Peygamber Efendimiz’in gönderileceğine ait daha önce gönderilen mukaddes kitaplarda birçok müjde, haberler vardır ki bunlar o zamanki kavimler arasında yaygın olarak bilinmekteydi. Bu müjdeler, Yahudiler ve Hristiyanların Arabistan’a gidip oraya yerleşmelerine de sebep olmuştu. Çünkü gönderilmesi vadedilen Peygamber’in zuhur yeri olarak Hicaz, mukaddes kitaplarda bildirilmişti. Biz bu müjdelerin birkaçını mevzubahis etmek isteriz.
Kur’an-ı Kerim, Bi’seti Muhammedi’nin geçmiş peygamberlerde haber verildiğini, bunlardan ve mensup oldukları milletlerden, Peygamber Efendimiz’e tabi olmak için ahit ve misak alındığını beyan etmektedir. Vadedilen Peygamber’in en büyük özelliğinin bütün Peygamberlerin hak olduklarını tasdik edicilik olacağını bu milletlere bildirmişti.30
Yine Kur’an-ı Kerim, daha önce gönderilen kitaplarda peygam berimiz’in geleceğinin müjdelendiğini de açıklar.31 Kur’an-ı Kerim’in bu beyanatını Ahd-i Cedid’in sahifeleri de teyit etmektedir.32 Anlaşıldığına göre, geçmiş zamanda Allah, her milletin ıslahı için onlara bir peygamber göndermeyi irade buyurmuştur. O zaman, yeryüzünde yaşayan kavimler birbirlerinden tamamı ile ayrı idiler. Asrımızın kolay ulaşım imkânlarından o zamanın insanları mahrumdu. Daha sonra çeşitli dinlerin hepsini bir din hâlinde birleştirmek için bütün beşeriyete hitap eden bir peygamber gönderilmiştir. Binaenaleyh, bir taraftan bütün dünyayı hakk’a davet edecek Peygamber’in geliş müjdesi bütün peygamberlere haber verilmiş, diğer taraftan da O büyük Peygamber’in kendinden önce gelen peygamberlerce hak olduğunu tasdik etmeleri emrolunmuştur. Peygamberimiz bu sıfata sahip yegâne peygamberdir.
Hz. Muhammed, tebliğ ettiği dinin itikat esaslarından birisinin de bütün peygamberleri tasdik etmek olduğunu beyan etmiştir. Onlar sana indirilene de senden evvel indirilenlere de inanırlar. Ahirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve inanç beslerler.33 buyrulmaktadır. Yine Kur’an, her millete bir müceddit gönderildiğini beyan ederek der ki: Kendisine bir nezir gönderilmeyen bir millet yoktur.34 Daha sonra da peygamberlerden bir kısmının isminin Kur’an’da geçtiğini, bir kısmının da isminin zikredilmediğini kitabımız açıklar. Bundan dolayı her iki bakımdan Peygamber Efendimiz’in mevkii aşikârdır. Bir taraftan geçmiş peygamberlerin müjdeleri Resul-i Ekrem’in şahsında tamamen tahakkuk ediyor, diğer taraftan da önceki peygamberlere inanmayı, iman esaslarından sayan tek peygamber Hz. Muhammed oluyor. Aynı zamanda bütün peygamberlerce haber verildiği gibi, en son peygamber de budur.
Semavi kitapların, o büyük Peygamber’e ait haberleri ihtiva ettiği muhakkaktır. Eski kitapların en yenileri sayılan Ahdi Atik ile Ahdi Ce-did, Kur’an-ı Kerim’in dikkat çektiği birçok müjdeyi hâlen muhafaza etmektedir.
İsrailoğulları ile Hz. İsmail’in oğulları aynı dedenin yani Hz. İbrahim’in zürriyetidir. Hz. İbrahim’e gönderilen ilahi kitap bize intikal etmemiş ise de onun oğulları Hz. İshak ve Hz. İsmail’in zürriyetleri hakkında Cenabıhakk’ın vaatlerine dair ahd-i kadimde pek çok ayet vardır. Kur’an-ı Kerim bu emirlere işaret ederek der ki: Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, “Seni insanlara önder kılacağım.” demişti. O “soyumdan da” deyince, “Zalimler benim ahdime erişemez.” buyurmuştu.”35
Bu suretle İbrahim Peygamber’in zürriyetine nübüvvet verileceği vadedilmiş ancak zulüm ettikleri takdirde bundan mahrum edilecekleri beyan edilmiştir. Hz. İbrahim ile İsmail’in Kâbe’deki duaları aynı şeyi göstermektedir. Bunlar diyorlardı ki: Rabb’imiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hâkim olan ancak sensin.36 Tevrat, Hz. İshak ve İsmail’in dünyaya teşriflerinden önce Hz. İbrahim’e bildirilmiş böyle bir vahiy kaydeder. ahd-i kadimde deniliyor ki: Sizden büyük bir millet meydana getireceğim, sizin namınızı yükselteceğim. Sizi taziz edenleri izzete mazhar edeceğim. Size lanet edenlere lanet edeceğim. Sizinle bütün dünyanın aileleri izzete ereceklerdir.37 Bu ayetleri düşündüğümüzde, bunlarda İsmailoğulları’na, yani Müslümanlara işaret edildiği açıkça ortaya çıkar. Çünkü bütün insanlar arasında yalnız Müslümanlar günde beş vakit namazlarında Hz. İbrahim ve onun ehline rahmeti ilahi niyaz ederler. Derler ki: Ya Rabbi İbrahim ile onun ehlini nasıl rahmete mazhar kıldınsa Muhammed ile onun ehlini de rahmete mazhar kıl.
Kitab-ı Tekvin’de Hz. İsmail’den ismi ile bahsedilerek, hakkında deniliyor ki: İsmail’e gelince, seni dinledim. Onu rahmete mazhar kıldım. Onun semeresini devam ettireceğim. Onun zürriyetini çoğaltacağım. İsmail on iki emirin babası olacak. Ondan büyük bir millet vücuda getireceğim.38
Kitab-ı Tekvin’in Hz. İsmail’e ve zürriyetine ait olan bu beyanları ile İbrahim Peygamber’e ait olan beyanatı birbirine uymaktadır. Çünkü burada ilahi vaat çok güçlüdür. Benim ahdim şudur. Bu ahdi muhafaza edeceksiniz. Benimle sizin her birinizin zürriyeti arasında şu ahit meydana gelecektir: Her erkek çocuğu sünnet edilecek. Bu sizinle benim aramdaki ahdin bir nişanesi olacaktır.39
Sünnet olma işi, İsrailoğulları ile İsmailoğulları arasında bir zaman için müşterek bir âdetti. Fakat şu anda bu geleneğe, ancak Müslümanlar riayet etmektedir. İsrailoğulları’ndan bu âdete şimdiye kadar riayet edenlerin sayısı çok azdır. Peygamber Efendimiz’in geleceğine dair ikinci müjde Hz. Musa tarafından verilmiştir. Cenabıhak, Hz. Musa’ya vahyetmiştir ki: Onlara kendi kardeşlerinin arasından bir peygamber göndereceğim. Bu peygamber sana benzeyecek ve Benim emirlerimi irat edecektir.40
Hz. Musa’nın bu müjdesi gün gibi aşikârdır. Musa’dan İsa’ya kadar gelen bütün Beni İsrail’e ait peygamberlerin hiçbiri bu müjdede bahsedilen peygamber olduklarını ifade etmemişlerdir.
Musa’nın şeriatını tatbik için gönderilen Beni İsrail peygamberlerinin, Hz. Musa’ya benzemeleri apaçık sebeplerden dolayı mümkün değildi. Bu müjde Yahudiler arasında yaygındı. Bundan dolayı Yahudiler nesilden nesile Hz. Musa’ya benzeyecek olan bu Peygamber’i bekliyorlardı. Hz. Yahya ile kendisine kim olduğunu soranlar arasında şöyle bir konuşma geçmişti. Yahya’ya “Sen kimsin?” denildiği zaman, “Ben Mesih değilim.” demişti. Kendisine “O hâlde kimsin, İlyas mısın?” denilmiş, o “Hayır.” demişti. Bu sefer Hz. Yahya’ya “Sen yoksa o peygamber misin?” denilmiş fakat o yine “Hayır değilim.” demişti.41
Bu muhavere açıkça gösteriyor ki Yahudiler üç muhtelif peygamber zuhurunu bekliyorlardı. Birincisi tekrar geleceğine inandıkları İlyas’tı. İkincisi Mesih’ti. Üçüncüsü o kadar geniş bir şöhrete haizdir ki ona “O peygamber” denilmektedir. Kimin kastedildiğini beyan etmek için “O peygamber” demek kâfi geliyordu. Hz. İsa’nın gelişinden önce Beni İsrail, mukaddes kitaplarında belirtildiği üzere üç peygamber bekliyorlardı. Mesih, İlyas -ki ikinci kere gönderilecekti-ve Musa’ya benzeyen peygamber. Bunlardan ikisi gerçekleşmişti. İsa, Mesih olduğunu Yahya ise İlyas’ın ruhu ile gönderildiğini ikrar etmişlerdi. Fakat bunların hiçbirisi kendilerinin Musa’ya benzeyen peygamber olduklarını söylememişlerdi. Bunları tanıyanların hiçbiri de bu sıfatı iki peygamberden hiçbirine vermemişlerdi. Hz. İsa’nın peygamberliği ile Beni İsrail arasında devam eden nübüvvet silsilesi sona ermişti. Bu suretle Beni İsrail’in mukaddes kitaplarında gönderileceği müjdelenen peygamber, Beni İsrail arasından çıkmamıştı. Fakat dünya tarihinin sahifelerini karıştırdığımız takdirde Peygamber Efendimiz’den başka hiçbir nebinin Hz. Musa tarafından gelişi müjdelenen kimse olduğunu söyleyen olmamıştır. Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir mukaddes kitapta, bu müjdenin bi’seti Muhammediye ile tahakkuk ettiğini söylememiştir. Meydana gelen olaylar da bu neticeyi teyit eder. Hz. Musa’dan sonra gelen peygamberlerin hiçbiri yeni bir şeriat getirmemiştir. Şeriat sahibi olan Aleyhi’s-Selat-ı Vesselam Peygamber Efendimiz bu noktadan Hz. Musa’ya benzeyen peygamberdir.
Kur’an-ı Kerim diyor ki: Firavun’a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de hakkınızda şahitlik edecek bir peygamber gönderdik.42
Hz. Musa’nın müjdesinde, “Biraderleriniz arasından bir peygamber gönderilecektir.” deniliyor ki bu cümledeki “biraderleriniz arasından” kelimeleri, vadedilen Peygamber’in, İsrailoğulları arasından değil, Hz. İsmail evladından çıkacağını ifade etmektedir. Bu da Hz. Musa tarafından verilen müjde ile Peygamber Efendimiz’in kastedildiğini ortaya koyar.
Kitab-ı Mukaddes’te sarih bir müjde daha vardır. Deniliyor ki: Tanrı, Sina’dan geldi. Sair’den onlar kıyam etti. Paran’dan ziya parladı. On bin aziz ile ileriye geldi. Sağ yanında onlara doğru parlak bir şeriat geliyordu. Sina’dan gelmek Musa’nın zuhuruna, Sair’den gelmek İsa’ya işarettir. Paran’ın ise Hicaz olduğunda şek ve şüphe yoktur. Çünkü Hicaz’ın eski adı Paran’dır. Hz. Peygamber burada İsmail Peygamber’in evladından zuhur etmiştir. Bütün dünya kahramanları içerisinde Mekke’ye on bin seçme mücahit ile giren tek tarihi şahsiyet Hz. Peygamber’dir. Sağ tarafında onlara doğru parlak bir şeriat geliyordu tabirinden de “Şeriat -ı Garrâ” murat edilir ki bu da Peygamberimiz’in şeriatının adıdır.
Dördüncü müjde de geleceği vadedilen Peygamber’in Arabistan’da zuhur edeceğini göstermektedir. Siz Arabistan’daki ormanda ikamet edeceksiniz. Ey dindarların yolcu arkadaşları, susuzlara onlar su verirler. Yeni arazinin sakinleri, muhacirleri ekmekle karşıladılar. Çünkü onlar sıyrılan kılıçlardan ve onların yaylarından harbin musibetlerinden kaçmışlardı.43 Bir kere bu cümlelerdeki Arabistan kelimeleri önem taşır. Sonra hicret edenlerden bahsedilmesi, müjdenin hedefini tayin etmektedir. Dünya tarihi yalnız bir hicret kaydediyor ki o da Hicret-i Muhammediye’dir. İslam tarihi bu hicretle başlamaktadır. Çünkü bu tarihi hadise, İslam’da, yahut bütün dünya medeniyet tarihinde yeni bir devir açmaktadır.
“Sıyrılan kılıçlardan kaçtı.” kelimeleri daha açık bir şehadeti ihtiva eder. Çünkü tarihin teyit ettiği gerçeklerden biri, Resul-i Ekrem’in, Hicret gecesinde kana susamış, kılıçlarını çekmiş, hane-i saadetlerinden çıkar çıkmaz onu öldürmeye azmetmiş düşmanlarla çevrili bulunduğudur. Hicret-i Muhammediye kadar büyük neticeler doğuran diğer bir hicret yahut Hz. Muhammed’den başka sıyrılan kılıçlar ortasından hayatını kurtaran bir peygamber bulmak için tarihi karıştırmak boşunadır.
Hz. Davud, Süleyman ve Beni İsrail peygamberleri tarafından buna benzer birçok müjde verilmiş ise de sözü kısaltarak bunları saymıyoruz. Yalnız Beni İsrail peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. İsa’nın bazı müjdelerini tespit ediyoruz:
“Beni seviyorsanız emirlerime riayet ediniz. Ben de Rabb’ime tazarru ederim. O size diğer bir tesellici gönderir ki sizinle beraber kalır.”
“Fakat benim ismimle Rabb’imin göndereceği tesellici, Ruh’ul Kudüs size her şeyi öğretecektir.” 44
“Size doğruyu söylüyorum. Benim gitmekliğim sizin için lazımdır. Çünkü gitmeyecek olursam teselli verici gelmeyecektir. Fakat irtihal edersem onu size göndereceğim.” 45
Yine denilir ki:
Size söyleyeceğim başka şeyler daha var. Fakat siz onlara şimdi tahammül edemezsiniz. Bununla beraber o ruhu hakikat geldiği zaman sizi bütün hakikate irşat edecektir. 46
Bütün bu haberler Hz. İsa’dan sonra bir peygamberin geleceğini şeksiz ve şüphesiz bir şekilde ifade eder. Fakat Hristiyan ilahiyatçıları bu haberleri, Ruhu’l Kudüs’e intibak ettirmek için uğraşıp durmuşlardır. Hâlbuki Hz. İsa’nın sözleri tevile ihtimal vermeyecek surette açıktır. Hz. İsa diyor ki: “Ben irtihal etmezsem size teselliyet verici gelmez.” Acaba Hristiyan müfessirler, Hz. İsa’nın Ruhu’l Kudüs’ün refakatine mazhar olmadığını mı söylemek istiyorlar. Ahd-i Cedid, Hz. Yahya’nın doğumundan evvel bile bu ruhla meşbu olduğunu, sonra Hz. İsa ise Ruhu’l Kudüs’ü bir güvercin şeklinde anlatıyor. Demek ki Ruhu’l Kudüs İsa’dan önce ve onun zamanında insanları ziyaret ediyordu. O hâlde: “Ben gitmeyecek olursam tecelliyet verici size gelmeyecektir.” sözleri neye işaret etmektedir. Bu sözlerin Ruhu’l Kudüs’ü kastetmediği aşikârdır. Biz Müslüman olmak hasebiyle, Hz. İsa’ya hürmet etmekle beraber, onun havarilerinin de Ruhu’l Kudüs’ün refakatine müstahak olacak derecede temiz olduklarını kabul ederiz. Kur’an-ı Kerim, resullerin ashabının, Ruhu’l Kudüs ile müeyyed olduklarını beyan etmektedir.47
Hz. İsa’nın müjdelerinde kullanılan Ruhu’l Kudüs kelimesi, geleceği vadedilen Peygamber’e ayrılması mümkün olmayacak derecede bağlı olacağını, o Peygamber’in gelmesini âdeta Ruhu’l Kudüs’ün gelişi sayılacağını ifade ediyor. Hz. İsa’nın müjdelerinde ancak Peygamber Efendimiz’le intibak edecek diğer noktalar da vardır. “Teselli verici, ilelebet onlarla kalıcı” olduğunu söylüyor ki bu söz adı geçen peygamberden sonra peygamber gelmeyeceğine işaret ediyor. Kur’an-ı Kerim de Peygamberimiz’in son peygamber olduğunu beyan buyuruyor.48
Yine Hz. İsa, vadedilen Peygamber’in Ruhu’l Hakika olduğunu beyan ediyor. Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın bu beyanını teyit ederek der ki: De ki: Hak geldi, batıl ortadan kalkmaya mahkûmdur.49
Netice olarak, İbrahim ve İsmail’in niyazları ve Hz. Musa ve İsa’nın müjdeleri Peygamber Efendimiz’in şahsında tahakkuk etmiştir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
PEYGAMBERİMİZ’İN NESEBİ VE DOĞUMU
Senin kalkıp namaz kılanlar arasında bulunduğunu gören, güçlü ve merhametli olan Allah’a güven. Doğrusu o işitir ve bilir. 50
Hz. İsmail, Hz. İbrahim’in en büyük oğluydu. Ahd-i Kadim’in de ifade ettiği gibi Hz. İsmail’in on iki oğlu olmuştu. Bunlardan ancak birinin zürriyeti Hicaz ülkesinde yayıldı. Arapların Ebu Kaydar’dan türeme oldukları Tevrat’ta belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz’in nesebinin, her şüpheden uzak olarak Adnan’a kadar uzandığı, Adnan’da kırkıncı batında Hz. İsmail’in torunudur. Hz. Peygamber’in nesebinin doğrudan doğruya Adnan’a kadar olan silsilesinde hiçbir ihtilaf yoktur. Adnan’ın dokuzuncu torunu olan Nadr b. Kinane, Kureyş ailesi’nin kurucusudur. Bundan dokuz batın sonra Kusay gelir ki Arabistan’da en şerefli iş olan Kâbe’nin muhafızlığını kendi bünyesine almıştı. Kusay, Peygamberimiz’in ceddi olan Abdülmuttalip’in de ceddidir. Asalet itibarıyla Hz. Peygamber’in ailesi en yüksek mevkidedir.
Abdülmuttalip’in validesi, Peygamberimiz’in ana tarafından akrabası olan Beni Neccar Kabilesi’ne mensuptu. Abdülmuttalip’in on oğlu vardı ki bunlardan Ebu Leheb, Peygamberimiz’in amansız düşmanı, Ebu Talip ise Peygamberimiz’i himaye eden ve yetiştiren kimse idi. Hamza, İslamiyeti ilk kabul edenlerden ve Uhud Harbi’nde şehit düşenlerdendi. Abbas, uzun bir müddet İslam haricinde kalmakla beraber Peygamberimiz’e karşı sevgi bağları ile bağlı idi. Abdullah ise Peygamber Efendimiz’in babası idi. Abdullah, Zühre Kabilesi’ne mensup Vehb b. Abdimenaf’ın kızı Amine ile evlenmişti. Bu karı koca yalnız asalete değil, o cehalet devrinde daha mühim bir şey olan mümtaz bir ahlaka sahiptiler.
Bu mesut evlenmeden az bir zaman sonra Abdullah, ticari seyahat için Suriye’ye hareket etmiş, dönüş esnasında hastalanarak Medine’de vefat etmişti. Bu suretle Hz. Muhammed öksüz doğmuş ve altı yaşında iken annesini de kaybetmişti. Ana baba şefkatinden ve itinasından mahrum kalmakla beraber, en yüksek ahlaka sahip olmuş, bundan başka ahlak mürşitlerinin en büyüğü olmuştur. Hz. Peygamber kitap okumakla kazanılacak faydalardan nasibini almadı ama buna karşılık, dünyaya öyle zengin bir miras bıraktı ki bugüne kadar daima hürmetle karşılandı.
Rebiulevvel ayının 12. günü pazartesi gecesi Peygamberimiz’in doğum gecesidir. Diğer bir rivayete göre bu ayın dokuzuncu günü, miladi 20 Nisan 571 tarihine tesadüf eden günde doğmuştur. Dünyaya teşrif etmelerinden önce annesi bazı müjdelere nail olmuştu. Bazı hadislerden Peygamberimiz’e Muhammed isminin dedesi Abdülmuttalip, Ahmed isminin ise annesi tarafından verildiği anlaşılır. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimiz’den bu isimlerden her ikisi ile bahsedilmektedir.51 Sahih hadislerin birinde Peygamberimiz’in isminin hem Muhammed hem de Ahmed olduğu açıklanır. Peygamberimiz’in methi için yazılan naat ve kasidelerde her iki ismi de geçer.
Hz. Peygamber’in doğumundan önce meydana gelen harikulade hadiselerle mufassal bir şekilde meşgul olmaya lüzum görmüyoruz. Biz aslında bir ayet-i kerime ile açıklanan şu hadiseyi açıklamakla yetineceğiz. Peygamberimiz’in doğduğu yıl, Yemen’in Hristiyan hâkimi, Sana’da muhteşem bir kilise inşa etmiş ve bu kilisenin Araplar için hem manevi hem cismani bir merkez olduğunu iddia ederek Kâbe’yi tahrip etmeyi azmetmişti. Aslında bu hadise, tevhit ile Hristiyanlığın teslis inancı arasında bir ölüm kalım mücadelesi idi. Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için büyük bir ordunun başında ilerlemişti. Mekke’ye üç konak mesafede karargâhını kuran Ebrehe, ne maksatla geldiğini Mekkelilere haber vermek üzere adamlarını gönderdi. Ebrehe’nin adamları Abdülmuttalip’i develerinden birkaçını yakaladılar. Abdülmuttalip bizzat Ebrehe’ye müracaat ederek develerinin geri verilmesini istedi. Abdülmuttalip’in, makam ve mevki sahibi, kudretli bir şahsiyet olarak bilen Ebrehe, onun Kâbe’ye dokunmamak için ricaya geldiğini sanarak müracaat sebebini sordu. Abdülmuttalip develeri için geldiğini söyledi. Beklenilmeyen bu cevaptan hayrette kalan Ebrehe, “Yerle bir etmek için geldiğim Kâbe’nize hiç önem vermediğiniz hâlde develerinize ne kadar önem veriyorsunuz?” dedi. Abdülmuttalip cevap olarak dedi ki; “Evet, develerime ehemmiyet veriyorum, çünkü onların sahibiyim. Kâbe’ye gelince onu da sahibi himaye eder.” Kureyş, Ebrehe’nin ordusuna karşı koyacak durumda olmadıklarından Mekke’yi boşaltarak civar dağlara sığınmışlardı. Abdülmuttalip, Mekke’den ayrılırken Kâbe’nin örtüsüne sarılarak: “Ya Rabbi, bu senin beytindir. Biz onu müdafaa etmekten aciziz. Onu sen himaye et.” demişti. Tarihçiler bu sırada Ebrehe’nin ordusunda müthiş bir çiçek hastalığının yayıldığını ve ordunun büyük bir bölümünün helak olduğunu kaydetmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim ise bu hadiseyi şöyle beyan eder:
Fil sahiplerine Rabb’inin ne ettiğini görmedin mi? Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine, sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi yaptı. 52
Kur’an-ı Kerim’deki bu sure, Ebrehe ordusunun ölülerine bile bakmadan onları vahşi hayvanlara bırakarak bozguna uğradığını ve meşhur felaketlerini anlatır. Bu hadise Peygamberimiz’in doğum yıllarına tesadüf eder.
ALTINCI BÖLÜM
NÜBÜVVETTEN ÖNCEKİ HAYAT
De ki: Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz? 53
Arap asillerin âdetlerinden birisi; valideleri çocuklarını emzirmezlerdi. Doğan çocuklar bedevi kabileler arasına büyümek üzere gönderilirdi. Hz. Muhammed de doğduğu zaman, validesi tarafından iki gün, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe tarafından birkaç gün emzirilmiş ve daha sonra da Beni Saad Kabilesi’nden Halime’ye verilmişti. Halime, Peygamber Efendimiz’i iki sene emzirdikten sonra annesi Amine’ye iade etmişti. Fakat o sıralarda Mekke’de salgın bir hastalık bulunduğundan Amine, çocuğunu Halime ile tekrar Mekke’nin dışına göndermişti. Hz. Muhammed altı yaşına kadar Halime’nin terbiyesinde kalmış ve ondan sonra tekrar annesine iade edilmişti. Amine, kocası Abdullah’ın mezarını ziyaret etmek için Medine’ye hareket etmek üzere bulunuyordu. Oğlunu da yanında götürmüştü. Bu seyahat esnasında Ebva denilen yerde vefat etmiş, oraya defnedilmişti. Böylece o büyük Peygamber, altı yaşında iken hem ana hem baba öksüz kalmıştı. Babasının ihtimamından, annesinin şefkatinden nasibini alamamış, ebeveynine karşı gerekli sevgi ve saygıyı da gösterememişti. Bununla beraber aynı sevgiyi Peygamberimiz sütannesine ve süt kardeşlerine göstermiş, onlara hakiki anne ve kardeş muamelesinde bulunmuştu. Kendisine risalet verildikten sonra, bir gün Halime, Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmiş, Resul-i Ekrem ayağa kalkarak sütannesini güzel sözlerle karşılamış ve ona oturması için kendi abasını sermişti. Hz. Muhammed sütannesi ve süt kardeşlerine gerekli hürmeti gösterdiği gibi, sütannesinin mensup olduğu Beni Saad Kabilesi’ne de aynı hürmeti gösteriyordu.
Validesinin vefatı üzerine, Hz. Muhammed’in himayesi dedesi Abdülmuttalip’e intikal etmişti. Fakat iki sene geçmeden ölümün pençesi Hz. Muhammed’i dede himayesinden de mahrum etmişti. Sekiz yaşlarında iken Hz. Muhammed’in himayesi amcası Ebu Talip’e geçti. Çocukluğundan beri taşıdığı üstün faziletler Hz. Muhammed’e amcası Ebu Talip’in takdirini kazandırmıştı. Bu yaşta bile kendisi ile temas edenler, onun hâl ve tavırlarını görenler takdir hislerini gizleyemiyorlardı. Ebu Talip nereye gitse onu yanına alıyor, geceleri onu kendi yatağında yatırıyordu. Hz. Muhammed on iki yaşında iken Ebu Talip ticaret için Suriye’ye gitmişti. Hz. Muhammed amcasına çok bağlı olduğundan, ondan uzun bir zaman ayrılmak istemediğinden, bu uzun yolculukta amcası onu yanına almıştı. Bu seyahat esnasında Hz. Muhammed’in Hristiyan rahibi Bahira’ya tesadüf etiği rivayet olunmaktadır. Bu rivayete göre, rahip, çocuğun yüzünde istikbalinin azametini sezmiş, bir gün ilahi risalet vazifesini alacağını, bunun için dikkatli olunmasını amcasına tavsiye etmişti. Yirmi yaşında iken Hz. Muhammed, haram aylarda meydana geldiği için “Ficar Harbi” diye isimlendirilen ve Kays ile Kureyş arasında devam eden harbe katılmış fakat elini hiçbir kimsenin kanı ile kirletmemiştir. Bundan sonra Peygamberimiz Hılfü’l Fudul’e katılmıştır. Hılfü’l Fudul; haksızlığa uğrayanların haklarını müdafaa etmeyi hedef alan bir cemiyetti. Bu cemiyetin her parçası, zalimlere karşı mazlumların namus müdafaasını üzerine alıyordu. Bu insani cemiyetin teşekkül etmesine önder olanlar, Hz. Muhammed ile Beni Haşim’di. Hz. Muhammed’in gençlik devirlerinden beri felaketzedelere yardım etme isteği, eşsiz yaratılışının bir hazinesi olduğunu göstermektedir.
Daha bu yaşta iken Hz. Muhammed’in doğruluğu Mekke’de şöhret bulmuş ve kendisine “el-Emin” lakabı verilmişti. Emanet her hususta doğruluğu ve namusluluğu ifade eder, Hz. Muhammed ile herhangi bir muamelede bulunanlar onu yaşadıkları müddetçe övgüyle anarlardı. Bu sıralarda Kâbe’nin tamirine lüzum görülmüştü. İnşaat malzemeleri hazırlanmış, Kureyş birlik hâlinde çalışmaya başlamıştı. Bu tamirat esnasında Hacerü’l Esved’in yerine konulması meselesinden dolayı Kureyş arasında vahim bir münakaşa başlamıştı. Bu tartışmalar kabileler arasında muharebeler olmasına ve yüzlerce ailenin helakine sebep olabilirdi.
Sonunda, Kureyş’den biri meselenin hakeme havale edilmesini talep etti. Ertesi gün Kâbe’nin önünde görülen ilk insan hakem olarak kabul edilecek ve kendisinden davanın çözümü istenecekti. Bu teklif ittifakla kabul edildi. Herkes ertesi günü büyük bir şevkle bekliyordu. Ertesi sabah Kâbe’nin civarında ilk görünen kimse ise Peygamber Efendimiz idi. “İşte el-Emin, işte el-Emin geliyor!” sesleri her taraftan yükseliyordu. Herkesin Peygamber Efendimiz’e karşı gösterdiği itimat tam yerinde kullanılıyordu. Hz. Muhammed, Hacerü’l Esved’i bir yaygının üzerine koyarak, reisleri kumaşın uçlarından tutmaları için çağırdı. Bu suretle Peygamberimiz otuz beş yaşında iken kabilesi arasında çıkabilecek bir iç savaşa engel olmuş oldu.
İslamiyetten önce de “Tahire” lakabı ile meşhur olan Hz. Hatice, Hz. Muhammed’in sahip olduğu yüksek vasıfları haber alarak bütün işlerini ona bırakmıştı. Hz. Muhammed’in namusluca çalışmaları sayesinde az bir zaman zarfında Hatice büyük kazançlar sağlamıştı. Hz. Muhammed’in fiilleri, yüksek ahlakını tescil ediyordu. Onun bu hâli Hatice’nin kendisine evlenme teklif etmesine sebep oldu. Böylece Peygamber Efendimiz yirmi beş yaşında iken kendinden on beş yaş daha büyük olan bu dul kadınla evlendi. Hz. Peygamber’in Hatice’den dört kızı ve iki oğlu dünyaya geldi. Bunların en büyükleri Kasım’dır ki onun için Peygamberimiz’e Ebu’l Kasım da denilir. Kasım iki yaşında iken ölmüştü. Peygamber’in en büyük kızı ilk önce Abdü’l As ile evlenen Zeynep’tir. Bundan sonra Hz. Osman ile evlenen ve Bedir Harbi’nin kazanıldığı gün irtihal eden Rukiyye, ondan sonra da Rukiyye’nin irtihali üzerine Hz. Osman ile evlendirilen Ümmü Gülsüm doğmuştur. Peygamber’in en küçük kerimesi Hz. Fatımatü’z Zehra’dır.
Hz. Fatıma, Hz. Ali’nin zevcesidir. Hz. Hatice’nin en küçük evladı olan bir oğlu da çocukken vefat etmişti. Hz. Peygamber, Fatıma hariç, bütün çocuklarını kendisi hayatta iken kaybetmişti. Hz. Fatıma ise Peygamberimiz’in vefatından sonra ancak altı ay kadar yaşamıştı. Peygamberimiz’in diğer bir oğlu da Mariye’den doğan İbrahim’di. O da çocukluk günlerinde vefat etmişti. Peygamberimiz Hz. Hatice’ye karşı, onun ölümünden sonra da bağlı olarak yaşadı. Bir defasında Hz. Muhammed, Hatice’nin fazilet ve meziyetlerinden bahsederken, Hz. Aişe, Peygamberimiz’e kendisinin Hz. Hatice’den üstün olup olmadığını sormuştu. Hz. Peygamber cevaben; “Hayır, çünkü herkesin beni reddettiği sırada o kabul etti!” demişti. Taşıdığı ahlaki faziletler dolayısıyla Peygamberimiz bütün kalbi ve ruhu ile Hatice’ye hürmetkârdı. Peygamberimiz, Hatice’nin malından, Allah yolunda istediği gibi sarf ederdi. Hz. Hatice hayırlı maksatlar uğrunda servetinden fedakârlık etmek için vuku bulan hiçbir tavsiyeyi geri çevirmemişti. Bir defa Hz. Hatice, Peygamberimiz’e bir köle satın almış, Peygamberimiz ise köleye derhâl hürriyetini verince o da fazlasıyla memnun olmuştu. Peygamberimiz’in meşhur ashabından olan Zeyd de bir köle idi. O da Hz. Hatice sayesinde hürriyetini kazanmıştı. Peygamberimiz’e risalet verildiği zaman, bu ağır mesuliyet onu titretmişti. Fakat bu buhranlı dakikalarda, Hz. Hatice şu kelimelerle ona kuvvet verdi: “Cenabıhak, seni hiçbir zaman başarısız kılmayacaktır. Çünkü bütün akrabalık bağlarına hürmet edersin. Zayıfların koruyucususun. Herkesin ihmal ettiği faziletleri taşımaktasın. Misafirperversin, başına her ne gelirse gelsin hep hak tarafındansın.” Hz. Hatice bu sözleri ile Hz. Muhammed’in insani hasletlerini ve ahlaki faziletlerini ne kadar hararetli bir şevk ile takdir ettiğini göstermektedir. Gerçekten bu söz, karı koca arasında mevcut derin bir sevginin ifadesiydi. Her ikisi de insani hislerle dolu idiler. Bir insanın zevcesi kadar, kalbinin en gizli sırlarına vakıf olan başka bir kimsesi yoktur. Hz. Hatice’nin Peygamberimiz’e bu hararetli imanı, seciyesinin eşsizliğine kesin bir delil teşkil eder. En düşmanca hareket eden Batılı tenkitçiler bile bu durum karşısında zerre kadar bir şüphe ortaya koyamazlar.