Fakat öyle olmadı. Annemle büyükannem tarafından bana sunulan daha cömert anlaşmalarla verilmiş izinleri durmadan kaldırırdı babam, çünkü o “prensipler”e aldırmazdı ve onun gözünde “insan hakları” diye bir şey yoktu. Sudan bir sebeple hatta hiç yoktan, alışkanlık hâline gelmiş, mahrum edilmemin ihanet sayılacağı bir geziyi son dakikada yasaklardı veya o gece yaptığı gibi, alışılmış saatten çok daha önce, “Hadi git yat, tartışma istemiyorum!” derdi. Ama aynı zamanda (büyükannemin kastettiği anlamda) prensipleri olmadığı için, doğrusunu söylemek gerekirse taviz vermeyen biri de değildi. Bana bir an için şaşkınlık ve kızgınlık dolu bir bakış attı, sonra annem çekinerek birkaç kelimeyle neler olduğunu açıklayınca, “Canım, onunla gitsene…” dedi; “Uykun olmadığını söylüyordun ya işte, odasında biraz onunla kalırsın, benim hiçbir şeye ihtiyacım yok.” “Ama canım…” diye cevap verdi annem utana sıkıla, “Önemli olan uykum olup olmaması değil ki bu çocuğu böyle alıştırırsak…” “Alıştırmayacağız elbette…” dedi babam omuz silkerek, “Hem bak ne kadar üzgün, mutsuz görünüyor yavrucak; biz de işkenceci değiliz ya! Hastalansa daha mı iyi? Hem odasında iki yatak var, Françoise’a söyle sana büyük yatağı hazırlasın, bu gece onun yanında yat. Hadi iyi geceler, sinirlerim sizin kadar hassas değil, ben yatmaya gidiyorum.”
Babama teşekkür edilemezdi; gülünç duygusallıklar diye adlandırdığı bu tür davranışlar onu çileden çıkarırdı. Kıpırdamaya cesaret bile edemeden yerime çakıldım; babam hâlâ iri cüssesi ile karşımızdaydı, beyaz geceliği ve nevraljisi nüksettiğinden beri geceleri kafasına doladığı morlu pembeli Hint kaşmiriyle, M. Swann’ın bana verdiği Benozzo Gozzoli gravüründe, Sara’ya İshak’ın yanından ayrılması gerektiğini söyleyen Hz. İbrahim’e benziyordu. Bu olayın üzerinden uzun yıllar geçti. Babamın tuttuğu mum ışığının yansımasının tırmanışını izlediğim merdiven duvarı uzun zamandır yok. Benim içimde de her zaman varlığını sürdüreceğini düşündüğüm şeyler yerle bir oldu. Onların yerine gelen yenileri ise o sırada öngöremeyeceğim acılara ve mutluluklara yol açtılar; eski acılarımı ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum. Babam “Çocuğun yanına gitsene.” demeyi bırakalı çok uzun zaman oldu. Böyle anları yaşamak benim için artık imkânsız. Ama kısa bir süredir, eğer kulak kabartırsam, babamın karşısında bastırmaya çalıştığım ve ancak annemle yalnız kaldığımızda tutamadığım hıçkırıkları gayet iyi duymaya başladım. Aslında o hıçkırıklar hiç bitmedi, zira şimdi hayat etrafımda daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum; tıpkı gündüzleri şehrin gürültüsü tamamen bastırdığı için çalmadıklarını düşünebileceğimiz manastır çanlarının gecenin sessizliğinde tekrar çalmaya koyulmaları gibi.
Annem o geceyi benim odamda geçirdi; evden ayrılmak zorunda kalmamı gerektirecek bir kabahat işlemiş olduğum bu anda, annemle babam, güzel davranışlarıma karşılık verdikleri mükâfatlardan çok daha büyük bir lütuf bahşediyorlardı bana. Böyle bir lütfu gösterirken bile babamın bana davranışı, önceden tasarlanmış bir niyetten ziyade tesadüfi kararların bir sonucu olan, kendine has keyfî yanını koruyordu, kazanılmış bir hak değildi. Hatta belki beni yatmaya gönderirken takındığı, benim sertlik olarak adlandırdığım bu tavrı, annemin veya büyükannemin tavırları kadar hak etmiyordu bu nitelendirmeyi, çünkü mizacı, bazı bakımlardan anneme veya büyükanneme oranla benimkinden çok daha farklı olan babam, onların çok iyi bildiği bir şeyi, her akşam ne kadar üzgün olduğumu o güne kadar tahmin edememişti; ne var ki annemle büyükannem beni çok sevdiklerinden ızdıraptan korumaya çalışmıyorlar, sinirsel hassasiyetimi azaltabilmem ve irademi güçlendirebilmem için ızdırabımı yenmeyi öğretmek istiyorlardı bana. Bana daha farklı türden sevgi besleyen babam, buna cesaret eder miydi bilmiyorum; bir kerecik olsun bu ızdırabımı anlamış ve anneme, “Git de çocuğu teselli et.” demişti. Annem o gece odamda kaldı ve sanki umabileceğimden çok daha farklı olan bu saatleri bir pişmanlıkla lekelememek için, annemin yanımda oturduğunu, elimi tutup, azarlamadan ağlamama müsaade ettiğini görüp sıra dışı bir şeyler olduğunu anlayan Françoise, anneme “Küçük beyin nesi var hanımefendi, neden ağlıyor?” diye sorduğunda annem “Kendi de bilmiyor ki Françoise, sinirleri bozulmuş; bana büyük yatağı hazırladıktan sonra siz de yatmaya çıkın.” diye cevapladı. Böylece ilk defa, üzüntüm cezalandırılacak bir kabahat gibi değil, resmen irade dışı bir rahatsızlık, benim sorumluluğumda olmayan sinirsel bir durum gibi algılandı; buruk gözyaşlarımdan artık utanmamanın hafifliğini tadıyor, suçluluk duymadan ağlayabiliyordum. Annem odama çıkmayı reddedip uyumam gerektiğine dair küçümser bir cevap gönderdikten bir saat sonra, bu geri dönüşün, Françoise nezdinde beni yetişkin bir insan mertebesine yükselten ve beni aniden âdeta bir keder ergenliğine, gözyaşlarının rüştüne ulaştıran insani bir boyuta kavuşmuş olmasından dolayı epey gurur duyuyordum. Mutlu olmam gerekirdi ama değildim. Bana öyle geliyordu ki annem ilk defa kendisini üzen bir taviz vermişti bana, benim için tasarladığı idealden ilk defa vazgeçmiş ve ilk defa bütün cesaretiyle, yenilgiye uğradığını kendine itiraf etmişti. Ve yine bana öyle geliyordu ki anneme karşı bir zafer kazanıyordum; tıpkı bir hastalığın, üzüntünün veya yaşlılığın yaptığı gibi annemin iradesini gevşetmeyi başarmış, zihnine boyun eğdirmiştim ve bu gece, acı bir tarih olarak yazılacak yeni bir çağın başlangıcı olacaktı. O sırada yeterince cesaretim olsaydı anneme “Hayır istemiyorum, burada yatma.” derdim. Ama büyükannemden annemin doğasına geçen şiddetli idealizmi yumuşatan, pratik ve günümüzün deyimiyle gerçekçi bilgeliği tanıyordum, artık olan olduğuna göre, en azından bu huzur verici hazzı tatmamı ve babamı rahatsız etmemeyi tercih edeceğini biliyordum. Şüphesiz annemin güzel yüzü, şefkatle ellerimi tuttuğu, gözyaşlarımı dindirmeye çalıştığı o gece, hâlâ gençliğin ışıltısıyla parlıyordu; ama ben böyle olmaması gerektiğini düşünüyordum; kızgın olsaydı, çocukluğumda alışık olmadığım bu yeni şefkatten daha üzücü olamazdı benim için; inançsız elimle annemin ruhuna ilk kırışıklığı, ilk beyaz saçı gizlice ben yerleştirmişim gibi geliyordu. Bu düşünce hıçkırığımı arttırdı ve işte o zaman, karşımda asla duygularını görmeme izin vermeyen annemin, ansızın yenildiğini ve gözyaşlarını tutmaya çalıştığını gördüm. Benim bunu fark ettiğimi anlayınca da gülerek: “İşte, benim minik civcivim, küçük kanaryam, böyle davranmaya devam edersen anneni de serseme çevireceksin. Hadi, madem ikimizin de uykusu yok, burada dikilip durmayalım, bir şeyler yapalım, senin kitaplarından birini okuyalım.” dedi. Ama yanımda hiç kitap yoktu. “Büyükannenin senin isim günün için aldığı kitapları şimdi çıkarmamı ister misin? İyi düşün, yarından sonra hediye almadın diye hayal kırıklığına uğramayasın?” Tam tersine gayet memnun olmuştum, annemin getirdiği kâğıda sarılı paketteki kitapların sadece kısa ve geniş olduklarını tahmin edebiliyordum, ama bu bir anlık ilk bakışta bile yılbaşı hediyesi olan boya kutusuyla geçen yılki ipek böceklerini gölgede bırakacakları belliydi. Kitaplar, “Şeytanlı Göl”, “Tarla Çocuğu François”, “Küçük Fadette” ve “Usta Gaydacılar”dı. Daha sonra öğrendiğime göre büyükannem önce Musset’nin şiirlerini, Rousseau’nun bir kitabını ve “Indiana”yı seçmişti; yararsız kitapları, şekerlemeler veya pastalar kadar sağlığa zararlı bulan büyükannem, deha ürünlerinin bir çocuğun tabiatında bırakacağı etkinin, açık havayla deniz rüzgârının çocuğun bedeni üzerindeki etkisinden daha tehlikeli olacağını düşünmez, en az o kadar diriltici olacağını düşünürdü. Ama babam, büyükannemin bana hediye etmek istediği kitapları öğrendiğinde, ona neredeyse deli muamelesi yapınca, hediyesiz kalmamı göze alamadığı için tekrar Jouy-le-Vicomte’taki kitapçıya gitmiş (Hatta o gün kavurucu bir sıcak varmış ve o kadar perişan vaziyette eve dönmüş ki doktor anneme, büyükannemin böyle yorulmasına izin vermemesini tembihlemiş.) ve George Sand’ın dört köy romanını tercih etmiş. “Yavrucuğum…” demiş anneme, “Çocuğa kötü bir kitap hediye etmeye gönlüm razı olmadı.”
Aslında, zihinsel bir fayda sağlamayan herhangi bir şeyi satın almaya büyükannemin gönlü razı olmuyordu; özellikle de rahatlığın ve gururun tatminlerinden başka şeylerden haz almayı öğreten güzel şeylerin sağladığı yarara değer verirdi. Bir koltuk, bir sofra takımı, bir baston gibi yararlı denilen türden bir hediye alması gerektiğinde bunların “antika” olanlarını arardı; eşyaların kullanılmışlığı, yararlı olma özelliklerini onun gözünde tümü ile siler, bizim ihtiyaçlarımızı karşılamaktan çok, eski zaman insanlarının hayatlarını bize anlatma amacını yüklenirlerdi sanki. Benim odamda sanat eserleri veya en güzel manzara fotoğrafları olsun isterdi. Ama iş bunları satın almaya geldiğinde fotoğrafta görülen şey estetik bir değer taşısa da fotoğraf denilen mekanik tasvirde bayağılığın ve faydanın canlılığını hâlâ koruduğunu düşünürdü. Bu yüzden de kurnazlık etmeye çalışır, ticari bayağılığın tamamını ortadan kaldıramasa da hiç değilse sanat katkısını olabildiğince arttırmaya, birçok sanat “katmanı” eklemeye gayret ederdi: Chartres Katedrali’nin, Saint-Cloud Fıskiyeleri’nin, Vezüv’ün fotoğrafları yerine, herhangi büyük bir ressamın bunları resmedip resmetmediğini Swann’dan öğrenip sanat düzeyini arttırmak için bana, Corot’nun “Chartres Katedrali”, Hubert Robert’in “Saint-Cloud Fıskiyeleri”, Turner’ın “Vezüv” resimlerinin fotoğraflarını almayı tercih ederdi. Her ne kadar fotoğrafçı, sanat eserinin veya doğanın tasvirinde saf dışı bırakılmış ve yerine büyük bir ressam konmuş olsa da bu kopyanın bir yorumunu yapmak da yine ona düşüyordu. Bayağılıkla karşı karşıya kalan büyükannem, dolan vadeyi tekrar uzatmaya çalışıyordu. Swann’a eserin bir gravürünün bulunup bulunmadığını soruyor, eğer mümkünse eski, kendinin dışında ek bir önemi olan, örneğin bir sanat eserini günümüzde göremeyeceğimiz bir durumda tasvir eden (Léonardo’nun “Son Akşam Yemeği”nin bozulmadan önce Morgan tarafından yapılmış gravürü gibi) gravürleri tercih ediyordu. Şunu belirtmek gerekir ki hediye alma sanatının bu şekilde yorumlanmasının sonuçları pek de parlak olmuyordu her zaman. Arka planında lagünün bulunduğu Tiziano’nun bir deseninden esinlenerek edindiğim Venedik fikri, basit fotoğraflardan edineceğim izlenimlerden çok daha az gerçekçiydi şüphesiz. Büyük halam, büyükannemin aleyhinde bir iddianame düzenlemek istediğinde büyükannemin genç nişanlılara veya yaşlı çiftlere hediye ettiği ve daha ilk kullanma teşebbüsünde, ev halkından birinin ağırlığı altında çöken koltukların hesabını yapamıyorduk artık. Ama büyükannem, geçmişten gelen bir çiçeğin, bir tebessümün, bazen de bir hayalin hâlâ ayırt edilebildiği bir ahşabın dayanıklılığı ile meşgul olmanın dar görüşlülük olduğuna inanırdı. Bir ihtiyaca cevap veren bu eşyaları bile, bu işlevi artık alışkın olmadığımız şekilde yerine getirmeleri yüzünden, tıpkı modern dilde, alışkanlığın yorduğu mecazları fark edebildiğimiz eski tip ifadeler gibi çekici bulurdu. İşte büyükannemin isim günüm için bana verdiği Geoge Sand’ın köy romanları da antika bir mobilya gibi, artık sadece köylerde bulunan, tedavülden kalkmış, eski renklerine tekrar kavuşmuş ifadelerle doluydu. Büyükannem, bir mülkü, eğer Gotik bir güvercinliği veya insanın zihnini zamanda imkânsız yolculukların özlemiyle doldurarak üzerinde olumlu bir etki yaratan eski şeylerden bir başkasına sahipse kiralamayı tercih edeceği gibi, bu kitapları da diğerlerine tercih etmişti.
Annem yatağımın yanına oturdu; eline, kırmızımsı kapağı ve anlaşılması güç ismiyle benim gözümde belirgin bir kişilik ve gizemli bir cazibe izlenimi bırakan “Tarla Çocuğu François”yı almıştı. Daha önce hiç gerçek bir roman okumamıştım. George Sand’ın tipik bir romancı olduğunu duymuştum. “Tarla Çocuğu François”da tanımlanamaz harika şeyler bulmaya çoktan kendimi hazırlamıştım. Az da olsa tahsilli bir okurun, bir romanın ortak özellikleri olarak bildiği merak ve merhamet duygularını uyandırmayı hedefleyen anlatım biçimleri, endişe veya hüzün yaratan bazı söyleyiş tarzları -yeni bir kitabı çok sayıda benzeri bulunan bir şey gibi değil de kendinden başka varoluş nedeni olmayan eşsiz bir insan gibi gören- bana, “Tarla Çocuğu François”nın özünden yayılan, baş döndürücü bir koku gibi geliyordu. Bu gündelik olayların, sıradan objelerin, alışılmış kelimelerin altında, farklı bir tonlama, bir vurgu sezinliyordum. Olaylar birbirini izlerken, o sıralar kitap okurken sayfalar boyunca başka hayaller kurduğumdan anlaşılması daha da zor gelirdi. Kitabı yüksek sesle annem okuduğunda dalgınlığımın sebep olduğu olayların akışındaki boşluklara, aşk sahnelerinin atlanması eklenirdi bir de. Bu yüzden, değirmencinin karısıyla çocuğun birbirlerine olan davranışlarında meydana gelen ve ancak yeni filizlenen bir aşktaki gelişmelerle açıklanabilen bütün bu tuhaf değişimler, bende derin bir gizem uyandırıyordu; bu esrarın kaynağının, neden olduğunu bilmeksizin çocuğu canlı, kızıl ve çekici rengiyle çevreleyen o anlaşılmaz, hoş “Tarla Çocuğu” sıfatından geldiğini varsayıyordum. Annem sadık olmasa da içinde gerçek duygular bulduğu eserleri okurken saygılı ve sade vurgularıyla, o güzel, yumuşak sesiyle hayran olunacak bir okuyucuydu.
Hayatta kendisinde bu hayranlığı veya merhameti, sanat eserleri değil de insanlar uyandırdığında bile sesinde, davranışında, sözlerinde, bir zamanlar çocuğunu kaybetmiş bir anneyi üzebilecek herhangi bir sevinç patlaması yaşamamaya, bir ihtiyara yaşını düşündürebilecek herhangi bir yıl dönümü veya doğum gününü anımsatmamaya, genç bir bilginin canını sıkabilecek ev işleri konularını açmamaya ne denli büyük bir saygıyla özen gösterdiğini görmek insanı duygulandırırdı. Aynı şekilde, George Sand’ın -ki annemin hayatta her şeyin üstünde tutmayı büyükannemden öğrendiği ve benim sonradan, kendisine kitaplarda da her şeyin üstünde tutmamayı öğreteceğim-o iyi yüreklilikle, manevi zarafetle dolu olan romanlarını okurken de annem, o güçlü akışı bozabilecek her türlü bayağılığı, yapmacıklığı sesinden uzak tutmaya özen göstererek, âdeta onun sesi için yazılmış olan ve sanki bir bütün olarak duyarlılığının kapsamı içinde yer alan cümlelere gerektirdikleri bütün doğal şefkati, sınırsız yumuşaklığı katardı. Cümleleri olması gereken tonda seslendirmek için, onlardan önce var olan ve onları kâğıda döktüren ama kelimelerin belirtmediği samimi vurguyu keşfederdi; bu vurgu sayesinde metinde bulunan fiillerin zaman çekimlerindeki çiğlik etkisini hafifletir, hikâye birleşik zamanına ve -di’li geçmiş zamana iyiliğin yumuşaklığını, şefkatin melankolisini katar, bitecek olan cümleyi başlayacak olan cümleye yönlendirir, sayıları farklı da olsa heceleri düzenli bir ritme sokmak için hızını kâh arttırıp kâh düşürerek o sıradan metne duygusal ve sürekli bir canlılık verirdi.
Vicdan azabım durulmuş, annemin yanımda olduğu o gecenin tatlı akışına bırakmıştım kendimi. Böyle bir gecenin tekrarlanmayacağını, hayattaki en büyük arzumun, yani annemi bu hüzün dolu saatler boyunca yanımda tutmanın, hayatın zorunluluklarına ve herkesin isteğine karşı olduğunu, bu yüzden de bu arzumun hayata geçmesine izin verilmesinin suni ve istisnai bir durum teşkil ettiğini biliyordum. Yüreğim ertesi gün yine daralacak, annem yanımda kalmayacaktı. Ama kederim hafiflediğinde artık onları anlamaz oluyordum; üstelik ertesi akşam henüz çok uzaktaydı; sıkıntılarım, irademden bağımsız ve sadece onları benden şimdilik ayıran zaman yüzünden önlenebilirmiş gibi görünen şeylerden kaynaklandığına göre, aradaki süre bana fazladan bir güç kazandıramayacağı hâlde hazırlık yapacak vaktim olacağını tahmin ediyordum.
***İşte uzun zaman boyunca geceleri uyanıp tekrar tekrar Combray’yi hatırladığımda sadece belirsiz bir karanlığın ortasında, bir havai fişeğin veya bir projektörün geri kalanı karanlığa gömülmüş olan bir binada aydınlattığı kesitleri andıran bir tür ışıklı yüzey görürdüm: Küçük salon, yemek odası, hüzünlerimin bilinçsiz mimarı M. Swann’ın içinden geçerek geleceği karanlık ağaçlı yolun başı, takip edip merdivenin ilk basamağına ulaştığım hol, çıkması bir işkence olan, tek başına bu yamuk piramidin son derece dar gövdesini oluşturan merdiven, yeterince geniş bir taban; piramidin tepesinde de annemin geçtiği cam kapılı küçük koridorla benim yatak odam; kısaca, her zaman aynı vakitte görülen, etrafındaki her şeyden izole edilmiş, karanlıkta tek başına beliriveren (eski piyeslerin başında taşradaki gösteriler için düzenlenen dekorları andıran), soyunma dramımın vazgeçilmez dekoru; sanki Combray dar bir merdivenle birbirine bağlanan iki kattan oluşmuş ve saat hep akşamın yedisiymiş gibi… Doğruyu söylemek gerekirse Combray’nin başka şeyler de barındırdığını, orada başka saatlerin de var olduğunu garanti edebilirdim. Ancak bunlardan hatırlayacaklarımı bana sadece iradi hafıza, zihinsel hafızanın sunacağı ve onun geçmişe ait bilgileri geçmişten hiçbir şey içermediği için, Combray’nin geri kalanını düşünmeyi canım hiçbir zaman istemezdi. Gerçekte onların hepsi benim için ölmüş sayılırdı.
Sonsuza kadar ölmüşler miydi? Mümkündür.
Bütün bunlarda tesadüfün rolü büyüktür ve ikinci bir tesadüf olan ölümümüz de ilkinin lütuflarını uzun süre beklememize izin vermez.
Kaybettiğimiz kişilerin ruhlarının, daha ilkel bir varlıkta; bir hayvanın, bir bitkinin, cansız bir nesnenin içinde tutsak olduğunu söyleyen Kelt inancını mantıklı bulurum. Sahiden de kaybetmişizdir bu ruhları aslında, ta ki ruhun hapsolduğu ağacın yanından geçip ruhu barındıran o nesneyi tesadüfen bulacağı, birçokları için asla gelmeyecek o güne kadar. O zaman ruh irkilip bir köşeye siner, bizi çağırır ve onu tanıdığımız anda büyü bozulur. Bizim tarafımızdan kurtarılan ruh, ölümü alt eder ve bizimle yaşamaya başlar yeniden.
Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama çabamız nafile, zihnimizin bütün gayretleri boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının ve kavrayış gücünün dışında bir yerlerde, bizim hiç ummadığımız bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı bir duygunun) içinde saklıdır. Ölmeden önce bu nesneye rastlayıp rastlamamamız ise tamamen tesadüfe bağlıdır.
Uzun yıllardır, yatmaya gidişimin tiyatrosu ve dramı dışında, benim için Combray’ye ait her şey yok olmuşken, bir kış günü eve geldiğimde annem üşüdüğümü görüp alışkın olmadığım şekilde, bana biraz çay içmemi önerdi. Başta reddettim, sonra neden bilmem, fikir değiştirdim. Annem birini, “küçük madlen” denilen, bir istiridye kabuğunun oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden almaya gönderdi. Az sonra o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir vaziyette yaptığım şeye dikkat etmeden yumuşasın diye içine bir parça madlen atığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek içimde olup biten sıra dışı şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığım harikulade bir haz beni sarıp sarmalamıştı. Hayatın inişli çıkışlı hâllerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını aldatıcı kılmış, aşkın da izlediği yöntemle, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu: Daha doğrusu bu öz benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun tesirli mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Bunun kekin ve çayın tadıyla bir bağlantısı olduğunu düşünüyordum ama onu katbekat aştığını, aynı nitelikte olmaması gerektiğini de hissediyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi? İkinci bir yudum aldım, ilkinden fazlasını bulamadım, üçüncü yudumumda ikincisinden de eser yoktu. İçmeye son vermem gerek, iksirin etkisi azalıyor gibi. Aradığım gerçeğin onda değil, bende olduğu çok açık. İksir onu benim içimde uyandırdı ama onu tanımıyor, tek yapabileceği, benim yorumlayamadığım, daha sonra kesin bir açıklama elde etmek için, en azından bozulmamış hâliyle tekrar emrimde bulmak istediğim bu tanıklığı gittikçe azalan bir şiddetle durmadan tekrarlamak. Fincanı bırakıp dikkatimi zihnime yöneltiyorum. Gerçeği bulmak ona düşüyor. Ama nasıl? Zihnin her seferinde kendini aştığı, hem araştırıcı hem de arayacağı karanlık dünyanın tamamı olduğu ve bilgi dağarcığının hiçbir işine yaramayacağı durumlarda hissedilen o hazin belirsizlik. Aramak? Yetmez. Yaratmak. Henüz var olmayan ve sadece kendisinin hayata geçirebileceği, sonra da ışığıyla aydınlatabileceği bir şeyle karşı karşıya zihnim.
Kendi kendime, verdiği mutluluğun ve diğer ruh hâllerini yok eden gerçekliğinin hiçbir mantıklı dayanağı olmayan bu bilinmez ruh hâlinin ne olduğunu sormaya başlıyorum yine. Onu tekrar ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Zihnimde, ilk yudumu aldığım o ana geri dönüyorum. Diğer ruh hâlini yeni bir aydınlanma olmadan tekrar buluyorum. Zihnimden biraz daha denemesini, kaçan o duyguyu bir defa daha geri getirmesini istiyorum. Bu duyguyu yakalamak için yapacağı hamlenin önünü hiçbir şey kesmesin diye bütün engelleri, ilgisiz düşünceleri aşıyor, kulaklarımı ve dikkatimi yan odadan gelen seslerle dolduruyorum. Ama tam tersine, az önce yasakladığım şeyi şimdi teşvik ediyor, başarısız olup yorulduğunu hisseden zihnimi başka şeyler düşünmeye, son bir denemeden önce kendini toparlamaya zorluyorum. Daha sonra ikinci kez, önünü tamamen açıyorum, hâlâ tazeliğini koruyan o ilk yudumun tadını koyuyorum karşısına da ve içimde çok derinlerde bir şeyin, isyan edercesine yer değiştirdiğini, yukarı çıkmak istediğini seziyorum; ne olduğunu bilmiyorum ama yavaş yavaş yükseliyor; katettiği mesafelerin direncini hissediyor, uğultusunu duyuyordum.
Benliğimin derinliklerinde böylesine çırpınan şey, bu tada bağlı olan, onun peşinden bana gelmeye çalışan bir görüntü, görsel bir hatıra olmalı. Ama çok uzak ve çok karmaşık bir mücadele içinde; çalkalanan renklerin ele geçmez girdabının karıştığı belli belirsiz yansımayı ancak sezer gibi oluyorum fakat şeklini seçemiyor, bu tek tercümandan, akranı, yanından hiç ayırmadığı yoldaşı olan tadın tanıklığını bana tercüme etmesini isteyemiyor; ona hangi özel durumun, geçmişin hangi döneminin söz konusu olduğunu soramıyordum.
Bu hatıra, benzer bir anın çekiminin uzaklardan gelip benliğimin derinliklerinde kışkırttığı, coşturduğu, sarstığı o geçmişteki an, bilincimin aydınlık yüzeyine ulaşacak mı? Bilmiyorum. Artık hiçbir şey hissetmiyorum, o durdu, belki tekrar aşağı indi; kim bilir karanlığın içinden tekrar yukarı çıkacak mı? On defa daha tekrar başlayıp ona eğilmem gerekiyor. Ve her seferinde de bizi bütün zor görevlerden, önemli işlerden döndüren bu tembellik; bu çabadan vazgeçmemi, çayımı sadece o günkü sıkıntılarımı, ertesi günün zorlanmadan tekrarlanabilen arzularını düşünerek içmemi öğütledi.
Sonra ansızın o hatıra ortaya çıkıverdi. Combray’de pazar sabahları (o günler Missa8 saatinden önce çıkamadığımdan), günaydın demeye Léonie halamın odasına gittiğimde çayına veya ıhlamuruna batırıp bana verdiği madlenin tadıydı o tat. Küçük madlenin görünüşü, tadına bakmadan önce bana hiçbir şey anımsatmamıştı; belki o zamandan beri, pastane raflarında sık sık görüp yemediğimden görünüşü daha yakın geçmişteki günlere bağlandığı için Combray günlerinden ayrıldı; belki de uzun süre hafızanın dışında terk edilmiş olan bu hatıralardan geriye artık hiçbir şey kalmadığından her şey dağılmıştı; şekiller -ağırbaşlı, sofu kıvrımlarının altında muhteşem bir şehvet gizleyen küçük pastane istiridyesinin şekli de- ortadan kalkmıştı veya uyuşukluktan, bilince ulaşmalarını sağlayacak genişleme güçlerini yitirmişlerdi. Ne var ki uzak geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, sadece, daha kırılgan ama daha uzun ömürlü, daha manevi, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat; çok daha uzun bir süre, ruhlar gibi diğer her şeyin enkazı altında hatırlanmaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde eğilip bükülmeden hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.
Halamın ıhlamura batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadını tanır tanımaz (bu hatıranın beni neden bu kadar mutlu ettiğini bilmediğim ve bunu keşfetmeyi daha sonraya erteleyeceğim hâlde) Léonie halamın odasının bulunduğu, sokağa bakan eski gri ev, annemle babam için yapılmış olan arkadaki bahçeye bakan küçük eve (o ana kadar gördüğüm tek kesite) bir tiyatro dekoru gibi gelip eklendi; evle birlikte kent, sabahtan akşama kadar, her mevsim, kahvaltıdan önce beni gönderdikleri meydan, alışveriş yaptığım sokaklar, hava güzel olduğunda yürüdüğüm yollar da yerlerini aldılar bu görüntünün yanında. Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçalarının suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu şu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki hem M. Swann’ın bahçesindeki tüm çiçekler, Vivonne Nehri’nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip boyut kazandı, bahçeleriyle bütün şehir fincanımdan taştı.