle doldururuz ve hayal ettiğimiz bütün içinde, bu düşünceler şüphesiz büyük bir yer tutar. Yanakları o kadar mükemmel doldururlar, burun çizgisini öylesine değişmez bir kesinlikle izlerler, sesin tınısıyla, âdeta saydam bir kılıf gibi öylesine uyumlu bir şekilde karışırlar ki bu yüzü her gördüğümüzde, bu sesi her işittiğimizde, karşımızda bulduğumuz, duyduğumuz işte bu düşüncelerdir. Ailem, kendilerinin şekillendirdiği Swann’da, başka insanların onunla karşılaştıklarında çehresinde hüküm süren ve kemerli burnunda doğal bir sınır gibi duran zarafeti görmelerine sebep olan yüksek sosyete hayatına dair sayısız ipucunu hesaba katmamışlardı muhtemelen; bu sebeple bizimkiler de itibarını tam olarak yansıtmayan bu boş ve geniş çehreyi, bu azımsanan gözlerin derinliğini; sayfiye komşuluğu hayatımız boyunca süregelen haftalık akşam yemeklerimizden sonra, oyun masasının etrafında veya bahçede birlikte geçirilen, o silik ve hoş tortulu -yarı hatıra, yarı unutulmuş olan- aylak saatler ile doldurabilmişlerdi. Dostumuzun bedensel kılıfı, bunlarla ve ailesine ilişkin bazı hatıralarla öyle tıka basa doldurulmuştu ki bu Swann, eksiksiz ve yaşayan bir varlık hâline gelmişti; öyle ki şimdi bile hatıralarıma dönüp baktığımda sonradan ve daha samimi şekilde tanıdığım Swann’dan, boş vakitlerle dolu, ulu kestane ağacı, bir sepet dolusu ahududu, bir tutam tarhun esansıyla mis gibi kokan -çocukluğumun sevimli hatalarını barındıran, sanki hayatımızda da tıpkı benzer tonları olan bir aile edasıyla, aynı dönemden bütün tabloların bulunduğu bir müzedeki gibi, aynı dönemde tanıdığım insanları andıran- bu ilk Swann’a geçtiğimde, bir başkasına gidebilmek için diğer bir insanı terk ettiğim izlenimine kapılırım.

Oysa büyükannem, Sacré-Cœur’de tanıştığı (birbirlerine duydukları yakınlığa rağmen, bizim sınıf kavramımız yüzünden dostluklarını ilerletmek istememiş olan) meşhur Bouillon ailesinin bir üyesi olan Villeparisis markizinden bir ricada bulunmaya gittiğinde markiz kendisine “M. Swann’ı yakinen tanıdığınızı sanıyorum, kendisi yeğenlerim Laumes’ların çok iyi dostu olur.” demişti. Büyükannem bu ziyaretten, Mme de Villeparisis’nin, kiralamasını tavsiye ettiği bahçeli bir ev ve merdivenlerde yırtılan eteğini diktirmek için avludaki dükkânlarına girdiği terzi ve kızı ile tanışmış olarak coşkuyla dönmüştü. Büyükannem bu insanları çok samimi bulmuş, kızın bir pırlanta gibi, terzinin de hayatında tanıdığı en seçkin, en hoş beyefendi olduğunu söylemişti. Çünkü seçkinlik onun gözünde sosyal statüden tamamıyla bağımsız bir şeydi. Terzinin bir cevabı onu büyülemişti sanki, “Sévigné bundan iyi ifade edemezdi.” diyordu anneme; buna karşın, Mme. Villeparisis’nin evinde karşılaştığı bir yeğeninden ise “Ah kızım, ne bayağı bir adam!” diye bahsediyordu.

Gelgelelim markizin Swann’a ilişkin bu sözleri, onu büyük halamın gözünde yüceltmek yerine, Mme. de Villeparisis’yi küçültücü bir etki yaratmıştı. Sanki büyükannemin sözlerine istinaden Mme. de Villeparisis’ye duyduğumuz hürmet, ona bu saygıya layık olmadığını düşündürecek bir şey yapmama sorumluluğunu yüklüyordu da markiz de Swann’ın varlığından haberdar olarak, aile fertlerinin onunla görüşmesine izin vererek bu yükümlülüğünü yerine getirmemişti. “Nasıl olur da Swann’ı tanıyabilir? Üstelik, Mareşal Mac-Mahon’la akraba olduğunu iddia ettiğin bir hanım!” Swann’ın ilişkileriyle ilgili bizim ailede yaygın olan bu görüş, neredeyse bir kaldırım yosması sayılabilecek alt tabakadan bir kadınla yaptığı evliliği ile onaylanmış gibi geldi kendilerine; zaten Swann da karısını bizle tanıştırmaya hiç kalkışmadı, ziyaretlerini giderek seyrekleştirmekle birlikte bir başına evimize gelmeye devam etti ama bizimkiler, Swann’ın -karısını da o çevrede bulmuş olabileceği kanısıyla- girip çıktığı, kendilerinin bilmediği bu çevre hakkında bir hükme varabileceklerini zannettiler.

Fakat bir defasında büyükbabam bir gazetede, M. Swann’ın, babasının ve amcasının Louis-Philippe yönetiminin en önde gelen devlet adamları olduğu X… dükünün evindeki pazar kahvaltılarının en sadık müdavimlerinden biri olduğunu okudu. Büyükbabam, Molé, Pasquier ve Broglie dükü gibi adamların özel hayatlarına düşünce yoluyla sızmasına yardım edecek bütün bu küçük detaylara pek meraklıydı. Swann’ın onları tanımış olan bu insanlarla görüşüyor olmasına sevinmişti. Büyük halam da tam tersine, bu haberi Swann’ın aleyhine yorumladı: Görüştüğü kişileri, içine doğduğu kendi kastının, toplumsal “sınıf”ının dışından seçen biri, onun gözünde korkunç bir düşüşe mahkûm olurdu. Bu gibi insanlar, ileri görüşlü ailelerin, evlatlarının iyiliği için şerefli bir şekilde besleyip büyüttükleri mevki sahibi insanlarla olan bu müstesna ilişkilerinin meyvelerinden bir çırpıda vazgeçiyorlarmış gibi görünürdü ona (Hatta büyük halam, sırf bir asilzade ile evlendiği için aile dostlarımızdan bir noterin oğluyla görüşmeyi kesmişti; bu, onun nazarında, saygıdeğer bir noter oğlu mertebesinden, kraliçelerin ara sıra lütuflarını eksik etmedikleri anlatılan eski oda hizmetkârlarının ve seyislerin bulunduğu maceraperestler sınıfına düşüş demekti.). Büyükbabamın, akşam yemeğine geleceği bir sonraki sefer, Swann’ı bizim yeni keşfettiğimiz bu dostları hakkında sorguya çekmesi fikrini eleştirdi. Diğer yandan büyükannemin, onunla aynı asaleti taşıyan ancak aynı anlayışı paylaşmayan, yaşı geçkin iki kız kardeşi de eniştelerinin boş konulardan bahsetmekteki bu hevesini anlayamadıklarını belirttiler. İnce zevklerin insanlarıydı ve bu yüzden tarihsel açıdan ilginç olsa dahi genellikle söylentiden öteye gitmeyecek şeylere, doğrudan estetik veya erdemle bağlantılı olmayan herhangi bir şeye karşı en ufak bir yakınlık duymuyorlardı. Sosyete hayatıyla uzaktan yakından ilişkili olabilecek her türlü şeye karşı o kadar ilgisizlerdi ki -akşam yemeğinde, sohbet havai, somut konulara dayalı bir hâl aldığında ve bu iki hanım, konuşmayı, sevdikleri konulara çekemediğinde geçici bir süre için herhangi bir fayda sağlamayacağını anlamış olan- işitme duyuları, bu konular konuşulurken alıcı organlarını dinlenmeye alır, onları gerçek bir atrofi başlangıcına maruz bırakırdı. Eğer büyükbabam o esnada iki kız kardeşin dikkatini çekmek isterse psikiyatristlerin hastalık derecesinde dalgınlığı olan bazı hastalarda kullandıkları fiziksel uyarılara başvurmak zorunda kalırdı: bıçağın kenarıyla birkaç kez üst üste bardağın kenarına vurmak, aynı anda sertçe seslenip gözünü dikmek, psikiyatrların çoğu kez, ya mesleki bir alışkanlık olarak ya da herkesin biraz deli olduğuna inandıklarından gündelik hayatındaki sağlıklı insanlarla arasındaki ilişkilere de taşıdığı sertlik içeren birtakım yöntemler.

Her nasılsa, Swann akşam yemeğine bize gelmeden bir gün önce bizzat kendilerine bir kasa Asti şarabı gönderdiği gün, halam, Corot Sergisi’nden bir tablonun adının yanında “M. Charles Swann’ın koleksiyonundan” açıklamasının yer aldığı “Le Figaro”nun bir sayısını göstererek, “Gördünüz mü? Swann’ın adı ‘Le Figaro’da çıkmış.” dediğinde iki kız kardeş daha da çok ilgilendiler. “Size, onun ne kadar zevk sahibi bir insan olduğunu hep söylemişimdir.” dedi büyükannem. “Elbette öyle derdin, sırf bizimle aynı fikirde olmadığını göstermek için tabii…” diye cevapladı büyük halam, büyükannemin asla onunla aynı fikri paylaşmayacağını bilerek ve her defasında kendisine hak verdiğimizden emin olamadığı için bizi kendisiyle dayanışma içinde büyükannemin fikirlerini toplu bir girişimle mahkûm etmeye zorlayarak. Fakat biz sessiz kalmayı tercih ettik. Büyükannemin kız kardeşleri “Le Figaro”da çıkan bu haberden Swann’a bahsetmeye niyetlendilerse de büyük halam onları bu konuda tembihledi. Ne zaman başkalarında kendisinin sahip olmadığı az da olsa bir üstünlük görse bunun bir avantaj değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve gıpta etmek durumunda kalmamak için onlara acırdı. “Bence bu onun hoşuna gitmez; şahsen, kendi adımı gazetede böyle apaçık görmekten rahatsızlık duyardım, bundan söz edilmesi hiç de göğsümü kabartmazdı açıkçası.” Aslına bakılırsa büyük halam, büyükannemin kız kardeşlerini ikna etme konusunda fazla da ısrarcı davranmadı çünkü büyük teyzelerim, bayağılaşma korkusuyla, kişisel imaları ustalıklı mecazların altına gizleme sanatında işi o kadar ileri götürürlerdi ki genellikle imaların hedefindeki kişi dahi bunun farkına varamazdı. Anneme gelince, tek düşündüğü, Swann’a karısından değil de çok sevdiği ve söylenenlere bakılırsa evlenmesine sebep olan kızından bahsetmeyi babama kabul ettirmekti. “Tek bir kelime bile etsen, nasıl diye sorsan… Bu ona kim bilir ne denli acı veriyordur.” Ama babam kızardı: “Olmaz! Ne saçma fikirlerin var? Gülünç olur.”