Книга Peygamberimiz - читать онлайн бесплатно, автор Muhammed Ali Lâhûrî. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Peygamberimiz
Peygamberimiz
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Peygamberimiz

Peygamber’in yüksek tabiatına Hz. Hatice’nin bağlı olması, şüphesiz en büyük önemi taşır. Fakat Peygamber Efendimiz’le temas eden kimselerin ona gösterdikleri sadakat ve fedakârlıklar da daha az önemli sayılmaz. Peygamberimiz’in kölesi olan Zeyd, hürriyetine kavuştuğunda, durumu haber alan babası Mekke’ye gelmiş, oğlunu alıp götürmek istemişti. Hz. Muhammed’in ince tabiatı, baba ile oğlun ayrılmasına mani olmuştu. Hz. Peygamber bir babanın evladına kavuşmasından dolayı mutlu ve mesut olmuştu. Fakat Zeyd’in babası oğlunu, Resul-i Ekrem’den ayıramamıştı. Zeyd’e müsaade etmesi için Zeyd’in babası Hz. Peygamber’e müracaat etmiş, Peygamberimiz de kararı Zeyd’e bırakmıştı. Zeyd’in babası ise bundan çok memnun olmuştu. Çünkü oğlunun kendinden çok Hz. Peygamber’i sevdiğini tahmin edemiyordu. Zeyd köle olmaktan kurtulmuş fakat Hz. Peygamber’in kişiliğine meftun olmuştu. Zeyd, babasının hiç beklemediği bir karar vermiş Hz. Peygamber ile birlikte kalmayı tercih etmişti. Hz. Ebu Bekir’in Peygamberimiz’e bağlılığı ve sadakat derecesi ise herkesin bildiği bir gerçektir.

Hz. Muhammed’in ulvi yapısına hayran olanlardan birisi de amcası Ebu Talip’tir. Ebu Talip, atalarından tevarüs ettiği dine sadık kalmakla beraber, kendi hayatını bile tehlikeye atarak bütün Kureyş’in düşmanlıklarına karşı, Hz. Muhammed’i müdafaa etmiş, bu kadar yüksek seviyeli bir insanı müdafaa etmemeyi alçaklığın en kötüsü olarak kabul etmişti. Ebu Talip, Hz. Peygamber’i müdafaa hususunda hayret edilecek bir cesaret göstermiştir. Kureyş, Hz. Muhammed’i müdafaa etmekten vazgeçmesi için Ebu Talip’e başvurduklarında, o bir kıta söyleyerek onları kınamıştı. Ebu Talip demişti ki; “Yazık size! Hiçbir kabile himayeye layık olan bir kimseyi himaye ettiği için reislerini terk etmemiştir. O, tahammülsüz bir insan değildir. İşlerini başkalarına tevdi edecek derecede zayıf da değildir. Alicenaptır. Onun yüzü suyu hürmetine yağmurun yağması niyaz edilir. O, öksüzleri ve dulları himaye eder.”

Özetle, Hz. Muhammed ile kim temas etmişse ona bağlanmıştır. Fakat daha çok önem taşıyan diğer bir nokta ise onunla temas edenlerin güzel ahlak sahibi kimseler olmalarıdır. Hz. Peygamber’in, İslam tarihine geçmiş arkadaşlarının da asalet ve seciye itibarıyla tanınmış kimseler olduğu bir gerçektir. Eski arkadaşları arasında, Kureyş’in sayılı reislerinden Hâkim b. Hazm’ı ve İbn. Su’lebe’yi sayabiliriz. Bunların her ikisi de Peygamberimiz’in dostlarındandı. Her ikisi de güzel ahlak sahibi insanlardandı. Görülüyor ki İslam Peygamberi risaletten önceki hayatında bile o kuvvetli şahsiyeti ile sanki bir mıknatısa sahipti. Onunla her kim temas etmişse güzel ahlak ve asalet sahibi olmuştu.

Peygamberimiz’in ahlakının en güzel sıfatlarından birisi; fakirlere, zayıflara, dullara ve yetimlere karşı derin hisleridir. Hz. Muhammed bunların ihtiyaçlarını temin için her fedakârlığı yapardı. Onun bu faziletini takdir hususunda, düşman, dost herkes müttefikti. Hz. Hatice’nin teselli verici sözleri, Hz. Muhammed’in bu faziletlerine şahittir. Ebu Talip, Hz. Muhammed’in korunmaya layık olduğunu ispat için onun bu faziletlerine dayanıyordu. Mazlumların davasını müdafaa için kurulan “Hılf’ül Fudul”a Hz. Muhammed’in katılması aynı şeye delalet eder. Peygamberimiz’in fakirlere, çaresizlere, öksüz ve yetimlere karşı taşıdığı hisler yaratılışından getirdiği bir hazine gibiydi. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, yetim ve biçarelere ihtimamı, âdeta dinin ruhu gibi tasvir eder. Yetimi şiddetle defeden, fakiri doyurmayan veya fakiri doyurmaya teşvik etmeyenler, dini tekzip etmiş sayılmaktadırlar.54 Kur’an-ı Kerim nazarında insanlık şerefinin en yüksek mertebesi, öksüzlere ve fakirlere bakmak ve onların hukukuna riayettir. Öksüzlere hürmet etmeyenler mahrumiyetle tehdit olunmaktadırlar. Yetimlerin ve fakirlerin ihmali o cemiyette millî bir çöküş getirir. Bunun için Kur’an-ı Kerim onların hayatını temin eden ayetlerle doludur.

Hz. Muhammed küçük yaşından itibaren iffet, incelik ve temizliği ile vasıflanmıştı. Küçük yaşlarında bile çocukluğa özgü hafifliklerden uzaktı. Ebu Talip, Peygamberimiz hakkında Abbas’a diyor ki: “Onun bir yalan söylediğini, gevezelik ettiğini, sokak çocuklarına karıştığını asla görmedim.” Harp ve kavga eski Arapların en sevgili meşgaleleri idi. Hz. Muhammed ise yaratılışı itibarıyla harpten nefret ederdi. Ficar Harbi’nde, Hz. Peygamber, amcasına ok vermek işleriyle meşgul olmuştu. Her türlü hurafeler Arapların vicdan ve dimağlarına hâkimdi. Fakat bunlar da Hz. Muhammed’in tiksindiği şeylerdi. Bir keresinde Arapların Lat ve Uzza’sından bahsedilirken Hz. Muhammed putperestlikten daha çok nefret ettiği başka bir şeyin bulunmadığını söylemişti. Peygamberimiz, zamanında yapılan putperestçe ayinlerin hiçbirine iştirak etmemiş, putların şerefine verilen ziyafetlerin hiçbirinde bulunmamıştır.

Hz. Muhammed’in kalbi, insanlığın sapıklığından sızlanırdı. Peygamberimiz, insanlığı bu ahlaki çöküntüden kurtarmak için ateşli bir arzu duyar, beşeriyeti felaha ulaştırma yolunda çırpınırdı. Hz. Muhammed genellikle Hira dağında bir mağaraya çekilerek Hakk’a yalvarır, beşeriyetin kurtuluşu için gözyaşı dökerdi.

YEDİNCİ BÖLÜM

NÜBÜVVET 55

Yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabb’in, en büyük kerem sahibidir… 56

Kırk yaşına girmeden az bir zaman önce Peygamber Efendimiz, yalnız başına murakabe ve tefekkürde bulunmak için Hira’daki ibadet yerine çekilirdi. Günlerce Allah düşüncesi ile meşgul olurdu. Bu sırada Resul-i Ekrem tıpa tıp çıkan rüyalar görüyordu. Nihayet, Ramazan ayı içinde bir gece Hira’da ibadete dalmış iken kendisine Cebrail göründü. Peygamberimiz’e; “Oku!” dedi. Hz. Peygamber, “Okuma bilmem.” dedi. Cebrail, Hz. Muhammed’i kucakladı. Bir kere daha “Oku!” dedi. Melek üç kere bu emri tekrar etti. Peygamber Efendimiz de okumaya muktedir olmadığını söyledi. O zaman Cebrail bölüm başına aldığımız ayetleri okudu. Bu ayetlerle Peygamberimiz’e okumaya muktedir olmamakla beraber, Cenabıhakk’ın ismi ile yardım talep edildiğinde, muvaffak olacağı beyan edilmişti. Bu şekilde çok zor sandığı herhangi bir işi, Allah’ın yardımıyla başarmaya muvaffak olacağı kendisine öğretilmiştir. Bundan başka bu ayetler ancak İslam Peygamberi’nin tebliğleri sayesinde anlaşılan, geniş bir irfanı da ihtiva ediyordu. Peygamberimiz’in, nübüvvet gibi büyük bir mesuliyeti yüklendiği ilk gün, bugündü. Bulmak için çok büyük sıkıntılara katlandığı doğru yol, nihayet Peygamberimiz’e açılmış, tam bir şevkle ve hevesle aradığı nur, kendisine gönderilmişti. Fakat bununla beraber, bütün insanlığı kurtuluşa kavuşturmak için o büyük vazifenin kendisine yüklendiği bildirilmişti. Fıtraten zayıf bir insan olmasıyla Hz. Peygamber, alelade mesuliyetlerin bile ağırlığını duyan bir adamdı. İnsanoğlunu ıslah ve teceddüde mazhar etmek son derece büyük ve ağır bir vazife idi. Hz. Musa’ya yalnız başına bir Kavmi’n irşadı ve ıslahı emrolunduğunda, bunu tek başına yapamayacağını söylemiş, Allah’ın yardımını niyaz etmiş, “Ya Rabbi, bana bir yardımcı ihsan et.” demişti. Hz. Muhammed’e ise cehalet çukuruna batmış bütün beşeriyetin irşat ve ıslahı emredilmişti. Bu mesuliyetin ezici yükü onun metin kalbini sarsmamıştı. Hz. Muhammed ancak Allah’ın yardımına dayanarak, bütün mesuliyeti kabul etmiş ve hiçbir yardımcıya ihtiyaç göstermemişti. Fakat ilahi vahiy harikulade bir meseledir. Alelade insanların tecrübe edeceği bir şey değildir. Çünkü vahiy bir insanın muhitinden büsbütün uzak kalmasını gerektirirdi. Bu hadisenin olduğu günlerde vahye mazhar olan zatın bütün mevcudiyetini kudret-i ilahi kaplamıştı. Hz. Peygamber bu hadiseye alıştığı zaman bile çok terler, pek ağırlaşırdı. Sahabe’den biri bir defa Peygamberimiz’e vahiy geldiğinde, onun dizinin kendi dizi üzerinde bulunduğunu beyan ederek diyor ki: “Peygamberimiz’in dizi o kadar ağırlaştı ki dizimi ezeceğini sandım.” Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı zaman mübarek vücuduna vahiy çok ağır bir tesir icra etmiş bu sebepten titreye titreye evine dönmek zorunda kalmıştı. Elleri ve ayakları soğuyan Peygamber, Hz. Hatice’den kendisini örtmesini istemişti. Titreme ile korku ortadan kalkınca, Peygamberimiz, Hz. Hatice’ye gördüğünü anlatmıştı. Hz. Hatice, zevcinin başından geçenleri anlayınca, Cenabıhakk’ın onu hiçbir zaman terk etmeyeceğini, kendisinin risaletinde muvaffak olacağını söyleyerek Peygamberimiz’e kuvvet vermiş, onun haiz olduğu faziletleri, akrabasına karşı olan hareket tarzı, fakirlere ve zayıflara, yetim ve dullara yardımı, misafirperverliği, bütün güçlüklere rağmen hak taraftarlığını belirtmiş ve bu özelliklere sahip bir kimsenin başarısızlığa uğramayacağını söylemişti.

Bundan önce de anlattığımız gibi Varaka b. Nevfel, Hz. Hatice’nin yeğeni idi. Putperestlikten nefret eden Varaka, hak dini aramaya koyulmuş, sonunda da Hristiyanlığı kabul etmişti. Hatice, hakkı arayan bu yeğeninin, vicdanını hoşnut edecek, fikir bahçesini sulayacak bir din aradığını biliyordu. Ayrıca yeğeninden, Hz. İsa’nın geleceğini bildirdiği Peygamber’e ait haberleri de duymuştu. Bunun için zevcinin nübüvvete mazhar olduğunu görür görmez, doğruca yeğenini ziyaret ederek, ihtiyar ve aynı zamanda âmâ olan yeğeninin fikrini almak istemişti. Varaka; Hz. Muhammed’in ilahi vahye mazhar olduğunu haber alır almaz, Hz. Musa’nın müjdesine dayanarak, “Bu melek, Cenabıhakk’ın Hz. Musa’ya gönderdiği melektir.” demişti. Daha sonra Varaka, “Keşke yaşasam da senin, kendi vatandaşların tarafından hicrete mecbur edildiğini görebilsem.” demişti. Hatice, Peygamberimiz’in böyle bir muameleye mi uğrayacağını sorduğu zaman Varaka, “Evet.” demişti. “Her Peygamber’in gördüğü muamele budur!” Çok geçmeden Varaka irtihal etmiş fakat Nübüvvet-i Muhammediye’yi tasdik ettiğinden dolayı Hz. Peygamber’in ashabından sayılmıştı.

Hira dağı’nda vaki olan ilk vahyi müteakip, Cebrail bir müddet Hz. Peygamber’i ziyaret etmedi. Bu devreye “Fetreti Vahiy” devresi denir. Bu devrenin ne kadar devam ettiği hususu ihtilaflıdır. Bazıları bu zamanın iki veya üç sene kadar uzadığını, fakat İbn Abbas, bu fetretin kısa bir zaman devam ettiğini söylemektedir ki tarihî deliller de bunu kuvvetlendirir. Resul-i Ekrem Efendimiz’in, vahyin kesildiği bu zamanında, dağlara tırmanarak kendisini yuvarlamak istediğine dair nakledilen rivayetler asılsızdır. Çünkü rivayetlerin sıhhatini tayin için yapılan araştırmalarda, bu rivayet mevsuk değildir. Bunun ravisi olan Zühri, daha sonraki nesile mensuptur. Hâlbuki bir rivayetin sahih olması için onu anlatan ravinin sahabe olması gerekir veya ashaptan birinden rivayet edilmesi gerekirdi. Bunun için Zühri’nin bu rivayetinin hiç önemi yoktur. Özellikle Hz. Muhammed’in intihar etmek istediğine dair yapılan rivayetler, onun ruhi durumuna tamamen zıttır. En genç yaşından itibaren Peygamber’in kalbi, beşeriyeti ıslah ümidi ile doluydu. Bunun için tam bu sırada, kendisine nübüvvetin verildiği bir sırada, onun intiharı düşünmesine imkân var mıdır? Resul-i Ekrem Efendimiz’in hattı hareketinde görülen bir şey varsa, onun eskisinden daha fazla dağlara inzivaya çekilmesidir. Fakat bu hareket onun intiharı düşünmesi gibi manasız bir şekilde değerlendirilemez. Kendisine vahiy gelmeden önce de dağlara çekilirdi. Mütefekkir bir zihne sahip olması dolayısıyla dağlarda bir nevi huzur bulur, orada hiçbir şeyle meşgul olmadan düşüncelere dalardı. Peygamberimiz’in intiharı düşünmesine hiçbir sebep de yoktu. Hz. Muhammed eskisinden daha büyük bir ızdırap içinde dolaşıyorduysa ki bundan daha fazla bir şey de söylenemez, bunun sebebi içe kapanış değildir. Gecesini gündüzünü arayıp bulmaya vakfettiği nuru ilahi, birinci tecelliden sonra kaybolmuştu. Kendisine ızdırap veren işte bu idi. Kalbinin bütün isteği ilahi kelamları tekrar dinlemekti. Onu dağlara sevk eden, kalbinin hararetli iştiyakını tatmin edecek şeyi elde etmekti. İntihar ise Peygamberimiz’in hatırına hiç mi hiç gelmezdi. Peygamberimiz’in hayatında olan her hadise bunu yalanlar. Dünyanın en ümitsiz şartları karşısında bile, Cenabıhakk’ın yardımından ümidini kesmeyen, imanı hiçbir zaman sarsılmamış, tahammülü güç işlerde onu tuttuğu bu yoldan kıl kadar ayıramamıştı.

Nihayet fetret devri son buldu. Hz. Muhammed için bu fasıla pek uzun görünmüştü. Çünkü bu arada, bütün varlığı ile sevdiği Cenabıhakk’tan bir zaman için ayrı kalmıştı. Bundan dolayı bazıları, bu devrin uzun bir zaman devam ettiğini söylerler. Hâlbuki vahyin bu müddet zarfında kesilmesi, bir hikmeti ilahiyyeye dayanmakta idi. Vahiy geldiği esnada Peygamber Efendimiz’in maruz kaldığı ızdırap bedeni üzerinde görülebiliyordu. Vahyin tekerrürüne belki vücudu tahammül etmezdi. Peygamber’in bedeninin sağlığı için vahyin kesilmesine gerek var idi. Mamafih altı ayı geçmediği kesin olan bu fetret devrine müteakip, aynı şiddette olmamakla beraber Peygamber aynı hissi duymuştu. Bu defa da Hz. Hatice’den kendisini örtmesini istemişti. Fakat bu sefer Hz. Peygamber’in risaletini açıklaması emredilmişti.

“Ey kendisini örten insan! Kalk, inzar et.” 57

Bu ilahi emir Peygamber Efendimiz’in hayatında yeni bir devir açtı. Allah kelamının ilan ve risaletin fiilen telkin edilmesi devri başlamış oldu.

SEKİZİNCİ BÖLÜM

İLK MÜSLÜMANLAR

İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır. Naim cennetlerinde Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır. 58

Hz. Muhammed’in peygamberliğinin hak olduğuna ilk iman eden insan, Peygamberimiz’in zevcesi Hz. Hatice idi. O, risaletin doğruluğu hakkında hiçbir zaman zerre kadar şüpheye düşmemişti. Bilakis, ızdıraplı dakikalarda, Hz. Hatice, Peygamberimiz’in en kuvvetli teselli kaynağı idi. On beş sene önce, henüz Hz. Muhammed’in zevcesi değilken, tarafsız bir insan sıfatı ile onun güzel hasletlerine hayran olmuştu. Hz. Hatice’de, Peygamberimiz hakkında hasıl olan kanaat, iki taraf arasındaki tanışma, evlilik sıfatı ile de kuvvetlenince samimiyet derinleşmiş ve kökleşmişti. Peygamberimiz ilk olarak kendisine gelen vahyi telakki edip, beşeriyeti nasıl kurtarabileceğini düşünerek ızdıraba uğradığı zaman, bu faziletli kadın, kalbinin ilhamına tabi olarak ona teselli veriyordu. Hz. Hatice, Peygamberimiz gibi seciyesi yüksek bir kimsenin hüsrana uğramayacağını takdir ediyordu. Hiçbir kimse, Hz. Hatice kadar Peygamberimiz’in en mahrem sırlarını bildiğini söyleyemez. Bir kocanın hayatına ait en ince teferruat, zevcenin gözlerinden saklanamaz. Bu suretle Hz. Hatice, Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman eden ilk ve en samimi insandır.

Hatice’yi takiben ilk müminler meyanında Varaka gelir. O, Peygamberimiz’in risalet tebliğine memur edilmezden önce, yani fetreti vahiy esnasında irtihal ettiğinden imanını resmen ilan etmek fırsatından mahrum olmuştu. Fakat başka bir bölümde de beyan ettiğimiz gibi Varaka, Hz. Muhammed’in Nebi Mev’ud “Vadedilen Peygamber” olduğunu tasdik etmişti. Onun bu hareketi, kendisinin ilk müminlerden sayılmasına vesile olmuştur.

Bunlardan sonra Mekke’nin muteber kişilerinden Ebu Bekir gelir. O, muhakemesindeki isabet dolayısıyla pek yüksek bir makam sahibi idi. Ebu Bekir’in vatandaşlarından gördüğü hürmet çok büyüktü. Hz. Peygamber’in nübüvvete mazhar olmadan önce, Hz. Ebu Bekir ile münasebetleri çok samimiydi. O da Hz. Hatice gibi Peygamberimiz’in doğruluğuna kesin inanç sahibi idi. Onun da Hz. Muhammed’e hiçbir zaman itimadı sarsılmamıştı. Hz. Ebu Bekir, Peygamberimiz’e vahiy geldiğini duyar duymaz, onun Allah’ın Resulü olduğunu kabul etmiştir. Erkekler içinde ilk defa İslam şerefi ile müşerref olan insan da Hz. Ebu Bekir’dir.

Peygamberimiz’in amcası Ebu Talip’in oğlu Ali de Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk iman edenler arasındadır. Hz. Muhammed’in doğruluğuna inanan Ali, onun nübüvvetine iman etmekte asla tereddüt göstermedi.

Zeyd b. Haris, Peygamberimiz’in azat ettiği bir köle idi. Peygamberimiz’e ne kadar bağlı olduğunu daha evvelki bölümde beyan etmiştik. Peygamber’e bağlılığı babasından ve akrabasından feragat etmesine sebep olmuştu. O da ilk iman eden Müslümanlar arasındadır.

Hatice, Ebu Bekir ve Zeyd, Peygamberimiz’le pek samimi olarak görüşen insanlardı. Hepsi de onun hususi hayatını bilirlerdi. Hepsinin imanı da aynı samimiyette idi. Bunların hiçbirisi, onun doğruluğu hakkında en küçük bir şüphe göstermemişlerdir. Bütün ömründe “Emin” olarak yaşadığını biliyorlardı. Binaenaleyh Hz. Peygamber’in yalan uydurduğunu, bunlardan hiçbirisinin düşünmesine imkân yoktu. Bunlar, Hz. Muhammed’e bir sahtekâr gözü ile bakamazlardı. Çünkü onun eski arkadaşları olmaları hasebiyle, seciyesinin her safhasını tetkik etmiş olma fırsatını bulmuşlardı. Hz. Muhammed’i tanıyanların, daha yakından tanıdıkça ona olan bağlılıkları artıyordu. Onun güzel hasletlerine hayran oluyorlardı. Aynı zamanda onun sözlerini tasdik etmeye âdeta koşuyorlardı. Peygamberimiz’in seciyelerinin bu tecellisi, Muir, Springer gibi tenkitçileri bile Hz. Peygamber’in samimiyetini itirafa sevk ediyordu. Peygamberimiz telakki ettiği vahyin ilahi mahiyetine tamamıyla inanıyordu. Onun davasında bir riya gölgesi bile olsa ondan şüphe edecek, onu reddedecek insanlar, hiç şüphe yok ki onunla temas eden bu kimseler olurdu. Hâlbuki tam tersine bu insanlar, onun nübüvvetinin doğruluğuna ilk iman eden kimseler olmuşlardı.

Hz. Ebu Bekir, Müslümanlığı kabul eder etmez başkalarına da hakikati telkin etmeye başlamıştı. Hz. Muhammed’in nübüvvetine Ebu Bekir’in imanı bu derece sağlam, bu derece şuurlu idi. Çok geçmeden Ebu Bekir’in bu ciddi faaliyeti sayesinde Osman, Zübeyr, Abdurrahman, Saad ve Talha gibi yüksek mevki sahibi olan kimseler yalnız İslam tarihinde değil aynı zamanda cihan tarihinde yerlerini almışlardı. Bu kimselerden başka Bilal Yasir ve zevcesi Sümeyye ile Yasir’in oğlu Ammar gibi yüksek mevkide olmayan kimseler de Müslümanlara iltihak etmiş, iman sahibi olmuşlardı. Abdullah İbn Mesud ile Habbab da hidayet şerefine ilk nail olan kimselerdendi. Evi, Peygamber Efendimiz’in faaliyetine merkez olan Erkam da nübüvvetin dördüncü senesine doğru İslamiyeti kabul etmişti. Fetreti vahiy üç sene devam etti diyenlerin iddiasını bu anlattığımız gerçekler çürütür. Eğer vahyin kesilmesi devri üç sene devam etmiş olsaydı, Hz. Peygamberimiz’in ilahi davetini açıklamasının dördüncü sene başlaması gerekirdi. Hâlbuki nübüvvetin dördüncü senesinde Müslümanlık birçok taraftar kazanmıştı. Mekkelileri düşündüren nokta da Müslümanlığın bu suretle durmadan ilerlemesi idi. Bu sebepten faaliyetlerini düşmanca tecavüzlerden nispeten uzak olabilecek bir yere nakletmeye mecbur kalmış, Erkam’ın evini de bu maksat için seçmişti. Nübüvvetin dördüncü senesinde Müslümanların kırk kişiden aşağı olmamaları, “Fetreti vahiy uzun süre devam etti.” diyenlerin aleyhinde çok kesin bir delil teşkil eder.

Müslümanların sayısı gittikçe çoğalmış, Kureyş’in büyüklerinden birkaç kişinin de bu dini kabul etmesi ile bir nevi kuvvet bulmuştu. Bunlardan en önemli olanlarından birisi de Peygamberimiz’in hem süt kardeşi hem de amcası olan Hamza’dır. Hamza, harbe ve bedeni idmanlara meraklı bir kimse idi. Bunun için vatandaşları arasında, ayrıca güzel ahlakı sayesinde büyük bir mertebe sahibi idi. Hz. Hamza, Peygamber Efendimiz’e özel bir hürmet gösterirdi. Bir gün Ebu Cehil her zaman yaptığı gibi Peygamber Efendimiz’e eza ederken Hamza’nın bir cariyesi bu manzarayı görmüş, çok müteessir olmuştu. Hamza da o sırada ava gitmişti. Eve geldiğinde cariye gördüğü olayı ona anlattı. Hz. Peygamber’in asaletine hayran olan Hamza, onun bu gördüğü ezadan çok müteessir olarak hiddetlenmiş, Hz. Muhammed gibi doğru ve emin bir insanın tarafını tutmamanın mertliğe yakışmayacağını, belki bir alçaklık olacağını düşünmüş ve bütün kuvveti ile onu müdafaa edeceğine, hakikat davasına bağlı kalacağına, bu uğurda gayret sarf edeceğine karar vermişti. Bunun üzerine Hz. Hamza, doğrudan doğruya Kâbe’ye giderek orada Müslümanlık aleyhinde bir suikast tertibi ile meşgul bulunan Ebu Cehil ve taraftarlarına kendisinin İslam dinini kabul ettiğini ilan etmişti.

Müslümanlık için sarsılmaz bir direk olduğunu ispat eden bir diğer şahıs da Hz. Ömer’di. Sert mizaçlı olan Ömer, İslam’ın amansız bir düşmanı idi. Ömer, yeni hareketin müsebbibi saydığı Hz. Peygamber’in kellesini uçurarak, onu imhaya karar vermişti. Bir gün Ömer bu maksadını gerçekleştirmek için kılıcını sıyırmış ve Peygamber’in hanesine doğru yola koyulmuştu. Ömer kendi kız kardeşi Fatıma ile kocası Said’in İslam dinini kabul ettiğini bilmiyordu. Yolda kendisine bir Müslüman tesadüf etmiş, onun fena bir niyetle hareket ettiğini sezerek nereye gittiğini sormuştu. Ömer cevap olarak, “Muhammedi öldürmeye gidiyorum.” demişti.

Bunun üzerine Müslüman, Ömer’e, “Peygamber’i öldürmeden önce kendi evini tanzim etmesini, çünkü kız kardeşi Fatıma ile eniştesinin Müslüman olduklarını” söylemişti. Ömer bu haberle köpürmüş ve kardeşinin evine doğru hiddetle yürümüştü. O sırada Fatıma’nın evinde ashaptan Habbab b. Eret, Fatıma’nın kocası Said’e Kur’an-ı Kerim’in bir suresini öğretiyordu. Ömer eve girer girmez Kuran sahifeleri saklanmış, Habbab da bir köşeye gizlenmişti. Fakat Ömer, kız kardeşinin evinde Kur’an okunduğunu kendi kulakları ile duyduğundan, onun ve kocasının, İslam’ı kabul ettiklerinden şüphesi kalmamıştı. Ömer bunların yanına girince, atalarının dinini terk ettiklerinden dolayı kendilerine hakaret etmiş, eniştesi Said’i yakalayarak onu yumruklamaya ve tekmelemeye başlamıştı. Kocasını kurtarmak için müdahale eden Fatıma’ya da birkaç darbe isabet etmiş, zavallı kadın yaralanmış ve kana boyanmıştı. Nihayet Fatıma Ömer’e hitaben, “Ne yapacaksan yap!” demeye mecbur olmuş, bu cesurca yapılan mukabele ise Ömer’in hiddetini yenerek onu sakinleştirmişti. Ömer bu sefer dövüşmekten vazgeçerek okudukları Kur’an ayetlerini istedi. Kız kardeşi, Ömer’in Allah kelamına bir hakarette bulunmasından korkarak, Kur’an sahifelerini vermek istemedi. Hz. Ömer, onların dinî hislerine tecavüz etmeyeceğine yemin edince, Kur’an sahifelerini kendisine vermişti. Bu sahifeler Ta-Ha Suresi’nin ayetlerini ihtiva ediyordu. Ömer okumaya başladı. Ey insan, sana Kur’an’ı, eza ve meşakkate uğraman için göndermiyoruz. Hayır! Bu, Allah’tan korkanlara bir tezkiredir. Bu, yeri ve göğü yaratan Allah’ın bir vahyidir.59 [Ta-ha, 1-4] Ömer sureyi okumaya devam etti. Kalbine nüfuz eden Kur’an’ın hakikatlerine karşı koyamıyordu. Bu kadar güzel bir irşada karşı gösterdiği düşmanlığın ne ahmakça bir hareket olduğunu düşünmeye daldı.

Bütün olay boyunca korkusundan gizli duran Habbab meydana çıkmak zamanının geldiğini idrak etti. Habbab gizlendiği yerden çıkarak Ömer’i irşada başladı. Haşmetli Ömer, İslam’ın ruhani kudreti karşısında erimişti. Hz. Peygamber’in, o anda Erkam’ın evinde olduğunu anlayan Ömer, doğruca oraya hareket etti. Peygamber Efendimiz sayıları kırk civarı olan erkek ve kadın Müslüman’la o evde bulunuyordu. Ömer kapıyı çaldı, Peygamber’in ashabından biri kapıya kimin geldiğini öğrenmek için baktı. Ömer’in boynunda asılı kılıcı ile geldiğini görünce, kötü bir niyetle geldiğini sanarak korktu. Peygamberimiz kapının açılmasını emretti. Peygamberimiz daha bir cümle söylemeden Ömer, “Ya Resulullah, Allah ve Peygamber’ine iman ediyorum!” dedi. Orada toplanan bütün Müslümanların kalbi ferahla doldu. Hepsi de bu ihtidayı “Allahu Ekber!” nidaları ile karşıladılar.

Hz. Ömer’in ihtidası, henüz muhalefet kasırgaları ile karşılaşacak derecede kuvvet kazanmayan küçük İslam cemaati için bir zaferdi. Hamza ile Ömer gibi iki büyük şahsiyetin İslam’a girmeleri, nübüvvetin altıncı yılında vuku bulmuştu. Bu zamana kadar Müslümanlar meydana çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Bütün dinî faaliyetler, Erkam’a ait olan evin dört duvarı arasına münhasırdı. Ömer’in Müslümanlığı kabul etmesi üzerine, Müslümanlar namazlarını Kâbe’de kılabilecek derecede kuvvet kazanmışlardı. Bu sırada fakir sınıfa mensup birkaç kişi daha Müslümanlara iltihak ettiler. Yüksek sınıfa mensup olan Müslümanlar bir müddet Mekkelilerin eza ve cefasından korunmuşlardı. Müslümanlığı kabul eden kölelerin hâli ise çok feci idi. Bunlar işkencenin her türlüsüne ve en vahşi şekillerine maruz kalıyorlardı. Bunları himaye edecek bir kimse yoktu. Hz. Ebu Bekir’in en büyük faziletlerinden biri, bu cefakâr ve çaresiz köleleri efendilerinden satın alarak onlara hürriyetlerini vermekti. Bilal, Amir, Lübeyne, Zinnire, Nahdiyye ve Ümmül Ubeys bunlardan bazıları idi. Bunlar Ebu Bekir’in sayesinde hürriyetlerine kavuşmuşlardı.

İslam’ın ilk yayılma devrelerinde dikkati çeken hususlardan biri de bu dinin genellikle halk tarafından rağbete mazhar olmasıdır.

Aristokrat sınıf ise ekseriyetle Hz. Muhammed’in risaletini duymazdan ve görmezden geliyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in ifade ettiği bir hadise, İslam’ın ilk yayılma devrelerinde bu yüksek sınıfın ona neden rağbet etmediklerini ve onların maksadını izah eder. Bir gün Resul-i Ekrem, Kureyş asillerinden birkaçına irşatta bulunurken âmâ bir fakir olan İbn. Ümmü Mektum adında bir adam gelmiş, Peygamber’in meşgul olduğunun farkına varamayarak nazarı dikkati çekebilmek için birkaç sual sormuştu. Peygamberimiz mühim bir konuşma ile meşgul olduğundan normal olarak sözünü kesmek istememişti. Resul-i Ekrem âmâyı azarlamamış, ona memnuniyetsizliğini ifade eden bir kelime söylememiş, yalnız alnında beliren bir iki çizgi, onun bu durumdan hoşnut olmadığını göstermişti. Peygamberimiz’in güzel ahlaki faziletlerle ve edeplerin en güzeli ile dopdolu olmasını isteyen Cenabıhakk, bu olayın geçip gitmesine razı olmadı. Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki, Âmâ geldiği zaman alnı çatıldı, yüzü çevrildi…60 Daha sonraları Kur’an-ı Kerim, bir ihtiyar âmânın, Peygamber’in irşadından istifade etmesinin düşünülebileceğini söylüyor. Çünkü Kur’an, düşkün insanları en yüksek seviyeye yükselten bir hayat mecellesidir. Bundan başka aynı surede, Peygamber’in büyük şahıslara fazla önem vermemesi isteniyor. Çünkü İslam davasının yükselmesi zayıf ve fakirlerden müteşekkil olan halk kitlesine bağlıydı. O halk kitlesi ki İslam davasına bağlılığı ve onu müdafaası sayesinde saadete ve şerefe kavuşacaktı. Risaletin özellikle Mekke ahalisinin zayıf ve çaresiz halkınca kabul edilmesindeki ilahi hikmet budur. Çünkü bunlar, büyüklerle kuvvetlilerin yapamayacakları işi, alelade halkın Allah’ın yardımı ile nasıl başarabileceğini gösteren müşahhas misaller teşkil edeceklerdi. Tarihin bize bildirdiği gerçeklerden birisi, Müslümanlığın, hakir görülen o biçare ve zayıfları hâkimiyet mertebesine yükseltmesi; ayrıca onları ahlakın en yüksek seviyesine, ilim, irfan ve felsefenin şahikalarına yükseltmesi, bütün dünyanın zulmet ve cehalet içinde yaşadığı sırada, onların medeniyet meşalesini taşımalarıdır. İslam’ın yükseltici kudretine bundan daha büyük bir şahit olur mu?