Arap seciyesinin birçok asil sıfatı bulunduğu şüphesizdir. Misafirperverlik, hürriyet aşkı, cesaret, mertlik, kabileye bağlılık, Arap’ın diğer kavimlere nazaran farklı olduğu, sıfatların bir kısmıdır. Fakat bu gibi meziyetler, Arap’ın batmış olduğu vahşette kaybolmuş, bir medeniyet kurulmasına yaramamıştır. Arap bir taraftan misafirine her türlü ikramı yaparken, diğer taraftan bir yolcuyu çevirip soyuyordu. Kabilesine bağlı olan Arap, bu bağlılık hissini ifrat bir dereceye vardırır ve onu sevimsiz bir hâle koyardı. Kişiler arasında meydana gelen en önemsiz münakaşalar, nesilden nesile intikal eden müthiş harplere sebebiyet verirdi. Netice olarak Arabistan için bu devir, ahlaksızlık ve dinsizlik bulutları ile kararan kötü bir devirdi. Gerçek fazilet tamamen meçhul bir şeydi. Arapların tevhit inancına yabancı olmadıkları şüphesizdi. Fakat bu çok az yaygındı. Arapların sürdürdüğü hayat şekli, dillerinin söylediğini yalanlıyordu. Araplar, Cenabıhakk’ın kâinatı idareye ait çeşitli vazifelerini, müteaddit ilahlara ve putlara yüklediğini sanarak, putperestliğe koyulmuşlardı. Putlara her türlü tazimi yerine getirirler ve tapınırlardı. Bu suretle tevhit akidesi boş bir inançtan ibaret kalıyor ve yaşanılan hayatta hiçbir mevki olmuyordu. Putlardan başka Araplar, mukadderatı tanzim edici sandıkları güneşe, aya, yıldıza ibadet ederlerdi. Araplar daha da alçalarak taş parçalarına, ağaçlara, kum tepelerine boyun eğerler, onlara tapınırlar, yollarında tesadüf edecek heybetli bir kaya parçasına bile kulluk gösterirlerdi. Bir kaya parçası bulamazlarsa üzerinde develerini sağdıkları bir kum tepesine bile tapınırlardı. Melekler, Arapların nazarında haşa Allah’ın kızları idi. Şöhret kazanan insanlar adına yontulan taşlara bile secde ederlerdi. Bazen yontulmamış taşlar dahi bu hizmeti görürdü. Bir sefere çıktıkları zaman Araplar, yanlarında dört taş taşırlar, üçü ile bir ocak çatar, dördüncüsüne de tapınırlardı. Bazı kere de bu dördüncü taşa lüzum görülmez, ocak üstünde yemek piştikten sonra, ocağı teşkil eden taşlardan biri sökülerek ona tapınırlardı. Kâbe’de üç yüz altmış kadar put bulunuyordu. Her kabilenin kendine mahsus bir putu vardı. Bundan başka her evde de bir put bulunur aile fertleri buna ibadet ederdi. Özetle, putperestlik Arapların ikinci tabiatı olmuş ve günlük hayatın her alanına nüfuz etmiştir. Arap dininin esas akidesi, hastaya şifa, çocuk edinme, kıtlık ve veba gibi belaları kaldırmak gibi görevleri başka başka ilahlara devrederek, dünyanın idaresinin onlara taksiminden ibaretti. Allah’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat edilmekle elde edilebileceğine inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunları tavaf ederler, bunlar adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir parçasını bunlara tahsis ederlerdi. Araplar böylesine bir putperestliğe koyulmuş iken Hz. Peygamber Efendimiz, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında onların seviyesini yükseltmişti. Bu müddet zarfında putperestlik yalnız yarımadadan çıkarılmakla kalmamış kalplerdeki tevhit akidesi de bütün heybeti ile doğmuş, onları, o devrin bütün milletlerini tevhide davet için kıyam ettirmişti. On iki bin mil metrekare gibi bir sahayı işgal eden bu memleketi, asırlarca anane ile bağlı bulunduğu putperestlik felaketinden, yirmi sene gibi kısa bir zaman zarfında kurtarmak, bu millete tevhit dinini yayma şerefini kazandırmak, dünyanın gördüğü mucizelerin en kuvvetlisi değil midir? Bu inkılabı yapan şahsiyet “Fahr-ı Âlem” lakabını gerçekten almaya layık değil midir?
Arabistan’da umumi din olan putperestlikten başka, yıldızlara ibadet de aynı derecede kökleşmişti. Beşeriyetin mukadderatı, muhtelif yıldızların hareketine bağlanmıştı. İnsanın hayır ve şerrine ait olan tabii hadiseler yıldızların nüfuzuna bağlanıyordu. Bunlardan başka Arabistan’da hiçbir dine bağlı olmayanlarla doğrudan doğruya dinsiz olanlar da mevcut idi.
Bir taraftan putperestlik en yaygın şekliyle Arapların zihinlerine hâkim iken Arapların içinde, Allah’ın varlığını inkâr eden, ruhun ölümsüzlüğüne inanmayan, hesap gününü kabul etmeyenler de vardı. Bunların gözünde din bir maskaralıktı. Bunlar, tapındıkları putlarla da istihza ederlerdi. Arapların meşhur şairi Ümrü’l Kays’ın babası öldürüldüğü zaman, Arap âdetlerine göre putu ile istişare ederek babasının intikamını almak veya almamak hususunu ilahının hükmüne bağlı kılmıştı. Şair, birinin üzerinde evet anlamında olan “Neam”, diğerinin üzerinde hayır manasına olan “la” yazılan ve bir de üzerinde istişarenin tekrarını ifade eden üç ok almış ve bunları üç defa atmıştı. Sonuç hep menfi çıkıyordu. Bu duruma hiddetlenen şair, oku ilahının yüzüne atarak, ona hitaben: “Sefil, öldürülen kendi baban olsaydı, intikamını almaktan beni menetmezdin!” demişti.
Arabistan’da dinsizlik ve putperestlik bu merkezde idi. Arapların sosyal hayatı da çok kötü idi. Araplar sosyal toplum olmanın esaslarından bile haberdar değillerdi. Bunların hayat tarzı, hiçbir içtimai fazileti terakki edecek bir hâlde değildi. Arapları meşgul eden en önemli olay, kendi aralarındaki kabile mücadeleleri idi. Her an diğer bir kabilenin düşmanca saldırısına maruz kalabilirlerdi. Araplar sürüleri ile genellikle göçebe bir hayat sürüyorlardı. Nerede su ve sürülerini otlatacak güzel bir yer görürlerse çadırlarını oraya kurarlardı. Arapların çok az kısmı köylerde, daha da az diyebileceğimiz bir kısmı da şehirlerde yaşarlardı. Bu şartlar altında Arapların muntazam bir medeniyet kurmalarına hiç ihtimal verilebilir mi? Arabistan’da kanunu tatbik ve asayişi temin edecek bir hükûmet merkezi yoktu. Sanki bütün memleket, sayısız hükûmetlere bölünmüştü. Her kabile, müstakil bir siyasi birlik teşkil ediyordu. Şurada burada mevcut olan hükûmetler de adalet tevzi edemeyecek derecede zayıftı. Birinin hakkını diğerinden almak için insanın dayandığı yegâne kuvvet bilek gücü idi. Her kabilenin haklarını korumak için o kabileyi harbe sevk edecek bir başkanı vardı. Fakat ne fertleri kabileye ne de kabileyi millete bağlayacak bir kanun ve şeriat yoktu. Herkes müstakildi. Yani merkezî bir bağlılık yoktu. W. Muir’ın da kabul ettiği gibi, bunları birleştiren ancak Müslümanlık olmuştur. İngiliz tarihçi diyor ki: “Nazarı dikkatimizi çeken en mühim nokta, Arapların sayısız heyetlere ayrılmaları; genellikle aynı dil ile konuşmaları, aynı âdetleri taşımaları, aynı haysiyet ve ahlaka tabi olmaları fakat hepsinin birbirinden başka ve birbiri ile daima harpte bulunmaları; kan veya menfaat bağları ile bağlı oldukları hâlde önemsiz bir meseleden dolayı en şiddetli düşmanlıklara girişmeleridir.” İslam’ın zuhuru zamanlarında Arabistan’ın gösterdiği manzara, herhangi bir birleşme teşebbüsünü akamete uğratacak derecede bir ihtilaf manzarası idi. Bu kabilelerin nasıl birleşebileceği, hangi kuvvetle toplanabileceği, müşterek bir merkeze nasıl bağlanabileceği meselesi, henüz halledilmemiş bir konu idi. Bütün bu sorunları Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) çözdü. Kur’an-ı Kerim’in şu ayetinde Arapların bu durumuna işaret vardır:
Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar. 23
Araplar arasında bir kere düşmanlık başladı mı yıllarca devam ederdi. Bir hakaret, bir at yarışında önemsiz bir olay, binlerce insanın kanının dökülmesine sebep olurdu. En kötü tarafı ise yenilenlerin, esir düşenlerin, galipler tarafından daima köle olarak kullanılmaları idi. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in gıptaya şayan bir ahlak seviyesine yükselttiği millet, bu kadar alçalabilmiş bir milletti. İslam’ın Peygamber’i bu düşman ve nefret sahibi unsurlarda öyle ahenkli bir kardeşlik tesis etmiştir ki bu durumun dünya tarihinde başka bir örneği yoktur. Bu ne muazzam bir inkılaptır. Arap toplumunda kadının işgal ettiği mevki pek düşüktü. Hayvani şehvetin ifadesi olan aşk teranelerini bir tarafa bırakırsak kadın, hayvanların gördüğü muameleden farklı bir muamele görmüyordu. Çok kadınla evlenme Araplar arasında pek yaygındı. Bir erkeğin alabileceği kadınların sayıca hududu yoktu. Bu herkesin kendi arzusuna bağlı bir şeydi, çok kadınla evlenmekten başka her Arap istediği kadar sevgilileri ile gayrimeşru münasebette bulunabilirdi. Fuhuş bir meslek olarak yaygındı. Esir kadınlar, fuhuş yaparak efendilerine para kazanırlardı. Evli kadınların, çocuk doğurmak için başka erkeklerle münasebette bulunmalarına müsaade edilirdi. İstibdâ olarak isimlendirilen bu hareket Hinduların Niyoga hareketine benzer. Bundan başka, kadına bir eşya parçası gibi bakılırdı. Kadın, ölen kocasının, babasının yahut akrabasının malından bir hisseye sahip olamadıktan başka; kendisi, ölenin mirası arasında başkalarına intikal eder, vâris onu istediği gibi kullanırdı. İsterse onunla evlenir, isterse başkalarına verirdi. Babasının ölümü üzerine bir evlat, babasının mirası arasında üvey anasına da sahip olup, isterse onunla münasebet kurabilirdi. Araplar arasında boşanma çok yaygındı. Bir adam karısını bin kere boşar ve onun iddeti sona erdikten sonra yine alabilirdi. Bazı kere erkekler eşlerine yaklaşmamak için yemin ederler yahut kadınlarına anneleri gibi baktıklarını ilan ederler; bu suretle de kadın ne evli ne de boşanmış olur, ihmal edilmiş bir hâlde kalırdı. Bu hareket tarzı sırf kadınlara zarar vermek için seçilen bir yoldu. Zavallı kadın ise bunlar karşısında bir şey yapamazdı. Cinsi münasebeti ifade için Araplar, en müstehcen kelimeleri kullanırlardı. Aşk ve fuhuş hikâyeleri, edep ve ahlaka aykırı bir şekilde mağrurca bir eda ile söylenirdi. Yüksek ailelere mensup kadınlara aşk şiirleri ile sarkıntılık edilirdi. Araplar arasında kadının ne kadar düşük bir seviyede olduğu göz önüne serilince, kadınlığın İslam Peygamberi’ne olan şükran borcu, daha açığa çıkar. Hz. Muhammed (s.a.v.), kadını, zillet çukurundan şeref ve haysiyet mevkisine çıkarmıştır. Kadınlara, dış görünüşte sathi hürmetten başka bir bağlılığı olmayan medeni Avrupa bile, İslam dininin kadına verdiği hakların pek çoğunu vermemiştir. İslam’ın kadınlığa temin ettiği hürmet, onun iffetini temin etmek, erkekle müsavatını tanımak esasına dayalıdır ki Batı medeniyetinde böyle bir şeye tesadüf edilemez.
İslam dininin kadın hakları konusunda yaptığı ıslahatı ortaya çıkarırsak aradaki fark daha iyi anlaşılacaktır. Kur’an-ı Kerim, erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğunu ifade ettiği gibi kadınların da erkekler üzerinde bazı haklarının olduğunu ifade eder.24
Bu ayet-i kerime, kadınlığın hürriyet beratıdır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Sizin en hayırlınız zevcelerine en iyi muamele edendir.” Kadınlığı hakir görmekle aşırı gitmiş olan Arabistan muhiti, bu kadar yüksek ahlakla mütehassıs olmaya başlamıştı. Kız çocuklarını diri diri gömmeyi bir asalet alameti gören bir memlekette, kadınlara hürmeti yerleştirmek kolay bir şey değildi. Babalar, doğan çocukları kız olduğu zaman kederlenir, en derin endişeye düşerler, onu gömmeyi veya aileye yükleteceği zillete dayanmayı düşünürlerdi.25
Şayet baba, kızını diri diri gömmeye karar verirse yavrusunu alır, çöle götürür, onu eliyle kazdığı çukurun kenarına koyar; sonra onu çukura iterek, feryat eden o günahsızın yüzüne yığın yığın kumları atarak, onu öylece gömerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir kere böyle bir hadiseden haberdar edildiğinde ağlamışlardı. Bazen de kız çocukları doğduğu takdirde, onun öldürülmeleri konusu, evlilik öncesi her iki taraf arasında karara bağlanırdı. Eğer bu durum hükme bağlanırsa çocuğun annesi, birçok kadını davet ettikten sonra onların gözü önünde bu işi yapardı. Bütün bu davranışlar, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ile son bulmuştu. Bunun için Hz. Peygamber’in insanlığa ifa ettiği hizmet eşsizdir.
Bütün Arabistan’da yaygın olan çirkinliklerden birisi de içki idi. Araplar günde birkaç defa içki sofraları kurarlardı. Birkaç fıçı dolusu içkisi bulunmayan Arap evi yoktu. Kur’an-ı Kerim içkiyi de haram kılmıştı.26 Bütün içkiler dökülmüş, kapları da parçalanmıştı. Rivayet edildiğine göre içkinin haram kılındığı gün, Medine sokaklarında sel suyu gibi içki akmıştı.
Arap toplumunun o zaman içine düştüğü rezaletten biri de kumardı. Vakit geçirmek için Araplar devamlı kumar oynarlardı. Kumar oynamayanlara da sefil derlerdi. Müslümanlığın ruhani kudreti, bu felaketi de kaldırarak Arabistan’ı kurtardı.
Araplar, talim ve terbiyeden nasibini almış bir millet değildiler. Bunların aralarında okuma yazma bilenler çok nadirdi. Cehalet, hurafeleri takviye ettiğinden, Araplar arasında türlü türlü garip inançlar yayılmıştı. Araplar, cinlere, perilere inandıkları gibi, bunlarla konuştuklarını iddia ederlerdi. Cinlerle perilerin getirdikleri bir takım hastalıkları ortadan kaldırabilmek için efsunlar yapılır, tütsüler yakılırdı. Araplar, insan ruhunun, doğduğu zaman kişinin vücuduna giren küçük bir varlık olduğunu, insan öldüğü zaman da bu küçük varlığın insan vücudunu terk ederek kabrinin üzerinde uçtuğunu söylerlerdi. Kuraklık zamanında Araplar bir ineğin kuyruğuna kuru otlar bağlarlar bunları ateşler, hayvanı da dağa doğru salıverirlerdi. Başlarına bir felaket geldiğinde ise evlerine arka kapılardan girerlerdi. Araplar kuşların uçuşlarından çeşitli manalar çıkarırlardı. Yol üzerinde tesadüf edilen bir kuş sağdan sola doğru uçarsa Araplar bunu hayra yorarlar aksini ise şer kabul ederlerdi. Ahiret hayatına inanan Araplar ise kabirlerin üzerine bir deve bağlar ve açlıktan ölünceye kadar onu orada tutarlardı. Ölünün kıyamet günü bu deveye bineceğine inanırlardı. Ayrıca, insan ruhunun bedenden ayrıldıktan sonra bir baykuş şekline girdiğine ve kabrin üstünde uçtuğuna inanılırdı. Batıl inançlarına göre; Arap’ın birisi öldürülürse intikamı alınıncaya kadar kabrinin üzerinde dönüp dolaşan baykuş “Bana su verin, bana su verin!” dermiş.
Araplar falcıların, müneccimlerin sözlerini doğru sayarlardı. Sonuç itibarıyla cahiliye Arapları, bu çeşit yüzlerce hurafeye inanırlardı. Birkaç sene zarfında Hz. Peygamber bunları vâris oldukları esaret zincirinden kurtardı. Onları ahlak, irfan ve medeniyetin zirvesine ulaştırdı.
Araplar gibi çökmüş bir milletin nail olduğu ıslahı ve ona benzer yükselişin bir emsalini göstermek için cihan tarihinin sayfalarını boşuna çevirmeyiniz. İslam Peygamberi’nin bu başarısı, ona “Fahr-i Âlem” lakabını kazandırmaz mı?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ARABİSTAN’DA YENİLEŞME HAREKETLERİ
Bu, babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah’ın indirdiği Kur’an’dır. 27
Hz. İbrahim’in peygamberliğinden önce ve risaletini takip eden yıllarda, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde peygamberler çıkmıştı. Bu peygamberlerden bazılarının isimleri Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir. Hz. Hud, Yemen’in Ahkaf diye bilinen bölgesinde oturan Ad Kavmi’ni ıslah için gönderilmişti. Hz. Salih ise Medine’nin kuzeyinde bulunan Hicr’de oturan Semud Kavmi’ne gönderilmiştir. Hz. Hud ve Salih peygamberler Hz. İbrahim’den önceydiler. Hâlbuki birbirini takiben ortaya çıkan İsmail ve Şuayb, Hz. İbrahim’den sonra Yemen ve Medine’ye gönderilmişlerdi. Eserler ve ananeler, Ad Kabilesi’ni çok kuvvetli bir kavim olarak göstermektedir. Bunlar Arabistan’ın hududunu aşan bir devlet kurmuşlardı. Hz. Hud’dan önce de bunlara peygamber gönderildiği anlaşılıyor. Hz. Hud, Ad’ın dünyaya bağlılık noktayı nazarlarından en alçak seviyeye düştükleri zaman gönderilmişti. Bu kavim, Hud Peygamber’in davetini kabul etmemiş ve çok şiddetli cezaya uğramıştı. Bunlar Ahkaf’ın şimalinde uzanan büyük çölün kum fırtınası ile helak olmuşlardı. Bu felaketi göz önüne alan Semud Kavmi de dağlara sığınarak, meskenlerini kayaları oyarak yapmışlardı. Fakat bunlar da cezaya çarptırıldıkları zaman yakayı kurtaramamışlar ve bir deprem ile helak olmuşlardı.
Arabistan haritasına bir göz attığımız takdirde, isimlerini saydığımız dört peygamberden Hud ile İsmail’in (a.s.) Güney Arabistan’a, Salih ile Şuayb’ın (a.s.) Kuzey Arabistan’a peygamber olarak gönderildiğini görürüz. Fakat Hicaz adı ile bilinen Arabistan’ın merkezine peygamber gönderilmediği anlaşılmaktadır.
Hz. İbrahim’in (a.s.) Mekke’yi ziyareti ve oğlunu orada bırakması, daha sonra Kâbe’yi inşa etmesi, buralarda birçok mekân ve makamların kendi adına izafe olunmasına sebebiyet vermiştir.
Beni İsrail peygamberlerinin risaletleri zamanında Arabistan’da putperestlik had safhasındaydı. Yemen meliklerinden biri Hz. Süleyman’ın irşadı ile tevhit dinini kabul etmişti. Bundan başka Arabistan’ın dinî hayatında ikinci bir hareket daha meydana gelmemiştir. Yahudilerin bir kısmı büyük bir ihtimalle milattan önce beşinci asırda Buhtu Nasır tarafından vatanlarından sürüldükleri zaman Arabistan’a hicret ederek oraya yerleşmişti. Son Peygamber’in Arabistan’da zuhur edeceğine dair haberler bunlar arasında yaygındı. Bunun için Yahudiler Arabistan’a geçerek Hayber’i âdeta bir Yahudi merkezi hâline getirmişlerdi. Yahudiler Hayber’e tamamen yerleştikten sonra Museviliği yaymaya başlamışlardı. Milattan yaklaşık olarak üç asır önce Yemen hükümdarı Zu Nüvas, Museviliği kabul etmişti. Bu hükümdarın Museviliği kabul etmesi Yahudilerin dinî faaliyetini kuvvetlendirmiş, zamanla bunların Arap Yarımadası’nda önemli bir mevki elde etmesine vesile olmuştu. Fakat Arapların, genellikle atalarından kalma putperestliğe bağlı kalmaları sebebiyle Yahudilerin dinî faaliyetleri kısa bir süre sonra tabii bir ölüme maruz kaldı. Araplar oldukları yerde kalakalmışlardı. Yahudilerin bu hareketini diğer bir yenileşme hareketi takip etti. Miladın üçüncü yüzyılında Hristiyan misyonerler her taraftan Arabistan’a akın ederek Necran’a yerleşmişlerdi. Arabistan’ın batıda Habeşistan, kuzeyde Roma İmparatorluğu gibi büyük Hristiyan devletlerle çevrili olması, Hristiyan misyonerlerinin bu iki devletin dünya nüfuzuna dayanarak dinî faaliyeti ileri götürmelerine sebep olmuştu. Sonuçta Asir ile Sana’da bulunan Necran ülkesi baştan başa Hristiyanlığı kabul etmişti. Fakat Hristiyanlık bu sahanın ötesine geçemeyip, şurada burada bir takım muvaffakiyetler kazanmakla beraber, Arabistan üzerinde kuvvetli bir iz bırakamamıştır. Nihayet bu ikinci yenileşme hareketi de başarısızlık ile sonuçlandı.
Arabistan’da meydana gelen üçüncü bir yenileşme hareketi dâhilî idi. İslam’dan kısa bir zaman önce “Mezheb-i Hanif” diye bilinen bir fikir hareketi başlamıştı. Haniflerin putperestliği terk ettikleri gibi Hristiyanlık ve Museviliğe de temayül etmedikleri bilinmektedir. Bunlar “Bir Allah’a” ibadet ediyorlardı. Fakat bunlar da memleketlerinin sosyal hayatını ıslah için hiçbir faaliyette bulunmamışlardı. Putperestliğe muhalif olan bu zümrenin bir kısmı, daha sonra Hristiyanlığa geçmişti, sayıları da çok azdı. Hz. Hatice’nin yeğeni Varaka bin Nevfel, Hz. Hamza’nın yeğeni Abdullah bin Cahş, Haniflerdendi.
Haniflerin çoğunluğu, ne Hristiyanlığı ne de Museviliği, insanı tatmin eder bir din olarak görmüşlerdir. Haniflerin en büyükleri Hz. Ömer’in amcası Zeyd b. Amr, Taif şehrinin reisi ve meşhur şair Ümeyye gibi şahıslar sayılabilir. Fakat bu şahıslar da yenileşme hareketlerini yaymaya ehemmiyet vermiyorlardı. Bütün yaptıkları şey putperestliğin çirkin bir şey olduğunu gizlememek, bir Allah’a inandıklarını söylemek, Hanifliğin Hz. İbrahim tarafından tebliğ edilen din olduğunu açıklamaktan ibaretti. Bu hareket pek zayıf olmakla beraber mevcuttu. Bunlar Arabistan’ın içtimai çöküşü ile zerre kadar meşgul olmamışlardır. Çünkü mücerret olarak tevhide inanmak bunlar için kâfi idi. Bundan dolayı, Hanifler de diğer dinî hareketler gibi Arabistan’ın ancak sathı hayatında görülmüş, daha derine inememiş ve Arap toplumunun üzerinde hiçbir önemli tesire muvaffak olamamıştır. Zaten bu hareket, Musevilik ve İseviliğe nazaran daha zayıftı.
Dikkate şayandır ki İslam’dan önceki bu üç hareketin hepsi de Arabistan’da bütün imkânlardan faydalandığı hâlde, çok da faaliyet göstermelerine rağmen, heba olmuşlardır. Bunlara karşılık daha sonra zuhur eden ve her türlü dünyevi yardımdan uzak olarak tek başına hareket eden bir fert, peygamberliğini en büyük muvaffakiyetle ifa ediyor, birkaç sene zarfında dünya tarihinde emsali bulunmayan bir inkılabı meydana getiriyor, Arabistan’ın köhneleşmiş olan putperestliğini kökünden kazıyarak, insanlığı çok üst seviyelere getiriyor.
Yahudilerin Araplarla aile yakınlığı vardır. İkisinin de menşei birdir. Bunların lisanları, anane ve âdetleri arasında ortak noktalar mevcuttur ve de çoktur. Her ikisi de Hz. İbrahim’i kabul ederler ve anarlar. Arabistan’ın en bereketli yeri olan Yemen’in hükümdarı Yahudi dini olan Museviliği kabul etmişti. Yahudiliğin lehinde olan bu şartlar, Museviliğin bütün Arabistan’da yayılmasını temin edecek derecede kuvvetliydi. Araplar ise bütün dış tesirlere karşı bir kaya gibi mukavemet etmişlerdi. Yahudiliğin tebliğinden sonra Hristiyanlık da yeni bir risaletle geldi. Hristiyanların tevhit diye isimlendirdikleri akitleri ise Arapların ilah düşüncelerine benziyordu. Araplar arasında yaygın olan putperestlik, Hristiyanlık üzerinde tesirini göstermişti. Hristiyanlığın teslis akidesi, onu doğuran Yunan putperestliğine pek yakındı. Kilise akidesinin gerçek kurucusu olan Sen Paul,28 Beni İsrail peygamberlerinin tebliğ ettiği tevhit akidesini diğer kavimlere cazip göstermek için, ona çekici bir renk vermişti. Netice olarak da Hristiyanlık, birçok kavim arasında kabul görmüştü. Hristiyanlığın Arapları cezbeden özellikleri de vardı. Hristiyanlık, dinî kanunlara riayet etmekte herkesi serbest bırakıyordu. Bu ruhsat ise Arapların hayat tarzına uygundu. Hareketleri düzenleyecek kanunları tanımayan ve taşımayan bu vahşi çöl yavruları ahlaksızlık çukuruna düşmüştü. Ayrıca Hristiyanlık şehevi arzuları tatmin için genişlik de veriyordu. Araplarca en az mukavemet gösterilen din Hristiyanlıktı. Kuzeyde Roma İmparatorluğu’nun, batıda Habeşistan Krallığı’nın bulunması, Yemen’de vilayetlerden birisinin bu dini kabul etmesi Hire ve Gassan’ın Hristiyanlaşması gibi sebepler Hristiyanlığın lehinde olan durumlardı. Bu şartlar altında, bütün Arabistan’ın bu dini kabul etmesi an meselesi sayılabilirdi. Hâlbuki Hristiyan kilisesi Araplar üzerinde takdire şayan hiçbir iz bırakmadığı gibi, Arapların içki, kumar ve fuhuş gibi kötülüklere meyillerini çoğaltmıştır. Üçüncü hareket yani Haniflik; bu hareket dâhilî olmakla beraber hedefi tevhit inancını putperestliğe karşı üstün tutmak ve putperestliği ortadan kaldırmaktı. Programı bundan ibaret olmasına rağmen Arap Yarımadası’nda hiç muvaffakiyet kazanamamıştı. Bu hareketin diğerlerinden zayıf oluşunun bir sebebi de maddi bir nüfuzu bulunmamasıydı. Bu vaziyeti gördükten sonra, Hz. Peygamber’in yirmi sene gibi kısa bir zamanda başardığı dinî, içtimai ve ahlaki inkılâpta, Allah’ın kudretini görmemek mümkün değildir. William Muir gibi İslam Peygamberi’nin insafsız bir düşmanı bile, Arabistan’ın mucizevi kurtuluşunu şu sözlerle ifade eder:
“Hz. Muhammed’in gençliğinde Arabistan, koyu bir muhafazakârlık içindeydi. Hiçbir devirde teceddüt, bu devirdeki kadar imkânsız sayılamazdı. Fakat Hz. Muhammed’in zuhuru ile Araplar yeni ve manevi bir uyanışa kavuştular. Araplardaki bu ani uyanışı bazıları, o sırada Arabistan’da bu uyanışın zaten beklenilmekte olduğuna bağlarlar. Hâlbuki Arabistan’ın mazisi ve İslam’dan önceki tarihi, bu görüşü geçersiz kılmaktadır. Hristiyanlık, Arabistan’da beş asır gibi bir zaman faaliyette bulunduktan sonra bile, ancak şurada burada birkaç insana bu dini kabul ettirebilmişti.
Velhasıl dinî bir bakış noktasından tetkik edecek olursak, Hristiyanlığın Arabistan’da çok zayıf sarsıntılar meydana getirdiğini, buna karşılık Museviliğin daha derin tesir icra ettiğini fakat umumiyetle Arapların hurafelere ve putperestliğe daldıkları görülür.”
Muir daha sonra diyor ki:
“Hz. Muhammed’in zuhurundan önce Arabistan dinî yenilenmeye olduğu kadar siyasi birlik ve millî bir uyanışa da müsait değildi. Arap dininin esası, derin, köklü bir putperestlikti. Bu putperestlik Mısır’dan ve Suriye’den Arabistan’a giden misyonerlerin tesirlerine mukavemet etmişti.”
Hz. Muhammed, diğer dinler erbabının bütün teşebbüslerine karşı koyan böyle bir kavme gönderilmişti. Araplar kendilerini ıslah edecek bütün teşebbüsleri akamete uğratmışlardı. Hz. Muhammed ise bu milleti ıslah hususunda, insanlık tarihinde emsali görünmeyen bir muvaffakiyet kazanmıştır. Bu hadise, bir millet ne kadar kötü olursa olsun, İslam’ın emirlerinin onu kurtaracağına ve yükselteceğine dair tarihi bir delil teşkil etmez mi?
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bİ’SET-İ MUHAMMEDİYE’NİN MÜJDELERİ
“Bu dünyada ve ahirette bizim için güzel olanı yaz; biz sana yöneldik.” dedi. Allah: “Azabıma dilediğim kimseyi uğratırım, rahmetim her şeyi kaplamıştır; bunu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara, zekat verenlere, ayetlerimize inanıp, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan Peygamber’e uyanlara yazacağız. O peygamber, onlara, uygun olanı emreder ve fenalıktan meneder; temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar; onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir. Bu Peygamber’e inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar saadete erenlerdir.” dedi. 29