Dikey tezgâhta dokunmuş, solmuş renkleri resme bir ifade, bir vurgu, bir ışık katmış iki duvar halısında, Ester’in taç giyme töreni resmediliyordu (Asuerus’un bir Fransız kralının yüzüne, Ester’in de bu kralın âşık olduğu, Guermantes’lardan soylu bir hanımın yüz hatlarına sahip olduğu söylenirdi.): Ester’in dudaklarının sınırından taşmış küçük bir pembelik dalgalanıyordu, elbisesinin sarısı öylesine gevşek, öylesine cömertçe yayılıyordu ki bir tür yoğunluk kazanmış ve sönükleşen fonda canlı gibi öne çıkmıştı; ağaçların yeşili yün ve ipekten dokunmuş halının alt kısımlarında canlılığını korusa da üst kısımlarda “solmuş” olduğundan sararmış yüksekteki dallar, koyu renk gövdelerin üzerinde daha soluk bir tonda, görünmez bir güneşin yansıyan ani ve eğik ışıklarıyla yaldızlanıp silikleşiyormuşçasına belirginlik kazanıyordu. Bütün bunlar ve hatta daha fazlası, benim nazarımda neredeyse efsane kahramanı olan kişilere ait değerli eşyalar (Aziz Éloi tarafından işlendiği söylenen, Dagobert tarafından verilmiş altın haç, II. Louis’nin11 oğullarının somaki ve mineli bakır mezarı), kilisede yerlerimize doğru ilerlerken bende tıpkı bir kayada, bir ağaçta, bir gölette perilerin doğaüstü, somut izlerine rastlayıp hayran kalan bir köylü gibi, âdeta bir periler vadisinde ilerliyormuşum hissiyle kiliseyi, kentin geri kalanından daha farklı bir yer hâline getirirdi; dizi dizi kemerleri, şapelleri aşarak, sadece birkaç metrelik bir mesafenin değil, zaferlerle çıktığı çağların da üzerinde hâkimiyet kurmuş olan ve yüzyıllar boyunca konuşlanmış olan nefiyle dört boyutlu -dördüncü boyutu Zaman’dı- bir mekân olduğu söylenebilirdi; amansız, yırtıcı on birinci yüzyıl, kalın duvarlarının arkasına gizlenmişti; kaba moloz taşlarla tıkanmış, köreltilmiş hantal kemerleri sadece çan kulesi merdiveninin giriş sundurmasının yanında açtığı derin oyuktan görülebilir hatta orada bile kaba saba, huysuz, kötü giyimli erkek kardeşlerini yabancılar görmesin diye gülümseyerek önüne geçen ablalar misali önde cilveleşerek sıkış tıkış duran zarif Gotik arkadların12 arkasından zar zor görülürdü; Aziz Louis’yi seyretmiş olan ve hâlâ da görüyormuş gibi duran kulesi, Meydan’ın üzerinden gökyüzüne yükselirdi; yer altı mezarları ise Merovenj tarzı bir karanlığa gömülürdü, burada taştan, kocaman bir yarasanın seçici geçirgen hücre zarı gibi damar damar karanlık kubbenin altında el yordamıyla bize rehberlik eden Théodore ve kız kardeşi, Sigebert’in küçük kızının mezarını bir mumla aydınlatırdı, mezarın üzerindeki derin -bir fosil izini andıran- oyuğu, “Frank prensesinin öldürüldüğü gece, şu anki apsisin bulunduğu yerde asılı duran kristal lambanın, altın zincirlerinden kendi kendine kopup kristali kırılmadan, alevi sönmeden taşa gömülerek, taşı eriterek” açtığı rivayet olunurdu.
Gerçekten Combray Kilisesi’nin bir apsisi olduğundan söz edilebilir mi? O kadar kaba, o kadar estetikten ve hatta dinî coşkudan yoksundu ki! Dışarıdan, apsisin baktığı kavşak aşağıda kaldığı için, o kaba duvarı hiç düzeltilmemiş, üstü sivri çakıllarla kaplı, moloz taştan, kiliseye veya mensuplarına ait herhangi belirgin bir özelliği olmayan bir oturtmalık üzerinde yükselirdi, vitraylar aşırı yüksekteymiş gibi dururdu, bir bütün olarak ise kilise duvarlarından çok bir hapishane duvarı havası vardı. Sonraları, gördüğüm diğer bütün görkemli kilise apsisleri hatırıma geldiğinde Combray Kilisesi’nin apsislerini onlarla karşılaştırmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Yalnızca bir gün, küçük bir sokağın başında, üç sokağın kesiştiği bir kavşağın karşısında, Combray Kilisesi’nin apsisleri gibi asimetrik, kaba ve çok yüksek bir duvar gördüm. Chartres ve Reims’te olduğu gibi, din duygusunun ne kadar güçlü ifade edilmiş olduğunu kendi kendime sormadığım hâlde istemeden “Kilise!” diye bağırdım.
Kilise! Kuzey kapısının bulunduğu Saint-Hilaire Sokağı’nda, M. Rapin’in eczanesi ve Madam Loiseau’nun evinin yanında hatta onlara bitişik; Combray’de sokak numarası olsa üzerinde bir kapı numarası olabilecek, postacının sabahları M. Rapin’in dükkânından çıkıp Madam Loiseau’nun evine uğramadan önce uğraması beklenebilecek sade bir Combray sakini; her şeye rağmen, kiliseyle onun dışındaki her şey arasında zihnimin asla aşmayı başaramadığı bir sınır vardı. Madam Loiseau’nun penceresinde, dallarını her yana baş aşağı sarkıtmak gibi kötü alışkanlıklar edinmiş -iyice olgunlaştıklarında bütün işleri güçleri, morarmış ve kızarmış yanaklarını kilisenin loş cephesine yaslayıp dinlendirmek olan- bir hasekiküpesi vardı, bu yüzden çiçekler benim nazarımda kutsanmış sayılmıyordu; çiçeklerle yaslandıkları o kararmış taş duvarlar arasında, gözlerim bir mesafe seçemese de zihnim bir uçurum görüyordu.
Saint-Hilaire’in çan kulesi, unutulmaz şekli Combray’nin henüz görünmeyen silüetinde belirdiğinde çok uzaklardan tanınırdı; babam Paskalya haftasında, bizi Paris’ten getiren trenin penceresinden bakıp, göğe doğru hızla yükselen küçük demir horozu bir o yana bir bu yana dönen çan kulesini gördüğünde, “Haydi, battaniyelerinizi alın, geldik!” derdi. Combray’de yaptığımız en uzun gezintilerden birinde, daracık yolun aniden dev bir platoya açıldığı bir yer vardı; ufuktaki tırtıklı ormanların üzerinde, Saint-Hilaire’in çan kulesinin sivri tepesi tek başına yükselirdi ama öylesine ince ve pembeydi ki bu manzaraya, doğadan başka bir şeyden oluşmayan bu tabloya, birisi minik bir sanat işareti, tek bir insan göstergesi katmak istemişti sanki de gökyüzüne bir tırmık atıvermişti. Çan kulesine yaklaşıp da hemen yanı başındaki daha alçak, yarı harap, dört köşe kulenin geri kalanı da görüldüğünde taşların özellikle kırmızımsı koyu rengi insanın gözüne çarpardı; sisli puslu sonbahar sabahında ise bağların fırtınalı moru üzerinde yükselen çan kulesi, neredeyse Frenk asması renginde, koyu kırmızı bir yıkıntıyı çağrıştırırdı.
Genellikle eve dönerken büyükannem meydanda çan kulesine bakmak için beni durdururdu. Kulenin, yalnızca insan çehresine değil, başka şeylere de güzellik ve ağırbaşlılık katan o doğru ve özgün orantıya uygun yükseklikte, ikişer ikişer üst üste dizilmiş pencerelerinden, düzenli aralıklarla karga sürüleri fırlar, onları görmezmiş gibi yaparak oynaşmalarına izin veren eski taşlar sanki birdenbire artık terk edilmiş, sınırsız bir hareket kabiliyeti kazanarak kargalara vurmuş, onları itmiş gibi çığlık çığlığa havada dönüp dururlardı. Daha sonra, akşamın mor kadifesini karmakarışık, her yönde çizgilerle kapladıktan sonra, birdenbire sakinleşip tekrar kuleyle bütünleşirlerdi, huysuzlukları yerini uysallığa bırakırdı; değişik yerlere konmuş olan birkaç karga hiç kıpırdamıyormuş gibi görünür, belki havada birkaç böcek yakalayarak çan kulesinin tepesinde, dalganın köpüğü üstünde bir balıkçının hareketsizliğiyle bekleyen martılar gibi dururdu. Büyükannem nedenini hiç ama hiç bilmeden Saint-Hilaire’in çan kulesini, kabalıktan, kendini bilmezlikten ve bayağılıktan uzak bulurdu; ki bunlar, büyük halamın bahçıvanının yaptığı gibi insan eliyle güdükleştirilmemiş olan doğayı ve deha ürünlerini sevmesine, sağlıklı bir etkileri olduğuna inanmasına yol açan etkenlerdendi. Sanırım, kilisenin görünen bütün o kısımları, kiliseyi diğer binalardan ayıran bir tür düşünceyi emmiş gibiydiler ama bu düşünce kendi bilincine çan kulesinde varıyor gibiydi, sorumlu ve bireysel varlığını doğrularcasına. Çan kulesi kilisenin sözcüsüydü. Büyükannem sanıyorum ki açık bir dille ifade etmese de Combray Kilisesi’nin çan kulesinde hayatta en değer verdiği özellikleri -doğal ve ağırbaşlı hâlleri- buluyordu. Mimari konusundaki bilgisizliği ile büyükannem, “Çocuklar, isterseniz benimle alay edin, kurallara bakılırsa güzel sayılmayabilir ama o tuhaf eski hâlleri benim hoşuma gidiyor. Eminim piyano çalsa öyle ruhsuz kuru kuruya falan çalmazdı.” derdi. Çan kulesine bakarken, dua eden birleşmiş eller misali yukarı doğru birbirine yaklaşan taştan yamaçlarının coşkulu eğimini bakışlarıyla seyrederken, külahın süzülüşüyle öyle bütünleşirdi ki bakışları da külahla birlikte havaya fırlardı sanki; bir yandan da batan güneşin sadece en tepesini aydınlattığı taşlara, bu güneşli, ışıkla sakinlemiş bölgeye girdikleri anda aniden çok yukarıda, uzakta görünen, bir şarkının bir oktav yukarıdan, “falsetto”yla13 tekrarlanmasına benzeyen eski, aşınmış taşlara dostça gülümseyiverirdi.
Şehirdeki bütün etkinlikleri, bütün saatleri ve manzaraları Saint-Hilaire Kilisesi’nin çan kulesi şekillendirir, taçlandırır ve kutsardı. Odamdan, çan kulesinin sadece arduvazla kaplanmış tabanını görebilirdim ama yaz mevsiminin sıcak pazar sabahlarında, arduvazların kara bir güneş gibi parladığını gördüğümde kendi kendime, “Aman Tanrı’m! Saat dokuz! Önce Léonie halamı öpmeliyim, sonra da ayine gideceksem hemen hazırlanmam gerek.” der; o sırada Meydan’a vuran güneşin rengini, pazar yerinin sıcağını ve tozunu, annemin ayinden önce belki bir mendil almak için uğrayacağı ve dükkânı kapatmaya hazırlanan, az önce bayramlık ceketini giymek ve beş dakikada bir, en kederli durumlarda bile girişken, hâli vakti yerinde ve iş bitirici bir tavırla ovuşturduğu ellerini sabunlamak üzere arka tarafa gitmiş olan patronun eğilip bükülerek göstereceği bazı mendillere bakacağı, ağartılmamış kumaş kokan dükkânın önündeki stor gölgelerini bütün ayrıntılarıyla ezbere bilirdim.
Güzel havadan istifade ederek Thiberzy’den öğle yemeğine gelen akrabalarımız için her zamankinden daha büyük bir çörek getirmesini söylemek maksadıyla ayinden sonra Théodore’a gittiğimizde kendi de iyi pişmiş, iri ve kutsanmış bir çöreğe benzeyen, güneşin yapışkan pulları ve damlacıklarıyla kaplı, sivri ucu masmavi gökyüzüne batmış çan kulesi çıkardı karşımıza. Akşamları gezmeden dönerken az sonra anneme iyi geceler dilemem gerektiğini ve bir daha onu göremeyeceğimi düşündüğümde, çan kulesinin, gün biterken, tam aksine öylesine hoş bir görüntüsü olurdu ki kulenin ağırlığı altında ezilen, ona yer açmak için hafifçe çukurlaşıp kenarları kabaran solgun gökyüzüne gömülmüş, etrafında dönen kuşların bağırışlarının sessizliğini daha da arttırdığı, külahının daha da yükseğe fırladığı, kelimelerin kifayetsiz kalacağı, kahverengi kadifeden bir minderi andırırdı sanki.
Kilisenin arkasında kalan, kimsenin kiliseyi göremediği yerlerde alışveriş yaparken bile her şey, evlerin arasından birdenbire beliriveren, böyle tek başına görüldüğünde belki daha dokunaklı olan çan kulesine göre düzenlenmişe benzerdi. Kuşkusuz, bu şekilde görüldüklerinde daha güzel olan başka birçok çan kulesi vardır ve kasvetle çevrelenmiş Combray sokaklarından farklı bir sanat niteliğine sahip, çatıların üzerinde yükselen çan kulelerinden oluşmuş çeşitli resimler hafızama kazınmıştır. Normandiya’nın Balbec’e yakın acayip bir kentinde, çeşitli nedenlerle sevdiğim ve değer verdiğim on sekizinci yüzyıldan kalma iki harika konağı asla unutamam; merdivenden nehre doğru uzanan bahçeden bakıldığında konakların arasında kalan kilisenin Gotik kulesi, ikisinin arasından gökyüzüne yükselir ve âdeta iki evin cephesini noktalar, tamamlar ama o kadar farklı, kıymetli, halkalı, pembe ve cilalı bir malzemeydi ki tıpkı kumsalda iki düz, yassı, kusursuz taşın arasına sıkışmış, koni biçimindeki, parlak, sırlı bir deniz kabuğunun lal rengi tırtıklı külahının taşlardan ayrı olması gibi konaklarla bir bütün oluşturmadığı net bir şekilde belli olurdu. Paris’te şehrin en sevimsiz muhitlerinden birinde bile birçok değişik sokakta yer alan, bir araya yığılmış çatılardan mor, bazen kırmızımsı bazen de atmosferin çıkardığı en seçkin “suret”lerde, küllerden çalınmış siyahlıkta bir kubbeden meydana gelen art arda iki hatta üç ayrı plan görülen öyle bir pencere bilirim ki Saint-Augustin Kilisesi’ne ait olan bu kubbe, bu Paris manzarasına, Piranesi’nin bazı Roma manzaralarının havasını verir. Yine de bu küçük gravürlerden hiçbirinde, hafızam ne kadar zevkle canlandırsa da uzun süre önce kaybettiğim şeyi, yani nesneleri birer görüntü olarak algılamamıza değil de eşi benzeri olmayan insanlarmış gibi onlara inanmamıza yol açan duyguyu koyamadığım için, hiçbiri Combray’nin kilisenin arkasına düşen sokaklardaki çan kulesi görüntüsünün hatırası gibi hayatımın derin bir bölümünü hâkimiyeti altında bulunduramaz. Combray Kilisesi’nin çan kulesini ister saat beşte postaneden mektupları almaya giderken birkaç ev ötenizde, solda, çatıların oluşturduğu çizgiden birdenbire sivrilen bir doruk olarak görün ister tam tersi, Mme Sazerat’nın hâlini sormak istediğinizde bu çizginin diğer yamaçta tekrar alçalışını gözlerinizle takip edip çan kulesinden sonra ikinci sokağa döneceğinizi düşünün ister biraz daha uzaklaşıp istasyona giderken yandan, dönüşünün değişik bir anında yakalanmış bir geometrik şekil gibi profilden yeni yüzeylerini ve köşelerini fark edin ister Vivonne kıyılarından, çan kulesinin külahını gökyüzünün kalbine fırlatmak için gösterdiği çabayla ortaya çıkmış gibi görünen, perspektifin yükselttiği, kendini kasmış, kuvvetli apsise bakın; her zaman dönüp dolaşıp her an her şeye hâkim olan o çan kulesine gelirdiniz, beklenmedik bir doruktan evlere seslenerek bedeni insanların arasına saklanmışsa da kalabalıktan ayırabildiğim Tanrı’nın havaya diktiği parmağıymış gibi sanki, önümde ayakta dikilirdi. Bugün bile hâlâ büyük bir taşra kentinde veya Paris’in pek de aşina olmadığım bir semtinde yoldan geçen birine yol sorduğumda “yolu tarif ederken” uzakta bir hastane kulesini, köşesinden dönmem gereken bir sokağın başında, rahip başlığının sivri ucunu göğe yükseltmiş bir manastır çan kulesini nirengi noktası olarak gösterirse eğer, hafızam o sevgili, kayıp görüntüyle anlaşılmaz bir şekilde en ufak bir benzerlik bile bulsa yolu tarif eden şahıs doğru yönde ilerlediğimden emin olmak için dönüp bakacak olursa benim gezintiyi veya işi unutup hemen orada kalakaldığımı, saatlerce hareket etmeksizin çan kulesinin karşısında durup hatırlamaya çalıştığımı, hafızamın derinliklerinde, unutuş ırmağında kaybolmuş bir diyarın yeniden fethedilişini, suların çekilip tekrar inşa edildiğini hissettiğimi hayretle izler; o hâlde hiç kuşkusuz tekrar yola düşer, az önce yolu sorduğum zamankinden daha büyük bir kaygıyla yolumu bulmaya çalışır, bir sokağa saparım… Ama… Kalbimin içinde bir sokağa…
Ayin bittikten sonra eve dönerken sıklıkla, Paris’te mühendislik yaptığı için uzun tatilleri haricinde Combray’deki evinde ancak cumartesi akşamından pazartesi sabahına kadar kalabilen M. Legrandin’le karşılaşırdık. Parlayan bilimsel kariyeri dışında, tamamen farklı bir edebiyat ve sanat kültürüne sahip olan ve bu kültürünü mesleki uzmanlığında kullanmayan ancak bir konuşma esnasında onlardan beslenen kişilerdendi M. Legradin. Birçok edebiyatçıdan daha edip (O zamanlar M. Legrandin’in yazar olarak bir şöhreti olduğunu bilmiyorduk ve bir şiirini ünlü bir müzisyenin bestelediğini öğrenince çok şaşırmıştık.), birçok ressamdan daha kabiliyetli olan bu kişiler, sürdükleri hayatın aslında onlara uygun bir hayat olmadığını düşünür ve bilimsel mesleklerine ya hayal güçlerini de kullanarak kayıtsızca ya da özenli, mağrur, kibirli, hüzünlü ve titiz bir dikkatle yaklaşırlar. Uzun boylu, endamlı, uzun sarı bıyıklı, zarif ve dalgın çehreli, mavi gözlü, yılgın bakışlı, incelikli bir nezaket gösteren, daha önce karşılaşmadığımız derecede hoşsohbet olan M. Legrandin, kendisini her zaman örnek olarak gösteren ailemin gözünde, hayatı son derece soylu ve hassas bir şekilde algılayan, seçkin bir beyefendiydi. Büyükannemin onda bulduğu tek kusur, biraz fazla güzel, fazla ağdalı konuşması; hep havada uçuşan geniş, yumuşak kravatındaki ve neredeyse okul çocuklarınınkine benzer düz ceketindeki doğallığın dilinde bulunmamasıydı. Büyükannem ayrıca onun çoğunlukla aristokrasiye, yüksek sosyete hayatına, “Aziz Paulus’un affedilmesi imkânsız günahtan söz ederken kastetmiş olduğu” züppeliğe karşı yaptığı hararetli tiratlarına da şaşırırdı.
Yüksek sosyete hırsı, büyükannemin hissetmekte hatta anlamakta öylesine zorlandığı bir duyguydu ki bu hırsı bu kadar ateşli kınamak da ona biraz manasız gelirdi. Ayrıca kız kardeşi Balbec yakınlarında yaşayan ve Aşağı Normandiyalı bir asilzadeyle evli olan biri için, M. Legrandin’in soylulara bu kadar şiddetle saldırmasını hatta hepsinin 1789 devrimi sırasında giyotinden geçirilmediğinden dem vuracak kadar ileri gitmesini biraz yakışıksız bulurdu.
Kendisiyle karşılaştığımızda “Selam dostlar!” diyerek yaklaşırdı bize. “Burada uzun süre yaşayabildiğiniz için mutlu olmalısınız; benim yarın Paris’e, fakirhaneme dönmem gerekiyor.” “Şüphesiz evimde işe yaramayan her şey var. Yalnız gerekli olan bir şey eksik, buradaki gibi kocaman bir gökyüzü parçası!” diye eklerdi kendine has hafif alaycı, hoşnutsuz, biraz dalgın gülümsemesiyle; “Hayatınızın üstünde hep bir gökyüzü parçası bulundurmaya çalışın küçük bey.” derdi sonra da bana dönerek. “Ender rastlanır nitelikte, müthiş bir ruha, bir sanatçı doğasına sahipsiniz, onun ihtiyaçlarını karşılamayı ihmal etmeyin.”
Halam, eve döndüğümüzde bize, Mme Goupil’in ayine yetişip yetişemediğini sorunca ona cevap veremezdik. Üstelik, kilisede Kötü Gilbert’in vitrayını kopya etmek için bir ressamın çalıştığını söyleyerek huzursuzluğuna huzursuzluk eklerdik. Hemen bakkala gönderilen Françoise, hem kilisede ilahi söyleyip temizlik yapığı hem de bakkal çırağı olduğundan çeşitli muhitlerle ilişkisi ve sınırsız bilgisi olan Théodore’u bulamayıp eli boş dönerdi.
“Ah!” diye iç geçirirdi halam. “Eulalie’nin geleceği saati sabırsızlıkla bekliyorum. Ondan başka kimse bana bu konuda bilgi veremez.”
Eulalie bir ayağı aksak, hamarat bir kızdı ve kulakları ağır işitirdi, çocukluğundan beri hizmetinde olduğu Mme de la Bretonnerie’nin ölümünden sonra emekliye ayrılmış, kilisenin yanında bir oda tutmuştu; durmadan kiliseye, ayine, ayin saatleri dışında ise ya dua okumaya ya da Théodore’a yardım etmeye inerdi; geri kalan zamanlarda da Léonie halam gibi hasta insanları ziyaret edip sabah veya ikindi dualarında neler olduğunu anlatırdı onlara. Eski patronlarının kendisine verdiği küçük meblağda aylığa ufak bir katkı sağlamak için ara sıra rahibin veya Combray’nin rahip sınıfı kesiminden öne çıkan bir başka kişinin çamaşır işleriyle ilgilenmekte bir sakınca görmezdi. Siyah çuhadan bir harmani giyer, çenesinin altında bağlanan, din adamlarınınkine benzer bir takke takardı, bir deri hastalığı yüzünden yanağının bir bölümü koyu bir kına çiçeği gibi pespembeydi, burnu da kemerliydi. Onun ziyaretleri, muhterem pederden başka neredeyse hiç misafir kabul etmeyen Léonie halam için büyük eğlenceydi. Halam zaman içinde, diğer bütün ziyaretçilerin ayağını kesmişti birer ikişer, çünkü ona göre hepsi nefret ettiği iki insan kategorisinden ya birine ya diğerine giriyordu. Bu kategorilerden ilki, başından ilk savdığı, halama “kendini dinlemesini” salık veren ve güneşli havada küçük bir yürüyüşün ve güzel, az pişmiş bir bifteğin ona (İki yudumcuk Vichy suyunun ağırlığını midesinde on dört saat taşıyan halama hem de!) sürekli yatmaktan ve aldığı ilaçlardan daha iyi geleceği tezini -sadece kınayan suskunluklarla veya şüpheli gülümsemelerle de olsa- savunan en kötü insanlardan oluşuyordu. Diğer kategori ise hastalığının halamın sandığından da ciddi olduğuna, gerçekten de söylediği kadar hasta olduğuna inanmış görünen kişilerdi. Böylece biraz tereddütten sonra, Françoise’ın iyi niyetli ısrarlarına dayanamayarak yukarı çıkmalarına izin verilen ve ziyaretleri esnasında çekingen bir tavırla “Hava güzel olduğunda biraz hareket etseniz, acaba…” demeyi göze alarak kendilerine gösterilen lütfu hiç ama hiç hak etmediklerini kanıtlayan misafirler de aksine, halam, “Kötüyüm, çok kötü, sonum yaklaştı sevgili dostlarım!” dediğinde, “Ah! İnsanın sağlığı elden gitmeyegörsün! Ama daha uzun süre böyle dayanabilirsiniz.” diye cevap verenler misafirler de bir daha asla kabul edilmeyeceklerinden emin olabilirlerdi. Bu durumu gülümseyerek karşılayan Françoise, halamın onları geri çevirmek için başvurduğu her daim zaferle sonuçlanan kurnazlıklarına ve halamı görmeden dönen misafirlerin umutsuz yüz ifadelerine güzel bir oyun gözüyle bakar, gülümsemesi kahkahaya dönüşürdü; kısacası, halam hem uyguladığı perhizin onaylanmasını hem acılarından yakınılmasını hem de geleceği konusunda içinin rahatlatılmasını isterdi.
İşte Eulalie’yi diğerlerinden farklı kılan da buydu. Halam bir dakikada yirmi kere, “Benim sonum geldi, sevgili Eulalie!” dese Eulalie yirmi kere, “Madam Octave hastalığınızı o kadar iyi tanıyorsunuz ki daha dün Mme Sazerin’in de bana dediği gibi, yüz yaşına kadar yaşarsınız.” derdi (Eulalie’nin tecrübenin getirdiği sayısız yalanlamanın sarsmayı başaramadığı en güçlü inançlarından biri de Mme Sazerat’nın adının Mme Sazerin olduğuydu.).
“Yüz yaşıma kadar yaşamayı istediğim yok!” diye cevaplardı ömrüne belirli bir vade biçilmemesini tercih eden halam.
Ayrıca Eulalie, halamı yormadan eğlendirmeyi bilen tek insan olduğu için beklenmedik bir engel çıkmadıkça her pazar düzenli olarak yaptığı ziyaretler, halam için, pazar günleri, önceleri neşe ile beklediği ama Eulalie biraz gecikse aşırı bir açlık hâli gibi ızdırap kaynağına dönüşen bir zevkti. Eulalie çok gecikirse eğer, bekleyişin hazzı işkenceye dönüşür, halam saate bakmaktan kendini alamaz, esner, kendini çaresiz hissederdi. Günün sonunda halam umudu kesmişken Eulalie’nin gelişini haber veren zil sesi duyulduğunda halam neredeyse fenalık geçirirdi. Aslında pazarları, bu ziyaretten başka bir şeyi düşünmezdi; öğle yemeği biter bitmez, Françoise halamı “meşgul etmek” üzere yukarı çıkıp yemek odasını boşaltmamız için bizi acele ettirirdi. Ama (özellikle güzel havaların Combray’de yüzünü göstermesinden itibaren) kibirli öğle saati, Saint-Hilaire çan kulesini sesli tacının on iki çiçeğiyle bir an harmalandırıp kuleden aşağı inerek soframızın etrafında, kilise çıkışında teklifsizce bize katılmış olan kutsanmış ekmeğin yanında çınladıktan sonra sıcaktan ve bilhassa da yemekten rehavet çökmüş hâlde, hâlâ “Binbir Gece Masalları” tabaklarının başında oturuyor olurduk. Çünkü Françoise artık bize bildirmeye gerek duymadığı, değişmez yumurta, pirzola, patates, reçel ve peksimetten oluşan ana mönüsüne -tarladaki ve meyve bahçelerindeki tarıma, gelgitin ürünlerine, ticaretin tesadüflerine, komşuların kibarlığına ve kendi zekâsına bağlı olarak ve soframız on üçüncü yüzyılda katedrallerin ana kapılarına oyulan dört yapraklı süsler gibi, mevsimlerin birbiri ardına sıralanışını ve hayatın olaylarını yansıtacak şekilde- satıcı kadın çok taze olduğunu garanti ettiği için bir kalkan balığı, Roussainville-le-Pin pazarında görüp çok beğendiği için bir hindi, daha önce bize hiç o şekilde pişirilmişini yedirmediği için ilikli yaban enginarı, açık hava insanı acıktırdığı ve saat yediye kadar sindirmeye bol vakit olduğu için kızarmış but, değişiklik olsun diye ıspanak, turfanda olduğu için kayısı, on beş güne kadar artık kalmaz diye Frenk üzümü, M. Swann özellikle bize getirdiği için ahududu, iki yıl sonra ilk kez yeniden meyve verdiği için bahçedeki ağaçtan kiraz, ben eskiden çok sevdiğim için krem peyniri, bir gün önceden sipariş ettiği için bademli pasta, ikram etme sırası bizde olduğu için bir çörek eklerdi. Bütün bunlar bittikten sonra özellikle müptelası olan babama adanan, Françoise’ın kişisel ikramı, ilhamı olan, bütün becerisini gözler önüne serdiği, özel bir günü kutlamak için ortaya çıkarılmış bir eser gibi geçici ve hafif bir krem şokola servis edilirdi. “Yeter, çok doydum, ağzıma lokma koyamam!” diyerek bu kremayı reddeden kişi, bir sanatçının kendilerine hediye ettiği bir eserinde bile niyet ve imzadan başka önemli bir şey olmamasına rağmen, ağırlığına ve malzemesine bakan görgüsüzler sınıfına dâhil ediliverirdi hemen. Hatta tabağında tek bir lokma bırakmak, bestecinin gözü önünde, parça bitmeden kalkıp gitmek kadar büyük bir nezaketsizlik olarak adlandırılırdı.
Sonunda annem bana, “Haydi, akşama kadar burada oturma; dışarısı sıcak geliyorsa odana çık ama önce biraz hava al, masadan kalkar kalkmaz okumaya dalma.” derdi. Genellikle iğ biçimli alegorik bedenini hareketli bir kabartma hâlinde ham taşa işleyen bir semenderin, teknesini Gotik kurnalar gibi süslediği, Saint-Esprit Sokağı’na açılan bir servis kapısının bulunduğu, evden bağımsız bir yapıymışçasına bir çıkıntı oluşturan arka mutfaktan iki basamakla doğrudan toprak zemine inilen bahçenin bu küçük köşesindeki pompanın yanına, leylak ağacının gölgesindeki arkalıksız sıraya otururdum. Mutfağın somakiyi andıran kırmızı, parlak yer döşemesi bahçeden fark edilirdi. Buranın, Françoise’ın ini olmasından çok küçük bir Venüs tapınağı havası vardı. Peynircinin ve manavın bazen tarlalarının ilk ürünlerini ona adamak üzere uzak köylerden getirdikleri bağışlarla dolup taşardı. Çatısını da daima, dem çeken bir güvercinle taçlandırırdı.
Eskiden, bu tapınağı çevreleyen kutsal ormanda fazla oyalanmazdım çünkü kitap okumak üzere yukarı çıkmadan önce, büyükbabamın ordudan binbaşı olarak emekli olmuş kardeşi Adolphe amcamın, zemin kattaki, açık penceresinden içeri güneş ışınları olmasa da sıcaklık girdiğinde bile terk edilmiş av köşklerine girdiğimizde uzun müddet burnumuzu gıdıklayan, hem devrim öncesini hem de ormanı çağrıştıran o karanlık ve serin kokunun hiç eksik olmadığı küçük oturma odasına girerdim. Ama yıllardır Adolphe amcamın oturma odasına girmez olmuştum, benim hatam yüzünden gelişen, biraz sonra anlatacağım şu olay sebebiyle ailemle arası bozulduğundan beri Combray’ye gelmiyordu: