Книга Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap - читать онлайн бесплатно, автор Марсель Пруст. Cтраница 7
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 1

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap

Paris’te ayda bir veya iki defa beni amcamın evine ziyarete gönderirlerdi; kısa asker ceketiyle öğle yemeğini bitirmek üzere olur, kendisine mor beyaz çizgili pamukludan bir iş ceketi giymiş uşağı tarafından hizmet edilirdi. Adolphe amcam uzun zamandır ziyaretine gitmediğimden onu ihmal ettiğimizi düşünerek homurdanıp hayıflanırdı; bana bir badem ezmesi veya bir mandalina ikram ederdi, sonra da hiç oturmadığımız, şöminesi yanmayan, duvarları yaldızlı silmelerle bezenmiş, tavanı gökyüzü benzeri bir maviye boyalı, büyükbabamlardaki gibi kapitone satenden ama sarı mobilyaları olan bir salondan geçerek amcamın “çalışma” odası olarak adlandırdığı, duvarlarında siyah bir fon üzerinde, bir yerkürenin üstüne binmiş veya alnında bir yıldız bulunan dolgun, pembe bir tanrıçanın bir savaş arabasını sürüşünü tasvir eden, bir Pompei havası barındırdıkları kanaatiyle İkinci İmparatorluk üslubunca benimsenen sonraları nefret edilen, tek bir sebepten ötürü, İkinci İmparatorluk üslubunda oldukları için tekrar sevilmeye başlanan gravürlerin asılı olduğu bir odaya girerdik. Oda hizmetkârı, arabacının saat kaçta hazır olması gerektiğini sormaya gelinceye kadar amcamla kalırdım. Amcam bu soru üzerine uzun bir sessizliğe gömülerek derin düşüncelere dalardı, oda hizmetkârı hayranlık dolu bakışlarıyla, en ufak bir hareketiyle ona rahatsızlık vereceğinden çekinerek her zaman aynı olan, hiç değişmeyen o cevabı merak içinde beklerdi. Nihayet, son bir tereddüt anının ardından, amcamın ağzından her seferinde şu sözler dökülürdü: “İkiyi çeyrek geçe.” Oda hizmetkârı hayretler içinde ancak herhangi bir tartışmaya zemin hazırlamadan amcamın sözlerini tekrar ederdi: “İkiyi çeyrek geçe mi? Pekâlâ… Ben haber vereyim arabacıya…”

O zamanlar tiyatroya âşıktım; tabii platonik bir aşktı bu, çünkü annemle babam henüz tiyatroya gitmeme izin vermemişlerdi, hayalimde tiyatro ve orada yaşanan hazları öyle gerçek dışı şekilde canlandırmıştım ki her seyircinin, âdeta bir stereoskopa14 bakarmışçasına, diğer seyircilerin de kendi kendilerine seyrettikleri yüzlerce dekora benzeyen ama kendine has bir dekoru seyrettiğini sanırdım hemen hemen.

Her sabah, Moriss afiş direğine koşar, ilan edilen oyunlara bakardım. Oyunun adını oluşturan kelimelerin ve yapıştırıcı yüzünden yer yer kabarmış hâlâ ıslak afişlerin birbirinden ayrılmaz görüntülerinin şartladığı, her türlü çıkardan bağımsız olarak, duyurulan her bir temsilin hayal gücümde yarattığı hülyalardan başka hiçbir şey beni daha mutlu edemez, heyecan veremezdi. Opéra-Comique Tiyatrosunun yeşil afişlerinde değil de Comédie-Française’in vişneçürüğü afişlerinde yer alan “César Girodot’nun Vasiyeti” ve “Kral Oedipus” gibi garip eserlerin dışında hiçbir şey, “Taç Elmasları”nın ışıltılı, beyaz sorgucundan, “Siyah Domino”nun parlak ve gizemli sateni kadar farklı olamazdı benim nazarımda; annemle babam ilk defa tiyatroya gideceğim zaman bu iki oyundan birini seçmemi söylemişlerdi, bense haklarında bildiğim tek şey oldukları için oyunların isimlerini, birbiri ardına derinlemesine düşünmeye, her birinin bana vadettiği hazzı irdelemeye, birbirleriyle karşılaştırmaya çalışırdım, sonunda bir tarafta göz kamaştırıcı ve soylu, diğer tarafta yumuşak ve kadifemsi bir oyunu gözümde öylesine güçlü canlandırırdım ki tatlı olarak meyveli, jöleli pasta ve krem şokoladan hangisini yiyeceğime karar veremediğim zamanlar gibi çaresiz kalırdım.

Okul arkadaşlarımla bütün sohbetlerim, sanatın büründüğü bütün biçimler arasında, henüz tanımamama rağmen sezgilerime hitap eden ilk hâli olan tiyatro sanatının oyuncuları üzerine olurdu. Oyuncuların her birinin konuşma biçimlerindeki, bir tiradı vurgulayışlarındaki en ufak farklılıklar bile paha biçilemez derecede önemli gelirdi bana. Bu oyuncular hakkında duyduklarıma dayanarak, gün boyunca kendi kendime tekrarlayıp durduğum bir listede yeteneklerine göre onları sınıflandırmıştım, ki bu liste sonunda beynimde katılaşmış ve dokunulmazlıklarıyla zihnimi tıkamışlardı.

Daha sonra, koleje başladığımda ders sırasında öğretmen sınıfa arkasını döner dönmez yazışarak sohbete başladığım her yeni arkadaşıma sorduğum ilk soru, daha önce hiç tiyatroya gidip gitmediği olurdu ve onun gözünde en iyi oyuncunun Got, ikincinin Delaunay, vs. olup olmadığı. Eğer onun görüşüne göre Febvre, Thiron’dan veya Delaunay, Coquelin’den sonra geliyorsa ikinci sıraya geçmek için Coquelin’in taş gibi sertliğini kaybederek kazandığı ani hareketlilik ve Delaunay’nin dördüncü sıraya gerilerken gösterdiği sihirli esneklik, sınırsız canlılık, yumuşayan ve zenginleşen zihnime bir gelişme ve hayata dönüş hissi yaşatırdı.

Erkek oyuncular zihnimi bu kadar meşgul eder, bir öğleden sonra Théâtre-Français’den çıkarken gördüğüm Maubant bende aşkın heyecanına ve acılarına sebep olurken tiyatronun kapısında yıldızların ışıl ışıl parlayan ismi, sokaktan geçen, atlarının alınlıkları güllerle bezeli bir kupa arabasının aynasında gördüğüm, oyuncu olabileceğini düşündüğün bir kadının yüzü, bende çok daha uzun süreli bir heyecan yaratır, beni, bu kadının hayatını hayalimde canlandırma isteğiyle sancılı ve nafile bir çaba içinde kıvrandırırdı. En ünlü kadın oyuncuları yeteneklerine göre sıraya koyardım: Sarah Bernhardt, Berma, Bartet, Madeleine Brohan, Jeanne Samary, ama hepsi ilgimi çekerlerdi. Adolphe amcam bir sürü kadın oyuncu ile ayrıca benim oyunculardan tam olarak ayırt edemediğim yosmaları tanırdı. Onları evinde ağırlardı. Amcamı sadece belli günlerde ziyarete gitmemizin sebebi, diğer zamanlarda evine, ailesinin karşılaşamayacağı türden kadınların gelip gitmesiydi, en azından aile böyle düşünüyordu çünkü amcam, tam tersine, bir ihtimal hiç evlenmemiş güzel dulları, şüphesiz takma ad olan afili isimlere sahip kontesleri aşırı rahatlığıyla büyükannemle tanıştırmayı veya büyükbabamla aralarının birçok defa bozulmasına sebep olan, onlara aile yadigârı mücevherler vermeyi kibarlık sayardı. Sık sık, sohbet sırasında bir aktrisin adı geçtiğinde babamın anneme gülümseyerek şöyle dediğini duyardım: “Amcanın arkadaşı.” Amcamın birçok insan için ulaşılmaz, onun ise yakın dostu olan aktrislerle beni tanıştırabileceğini, bu sayede bir ufaklık olduğum hâlde belki de yıllar boyunca önemli adamların mektuplarını yanıtlamayan, onları kapıcılarıyla kovan kadınların kapısında boşu boşuna beklemekten kurtulacağımı zannederdim.

Dolayısıyla -saati değiştirilen bir ders yüzünden amcamı bir türlü göremediğim, bir süre daha da göremeyeceğim bahanesiyle-Adolphe amcayı ziyarete ayrılmış günlerin dışında bir gün, annemle babamın öğle yemeğini erken yemiş olmasından istifade ederek sokağa çıktım ve tek başıma gitmeme izin verilen afiş direğine bakmaya gitmek yerine amcamın evine koştum. Kapısının önünde, arabacının yakasında ve atların gözlüklerinde birer kırmızı karanfilin bulunduğu iki atlı bir araba dikkatimi çekti. Merdivenlerden çıkarken bir kahkaha ve bir kadın sesi duydum, ben kapıyı çalar çalmaz ise bir sessizlik ve ardından, kapanan kapıların gürültüsü. Kapıyı açıp da beni karşısında gören oda hizmetçisi şaşkınlık içinde amcamın çok meşgul olduğunu ve herhâlde beni kabul edemeyeceğini söyledi; amcama haber vermeye gittiğinde ise aynı ses tekrar kulağıma çalındı: “Ah, lütfen! Bırak gelsin, hiç değilse bir iki dakikacık, bu çok hoşuma gider. Masanda duran fotoğrafı, onun yanındaki resimde görülen annesini andırıyor, değil mi? Şu çocuğu sadece bir kere görmeyi çok istiyorum.”

Amcamın homurdandığını, sinirlendiğini duydum; sonunda oda hizmetçisi beni içeri aldı.

Masada, her zaman olduğu gibi aynı badem ezmesi tabağı duruyordu; amcamın üzerinde her gün giydiği kısa ceketi vardı ama karşısında, pembe ipek elbisesiyle iri inci bir kolye takmış, elindeki mandalinayı bitirmek üzere olan bir genç kadın oturuyordu. Kadına madam diye mi yoksa matmazel diye mi hitap edeceğimin kararsızlığıyla yüzüm kızarmıştı, konuşmak zorunda kalmak korkusuyla gözlerimi ondan yana çevirmeye cesaret edemedim ve amcamı öptüm. Genç kadın gülümseyerek bana bakıyordu, amcam, “yeğenim” dedi ne benim adımı ne de onun adını söyleyerek, belli ki büyükbabamla aralarında yaşanan tatsızlıklardan sonra ailesiyle bu tür ilişkileri arasında herhangi bir bağlantı kurmaktan kaçınıyordu.

“Annesine ne kadar da benziyor!” dedi genç kadın.

“Ama yeğenimi sadece fotoğraflardan tanıyorsunuz.” dedi amcam tersleyen bir tonla.

“Kusuruma bakmayın aziz dostum, geçen yıl siz hastalandığınızda merdivende denk gelmiştik kendisiyle. Sadece bir anlığına gördüğüm doğru, sizin merdivenleriniz de oldukça karanlık ama bu bile ona hayran olmama yetti. Bu küçük genç adam da annesinin gözlerine ve buna sahip.” dedi, alnının alt kısmına parmağıyla bir çizgi çekerek. “Sevgili yeğeniniz de sizinle aynı soyadını mı taşıyor?” diye sordu amcama.

“Daha çok babasına benzer.” diye homurdanarak cevapladı yüz yüze olduğu kadar, annemin soyadını söyleyerek gıyabında tanıştırmaya da gönülsüz olan amcam. “Tıpatıp babasına ve rahmetli anneme benzer o.”

“Babasını tanımıyorum.” dedi pembeli kadın başını hafifçe eğerek. “Sizin rahmetli annenizle de hiç tanışmamıştım aziz dostum. Hatırlarsanız tanışmamız, sizin o büyük acınızdan kısa bir süre sonraya denk gelir.”

Biraz hayal kırıklığına uğramıştım çünkü bu genç kadın, aile içinde ara sıra gördüğüm diğer güzel kadınlardan, özellikle de her yılbaşında ziyaret ettiğim bir akrabamızın kızından pek de farklı değildi. Amcamın, o güzel kadınlardan sadece daha iyi olan giyimiyle ayrılan bu hanım arkadaşı, onlar gibi canlı ve iyilik dolu bakışlarla, aynı samimi ve sevecen tavra sahipti. Kadın oyuncuların fotoğraflarında hayran olduğum o teatral duruşa, sürdüğünü varsaydığım hayata uygun şeytani ifadeye dair hiçbir iz bulamamıştım bu kadında. İki atlı arabasını, pembe elbisesini, inci kolyesini görmesem, amcamın sadece en seçkin yosmalarla tanışıklığı olduğunu bilmesem, üst tabakadan bir yosma olduğuna asla inanmazdım. Kendi kendime, arabasını, konağını, mücevherlerini hediye eden bir milyonerin bu kadar sade, hanım hanımcık görünen bir kadın uğruna servetini harcamaktan nasıl bir zevk alabildiğini sorguluyordum. Bunun yanı sıra, bu kadının hayatını tasavvur ettikçe ahlaksızlığı beni sersemletiyordu, belki de bu ahlaksızlık karşımda ete kemiğe bürünse bu kadar kafam karışmazdı -burjuva ailesinin evinden ayrılıp kendini herkese adamasına yol açan, ona güzellik ve kibar fahişelerin kötü şöhretini kazandıran bir skandal, bir romanın gizemi gibi görünmez olan bu kadının, tanıdığım onca kadına benzeyen yüz ifadeleri, sesindeki tonlamaları, artık bir ailesi olmayan bu kadını, elimde olmadan iyi bir ailenin kızı gibi görmeme sebep oluyordu.

“Çalışma odası”na geçmiştik, varlığımdan biraz rahatsız olmuş görünen amcam genç kadına sigara ikram etti.

“Teşekkür ederim, istemiyorum azizim.” dedi. “Biliyorsunuz, eski dükün bana gönderdiği sigaraları içmeye alıştım. Sizin kıskandığınızı söyledim kendisine.” ve üzeri yabancı yazılı, yaldızlı bir tabakadan sigara çıkardı. “Aslında…” dedi birdenbire, “Bu genç adamın babasıyla sizin evde karşılaşmış olmalıyım. Yeğeniniz değil mi? Nasıl unutabildim? Bana karşı çok iyi, çok kibar davranmıştı.” dedi duygulu, mütevazı bir tavırla. Ama babamın ölçülü tavrını göz önüne alarak, pembeli kadının kibarlık olarak adlandırdığı davranışının kim bilir ne kadar sert olduğunu bilen biri olarak, babama gösterilen bu aşırı minnetle onun yetersiz nezaketi arasındaki eşitsizlikten dolayı, sanki babam bir kabalık etmiş gibi utandım. Daha sonraları, bu aylak ve çalışkan kadınların rollerinin insanın içini sızlatan bir yanının, cömertliklerini, yeteneklerini, duygusal bir estetik hayalini -onlar da sanatçılar gibi bu hayali gerçekleştirmezler çünkü onu gündelik hayatın çerçeveleri içine sokmazlar- ve kendilerine pek de pahalıya mal olmayan bir serveti, erkeklerin kaba saba, yontulmamış hayatlarını değerli ve zarif bir çerçeveye oturtmaya adadıklarını düşündüm. İşte bu kadın da amcamın kendisini gündelik ceketiyle ağırladığı odasına, o yumuşak bedeni, ipekli pembe elbisesi, incileri, bir eski dükün dostluğundan ileri gelen zarafeti armağan ettiği gibi, babamın sıradan bir sözünü de incelikle işlemiş, biçimlendirmiş, ona değerli bir ad vermiş, tevazu ve minnetle dolu o güzel bakışlarıyla taçlandırarak sanat eseri bir mücevhere, “muhteşem” bir şeye dönüştürerek sunuyordu şimdi.

“Hadi bakalım, senin gitme vaktin geldi!” dedi amcam.

Kalktım, pembe elbiseli kadının elini öpmek için karşı konulmaz bir istek duyuyordum ama bu hareketin, bir kaçırma eylemi kadar cüretkâr olacağı kanaatine varmıştım. Kalbim çarpıyordu, kendi kendime “Yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım?” derken sonra, herhangi bir şey yapabilmek için, ne yapmam gerektiğini sorgulamayı bıraktım. Henüz birkaç saniye önce bulduğum bütün o destekleyici sebepleri unutmuş bir hâlde, körü körüne ve mantıksız bir hamleyle, dudaklarımı pembeli kadının bana uzanan ellerine kondurdum.

“Ah! Ne kadar da kibar! Şimdiden çapkın, kadınlara düşkün; amcasına çekmiş. Tam bir centilmen olacak.” dedi pembeli kadın ve ekledi, konuşmasına hafif bir İngiliz aksanı katmak amacıyla dişlerini sıkıştırarak; “Bir gün bana gelemez mi? Komşumuz İngilizlerin de dediği gibi a cup of tea15 içmeye? Sabahtan bir mavi16 çekiverir olur biter!”

“Mavi”nin ne demek olduğunu bilmiyordum. Pembeli kadının söylediklerinin yarısını anlamıyordum ama bu sözlerde, cevap vermemenin kabalık olarak görülebileceği bir soru gizli olabileceği kanaatinde olduğumdan konuşmasını bitmek bilmez bir dikkatle dinliyordum ve çok büyük bir yorgunluk hissediyordum.

“Hayır, olmaz, imkânsız!” dedi amcam omuz silkerek. “Hiç vakti yok, çok çalışıyor, derslerinde en iyi notları alıyor.” diye ekledi, bu yalanını duyup düzeltmemem için alçak bir ses tonuyla, “Kim bilir, belki ileride bir Victor Hugo, bir Vaulabelle olur, değil mi?”

“Sanatçılara bayılırım!” diye ekledi pembeler içindeki kadın. “Kadınları onlar kadar iyi anlayan yok… Bir onlar ve bir de sizin gibi seçkin kimseler. Cahilliğimi bağışlayın lütfen dostum ama Vaulabelle kimdir? Odanızdaki camlı küçük kitaplıkta duran yaldızlı ciltler mi? Onları bana ödünç vereceğinize söz vermiştiniz, unutmayın, çok dikkat ederim.”

Kitaplarını ödünç vermekten nefret eden amcam bu sözler üzerine sessiz kaldı ve beni sofaya kadar geçirdi. Pembeli kadının aşkından deliye dönmüş bir vaziyette yaşlı amcamın tütün kokan yanaklarını deli gibi öpücüklere boğdum; amcam oldukça sıkkın bir tavırla, açıkça dile getirmeye cesaret edemese de bu ziyaretten annemle babama söz etmezsem memnun olacağını ima ederken ben gözlerimde yaşlarla bu iyiliğini hiç unutmayacağımı, bir gün minnettarlığımı kendisine göstermenin bir yolunu mutlaka bulacağımı söylüyordum. Bu iyiliğinin etkisi gerçekten o kadar büyük olmuştu ki iki saat sonra, kazandığım bu yeni önemi annemle babama net bir şekilde belirtmediğine inandığım birkaç gizemli cümlenin ardından, henüz yaptığım bu ziyareti onlara en ince ayrıntısına kadar anlatmayı daha açıklayıcı buldum. Bu hareketimle amcamın başını derde sokacağımı hiç düşünmemiştim. Böyle bir şeyi istemediğime göre nasıl düşünebilirdim ki? Benim bir sakınca görmediğim bu ziyareti onların sakıncalı bulacağını da tahmin edemezdim. Bir dostumuz, bizden, mektup yazmayı ihmal ettiği bir hanımdan onun adına özür dilememizi rica ettiği hâlde, bizim önem vermediğimiz bir suskunluğa bahsi geçen hanımın da önem vermeyeceği hükmüne varıp ona bir şey söylemeyişimiz çok sık karşılaştığımız bir durum değil midir? Ben de herkes gibi başkalarının beynini, gördüğü şeylere belirli bir tepki göstermekten yoksun, edilgen ve uysal bir depo olarak hayal ediyordum; amcamın sayesinde gelişen tanışma haberinin tohumlarını annemle babamın zihnine ekerek bu tanışma hakkındaki iyi niyetli görüşlerimi de arzu ettiğim şekilde onlara aktardığımdan şüphe duymuyordum. Fakat maalesef ki annemle babam, amcamın bu davranışını tasvip etmeyerek benim önerdiğim ilkelerden çok daha farklı ilkeler benimsediler. Babam ve büyükbabamla amcam arasında sert tartışmalar yaşandı; ki ben bu yaşananları dolaylı bir yoldan öğrendim. Birkaç gün sonra üstü açık bir arabada bulunan amcamla karşılaştığımda hissettiğim üzüntüyü, minnettarlığı, pişmanlığı ona ifade etmek istedim. Duygularımın yoğunluğu göz önüne alındığında, şapkamı çıkarıp selam vermenin saygısızlık olacağını fark ettim; amcam, kendimi ona sadece basit bir nezaket göstermekle yükümlü zannettiğimi düşünebilirdi. Bu yetersiz hareketi yapmamaya karar verdim ve başımı diğer yana çevirdim. Amcam, annemle babamın direktiflerine uyduğumu zannetti ve onları hiç affetmedi, uzun yıllar sonra ölünceye kadar hiçbirimiz onu bir daha görmedik.

İşte bu nedenledir ki Adolphe amcamın artık kapalı duran oturma odasına girmeden arka mutfağın çevresinde biraz vakit geçirdikten sonra, Françoise dışarı çıkıp, “Kahve servisiyle yukarı sıcak su çıkarma işini bulaşıkçı kıza devrettikten sonra Madam Octave’ın yanına gitmem gerek.” dediğinde içeri girmeye karar verip doğrudan odama, kitap okumaya çıkardım. Cisimleştiği geçici biçimler arasında bir devamlılık sağlayan ve kendisine bir çeşit kimlik kazandıran değişmez görevleri yerine getirmekle yükümlü bulaşıkçı kız, bir tüzel kişi, bir kurumdu; çünkü en az yılda bir defa değişirdi. Devamlı kuşkonmaz yediğimiz yıl, çoğunlukla kuşkonmazları ayıklamakla görevli olan bulaşıkçı kız zavallı, hastalıklı bir kızdı; biz Paskalya’da Combray’ye gittiğimizde hamileliğinin oldukça ileri bir dönemindeydi; Françoise’ın, evin içinde de dışında da kızın bunca iş yapmasına izin vermesini şaşkınlıkla karşılıyorduk çünkü gün geçtikçe büyüyen, mucizevi biçimiyle iş gömleğinin altından kendini belli eden o gizemli sepeti önünde taşırken zorlanmaya başlamıştı bile. Bu iş gömleği, M. Swann’ın bana armağan ettiği fotoğraflarda gördüğüm, Giotto’nun bazı sembolik figürlerinin kaftanlarını andırırdı. Bu benzerliğe dikkat çeken de bizzat M. Swann’ın kendisiydi, bize bulaşıkçı kızdan haber soracağı zaman, “Giotto’nun Merhameti nasıl?” derdi. Hamilelik yüzünden zaten yüzü dahi şişmanlamış olan, yanakları dümdüz inerek bir kare oluşturan zavallı kızın kendisi de Arena’daki, erdemlerin kişileştirmeleri olan güçlü kuvvetli, erkeksi bakirelere, daha doğrusu anaç kadınlara çok benzerdi aslında. Padova’daki “Erdemler ve Kötülükler”in, bulaşıkçı kıza bir başka açıdan da benzediğini şimdi anlıyorum. Nasıl ki bu kız, sembolün güzelliği ve ruhu yüzünde hiçbir şekilde ifade bulmadan, onun anlamını kavramadan, silüetini şişiren bu sembolü sıradan, ağır bir yükmüş gibi karnında taşıyorsa aynı şekilde bir kopyası Combray’deki çalışma odamın duvarında asılı olan, Arena’da “Caritas”17 adı altında boy gösteren güçlü kuvvetli ev kadını da bu erdemi hiç aklından geçmemiş gibi, kanlı canlı, bayağı yüzünde merhamet kavramı asla ifade bulmamış gibi temsil eder. Ressamın güzel bir buluşuyla dünya nimetlerini ayaklar altına almıştır ama tıpkı suyunu çıkarmak üzere üzüm çiğnemiş, daha doğrusu yükselmek için çuvalların üzerine çıkmış gibidir; alev alev yanan yüreğini Tanrı’ya sunuşu, tabiri caizse “uzatıverişi” ise bir aşçının bodrumun hava deliğinden zemin kat penceresindeki birine bir tirbuşonu uzatıverişi gibidir. Kıskançlık figürüne gelirsek, belli bir kıskançlık ifadesi daha ön planda gibidir. Ama bu freskte de sembol o kadar çok yer tutar ve o kadar gerçekçidir ki Kıskançlığın dudaklarında tıslayan yılan o kadar iridir ve sonuna kadar açılmış ağzını öylesine doldurur ki freskin yüzündeki kaslar yılanı tutabilmek için balon şişiren bir çocuğun kasları gibi gergindir ve Kıskançlığın bütün dikkati -bu arada bizimki de- dudak hareketinde yoğunlaşmış olduğundan kıskanç düşüncelere ayıracak vakti yoktur.

M. Swann’ın Giotto’nun bu figürlerine duyduğu tüm bu büyük hayranlığına rağmen, getirdiği kopyaların asılı olduğu çalışma odamızdaki bu merhametsiz Merhameti, bir tıp kitabında bulunan, dildeki bir tümörün veya ameliyat aracının gırtlağı veya küçük dili sıkıştırmasını gösteren bir levhayı çağrıştıran bu Kıskançlığı, sıradan, muntazam ve grimsi yüzüyle Combray’de kilisede gördüğüm ve birçoğu Haksızlığın yedek kuvvetlerine mensup, sofu, ruhsuz birtakım burjuva güzellerini andıran bu Adaleti düşünmekten uzun bir süre hiçbir keyif alamadım. Ama epey sonra, bu fresklerin çarpıcı garipliğinin, kendine has güzelliğinin, sembollere bu kadar geniş yer ayrılmasından kaynaklandığını; sembolün, simgelenen düşünce ifade edilmediğine göre bir sembol olarak değil de bir gerçeklik, fiilen yaşanan veya maddeten kullanılabilir bir şey olarak temsil edilmesinin esere daha gerçek, daha belirgin bir anlam kazandırdığını, mesajını daha somut, daha çarpıcı kıldığını fark ettim. Zavallı bulaşıkçı kıza baktığımızda da tüm dikkatimiz sürekli olarak ağırlığını zor taşıdığı karnına odaklanıyordu; aynı şekilde, can çekişen kimselerin dikkatinin de ölümün kendilerine sunduğu, acımasızca hissettirdiği somut, sancılı, karanlık, organik yanına, ölüm dediğimiz kavramdansa kendilerini ezen ağır bir yüke, nefes darlığına, susuzluğa benzeyen yüzüne çevrili oluşu gibi.

Padova’daki “Erdemler ve Kötülükler” bana hamile hizmetçimiz kadar canlı, hizmetçimiz de neredeyse onlar kadar alegorik geldiğine göre bu demek oluyor ki yeteri kadar gerçeklik içeriyorlardı. Ve belki de bir insanın ruhunun, kendinde tezahür eden erdemle (en azından görünürdeki) bu bağlantısızlığı, estetik değerinin dışında, psikolojik olmasa da hiç değilse fizyonomik bir gerçekliğe sahiptir. Daha sonra, hayatım boyunca -manastırlarda örneğin- karşılaşma şansı bulduğum, hayata geçirilmiş merhametin gerçek bir azize sayılabilecek canlı timsalleri, genellikle işi başından aşkın cerrahların mutlu, gerçekçi, umursamaz ve katı tavrına, acı çeken insan karşısında hiçbir merhamet, hiçbir şefkate gereksinim duymayan, incitmekten korkmayan, yani gerçek iyiliğin, sevecenlikten uzak, sevimsiz ve asil çehresine sahiptiler.

Bulaşıkçı kız -Hatanın oluşturduğu tezat sayesinde, Doğruluğun üstünlüğünü daha da çarpıcı kılması gibi, istemeden Françoise’ın üstünlüğünün altını çizerek- anneme göre sadece bir sıcak sudan ibaret olan kahveyi servis edip hemen ardından hafif ılımış sıcak suyu odamıza çıkardığı esnada ben, neredeyse kapalı duran panjurların ardındaki öğle sonrası güneşine karşın, saydam, kırılgan, titreşen serinliğini koruyan, ahşapla camın arasına konmuş bir kelebek gibi bir köşede hareketsiz duran bir ışık hüzmesinin sarı kanatlarını panjurların arasından geçirmeyi başardığı odamda, elimde bir kitapla yatağıma uzanmış olurdum. Kitap okuyamayacak kadar cılız olurdu içerideki ışık, güneşin parlak ışığını sadece La Cure Sokağı’nda (Françoise, halamın “dinlenmediğini” bu nedenle gürültü edilebileceğini bildirdikten sonra) Camus’nün tozlu kasalara vuruşuyla, sıcak havalara özgü, titreşimli atmosferde çınlayan, uzaklarda uçuşan kızıl yıldızlara benzeyen bu vuruşlarla ve bir de karşımda, âdeta yaz mevsiminin oda müziğini icra ederek küçük bir konser veren sineklerle hissederdim; ki bu müzik yazın tesadüfen dinlenen, daha sonra da bize dinlendiği o mevsimi hatırlatan insanların müziğinden farklı bir şekilde çağrıştırır yazı; bu müzikle yaz arasındaki bağ daha kaçınılmazdır; sıcak günlerden doğup ancak yine o sıcak günlerde yeniden canlanan bu müzik, bu günlerin ruhunu barındırır içinde ve sadece hafızamızdaki hayalini harekete geçirmekle kalmaz, aynı zamanda dönüşünü, somut, yanı başımızdaki, her an ulaşılabilir etkin varlığını doğrular.

Odamdaki bu belli belirsiz serinliğin sokaktaki gün ışığıyla ilişkisi, gölgenin ışıkla olan ilişkisi gibiydi, yani onun kadar parlaktı, dışarıda geziyor olsam duyularımın ancak bir kısmının keyfine varabileceği yazın eksiksiz manzarasını sunardı hayal gücüme; böylece (kitaplarımda anlatılan heyecanlı maceralar sayesinde) akan suyun içinde sabit duran bir el gibi, bir hareket selinin sarsıntısını ve canlılığını taşıyan dinlenmeme harika bir uyum sağlardı.

Yine de büyükannem, sıcak hava bozmuş, kapanmış veya bir fırtına bastırmışsa dahi dışarı çıkmam için bana yalvarırdı. Bense okumayı bırakmak istemediğim için, okumama en azından bahçede devam etmeye gider, kestane ağacının altındaki hasır ve bezden yapılma küçük çardağın kuytusuna, aileyi ziyarete gelebilecek kişilerin gözlerinden saklanabileceğimi düşündüğüm bir yere otururdum.

Ve zihnim de dışarıda neler olup bittiğini seyrederken bile derinliklerine gömülüp orada kalabileceğimi hissettiğim bir başka sığınak gibi değil miydi? Dışarıda bir nesne gördüğümde gördüğümün bilinci nesneyle benim aramda sıkışıp kalır, etrafını maddesine doğrudan dokunmamı engelleyen ince bir manevi şeritle çevrelerdi; tıpkı ıslak bir nesneye yaklaştırılan akkor hâlindeki bir nesnenin önünde daima bir buharlaşma kuşağı oluşturarak ıslaklığa değmediği gibi, gördüğüm nesnenin maddesi de daha ben onunla temas etmeden âdeta buharlaşırdı. Kitap okurken bilincim farklı durumların hepsini aynı anda, alacalı bir ekran gibi sergilerdi; benliğimin en kuytu köşelerinde saklı özlemlerden bahçenin sonunda gördüğüm, tamamen dışsal olan ufuk çizgisine kadar uzanan bu farklı durumlar arasında en öncelikli, en çok bana ait olanı, hareket hâlindeki bir kontrol düğmesi gibi her şeyi yöneten güdü, okumakta olduğum kitabın felsefi zenginliğine, güzelliğine olan inancım ve hangi kitabı okuyor olursam olayım, bu zenginliği, bu güzelliği kendime mal etme isteğimdi. Okuduğum kitabı, Combray’de, eve çok uzak olduğu için Françoise’ın Camus kadar sık alışveriş etmediği ama kırtasiye ve kitap bakımından daha zengin olan Borange bakkaliyesinden, onu ilk kez dükkânın bir katedral kapısından daha gizemli, düşüncelerle daha fazla donatılmış kapısının iki kanadını kaplayan broşürler ve fasiküller mozaiği içinde, iplerle tutturulmuş hâlde görerek almış olsam bile kitabı satın almamın asıl sebebi, benim biraz sezdiğim biraz da anlaşılmaz bulduğum gerçeğin ve güzelliğin sırrını, yani keşfi bütün düşüncelerimin bulanık ama sabit hedefini oluşturan sırrı çözmüş biri gibi gördüğüm bir öğretmenimin veya bir arkadaşımın tavsiyesi olmasıydı.