Ama Swann’ın gelişi, aramızdan sadece biri için ızdırap dolu bir endişenin kaynağıydı, o da bendim. Çünkü misafirlerin veya sadece M. Swann’ın bizde olduğu akşamlar annem odama hiç çıkmazdı. Masada yemezdim, sonra bahçeye çıkar, saat dokuzda iyi geceler diler ve yatmaya giderdim. Yemeğimi herkesten önce yer, sonra yukarı çıkmam gereken saat olan sekize kadar sofrada otururdum; annemin her zaman bana yatağımda uyumak üzere olduğum zamanlarda kondurduğu bu değerli ve kırılgan öpücüğü, yemek odasından yatak odama kadar taşımak ve soyunurken tatlı yumuşaklığını bozmadan, uçucu etkisi dağılıp buharlaşmadan tüm bu zaman süresince korumak zorunda kalırdım, hem de bu öpücüğü her zamankinden daha özenli bir şekilde kabul etmem gereken bu akşamlarda; bir kapı kapatırken, hastalıklı şüpheleri onları yakaladığında, bu şüpheye başarıyla karşı koyabilmek için kapıyı kapadıkları anın hatırası ile başka bir şey düşünmemeye çabalayan ruh hastalarının yaptığı gibi özel bir dikkate, zamana ve izne gerek duymaksızın, onu insanların gözü önünde, âdeta çalarcasına almak zorunda kalırdım.
Zilin çekingen, çifte şıngırtısı duyulduğunda hepimiz bahçedeydik. Gelenin Swann olduğunu biliyorduk ancak buna rağmen sorgulayıcı bir tavırla herkes birbirine baktıktan sonra büyükannem keşfe gönderildi. “Gönderdiği şarap için açık bir şekilde teşekkür etmeyi unutmayın, biliyorsunuz ki gayet lezizdi ve kasa da oldukça büyüktü.” diye tavsiyede bulundu büyükbabam baldızlarına. “Fısıldaşmaya başlamayın!” dedi büyük halam. “Herkesin alçak sesle konuştuğu bir eve gelmek de hoş bir duygudur doğrusu!” “Ah! İşte M. Swann! Kendisine soralım acaba yarın hava güzel olacak mı?” dedi babam. Annem, kendisinin söyleyeceği tek bir sözünün, Swann’ın, evliliğinden beri bizim aile yüzünden çektiği üzüntüyü tamamen sileceğini düşünüyordu. Bir ara Swann’ı bir kenara çekme fırsatını buldu. Ama ben peşlerinden gittim; diğer akşamlar olduğu gibi beni öpmeye geleceği avuntusu olmadan mecburen onu yemek odasında bırakıp odama çıkacağımı düşünerek yanından bir adım bile ayrılmaya cesaret edemiyordum. “Evet Monsieur Swann…” dedi annem. “Bana biraz kızınızdan bahsetsenize; babası gibi sanat eserlerine şimdiden düşkün olduğuna şüphem yok.” Büyükbabam yanımıza yaklaşıp, “Hadi gelin de bizimle birlikte verandada oturun.” dedi. Annem sözünü bitirmek zorunda kaldı ama en güzel mısralarını kafiye baskısı altında bulmaya çalışan büyük şairler gibi bu baskıdan daha incelikli bir düşünce daha çıkardı: “Baş başa kaldığımızdan ondan tekrar söz ederiz.” dedi alçak sesle Swann’a. “Hislerinizi anlamaya ancak bir anne muktedir olabilir. Eminim kızınızın annesi de benimle aynı fikirdedir.” Hepimiz demir masanın etrafında oturduk. Akşam odamda uyuyamadan geçireceğim o sıkıntılı saatleri düşünmek istemiyordum; ertesi sabah unutmuş olacağım için hiçbir önem teşkil etmediği konusunda kendimi ikna etmeye, beni önümdeki korkunç uçurumun ötesine geçirebilecek bir köprü gibi geleceğe ait düşüncelere tutunmaya çabalıyordum. Ama endişelerimle gerilmiş, anneme yönelttiğim bakışlar gibi dışa dönmüş olan zihnim, hiçbir dış etkinin içine nüfuz etmesine izin vermiyordu. Ancak beni duygulandıracak bir güzelliğin veya sadece eğlendirici gülünçlüğün tüm etmenlerini dışarıda bırakmak kaydıyla düşünceler zihnime girebiliyordu. Tıpkı anestezinin etkisiyle hiçbir şey hissetmeden geçirmekte olduğu ameliyatı bilinci tamamen açık bir şekilde izleyen bir hasta gibi, sevdiğim mısraları ezberden okuyabiliyor veya büyükbabamın Swann’a Audiffret-Pasquier dükünden söz etmek için gösterdiği çabayı, eğlenceye dair tek bir duygu belirtisi göstermeden gözlemleyebiliyordum -ki bu çabalar sonuçsuz kaldı. Büyükbabam, Swann’a bu hatiple ilgili bir soru sorduğu sırada, kulakları bu soruyu derin ama rahatsız edici ve nezaket icabı bozulması gereken bir sessizlik gibi algılayan büyük teyzelerimden biri ötekine seslendi: “Biliyor musun Céline, bana İskandinav ülkelerdeki kooperatiflerle ilgili çok ilginç bilgiler veren İsveçli genç bir öğretmenle tanıştım. Bir akşam onu yemeğe çağırmalıyız.” “Bence de!” diye cevap verdi kardeşi Flora. “Ama ben de zamanımı boşa harcamadım. M. Vinteuil’ün evinde Maubant’ı çok iyi tanıyan yaşlı bir âlimle tanıştım, Maubant ona, sahnede rolünü nasıl canlandırdığını en ince ayrıntısına kadar açıklamış. Çok ilginç. M. Vinteuil’ün komşularından biriymiş bu adam, hiç bilmiyordum; ayrıca çok nazik bir beyefendi.” “Nazik komşuları olan tek kişi M. Vinteuil değil!” diye haykırdı Céline teyzem, çekingenliğinin sebep olduğu, planlı ve dolayısıyla yapay bir ses tonuyla, bir yandan da Swann’a anlamlı diye nitelendirdiği bir bakış atarak. Céline’in bu cümlesiyle, gönderdiği Asti şarabı için Swann’a teşekkür etmek istediğini anlayan Flora teyzem de bu esnada, hem bir kutlama hem de belki ablasının nüktesini vurgulamak istediğinden, belki de bu nükteye ilham kaynağı olduğu için Swann’a gıpta ettiğinden, belki de sadece köşeye sıkıştığını sandığı Swann’la dalga geçmekten kendini alamadığı için alaycı bir ifadeyle Swann’a bakıyordu. “Bu beyefendinin, akşam yemeği davetimizi kabul edeceğine inanıyorum.” diye devam etti Flora. “Maubant’dan veya Mme Materna’dan söz açıldığında, saatlerce durmaksızın konuşuyor.” “Bu çok hoş olmalı.” diye iç geçirdi büyükbabam. Doğa maalesef büyük teyzelerimin hamuruna Molé’nin veya Paris kontunun özel hayatına ilişkin bir hikâyeden tat alabilmek için insanın kendisinin eklemesi gereken bir tutam tuzu koymayı unuttuğu gibi, büyükbabamın hamuruna da İsveç’teki kooperatiflerle veya Maubant’ın bir rolü oluşturmasıyla tutkuyla ilgilenme ihtimalini koymayı da ihmal etmişti. Swann, büyükbabama, “Biliyor musunuz, söyleyeceğim şey bana sorduğunuz şeyle göründüğünden daha da ilintili, çünkü bazı bakımlardan, dünya pek fazla değişmedi.” dedi. “Bu sabah Saint-Simon’u tekrar okurken sizin çok hoşunuza gidecek bir şeye rastladım. İspanya Büyükelçiliğiyle ilgili kitabındaydı; en iyilerinden sayılmaz, bir günlük sadece ama en azından şaşırtıcı derecede güzel yazılmış bir günlük, ki bu da sabah akşam okumak zorunda olduğumuz o sıkıcı gazetelerle karşılaştırılınca önemli bir fark.” “Ben sizinle aynı fikirde değilim, bazı günler gazete okumak çok hoşuma gidiyor…” diye araya girdi Flora teyzem, “Le Figaro”da Swann’ın Corot tablosu hakkında yazılan cümleyi okuduğunu göstermek için. “Bizi ilgilendiren şeylerden veya kişilerden bahsettiklerinde!..” diye ekledi Céline teyzem. “Buna bir itirazım yok.” diye cevapladı Swann şaşkınlıkla. “Benim gazetelerde eleştirdiğim şey, önemli konuların işlendiği kitapları hayatımız boyunca sadece üç veya dört defa okurken; onların o kadar da mühim olmayan şeyler hakkında her gün dikkatimizi çekmeleri. Mademki her sabah gazetenin ambalajını heyecanla koparıyoruz, o zaman bir değişiklik yapılıp ne bileyim ben… Pascal’ın ‘Düşünceler’ini falan koymaları gerekir!” (Bu kelimeyi, kendini beğenmiş gibi görünmesin diye alaycı bir tonda söyledi.) “Yunanistan kraliçesinin Cannes’a gittiğini veya Léon prensesinin bir maskeli balo düzenlediğini de ancak on yılda bir açtığımız sayfa kenarları yaldızlı kitaplardan okurduk o zaman.” diye ekledi bazı yüksek sosyete mensuplarının sosyete olaylarına karşı takındığı küçümser bir edayla. “Böylece doğru orantı sağlanmış olurdu.” Sonra kibar bir tonla, ciddi şeylerden bahsettiğine pişman olarak, “Sohbetimize diyecek yok!” dedi alaycı bir şekilde. “Neden bu ‘zirve’lere çıkmaya niyetleniriz bilmem.” Ve büyükbabama dönerek: “Saint-Simon, Maulevrier’in, oğullarına elini uzatma cüretini gösterdiğini anlatıyor. Biliyorsunuz, ‘Bu kalın şişenin içinde öfke, basitlik ve aptallıktan başka bir şey görmedim.” diye bahsettiği şu Maulevrier…” “Kalın veya değil, içinde çok başka şeyler bulunan şişeler biliyorum.” diye atıldı Flora, Swann’a ikisine de Asti şarabı gönderdiği için teşekkür etme niyetiyle. Céline gülmeye başladı. Hayrete düşen Swann sözüne devam etti: “ ‘Cehaletten mi madrabazlıktan mı bilmem, çocuklarımın elini sıkmak istedi. Neyse ki vaktinde fark edip engel oldum.’ diyor Saint-Simon.” Büyükbabam, “cehaletten mi madrabazlıktan mı” ifadesine hayran olmuştu bile ama Saint-Simon adının -bir edebiyatçı sıfatıyla- işitme duyusundaki anestezi etkisini engellediği Mlle Céline kızıyordu: “Nasıl olur? Bunu mu beğeniyorsunuz? Hadi canım! Peki bu ne demek oluyor; insanlar eşit değil mi? Eğer bir insanın aklı ve yüreği varsa dük veya arabacı olmuş ne fark eder? Sizin Saint-Simon, çocuklarına bütün dürüst insanların elini sıkmalarını söylememişse bu çok güzel bir öğreti! Tek kelimeyle korkunç! Ve siz bunu örnek olarak mı gösteriyorsunuz?” Büyükbabam bu engel karşısında, Swann’a kendisinin hoşuna gidebilecek bir hikâye anlattırmaya çalışmanın imkânsızlığını hissederek anneme alçak sesle şöyle dedi: “Tam da böyle zamanlarda beni rahatlatan, bana öğrettiğin şu mısrayı unuttum. Hah! Evet şöyleydi: ‘Tanrı’m, öyle bir fazilet ki bu, bizi kendinden nefret ettiren!’ Ah! Ne kadar da güzel!”
Gözlerimi annemden ayırmıyordum, sofraya geçildiğinde tüm akşam yemeği boyunca kalmama müsaade olmadığını, babamı kızdırmamak için annemin insanların önünde odamdaki gibi onu tekrar tekrar öpmeme izin vermeyeceğini biliyordum. Kendi kendime, yemek odasına geçtiğimizde yemeğe başlanacağı sırada, gitme saatimin yaklaştığını hissettiğim an, bu kısa ve kaçamak öpücüğün öncesinde tek başıma yapabileceğim her hazırlığı yapmaya, bakışlarımla annemin yanağının neresini öpeceğimi kararlaştırmaya söz vermiştim; tıpkı poz verme seansları için kısıtlı vakti olan bir ressamın paletini hazırlaması ve mecbur kaldığında bir modelin varlığı olmadan da yapabileceği şeyleri önceden belleğine ve notlarına başvurarak tamamlaması gibi zihnimi hazırlayacak, bu düşünsel öpücük başlangıcı sayesinde, annemin bana ayıracağı bir dakikanın tümünü onun yanağını dudaklarımda hissedebilmeye harcayacaktım. Ne var ki yemek çanı çalmadan büyükbabam bilinçsiz bir acımasızlıkla, “Ufaklık yorgun görünüyor, yatmaya gitse iyi olur. Bu gece geç yiyeceğiz yemeği.” dedi. Anlaşma kurallarına annem ve büyükannem gibi titizlikle uymayan babam da “Evet, hadi git yat.” dedi. Annemi öpmek istedim, tam o anda akşam yemeğinin zili duyuldu. “Ama yeter, anneni rahat bırak, iyi geceler dilediniz ya birbirinize zaten, bu ritüeller çok gülünç! Hadi yukarı!” Böylece yolluğumu almadan yukarı çıkmak zorunda kaldım, merdivenin her basamağını, beni öperek peşimden gelme iznini kendinde bulmayan annemin yanına dönmek isteyen -günümüzün tabiriyle- “gönlüme karşı koyarak” mecburen çıktım. Her zaman böyle üzgün tırmandığım bu iğrenç merdivenler, her gece yaşadığım bu belli türdeki hüznü bir şekilde emip sabitleşmiş bir vernik kokusu yayıyordu ve belki de bu hüznün duyarlılığım üzerindeki etkisini daha da acımasızlaştırıyordu çünkü bu koku formuna bürünmüş hüznüm karşısında, zihnim çaresiz kalıyordu.
Uykumuzda diş ağrısından kurtulmak için art arda iki yüz kere hamle yaptığımız, suya düşen genç bir kız veya Molière’in durmadan tekrarladığımız bir mısrası gibi hissettiğimizde uyanıp da zihnimizin diş ağrısı kavramını, her tür kahramanca ve ritmik kamuflajından arındırması büyük bir rahatlamadır. Odama çıkarkenki kederim ise -manevi bir istiladan daha zehirli olan- bu merdivene has o vernik kokusu, olabildiğince hızlı, neredeyse bir anda hatta sinsi ve sert bir şekilde benliğime işlediğinde yaşadığım şey, bu rahatlamanın tam tersiydi. Odamda, bütün çıkışları kapatmam, panjurları indirmem, yatak örtüsünü açarak kendi mezarımı kazmam, gecelik suretindeki kefenimi giymem gerekti. Ama büyük yatağın fitilli dokumadan yapılan cibinliğinin içinde yazın çok terlediğim için odaya ilave edilen demirden yatağıma gömülmeden önce, içimde bir isyan hissi belirdi ve bir idam mahkûmu hilesine başvurmak istedim. Anneme, notumda bahsedemeyeceğim kadar önemli bir konu için odama çıkmasını rica eden bir not yazdım. Tek korkum, teyzemin, Combray’de olduğum zamanlar benimle meşgul olmasını tembihlediği aşçısı Françoise’ın notumu götürmeyi reddetmesiydi. Misafir varken anneme bir not götürmenin ona, bir tiyatro kapıcısının aktöre, sahnedeyken bir mektup götürmesi kadar imkânsız görüneceğinden şüpheleniyordum. Françoise’ın, yapılabilecek veya yapılamayacak şeyler konusunda, anlaşılmaz veya anlamsız ayrımlara dayanan, zorlayıcı, kapsamlı, karmaşık ve taviz vermez (süt çocuklarını katletmek gibi kanlı buyrukların yanı sıra, abartılı bir incelikle oğlağı annesinin sütünde pişirmeyi veya hayvanların but sinirlerini yemeyi yasaklayan eski yasalara benzeyen) kuralları vardı. Talep ettiğimiz bazı işlere karşı aniden gösterdiği direnişe bakılırsa bu kurallar, Françoise’ın kendi çevresi ve köy hizmetkârlığının ona kazandıramayacağı birtakım toplumsal karmaşıklıkları ve sosyete inceliklerini öngörmüş gibiydi; insan onun, tıpkı bir zamanlar orada bir saray hayatı yaşandığına tanıklık eden eski konakların bulunduğu ve kimyasal madde fabrikası işçilerinin -Aziz Théophile mucizesini veya Aymon’un dört oğlunu simgeleyen zarif heykellerin arasında- çalıştığı sanayi siteleri gibi çok eski, asil ve anlaşılamamış bir Fransız geçmişine sahip olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. Bu örnekte, bir yangın çıkmadıkça M. Swann varken benim gibi önemsiz bir şahıs için annemi rahatsız etmesinin oldukça düşük bir ihtimal olacağına işaret eden yasa maddesi, Françoise’ın sadece -ölülere, rahiplere veya krallara olduğu gibi- annemlere değil, ağırlanan misafire duyduğu saygının da bir göstergesiydi; bir kitapta rastlasam belki beni duygulandıracak olan bu saygı, konu Françoise olunca bundan bahsederken kullandığı ciddi ve şefkatli ses tonu yüzünden beni sinir ederdi; hele ki yemeğe, merasimi bölmeyi reddetmesine sebep olacak kutsanmış bir nitelik yüklediği o akşam. Şansımı deneyip yalan söylemekten çekinmedim ve Françoise’a, anneme bu notu kendi isteğimle yazmadığımı, ben yanından ayrılırken aramamı rica ettiği bir eşya ile ilgili olarak ona bir cevap göndermeyi unutmamamı tembihleyenin annem olduğunu, eğer not eline geçmezse de çok kızacağını söyledim. Françoise’ın bana inanmayacağını sanırdım çünkü hisleri bizlere oranla daha kuvvetli olan ilk insanlar gibi, ondan saklamak istediğimiz tüm gerçekleri, bizim için kavraması güç olan işaretlerden hemen hissederdi; bir kâğıdın incelenmesi ve yazının görünüşü, notun içeriği veya hangi yasa maddesini tercih etmesi gerektiği hakkında ona bir fikir verecekmiş gibi beş dakika boyunca nota baktı. Sonra, “Böyle bir evlada sahip olmak ne büyük şanssızlık!” anlamı taşıyan kabullenmiş bir ifadeyle odadan çıktı. Bir dakika içinde geri dönüp içeridekilerin henüz dondurmalarını bitirmediklerini, uşağın notu herkesin önünde vermesinin imkânsız olduğunu ama ağızlarını çalkalamaya başladıkları sırada, bir yolunu bulup notu anneme ileteceğini söyledi. Endişelerim o anda kayboldu; artık az önce olduğu gibi, yarına kadar annemden ayrılmış sayılmıyordum çünkü, küçük notum ulaştığı anda annemi çok kızdıracak (hem de bu numara beni Swann’ın gözünde gülünç duruma düşüreceği için iki kat daha fazla) ama en azından görünmez ve mutlu bir şekilde anemin bulunduğu odaya girmemi sağlayacak, annemin kulağına fısıltıyla benden söz edecekti; daha birkaç dakika önce -“taneli”– dondurmayla, ağız çalkalama kaplarının bile annem bu hazları benden uzakta tattığı için, bana zararlı ve ölümcül hazlar barındırıyormuş gibi göründüğü bu yasak, düşman yemek odasının kapıları bana açılacaktı ve kabuğunu yırtan olgunlaşmış bir meyve gibi, yazdığım satırları okuyan annemin dikkatini benim coşkun gönlüme doğru fırlatacaktı. Artık ondan ayrı değildim; engeller yıkılmıştı, harika bir bağ bizi birleştiriyordu. Üstelik bununla da bitmiyordu: Annem mutlaka gelecekti!
Swann’ın, yazdığım notu okuması ve amacını tahmin etmesi hâlinde, yaşadığım buhranla dalga geçeceğini düşünüyordum, oysa aksine, daha sonradan öğrendiğim kadarıyla benzer bir buhranı o da yıllar önce yaşamıştı hatta belki de beni anlayabilecek tek kişi oydu; o, sevdiği kadının, kendisinin bulunmadığı ve katılamayacağı bir eğlence yerinde olduğunu sezmenin getirdiği buhranla aşk sayesinde tanışmıştı; aşk, bu buhranın kaderi olan, onu tekeline alan, onu özelleştiren aşk, ama benim durumumda olduğu gibi buhran; aşk, hayatımızda kendini göstermeden önce içimize yerleştiğinde, onu beklerken başıboş ve serbestçe dalgalanır, belli bir aidiyeti olmadan, bir gün bir duygunun, ertesi gün bir başkasının bazen evlat sevgisinin, bazen de bir dosta duyulan içtenliğin hizmetindedir. Françoise notumun iletileceğini haber vermeye geldiğinde Swann benim ilk kez tattığım bu mutluluğu çok iyi tanıyordu; sevdiğimiz kadının, onunla buluşmak için bir balonun veya bir davetin verildiği konağa veya tiyatroda bir prömiyere gelen bir arkadaşı veya akrabası, bizi umutsuzca sevdiğimizle konuşmak için fırsat kollayarak dışarıda aylak aylak dolaşırken gördüğünde yaşanan yalancı bir mutluluktu bu. O kişi bizi tanır, teklifsizce yanımıza yanaşıp orada ne yaptığımızı sorar. Biz, bir akrabasına veya bir arkadaşına, acil bir mesajımız olduğu yalanını söylediğimizde bunun çok zor bir şey olmadığı söyleyerek bizi fuayeye alır ve beş dakikaya sevdiğimizi yanımıza göndereceğine söz verir. Düşmanca, ahlaksızca, harikulade girdapların sevdiğimiz kadını bizden uzağa sürüklediğine, bizi güldürdüğüne inandığımız o garip, cehennemî daveti, tek bir kelimesiyle nezdimizde katlanılabilir, insani hatta neredeyse olumlu kılan iyi niyetli aracıyı -tıpkı o anda benim Françoise’ı sevdiğim gibi- ne kadar da çok severiz! Yanımıza gelen ve davetin acımasız gizemlerine vâkıf olan o akrabayı göz önüne alırsak eğer, diğer davetlilerin de şeytani bir yanının olmaması gerekir. Sevdiğimiz kadının bilinmez hazlar tadacağı bu erişilmez ve işkence dolu saatlere, beklenmedik bir gedikten karışmaktayızdır, işte biz de art arda dizilerek bu saatleri oluşturan anlardan birinde; diğerleri kadar gerçek, sevgilimiz de işin içinde olduğundan bizim için daha mühim olan, kafamızda canlandırdığımız, sahip olduğumuz, ona müdahale ettiğimiz hatta neredeyse bizim yarattığımız bir an: Orada, aşağıda olduğumuzun kendisine söyleneceği an. Herhâlde davetin diğer anları bu andan farklı, daha harikulade olmamalı, bize öylesine acı verecek bir şeyi bulunmuyor olmalıydı ki iyi niyetli akraba, “Aşağı inmekten memnuniyet duyar. Yukarıda sıkılmaktansa sizinle sohbet etmeyi tercih edecektir.” demiştir bize. Ah! Swann bu tecrübeyi yaşamıştı, sevmediği birinin bir davette bile peşini bırakmamasına sinirlenen bir kadın üzerinde, üçüncü bir şahsın iyi niyetinin hiçbir etkisi yoktur. İyi niyetli şahıs genellikle eli boş döner.
Annem gelmedi ve (bulup bulmadığımı bildirmemi rica ettiği eşyayla ilgili yalanımın ortaya çıkmamasına bağlı olan) izzetinefsime özen göstermeksizin Françoise’la şu mesajı gönderdi: “Cevap yok.” Daha sonra, bu cümlenin lüks otellerin kapı görevlileri veya kumarhane görevlileri tarafından şaşkınlık içindeki zavallı kızlara söylendiğini sık sık duydum: “Nasıl olur, hiçbir şey demedi mi? Ama imkânsız bir şey bu! Mektubunu kendisine ilettiğinize emin misiniz? Neyse ben biraz daha bekleyeyim.” Ben de -tıpkı bu genç kızların, kapı görevlilerinin kendileri için fazladan bir lamba yakma isteklerini, ışığa ihtiyaçları olmadığını söyleyerek geri çevirip bir kenarda durmaları, görevlinin komiyle havadan sudan konuştuğu, sonra aniden saatin farkına varıp müşterinin ısınan içkisini buzda tekrar soğutmak için komiyi göndermesini izlemeleri gibi- Françoise’ın bana bir bitki çayı yapma, yanımda oturma tekliflerini reddedip onu mutfağa gönderdikten sonra yatağa yattım ve bahçede kahve içen annemlerin seslerini duymamaya çalışarak gözlerimi kapattım. Ama birkaç saniye sonra, anneme o notu yazarak onu kızdırma riskini göze alıp onu tekrar göreceğim ana dokunabileceğimi zannedecek kadar yaklaşarak onu görmeden uyuma ihtimalimi ortadan kaldırdığımı hissettim; kalp çarpıntılarım anbean daha da acı verici bir hâl alıyordu zira bahtsızlığımı kabullenerek sakinleşmeye kendimi ikna etmeye çalışmak bu çarpıntımı arttırıyordu. Sonra ansızın endişem yok oldu, güçlü bir ilacın etkisini göstermeye başlayıp da bizi acıdan kurtarması gibi içimi bir mutluluk kapladı: Her ne kadar uzun süre bana küs kalacağından emin olsam da annemi görmeden uyumayacak, yatmak için yukarı çıktığında ne pahasına olursa olsun onu öpecektim. Kaygılarımın dinmesinin yol açtığı sakinlik ve bekleyiş kadar, tehlike arzusu ve korkusu da sıra dışı bir coşku yaratıyordu bünyemde. Sessizce pencereyi açtım ve yatağımın ucuna oturdum; aşağıdan duyulmasın diye neredeyse hareket bile etmiyordum. Dışarıda, her şey, ay ışığını rahatsız etmemek için sessiz bir dikkat içinde donakalmış gibiydi âdeta; ay her nesnenin önüne yansıttığı, nesnenin kendisinden daha yoğun ve daha somut bir akisle her birini ikizleştirip geriye itmiş, daha önce katlanmış bir haritayı açar gibi manzarayı aynı anda hem inceltmiş hem de büyütmüştü. Kımıldaması gereken şeyler, tek tük kestane yaprakları kıpırdıyordu. Her yaprağın en ince ayrıntılar, en ince ürpertilerle titizlikle tamamlanan eksiksiz titreşimi diğerlerine bulaşmıyor, onlarla bütünleşmiyor, sınırlı kalıyordu. Hiçbir şeyi yutmayan bu sessizliğin üzerine yayılan, çok uzaklardan, muhtemelen şehrin diğer ucundaki bahçelerden gelen bu sesler, öylesine bir “mükemmeliyetle” en ince detaylarına kadar fark ediliyordu ki bu uzaktan geliyormuş hissini vermeleri pianissimo7 olmalarından ileri geliyor gibiydi; konservatuvar orkestrasının kusursuz şekilde surdinlerle icra ettiği ezgiler de tek bir nota bile kaçırılmadığı hâlde, salonun çok uzağından geliyormuş izlenimini uyandırır ve bütün yaşlı dinleyiciler -Swann kendi biletlerini verdiği zamanlar büyükannemin kız kardeşleri gibi- henüz Trévise Sokağı’nı dönmemiş olan bir ordunun ilerleyişini dinliyormuş gibi kulak kabartırlardı.
Biliyordum ki kendi kendime içine düştüğüm bu durum, annemlerin tepkileri açısından, benim için, bir yabancının tam olarak tahmin edemese de ancak gerçekten yüz kızartan suçların bir ürünü olabileceğini düşüneceği türden ve o ciddiyette en ağır sonuçlara yol açabilirdi. Ama aldığım eğitimde, kabahatlerin sıralaması, diğer çocukların eğitiminde olduğundan farklıydı; bana, (sanırım bu kadar ehemmiyet verilerek uzak tutulduğum başka bir kabahat olmadığı için) ortak özellikleri sinirsel bir güdüye yenilmek olan, ancak şimdi kavrayabildiğim birtakım başka kabahatler olduğu öğretilmişti. Ancak o sırada bu sinirsel kelimesi telaffuz edilmez, bana, yenik düşmemin affedilebilir hatta karşı koymamın imkânsız olduğunu düşündürebilecek bu sebep, net bir şekilde belirtilmezdi. Yine de ben bu kabahatleri, öncesinde yaşadığım kederden ve sonrasında gelen ağır cezadan gayet iyi tanırdım; o anda işlediğim kabahatin de daha önce sertçe cezalandırılmama sebep olan başka kabahatlerle aynı cinsten hatta çok daha ağır olduğunu biliyordum. Annem yatmak için yukarı çıkarken yoluna dikildiğimde, koridorda ona tekrar iyi geceler dilemek için uyumadan beklediğimi gördüğünde, artık evde kalmama izin vermeyecekleri ve beni ertesi gün bir yatılı okula gönderecekleri su götürmez bir gerçekti. Ne yapalım! Beş dakika sonra kendimi pencereden atmam da gerekse umurumda değildi. O anda tek istediğim annemdi, ona iyi geceler dilemekti ve bu arzuyu hayata geçirme yolunda geri dönemeyecek kadar yol katetmiştim artık.
Swann’a kapıya kadar eşlik eden annemle babamın ayak seslerini duydum; kapı çıngırağı Swann’ın gittiğini haber verince pencereye yaklaştım. Annem babama, ıstakozu beğenip beğenmediğini, M. Swann’ın kahveli ve fıstıklı dondurmadan biraz daha alıp almadığını soruyordu. “Ben dondurmayı yavan buldum, bir dahaki sefer başka bir çeşidini denemeliyiz.” dedi annem. “Swann’ı ne kadar değişmiş bulduğumu anlatamam!” dedi büyük halam, “Çok yaşlanmış!” Büyük halam, Swann’ı her zaman bir yeni yetme olarak görmeye o kadar alışmıştı ki onu birdenbire kendisine yakıştırdığı kadar genç bulamayınca şaşırıvermişti. Annemle babam da Swann’ı; yarını olmayan, dakikaların sabahtan itibaren çocuklara bölünmeksizin üst üste eklendiği için diğer insanlara oranla daha uzun günler geçiren, başıboş bütün bekârlar gibi anormal, aşırı, utanç verici ve hak edilmiş biçimde yaşlanmış bulmaya başlamışlardı. “Bence, herkesin gözü önünde Monsieur Charlus denen bir adamla birlikte yaşayan o rezil karısı yüzünden çok üzülüyor Swann. Bütün Combray bunu konuşuyor.” Annem buna rağmen Swann’ın eskisinden daha az üzgün göründüğüne dikkat çekti. “Babasından aldığı o gözlerini ovuşturup alnını sıvazlama hareketini de daha az yapıyor artık. Bence, aslında o kadını artık sevmiyor.” “Elbette şimdi onu sevmiyor!” diye karşılık verdi büyükbabam. “Uzun zaman önce ondan bu konuyla ilgili bir mektup aldım; söylediklerine tamamen katılmasam da karısına olan hisleri, en azından sevgisi hakkında şüpheye yer bırakmıyordu. Bak işte! Asti şarabı için ona teşekkür etmeyi unuttunuz, gördünüz mü?” diye ekledi büyükbabam, baldızlarına dönerek. “Ne demek teşekkür etmedik? Laf aramızda, bence oldukça nazik bir biçimde teşekkürlerimi sundum.” diye cevap verdi Flora teyzem. “Evet, güzel teşekkür ettin, bayıldım!” dedi Céline teyzem. “Sen de hiç fena değildin…” “Evet, nazik komşulardan bahsettiğim cümlemle ben de epey gurur duydum.” “Siz buna teşekkür etmek mi diyorsunuz yani?!” diye haykırdı büyükbabam. “Söylediklerini gayet net işittim ama Swann’dan bahsettiğiniz aklımın ucundan bile geçmedi. Onun da hiçbir şey anlamadığından emin olabilirsiniz!” “Yok canım, Swann aptal bir insan değil, takdir ettiğinden eminim. Kaç şişe gönderdiğinden, şarabın fiyatından bahsedemezdim ya!” Annem ve babam yalnız kalıp biraz daha oturdular, babam, “Eh, istersen yukarı çıkıp yatalım.” dedi. “Nasıl istersen canım, gerçi benim hiç uykum yok, oysa kahveli dondurma uykumu kaçıramayacak kadar hafifti; neyse mutfağın ışığının yandığını fark ettim, zavallı Françoise da beni beklediğine göre sen soyunurken ondan korsemi çözmesini rica edeyim.” Sonra annem, merdiveni holden ayıran kafesli kapıyı açtı. Çok geçmeden penceresini kapatmak için yukarı çıktığını duydum. Ses çıkarmadan koridora çıktım; kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki adım atmakta zorlanıyordum ama en azından artık endişeden değil, korkudan ve mutluluktan çarpıyordu. Merdiven boşluğunda, annemin elindeki mumdan yayılan ışığı gördüm. Daha sonra da annemi; fırladım. İlk anda neler olduğunu anlayamayarak şaşkınlık içinde bana baktı. Ardından yüzünde bir kızgınlık ifadesi beliriverdi, bana tek kelime dahi söylemiyordu, zaten bundan daha azı için bile benimle günler boyunca konuşmadığı olurdu. Annem bir şey söylese benimle konuşmayı kabul etmiş oluyordu, kaldı ki bu bana daha korkunç gelirdi, bunu benim için düşünülen cezanın ağırlığı karşısında, suskunluğun, küslüğün çocukça kalacağını belirten bir işaret gibi algılardım. Tek bir sözü, işten çıkarılmasına karar verilmiş bir hizmetçiyle konuşurkenki sükûnete, askere gönderilen bir oğla, iki gün küs kalınacak olsa kendisinden esirgenecek bir öpücüğü vermeye benzerdi. Ama annem, babamın soyunmak üzere gittiği banyodan çıktığını duydu ve babamın öfkesinden beni korumak için, sinirinden kesik kesik çıkan sesiyle: “Kaç çabuk, kaç, hiç değilse baban böyle deliler gibi beklediğini görmesin!” dedi. Ben hâlâ, “Gel de bana iyi geceler de!” diye tutturuyor, babamın elindeki mumun duvarda yükselen ışığını görüp korkuya kapılıyor, bir yandan da onun yaklaşmasını bir şantaj vasıtası olarak kullanıp reddetmeye devam ederse babamın beni orada bulmasından korkarak, “Odana gir, geliyorum.” demesini umuyordum. Artık çok geçti, babam karşımızda belirdi. İstemeden kimsenin duymadığı şu kelimeler fısıltıyla döküldü dudaklarımın arasından: “Mahvoldum!”