Okumam süresince, içeriden dışarıya, gerçeğin keşfine doğru durmak bilmeyen bir hareket hâlindeki bu temel inançtan sonra, benim de bir parçası olduğum olaylar zincirinin yaşattığı duygular gelirdi, çünkü bu öğleden sonraları, çoğunlukla bir ömür boyu yaşananlardan çok daha fazla dramatik olaylarla dolu olurdu. Bu olaylar, okuduğum kitapta süregelen olaylardı; ve evet, Françoise’ın da dediği gibi, kitapta olayların etkilediği kişiler “gerçek” değildi. Ama gerçek bir kişinin mutluluğunun veya şanssızlığının bizde yarattığı bütün duygular, bu mutluluğun veya şanssızlığın sureti aracılığıyla tezahür eder ancak tarihteki ilk romanın yaratımı, duygu mekanizmamızda bu suretin zorunlu tek unsur olduğunu ve dolayısıyla gerçek kişileri bütünüyle ve açıkça ortadan kaldıran bir sadeleştirmenin belirleyici bir gelişme olacağını anlamaktan ibaretti. Gerçek bir insan, kendisine ne kadar derin bir sempati duysak da büyük ölçüde duyularımız tarafından algılanır, bu demek oluyor ki saydam değildir, duyarlılığımıza taşıyamayacağı yükler bindirir. Başına bir kötülük geldiğinde kafamızda onunla ilgili sahip olduğumuz bütünsel algının sadece küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabiliriz; üstelik o da kendisine ilişkin bütünsel algısının sadece küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabilir. Romancının buluşu, ruhun nüfuz edemediği bu kısımların yerine eşit miktarda manevi, yani ruhumuzun özümseyebileceği unsur koymaktı. Bu noktadan itibaren, bu yeni türdeki varlıkların eylemlerinin, duygularının, biz onları kendimize mal ettiğimize, artık içimizde oluştuklarına, biz hararetle kitabın sayfalarını çevirirken nefes alıp verişimizi, bakışlarımızın yoğunluğunu onlar belirlediğine göre, bize gerçek gibi görünmesinin ne önemi var? Romancı bir kez olsun bizi bu duruma soktuktan sonra, yani bütün duyguların tamamen içsel durumlardaki gibi on kat arttığı, kitabının bizi uyurken gördüklerimizden daha açık seçik, hatırası daha uzun sürecek bir rüya misali karman çorman edeceği bir duruma soktuktan sonra, bir saat boyunca, gerçek hayatta sadece birkaçının yaşanması bile yıllar alacak ve en yoğun olanları, ortaya çıkışlarındaki yavaşlıktan dolayı algılanamayacak, bu nedenle de asla görünürlük kazanamayacak bütün muhtemel mutlulukları ve şanssızlıkları bir tokat gibi çarpar suratımıza (Kalbimiz de böyle değişimler geçirir hayatta ve en acısı da budur; ne yazık ki biz bunu kitaptan tanırız, hayalimizden: Oysaki gerçek hayatta kalbimizin geçirdiği değişimler, tıpkı bazı doğa olayları gibi o kadar yavaş gerçekleşir ki kalbimizin içinde bulunduğu farklı durumların her birini gözlemleyebiliriz ancak buna karşın aynı değişim duygusunu yaşamayız.).
Roman kahramanlarının hayatlarının ardından, romanın bedenimle daha az bütünleşen, yarı yarıya önümde uzanan dekoru gelirdi; olayların geçtiği yerlerin görünümü, başımı kitaptan kaldırdığımda gözlerimin önünde uzanan manzaradan çok daha büyük bir etki uyandırırdı düşüncelerim üzerinde. İşte bu sebepledir ki iki yaz boyunca, Combray’deki bahçenin kızgın sıcağında, o sıralar okuduğum kitap yüzünden, bıçkıhanelerle dolu, duru suların dibinde, tere öbeklerinin altında tahta parçalarının çürüdüğü, az ileride, alçak duvarlar boyunca salkım salkım allı morlu çiçeklerin açtığı, ırmaklarla sulanan, tepelik bir ülkenin özlemiyle dolup taştım. Beni seven bir kadının hayali düşlerimde hâlâ canlı olduğu için de o iki yaz boyunca, akan duru suların serinliği bu hayalimi besledi durdu; zihnimde düşlediğim kadın kim olursa olsun, allı morlu çiçek salkımları, tamamlayıcı renkler gibi hemen iki yanından fışkırırdı.
Bunun tek nedeni, hayalini kurduğumuz bir suretin düşlerimizde onu tesadüfen kuşatan yabancı renklerin yansımaları tarafından her daim damgalanması, süslenmesi, bu renklerden yararlanması değildi; çünkü okuduğum kitaplardaki manzaralar, Combray’nin gözlerimin önüne serdiği görüntülerden yalnızca daha canlı olmakla kalmıyorlar, diğer yandan da Combray görüntüleriyle bir benzerlik gösteriyorlardı. Bu manzaralar yazarın tercihi olduklarından ve ben yazarın sözlerine, birer vahiymiş gibi sorgusuz sualsiz inandığımdan Tabiat’ın derinlemesine incelenmeye değer, gerçek birer parçası gibi gelirlerdi bana; oysaki içinde bulunduğum manzara, özellikle de bahçemiz, büyükannemin küçümsediği bahçıvanın kuralcı hayal gücünün prestij yoksunu bir ürünü olan bahçemiz, hiçbir zaman asla aynı izlenimi bırakmazdı bende.
Ben bir kitabı okurken annemle babam tasvir edilen yerleri gidip görmeme izin verselerdi, gerçeğin keşfinde paha biçilemez bir adım atmış olduğuma inanacaktım. Çünkü kendimizi her daim ruhumuz tarafından çevrelenmiş gibi hissetsek de bu ruh durağan bir hapishane değildir: Daha ziyade, ruhumuzu aşmak, dışarıya ulaşmak için sürekli hamleler yaparak onunla birlikte, bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir, çevremizde hep dışarıdan bir yankı değil de içsel bir titreşimin yankısı olan ve hiç değişmeyen bu tınıyı işitir gibiyizdir. Nesnelerde ruhumuzun onlara aksettirdiği, kendilerine değer kazandıran yansımayı bulmaya çalışırız; doğada nesnelerin, zihnimizde birtakım fikirlerle yan yana bulunmalarına borçlu oldukları sihirden yoksun olduklarını fark ettiğimizde hayal kırıklığına uğrarız; bazen de ruhun bütün gücünü, dışımızda olduklarını ve kendilerine asla ulaşamayacağımızı açıkça hissettiğimiz insanları etkilemek için, yetenek ve ihtişama dönüştürürüz. Böylelikle, sevdiğim kadını, her zaman için, etrafı o sıralarda görmeyi en çok arzu ettiğim yerlerle çevrili olarak hayal etmem, bu yerleri bana onun gezdirmesini, bilinmeyen bir dünyanın kapılarını bana onun açmasını istemem, basit ve tesadüfi bir zihinsel çağrışım değildi; hayır, yolculuk ve aşk hayallerim, tek bir kuvvet hâlinde fışkıran ve yönü değişmeyen bütün yaşama gücümün -bugün sedefli ve görünürde kıpırtısız bir fıskiyeden değişik yüksekliklerde kesitler alırmışçasına yapay olarak ayırdığım- farklı anlarından ibaretti yalnızca. Nihayetinde, zihnimde aynı anda ve yan yana gelişen durumları içeriden dışarıya, onları kuşatan gerçek ufka kadar izlemeye devam ederek rahat rahat oturmanın, havadaki güzel kokuyu duyumsamanın, ziyaretçiler tarafından rahatsız edilmemenin, Saint-Hilaire’in çanı çaldığında, öğleden sonra tükenmiş olan saatlerinin tek tek geçişini fark etmenin, son çan sesiyle birlikte saatlerin toplamını hesaplayıp ardından gelen uzun sessizlikle, mavi gökyüzünde bir bölgenin açılışını, Françoise’ın hazırlamakta olduğu, kitabın kahramanıyla beraber yaşadığım yorgunlukları giderecek olan lezzetli akşam yemeğine kadar okumayı sürdürmemi sağlayacak olan bölgenin açılışını görmenin hazzı gibi başka türden hazlar keşfediyorum. Her saat başında, sanki bir önceki saati haber veren çan çalalı henüz birkaç dakika geçmiş gibi gelirdi bana; son çalan saat gökyüzünde bir öncekinin hemen yanına yerleşirdi, bense bu iki yaldızlı işaretin arasındaki küçük mavi yay parçasına altmış dakikanın sığmasına inanamazdım. Bazen bu vakitsiz çan, bir önceki saati haber veren çandan iki kez daha fazla çalardı; yani arada benim duymadığım bir saat daha olurdu ve gerçekleşen bir olay benim için gerçekleşmemiş sayılırdı; derin bir uyku gibi büyülü olan okuma zevki sanrılar içindeki kulağımı kandırır, sessizliğin gök mavisi yüzeyinden yaldızlı çan sesini silerdi. Combray’deki bahçede, kestane ağaçlarının altında geçen, kendi hayatımın sıradan olaylarını özenle ayıklayıp yerine pınarların suladığı bir ülkenin ortasında, garip maceralar ve özlemlerle dolu bir hayatı koyduğum güzel pazar öğleden sonraları, sizi düşündüğümde bana hâlâ o hayatı hatırlatırsınız ve hatta o hayatı sessiz, titreşimli, hoş kokulu, berrak saatlerinizin birbirini izleyen, ağır ağır değişen, yaprakların süslediği billuruyla yavaş yavaş kuşatıp sardığınız için -ben okumaya devam ederken ve günün sıcaklığı giderek azalırken- içinizde saklarsınız.
Bazen, öğle sonrasının ortalarına doğru, bahçıvanın kızı, deli gibi koşup yoluna çıkan bir portakal fidanını devirir, parmağını keser, dişini kırar, Françoise’la ben koşup bakalım, neler olduğunu kaçırmayalım diye, “Geldiler, geldiler!” diye bağırarak okumamı bölerdi. Bunlar, askerî birliklerin garnizon manevralarından ötürü Combray’yi baştan başa katettiği ve genellikle de Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçtiği günlerdi. Hizmetkârlarımız, parmaklığın önünde sıraya dizilmiş şekilde sandalyelerde oturup pazar gezmesine çıkmış Combray sakinlerini seyreder ve kendilerini onlara gösterirken bahçıvanın kızı La Gare Caddesi’nde çok uzaktan görünen iki evin arasındaki açıklıktan miğferlerin parıltısını seçerdi. Hizmetkârlar, alelacele sandalyelerini içeri alırlardı çünkü zırhlı süvariler Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçerken sokaktaki bütün boşlukları doldurur, dörtnala ilerleyen atlar yatağına sığamayan, azgın bir akarsuyun kenarlarına taşması gibi, kaldırımları kaplayarak neredeyse evlere sürtünürlerdi.
“Zavallı çocuklar!” derdi Françoise parmaklığın önüne yeni gelmiş olmasına rağmen gözyaşlarına boğulmuş hâlde. “Bu zavallı gençleri çimen gibi biçeceklerini düşündükçe yüreğim sızlıyor.” diye ekledi elini sızlayan yüreğine bastırarak.
“Gençlerin hayatı ciddiye almadıklarını görmek ne kadar da güzel, öyle değil mi Françoise?” derdi bahçıvan da ortalığı “kızıştırmak” için.
Sözleri boşa gitmezdi:
“Hayatı ciddiye almamak mı? Peki hayatı ciddiye almayacaksak neyi ciddiye alacağız? Hayat yüce Tanrı’nın ikinci kez bahşetmeyeceği tek hediyesidir, Ah, Tanrı’m! Ama doğru, önemsemiyorlar! Ben 70’te gördüm onları; bu lanet olası savaşlarda ölümden korkuları uçup gidiyor; bunun delilikten hiçbir farkı yok, sonra da ciğeri beş para etmez serserilere dönüyorlar, insanlıktan çıkıp aslan kesiliyorlar.” (Françoise için, bir insanı, s harfinin üstüne basa basa telaffuz ettiği aslana benzetmek, asla onu yüceltici bir şey değildi.)
Saite-Hildegarde Sokağı’nın dönemecine kadar olan mesafe çok kısa olduğundan güneşte parlayarak hızla ilerleyen yeni miğferlerin gelişi daima La Gare Caddesi’ndeki o iki evin arasından görülürdü. Bahçıvan daha gelecek çok asker olup olmadığını merak ederdi; kızgın güneş susatırdı onu. Bu durumda kızı hemen, kuşatma altındaymış gibi fırlayarak bir çıkış yapar, sokağın köşesine ulaşır ve yüz kere ölüm tehlikesi atlattıktan sonra, bir sürahi meyan kökü şerbetiyle birlikte geri döner, Thiberzy ve Méséglise tarafından, aralıksız saflar hâlinde en az bin kişinin geldiği haberini getirirdi. Artık uzlaşmış olan Françoise ve bahçıvan, savaş hâlinde benimsenecek tutumu tartışırlardı.
“Görüyorsun Françoise…” derdi bahçıvan, “Devrim en iyisi, çünkü devrim ilan edilirse bir tek gönüllüler savaşa katılır.”
“Hmm… Evet, an azından bunu anlayabilirim, bu daha dürüst bir söylem.”
Bahçıvan savaş ilanının bütün tren seferlerini durduracağını sanırdı.
“Tabii! Kimse kaçmasın diye…” derdi Françoise.
Bahçıvan da “Elbette! Ne kurnazdır onlar!” diye onaylardı çünkü savaşın, devletin halkla oynamayı denediği bir oyun olduğunu ve eğer imkân verilse savaştan kaçmayacak tek bir insan olmadığı yönündeki inancını kimse değiştiremezdi.
Sonunda Françoise aceleyle halamın yanına, ben kitabıma dönerdim, hizmetkârlar ise askerlerin kaldırdığı tozun ve yüreklerin yatışmasını izlemek için tekrar kapının önüne yerleşirlerdi. Geçici bir sükûnet sağlandıktan çok sonra, alışılmadık bir kalabalık gezintiye çıkar, Combray sokakları yine karalara bürünürdü. Her evin, genellikle böyle bir alışkanlığın olmadığı evlerin önünde bile, oturmuş etrafı seyreden hizmetkârlar ve hatta efendiler, nakışlı tüllere benzeyen yosunlar ve deniz kabukları gibi, kapı eşiğini koyu renkli düzensiz bir şeritle süslerlerdi.
Bu günler dışında alıştığım gibi sessiz sakin okurdum kitabımı. Ama bir defasında ziyarete gelen Swann’ın okumama müdahalesi ve o sırada benim için yepyeni bir yazar olan Bergotte’un kitabı hakkındaki yorumu, uzun süre boyunca hayalini kurduğum kadınlardan birini artık kafamda allı morlu çiçeklerin sıra sıra dizildiği alçak duvarların önünde değil de bambaşka bir dekorda, Gotik bir kilisenin kapısının önünde tahayyül etmem sonucunu doğurdu.
Bergotte’tan ilk defa, benden yaşça büyük ve kendisini çok takdir ettiğim bir arkadaşım olan Bloch’un bahsettiğini duymuştum. Kendisine “Ekim Gecesi”ne olan hayranlığımdan söz ettiğimde bir trompeti andıran gürültülü bir kahkaha patlatmış ve “Musset beyefendiye duyduğun bu bayağı düşkünlüğünü bırak. Son derece zararlı bir tiptir ve zavallı herifin tekidir. Aslında itiraf etmeliyim ki o da Racine denen o adam da hayatları boyunca, oldukça ritmik tek bir mısra yazmışlardır, hiçbir şey ifade etmemek, ki bu da bence başarıların en büyüğüdür. Biri, ‘Beyaz Oloossone ve Beyaz Camyre’, diğeri de ‘Minos’la Pasiphae’nin Kızı’dır. O iki serseriyi aklayabilecek bu mısralara ölümsüz tanrıların sevgilisi, büyük üstat Leconte, bir makalesinde dikkatimi çekmişti. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu müthiş adam, benim şu aralar okumaya vaktim olmayan bir kitabı tavsiye ediyormuş. Duyduğuma göre, yazarını, Bergotte denilen beyefendiyi, en usta heriflerden biri olarak görüyormuş; ara sıra savunulacak yanı olmayan bir hoşgörü sergilese de onun sözü benim için bir kâhinin kehaneti gibidir. Kısacası bu lirik nesirleri oku, eğer ‘Bhagavata’yı ve ‘Magnus’un Tazısı’nı’ yazmış olan muhteşem ritim ustası doğru söylüyorsa Apollon şahidimdir üstadım, Olympos’un nektarıyla yarışabilecek hazlar yaşayacaksın.” demişti bana. Bloch kendisine, “üstadım” diye hitap etmemi alaycı bir tonda istemişti, kendisini de bana hitap ederken aynı tonu kullanırdı. Ama aslında bu oyundan zevk alıyorduk çünkü insanın adını verdiği şeyi yarattığına inandığı yaşlardaydık daha.
Maalesef, Bloch’un, (bana gerçeği ifşa etmelerini beklediğim) güzel mısraların hiçbir şey ifade etmedikleri takdirde daha da güzel olduklarını söyleyerek bende yarattığı o karmaşayı, bir açıklamada bulunmasını istediğim hâlde dindiremedim. Bloch davet edilmedi bir daha evimize. Başlarda iyi karşılanmıştı. Gerçi büyükbabam, her seferinde, biraz samimiyeti ilerletip eve getirdiğim arkadaşlarımın hepsinin Yahudi olduğunu söylüyordu -tıpkı kendi arkadaşı Swann’ın Yahudi kökenli oluşu gibi- buna prensipte karşı değildi ancak ona kalırsa seçtiğim arkadaşlar, genellikle Yahudilerin en seçkinleri arasında olmuyordu. Bu yüzden eve yeni bir arkadaş getirdiğimde, sık sık “Yahudi Kadın”dan “Ey atalarımızın Tanrı’sı” veya “Yahudiler, kırın zincirlerinizi” mısralarını, sadece melodileriyle sözsüz (la-la-la diye) olarak mırıldanırdı ancak ben yine de arkadaşım melodiyi tanıyıp sözlerini hatırlayacak diye korkardım.
Büyükbabam, kendilerini görmeden önce, çoğu zaman tipik bir Yahudi ismi bile olmayan isimlerini duyar duymaz arkadaşlarımın Yahudi olduklarını anlar hatta bazılarının aileleriyle alakalı tatsız detayları dahi tahmin ederdi.
“Bu akşam gelecek olan arkadaşının soyadı ne?”
“Dumont, büyükbaba.”
“Dumont! I ıh! Hiç güven olmaz.”
Sonra şarkı söylemeye başlardı:
Okçular, dikkat!Usulca, durmadan devam nöbete.Dolaylı yoldan daha detaylı birkaç soru daha sorduktan sonra, “Dikkat! Dikkat!” diye haykırırdı veya işkence mahkûmu geldikten sonra, çaktırmadan onu sorguya çekerek farkına bile varmadan Yahudiliğini itiraf etmeye zorlamışsa hiçbir şüphesi kalmadığını göstermek için:
Bu utangaç Yahudi’yi, nasıl olur daTutup getirdiniz buralara!veya:
Sevimli Hebron Vadisi, babamın tarlalarıveya:
Evet, ben seçilmiş ırktanımmısralarının melodilerini belli belirsiz mırıldanarak bize bakmakla yetinirdi.
Büyükbabamın bu küçük alışkanlıkları, arkadaşlarıma karşı düşmanca bir tavrın nişanesi değildi asla. Ancak ailem başka nedenlerden dolayı Bloch’tan hoşlanmamıştı. Öncelikle babamı kızdırmıştı; babam onun ıslandığını görüp merakla neler olduğunu sorduğunda:
“Mösyö Bloch, dışarıda hava nasıl, yağmur mu yağdı yoksa? Barometre de havanın iyi olduğunu gösteriyor ama pek bir şey anlamadım bu işten.”
Babam sorusuna şöyle bir cevap almıştı:
“Beyefendi, yağmur yağıp yağmadığını size kesin olarak söyleyemem. Fiziksel koşulların dışında yaşamak konusunda o kadar kararlıyım ki duyularım bana bu konuda uyarıda bulunmak zahmetine katlanmıyor.”
“Ama evladım, senin bu arkadaşın bir geri zekâlı!” demişti babam Bloch gittikten sonra bana. “Nasıl olur! Havanın nasıl olduğunu bile söylemekten aciz! Bu kadar ilginç bir şey duymadım! Tam bir ahmak!”
Üstelik Bloch, büyükannemin de sempatisini kazanamamıştı çünkü öğle yemeğinden sonra büyükannem biraz ağrıları olduğunu söylediğinde Bloch hıçkırıklarını zor tutmuş, yanağından akan gözyaşlarını eliyle silmişti.
“Samimi olmasına imkân var mı?” demişti büyükannem. “Üstelik beni tanımıyor bile veya belki de gerçekten delidir!”
Ayrıca öğle yemeğine bir buçuk saat geç kaldığı yetmezmiş gibi bir de üstü başı çamur içinde gelip özür dileyeceği yerde, “Atmosfer değişikliklerinin ve keyfi zaman dilimlerinin beni etkilemesine asla izin vermem. Afyon çubuklarının ve Malezya kris’lerinin18 tekrar kullanıma sokulmasına hiçbir itirazım olmaz ama onlardan çok daha zararlı ve ayrıca yavan burjuva aletleri olan saat ve şemsiyeyi kullanmayı reddederim.” diyerek diğer herkesi kendinden soğutmuştu.
Bütün bunlara rağmen Combray’ye tekrar davet edilebilirdi. Oysa annemle babamın bana layık gördükleri bir arkadaş değildi; annemler, büyükannemin çektiği ağrılar nedeniyle döktüğü gözyaşlarının sahte olmadığına kanaat getirmişlerdi sonunda; yine de duyarlılığımızdan kaynaklanan coşkuların, davranışlarımızın tutarlılığı ve yaşama biçimimiz üzerinde pek etkisi olmadığını; ahlaki görevlere saygının, arkadaşlara karşı sadakatin, bir eserin ortaya çıkışının, bir perhizin uygulanmasının bu anlık, ateşli ve kısır taşkınlıklardan çok körü körüne uygulanan alışkanlıklar temeline oturduğunu içgüdüsel olarak veya tecrübeyle biliyorlardı. Benim Bloch’dan ziyade, burjuva ahlak kurallarına göre bana arkadaşlara verilmesi gerektiği kadarını verebilecek, bir gün sevgiyle beni düşünüp durup dururken bana bir sepet dolusu meyve göndermeseler de hayal güçlerinin ve duyarlılıklarının basit bir hamlesiyle dostluğun görev ve gerekliliklerinin dengesini benim lehime çeviremeyecekleri için aleyhime de çeviremeyecek olan arkadaşlar edinmemi tercih ederlerdi. Kusurlarımız bile, bu türden kişileri, bize karşı olan görevlerini yapmaktan kolay kolay alıkoyamazdı; buna en iyi bir örnekse büyük halamdı; yıllar önce bir yeğeniyle bozuşmuştu, onunla hiç görüşmüyordu ama yine de vasiyetnamesini değiştirmeyip bütün servetini ona bıraktı çünkü yeğeni en yakın akrabasıydı ve öyle yapması “gerekiyordu”.
Ben yine de Bloch’u seviyordum, annemle babam da beni hoş tutmak istiyorlardı; annem onunla olan sohbetlerimizi zararlı bulsa dahi, Minos’la Pasiphae’nin kızının anlamdan mahrum güzelliği hakkında yönelttiğim cevapsız sorularım, beni Bloch’la yapacağım konuşmalardan daha çok yoruyor ve üzüyordu. Bloch Combray’ye tekrar davet edilebilirdi ancak akşam yemeğinden sonra -hayatım üzerinde derin etkiler bırakacak, beni ilk başta daha mutlu, sonra ise daha mutsuz kılacak olan bir haberi- bütün kadınların aşktan başka bir şey düşünmediğini ve istisnasız hepsinin direncinin kırılabileceğini söyledikten sonra, büyük halamın çok fırtınalı bir gençlik dönemi geçirdiğinin ve metres hayatı yaşadığının herkesçe bilindiğini çok güvenilir bir kaynaktan duyduğunu da ekledi. Ben de kendimi tutamayıp bu söylediklerini annemle babama aktardım; evimize bir dahaki gelişinde Bloch’u kapının önüne koydular ve daha sonra sokakta görüp yanına yaklaştığımda bana çok soğuk davrandı.
Ama Bergotte konusunda doğruyu söylüyordu.
İlk günlerde, Bergotte’un üslubunun daha sonra çok seveceğim yanı, bayıldığımız ama henüz tam olarak kavrayamadığımız bir ezgi misali bana kendini göstermiyordu. Okuduğum romanını elimden düşüremiyordum ama âdeta, aşkın o ilk zamanlarında, çekiciliğine kapıldığımızı sandığımız bir kadını görmek için her gün bir davete, bir eğlenceye gitmemiz gibi, kitabın sadece konusuna ilgi duyduğumu sanıyordum. Sonra, gizli bir ahenk dalgasıyla, içsel bir prelüdle üslubunu yücelttiği bazı pasajlarda kullanmaktan hoşlandığı neredeyse arkaik sayılabilecek ender rastlanan ifadeler gözüme ilişti; “hayat denilen boş hayalden”, “tükenmek bilmeyen güzel görüntüler seli”nden, “anlamanın ve sevmenin, kısır ve leziz işkencesi”nden, “katedrallerin saygıdeğer ve büyüleyici cephesine daima asalet katan dokunaklı portreler”den söz etmeye koyulan da benim için yepyeni olan bir felsefeyi, sanki arpların o sırada yükselen ezgisini başlatan ve bu ezgiye bir yücelik kazandıran bu olağanüstü imgelerle ifade eden de yine bu pasajlardı. Bergotte’un bu pasajlarından biri, diğer bölümlerden ayırdığım üçüncü veya dördüncüsü, birincide bulduğum hazla karşılaştırılması mümkün olmayan, benliğimin en derinlerinde, sanki bütün engellerin, bütün ayrımların yok olup gittiği, dümdüz, uçsuz bucaksız bir bölgede karşılaştığım bir mutluluk yaşattı bana. Sebebi ise daha önceki pasajlarda yaşadığım ama benim daha önce hiç fark etmediğim bu hazzın kaynağı olan o ender kullanılan ifadeler için yaşadığım aynı zevki, aynı müzikal akışı ve aynı idealist felsefeyi bu defa tanıyıp artık Bergotte’un belirli bir kitabının zihnimin yüzeyinde tamamen doğrusal bir şekil oluşturduğu, belirli bir bölümünden ziyade, bütün kitaplarında bulunan ve buna benzer diğer bütün pasajların da gelip onda birleştiği, ona bir kalınlık, bir hacim kazandırdığı, dolayısıyla da zihnimi genişlettiği “ideal bir Bergotte pasajı”nın varlığıyla karşı karşıya olduğum izlenimine kapılmamdı.
Bergotte’un tek hayranı ben değildim; o aynı zamanda annemin çok kültürlü bir arkadaşının da en sevdiği yazardı; Doktor Du Boulbon, Bergotte’un son çıkan kitabını okumak için hastalarını bekletiyordu; günümüzde dünya çapında yayılmış olan, tipik ve yaygın meyvelerine Avrupa’nın, Amerika’nın, en ücra köylerine varıncaya kadar her köşesinde rastlanan ama o sıralar henüz nadiren görülen Bergotte merakının ilk tohumları, Doktor Du Boulbon’un muayenehanesinden ve Combray yakınındaki bir bahçeden atılmıştı. Benim gibi annemin arkadaşının ve aynı zamanda Doktor Du Boulbon’un da Bergotte’un kitaplarında özellikle hoşlarına giden şey, aynı melodik akış, aynı eski ifadeler, çok basit ve yaygın ama kullanıldığı yerlerden de anlaşılacağı üzere, kendisinin de özellikle sevdiği başka birtakım ifadeler, son olarak da acıklı pasajlardaki sertlik ve neredeyse boğuk vurguydu. Hiç şüphesiz, kendisi de en etkileyici özelliklerinin bunlar olduğunun bilincindeydi. Çünkü daha sonra basılan kitaplarında, hatırı sayılır bir gerçeklikten veya ünlü bir katedralin adından söz ediyorsa eğer, anlatımını yarıda kesiyor ve ilk eserlerinde bütünlüğün içinde yer alan o akışı, ilk eserlerindeki örtülü hâliyle, mırıltısının nerede başlayıp nerede bittiği tam olarak anlaşılamazken, sadece yüzeydeki dalgalanmalarla ayırt edilebilirken belki de daha hoş, daha ahenkli olan o akışı; bir yakarışa, bir isyana, uzun bir duaya dönüştürüyordu. Onun hoşlandığı bölümler, bizim en sevdiğimiz bölümlerdi. Ben ezbere bilirdim hepsini. Yazısına kaldığı yerden devam ettiğinde hayal kırıklığına uğrardım. O ana kadar güzelliği benim için saklı gizli kalan bir şeyden, çam ormanlarından, doludan, Notre-Dame Katedrali’nden, “Atalya”dan, “Phaidra”dan her bahsedişinde, bu güzelliği imgelerle etkisiz hâle getirip bilincimi ele geçirirdi. Bu nedenle, evrende, eğer kendisi bana yaklaştırmadıysa kendi cılız algılarımın duyumsayamayacağı ne kadar çok şey olduğunu hissedip her konuda, özellikle de bizzat görme fırsatı yakalayacağım şeyler hususunda onun fikrine, bir istiaresine sahip olmak isterdim; ki bunların arasında, eski Fransız yapıtları ve bazı deniz manzaraları da vardı çünkü bunları kitaplarında anmasındaki ısrarcılığı, onları anlam ve güzellik açısından ne kadar zengin bulduğunun bir kanıtıydı. Ama maalesef, neredeyse her konuda, fikrinden bihaberdim. Benimkilerden tamamen farklı olduğuna şüphem yoktu çünkü bu fikirler, benim yükselerek ulaşmaya çalıştığım kimliği belirsiz bir âlemden geliyordu: Benim düşüncelerimin bu kusursuz zihne aptallığın dorukları gibi görüneceğine emin olduğum için, hepsini kafamdan silerek zihnimi öylesine bir tabula rasa’ya19 dönüştürmüştüm ki kitaplarından birinde, tesadüfen benim de aklımdan geçmiş olan bir düşünceye rastladığımda sanki iyi yürekli bir tanrı, bu fikri meşru kılarak ve güzel olduğunu belirterek bana geri vermiş gibi yüreğim kabarırdı. Uyuyamadığım gecelerde büyükannemle anneme yazdığım şeylerin aynılarına, Bergotte’un bir sayfasında rastlardım birdenbire; öyle ki Bergotte’un bu sayfası mektuplarımın başında yer alabilecek bir önsöz niteliği taşırdı. Hatta daha sonraları, bir kitap yazma denemelerine başladığımda yazmaya devam etmemi sağlayacak kadar değerli bulmadığım cümlelerin neredeyse aynılarına Bergotte’ta denk geldiğim oldu. Ama bu cümlelerden yalnızca onun kitabında okuduğumda bir zevk alabiliyordum; o cümleleri yazan ben olduğumda düşüncemi tam olarak yansıtma kaygısıyla, zihnimde algıladığım şeye tam “benzetememe” korkusuyla yazdığım şeyin kulağa hoş gelip gelmediğini düşünmeye fırsat bulamıyordum ki! Hâlbuki aslında bir tek bu tür cümleleri, düşünceleri gerçekten seviyordum. Endişeli ve tatminsiz çabalarım, kendi içlerinde birer aşk belirtisi, hazdan mahrum ama derin bir aşkın belirtisiydiler. Bu yüzden de bu tür cümleleri ansızın bir başkasının eserinde, yani kaygılardan, sertlikten uzakken, kendime işkence etmeme gerek yokken bulduğumda tıpkı milyonda bir yemek yapması gerekmediğinde artık oburluk yapmaya vakti olan bir aşçı gibi, kendimi bu sevdiğim cümlelerin hazzına rahatça bırakıyordum. Bir gün, Bergotte’un bir kitabında bahsi geçen yaşlı bir hizmetçiyle ilgili olarak, yazarın o büyülü, o tumturaklı dilinin daha da alaylı kıldığı ama benim Françoise’dan bahsederken büyükanneme sık sık yaptığım esprinin aynısına rastladım; bir başka seferinde, gerçeğin birer aynası olan eserlerinin birine aile dostumuz M. Legrandin’le ilgili yorumlarıma benzer bir yorumu dâhil etmekten çekinmediğini gördüm (Oysaki Françoise ve M. Legrandin’le ilgili yorumlarım, Bergotte’un hiçbir şekilde ilginç bulmayacağından emin olduğum, özellikle feragat edeceğim yorumlardı.); ansızın benim mütevazı hayatımla gerçekler âleminin birbirlerinden zannettiğim kadar ayrı olmadıklarını hatta bazı noktalarda kesiştiklerini bile düşündüm ve duyduğum güvenle, mutlulukla, neden sonra kavuşulan bir babanın kollarındaymışçasına, Bergotte’un sayfalarının üzerine gözyaşlarımı döktüm.