banner banner banner
İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade
İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade
Оценить:
 Рейтинг: 0

İrade Terbiyesi II Zihinsel Çalışma ve İrade


Antik Çağ düşünürleri çalışmanın etkilerini gözlemlemeyi asla düşünmediler. Çalışmanın vücut ve ruh sağlığını korumanın, üstün ve büyük olmanın şartı olduğunu anlamadılar.

İnsani düşünceye asırlar boyunca şeklini veren Sokrates, Platon ve Stoalılar çalışmayı kibirli bir şekilde hor görerek büyük bir kötülük yaptılar.

Modern çağlarda, Proudhon hariç, fabrikada çalışmanın can sıkıcı tekdüzeliğinden gözleri kör olmuş sosyalist yazarlar, çabayı bir lanet ve boşunalık olarak algılamaya devam ettiler. Bu kanıya duyulan zavallı bağlılık, gerçeği yeniden tesis edebilecek zekâların yolunu şaşırmasına sebep oldu. Bağımsızlık ve sınıfsallık simgesi olan tembelliğin, zekâ ve ahlak üzerindeki yıkıcı sonuçları incelenince onu reddetmenin zorunluluğu ortaya çıktı. O hâlde çalışmaya duyulan ön yargı asla eleştiri kabul etmeyen geleneksel alışkanlığın bir sonucudur. Bunun yanında sağlıklı çocukların rahatlıkla koşup zıpladığı, tırmandığı, yorucu yürüyüşler yaptığı, çaba harcamakta sıkıntı duymadığı gözlemlenebilir bir durumdur. Eğer çalışmak onlara ağır gelirse bu durum eğilimlerini nasıl ortaya çıkaracaklarını bilmemelerinden ve sahip oldukları enerjiyi düzenlemeyi ihmal etmelerinden kaynaklıdır.

Her sağlıklı insanda hareket ihtiyacı çok temel bir ihtiyaçtır. Oyunlar ve sporlar onu memnun etmenin çocukça yollarıdır.

Çalışmanın Taklitleri

Taklitlerinden kaynaklanan kötü ürünlerle itham etmemek için çalışmayı aslında olmadığı şeyden iyi ayırt etmek gerekir. Bize fikir çağrışımlarıyla ve olumsuz duygularla yüklü bir kelime haznesi nakleden dil sebebiyle taklitçiliği tanımlayacak hiçbir terime sahip değiliz: Pek de eğitici olmayan bir öğretim yöntemi altında kendilerini baskılanmış hisseden matematik öğrencileri, isteksiz çabalarını anlatmak için “kazmak”[24 - Fransızcada mecazen çok ders çalışmak, yontmak, kazmak vb. anlamlara gelen potasser fiili. (ç.n.)] terimini türetmişler. Görevi, zihinsel çalışma kavramını yüksek ve aydınlık bir noktada tutmak olan yükseköğretim, sözde çalışmalar istilasını geri püskürtebilecek güçte olamadı. Verimsiz bir zihin işçisinin “kazarak” elde ettiği yığınları gerçek bir çalışmaya denk tutan gizli ittifak yüzünden nice kürsüler, vasat insanlar tarafından işgal edildi. “Istakozların beşinci çiftteki göğüsten bacaklarını inceleyin. X… dördüncü çiftler için güzel bir çalışma yaptı. İşe koyuluruz ve araştırma konusu üzerine yapılan yayınları inceleriz. (Buna konu bibliyografyası yapmak denir.) Yaklaşık iki yılın sonunda bir tez için gerekli temel bilgilere sahip oluruz ve oldukça maliyetli güzel görsellerle renklendirilen iki yüz sayfalık büyük bir kitap kaleme alırız. Saygıdeğer bir doktor oluruz.”[25 - Le Dantec, Le gaspillage du budget de la Science.] Yaşam mücadelesinde insan için yararlı ve zararlı olan hayvanları incelemenin söz konusu olduğu nadir durumlar dışında zooloji çalışmalarının türlerin kökeni ya da akrabalıklarıyla ilgili sadece felsefi bir alakaya sahip olabileceğini de yazarımız ekler. Bu eser, kullanılmayan muazzam kitaplıklar birikiminden ileri gelen sözde bilimsel çalışmaların ürünüdür.

Tarihte kâğıt birikintisi olmaktan öteye gidememiş kitaplar, incelemeler, makaleler altında boğulmadık mı? Büyük ve iddialı hikâyeler, zihin dünyasında da tükenmek bilmeyen bir boşboğazlık seviyesinin ilerisine gidemez.

Belki de 1870’ten beri Fransa’da hüküm süren sözde gerçekçi edebiyat, Alman eğitiminin istilasından ötürü yükseköğretimin bozulması ve değer kaybetmesinden sorumludur. Vasat insanlar iyi aydınlatılmış bir gerçeğin bilimsel bir değere sahip olduğunu düşünürler. Gerçek, mimarın inşaatta kullanacağı yontma taşa benzerdir.

Bilimsel bir değeri yoktur. Gerçeklerin büyük çoğunluğu hiçbir bilimsel değere sahip değildir. Sadece açığa çıkarıcı olan gerçeklerin bir değeri vardır. Ötekiler zihni tıkar, dikkati dağıtır. Öte yandan bir gerçek sadece düşünen ve kendi kendine soru sorabilen her zihin için açığa çıkarıcı niteliktedir. Her keşif başlangıçta içimizde gizlenmiş bir önsezi dalgasıdır. Genellikle alışkın olduğumuz bir gerçek sonrasında aniden kesin bir önem kazanır: O vakte kadar durağan olan bileşenleri harekete geçiren bir kıvılcım patlak verir. Newton için elmanın düşüşü, Galileo için Pisa Katedrali lambasının salınımı da bu niteliktedir. Claude Bernard hayranlık uyandıran Introduction eserinde tüm bilimsel gözlemlerin herhangi bir soruya verilen cevap olduğunu bize anlatır. Kendine soru sormayı beceremeyen yöntemler yalnızca kullanışsız gerçekler yığınını, diğer bir deyişle düzensizliği artırırlar.

Yükseköğretim kurumları, kürsülerini var olan değerli zihinler sayısının üzerinde çoğaltarak ve çizdikleri yolu takip etmeyen yeteneklere kapılarını kapatarak düzenleyici konumunda olma ihtimalini kaybetti. Yapılan sınavlarda adayların iyi bir zihnin temel niteliklerine sahip olup olmadıklarını ölçmek nasıl olurdu? Onları nasıl seçeceğimizi bilmemiz, sabır ve hafıza oyunundan ibaret sınavlara tabi tutmamamız gerekirdi.

Bu konuda yalnızca bir örnek vereceğim. Doktorada Latince tezi olarak “Malebranche Platonculuğunu” seçmiştim çünkü Düşünüşler, Ahlak Üstüne İnceleme ve Araştırma isimli eserlerin yazarı olan bu muhteşem zihne karşı zaafım vardı. Hocalarımdan biri Alman bibliyografyasının Platon’un 17.yy felsefesi üzerindeki etkileri hakkında çalışmalar bulundurduğunu biliyordu. Platonculuk araştırmasına yapılan bu katkıyı sonuna kadar “tüketmek” gerektiğini söylüyordu. Ren Nehri’nin ötesinden bir filozofun bu konu üzerine en iyiler arasında gösterdiği iki Alman tezini ödünç aldım. Ancak bunlar değeri olmayan ve anlaşılmaz derlemelerdi. Bu tür bibliyografik bir çalışmanın her şeye rağmen gerekli olduğunu söyleyen tez başkanımı konuyla ilgili bilgilendirdim. Zaman kaybından ürkmüş olan ve Almancaya pek aşina olmayan ben, üzerinde çalıştığım konudan vazgeçerek hiçbir bibliyografyanın gerekli olmadığı daha modern bir konuya geçiş yaptım.[26 - Quid apud Millium Spencerumque de exteris rebus disserentes sit reprehendendum. Aureliani, ex typis Michau.]

Üniversiteler, adaylar pahasına tez değiştirir. Birkaç yıl içinde üniversite kütüphanelerimiz ülkenin zihinsel sermayesine hiçbir katkıda bulunmayan vasat üretimler dalgası ile boğulacaktır. Özgün olmayan bu derleme eserlerle yitirilen vakit, tarihsel olarak iyi aydınlatılmış değerli çalışmalar olan İngilizce, Almanca, İtalyanca birkaç eserin çevirisine ayrılmış bir zaman olsa daha iyi olur ve ortak çalışma fonu zenginleşirdi. Böyle bir çalışma, kötü düşünülmüş ve kötü yazılmış kişisel hiçbir çaba bulundurmayan bir tezden daha iyidir.

Öncekiler

Adli ve idari alanda daha önceden verilmiş örneklere abartılı bir biçimde değer yükleyen ve çaba göstermekten kaçınan bir tutum söz konusudur. Koyun ırkından olan insan, sıradan bir girişimde bulunmaktan duyduğu dehşetle incelediği konuyu sadece yer aldığı çerçevede ele alır. Zamanını önceden alınmış bir kararı aramakla harcamayı tercih eder. Bu karar ister dürtüsel ister bilinçsiz insanlar tarafından alınmış olsun, hiç fark etmez, düşünmeyi bir kenara koyar ve bize sadece ona ayak uydurmak kalır. Alp Dağları’nda rehberlik edecek kişi ilerlenecek yolu araştırır, düşünür ve karar verir; arkadan gelenlerse önden gidenin kardaki ayak izini itiraz etmeden takip ederler. Görevleri kar üzerinde iz bırakmaya dayanan rehberlerin işi yüksek rakımlarda sürekli bir dikkat gerektirdiğinden oldukça yorucudur. Diğerleriyse sadece fiziksel bir yorgunluk duyar ve beynin razı gelinmiş uyuşukluğuyla yükseltileri aşarlar.

Farklı yönetimlerde tüm çalışmalar alınacak kararlarla sonuçlanır. Seçilene ve alınan karara karşı çıkmaktansa çoğunluğu teşkil eden güçsüz zihinler öncekilerin kazdığı yer altı çukurlarında saklanır ve yerlerinden çıkmaları da oldukça zordur. Felsefede, hatta dinde de birtakım sistemlere sığınırız ve o andan itibaren vekâleten düşünür, böylelikle de seçim yapma çabasından kurtulmuş oluruz. Her kim sistemi reddederse durgunluğun şahsi düşmanı hâline gelir; bu noktada da zahmet, sabır ve zaman gerektiren şeyi anlamaya koyulmak gerekecektir! İçimizdeki bu oyunbozan, karşımızda duranı sorgulamaya bizi zorlama niyetindedir. Duygularımızı ve gizli eğilimlerimizi pohpohlayan, bizi onaylayan hatalardan vazgeçeceğimizi mi sanıyor yoksa? Gerçekten aptalca!

Kişisel çelişkilerinden yara alan kibirli insanlardan sonra en tehlikeli olanlar, inançlarının sakin güvenliği içinde rahatsız edilmekten öfke duyan, limana vardıklarını zanneden ama açık denizin kuvvetli esintilerine tekrardan meydan okumak zorunda kalan zayıf fanatiklerdir.

Değeri olmayan bir gerçek, büyük bir şiddetle ortalığı kırıp geçirmeye tıp alanında da devam eder. Öğrenciler aceleyle ansiklopedik ve şişirme bir inceleme hazırlayarak araştırma yöntemlerine sırt çevirirler. Yoğun hafıza çabalarıyla yola devam ederler. Klinik Doktor Trousseau bilimsel kaynaklar çoğaldıkça zihnin daha tembel hâle dönüştüğünü kabul etmekteydi. Tembellik, kabul etmekten ve keyif almaktan memnuniyet duyan zihnin detaylandırmak ve üretmek konusundaki kaygısından kaynaklanır. Sıra dışı bir yeteneğe sahip olanlar kolay elde etme işine koyulurlar: Hiçbir şey üretmemeye alışırlar ve bir tür ruhsal durgunluğun içine düşerler. Bilgi açısından daha az zengin olan ve kendinden önce gelenler ise üretim üzerine aralıksız çalışmaktaydılar. Bir atletin kaslarını geliştirmesi gibi onlar da zihinsel güçlerini geliştirirlerdi. Bu şekilde verimlilik ve önem arz eden görüşler de çoğalırdı. İmkânları bol olan, karnı tok, şımarık ve asabi sizler ise sadece alıp yok etmeyi bilirsiniz. Tembel zihniniz ise şişmanlıktan boğulmak ve ölmek üzeredir.

Bir hastane kliniğinde on iki on beş civarı hastanın başında koşuşturup duran öğrencileri izlemek, dikkat dağınıklığının saçmalığını anlamak için yeterli olacaktır. Sözde çalışma alışkanlığı yıkıcı sonuçlara sahiptir. 1914 yılında, zihinleri önceden tasarlanmış fikirlerle doldurulan cerrahlarımız gerekli teçhizata sahip değillerdi:[27 - Dr. Jean Fiolle, Les auto-chirurgies Revue de Paris, 1 Kasım 1917.] Sterilizasyon araçları yetersizdi ve baş ya da baş çevresinde aseptik bir operasyon yapılamamaktaydı. Pasteurcü fikirler, ön yargıları bariz bir şekilde ortadan kaldıramamıştı. Gençlerimizden kaçı bu gerçekleri fark edememelerinin karşılığını hayatıyla ödemiştir!

Aynı şekilde çok sayıda subayımız Rus-Japon savaşı ve Transvaal savaşının sonuçlarını görmezden gelerek modası geçmiş bir düşünceyle taarruza geçmişti.[28 - General Fonville, L’enseignement de l’école supérieure de guerre, Paris, 1 Haziran 1916.]

Gözden Geçirmemiz Gereken Yöntemler

Savaştan sonra, yöntemlerimizde devrim yapmak ve temelde sahip olduklarımız konusunda zihni yetiştirmek zorunda kalacağız. Yeni yetme çocuklara özgürlük duygusunu aşılamak için otorite fanatiği düzenbazlar tarafından türetilmiş ve 1. Napolyon tarafından vahimleştirilmiş bir eğitim sistemine sahibiz. Çocuğun ruhunda kendiliğinden çiçek açmasını beklemek yerine ona dışarıdan fikirler kabul ettirmeye devam ederiz.

Programların aşırılığı yüzünden saygı ve zaman isteyen bu çiçek açmayı çocuğun kişiliğinde imkânsız kılarız. Bağımsız enerjiyi ortaya çıkarmak için zamanımız yoktur. Gerçekte özgürlüğe de inanmayız ve onu, taklidi olan anarşiyle karıştırırız. Kapsamlı her zekâ eğitimi bizi ebedî akıl yasalarının mevcudiyetine götürür. Anarşistler, şeylerin yerine büyük kelimeler koyan ve toplumsal mucizeye inanan batıl söz sanatçılarıdır: Bakışlarını insan doğasının hazin gerçeklerine indirmeyi reddederler. Kendilerini samimiyetle incelemeye ve günlük davranışlarını tarafsız bir şekilde sorgulamaya razı olurlarsa mükemmel bir toplumun hepimiz gibi kusurlu insanlarla mümkün olmadığını göreceklerdir. Çünkü birçok insan Bolşevikler örneğinde olduğu gibi ilkel hayvan seviyesinde kalmıştır. Gözlerimizi gerçekleştirilemez bir ideale sabitlemek yerine gerçekleştirilebilir olandan yana çevirmeyi bilmek ve sözde zekâ üretiminden farklı olan zihinsel eğitimi değiştirmek gerekir. Gerçekte birçok öğrencimiz olağanüstü bir söz söyleme yeteneğine sahip olmasına rağmen bizler gerçek zekânın bir taklidini üretiriz. Bu taklitler günde defalarca kostüm değiştiren süslüler gibi çok az bir fikir kalabalığını giydirmek için sayısız değişik kıyafete sahiptir. Üstelik fikir yani parıltılı söz sanatı, kumaşların üzerinde dikildiği bir manken gibidir. Sadece izin verdiği dokunuşlar tarafından değerli hâle gelir. Fransa’nın çoğu ise iyi konuştukları zaman değer kazanmış olduklarına inanan insanlardan oluşur.

Gerçek Bir Zekâ, Hakikati Olduğu Gibi Görmektir

Sözlü yetenek zekânın sadece bir taklididir. Gerçek zekâ ise hakikati net bir şekilde anlamaya ve ondaki saf altını bulmaya izin veren bir mihenk taşıdır. Zekânın teşkil ettiği şey hususunda sıklıkla yanılırız. Örneğin XIV. Louis’nin sözcüsü Saint-Simon,[29 - Saint Simon, Grands Ecrivains.] kralın büyüme ve güç arzusunun yalnızca vasat bir zihin tarafından desteklendiğini söyler ve yine de kendini yetiştirebilen bir zihin olduğunu ekler. Bu kendini yetiştirme yani tecrübelerden yararlanabilme kapasitesi tam olarak gerçek zekânın tanımıdır. Saint-Simon’un kral hakkında çizdiği portrenin geri kalanı söylediklerimizi doğrular çünkü ona makul bir zihin ve birçok incelik yani tam bir hakikat duyusu atfeder. Hakikat duyusu gerçek zekânın özüdür. Zeki olmak, olanı ve olmayanı birbirinden ayırt etmek demektir; yapılabilir olanı ve olmayanı, gerçekle bağdaşanı ve bağdaşmayanı ayırt etmektir. Zeki olmak, var olan durumu temiz bir suyun dibindeki ayrıntıları görür gibi açık bir şekilde anlamaktır. Zekânın bu görüş netliği tutkuların dinginliğini ve zihnin özgürlüğünü gerekli kılar. Bu yüzden coşkun davranışlarda bulunanlar, samimiyetsizler ve güçsüzler tarafından bu bakış açısı reddedilir. Çünkü ruhun yüzeyini kırıştıran en ufak bir duygu, hakikatin görüntüsünü allak bullak ederken düşünce eyleminde amaçların ve dürtülerin hassas bir şekilde tartılmasını engeller.

Birinci Napolyon Örneği

Hakikati ayırt etmenin kırılgan ve karmaşık mekanizmasını bozan tutkuya en öğretici örneğini bize 19. yüzyılın en güçlü beyinlerinden biri vermiştir. 1809’dan itibaren Napolyon, görüş netliğini kaybetti. Kibri büyüdü ve bu kibir var olanı algılama yetisine ket vurdu. Napolyon kendi kuvvetlerini çok büyük görürken düşmanlarınınkini küçümsedi. Hizmetkârlarından biri olan Dècres 1809 yılının sonunda “İmparator delirdi, tamamen delirdi. Hepimizi başından atacak ve her şey korkunç bir felaketle sonlanacak.” diye sesleniyordu. 1812 Savaşı çılgınca bir hareket oldu çünkü imparator zorluklarla nasıl başa çıkacağını bilemedi. Bu coşkun ve güçlü zekâda hakikat duyusunun yozlaşmaya başladığı an hakkında yapılacak derin bir çalışma vardır. Aynı çalışma, daha az zeki fakat uzun zamanlı gerçekçi bir zihne sahip olan 1914 Savaşı’nın cani yaratıcısı 2. Guillaume’un hakikat duyusunun tıkanması üzerine de uygulanabilir. Bize savaş ilan etti ancak kesinlikle yanılmaktaydı çünkü Fransa’yı birkaç hafta içinde yok etmeyi planlıyordu. 2. Guillaume, Belçika’nın ve bilhassa İngiltere’nin direniş gücünü çok yanlış hesaplamıştı. Öyle ki sözde zekâsı gerçeği kavrama konusunda yeterli değildi.

Aynı şekilde görevi ülkeyi gözlemlemek ve bilgilendirmek olan tarihçilerimiz ve politikacılarımız, gerçek Almanya’yı ulusal tembelliği pohpohlayan ve yöneticilerini sarsılmaz kararların rahatsız edici vazifesine mecbur etmeyen sahte bir imajla yansıtmışlardı.

Sözde zekâlar hakikatleri görme konusunda isteksizdirler çünkü hakikatler her zaman bir adaptasyon çabası gerektirir. Hakikatten söz ederken yalnızca kendilerini, öz saygılarını, keyiflerini ve tutkularını düşünürler. Doğru olanın doğru olmasını istemezler.

Bu temel noktada başka bir örnek vereceğim. Bir lisenin öğrencilerinin başından geçen tehlikenin ardından kurum müdürüyle gaz lambasına giden ve yatakhanenin ortasından geçen yirmi metrelik bir boruyla ilgili görüştüm: Bu boru, öğrenciler için süreklilik arz eden bir ölüm tehlikesiydi. Müdür olayı kendi içinde değerlendirmek yerine kendini savunmaya geçti: Bu durum ondan önce de böyleymiş, yeterli bütçesi yokmuş… Kendimi hesaba katmayışımın ve olaylara tarafsız bir şekilde bakmanın elverişsizliğiyle şaşkına döndüm.

İşte sözde zekâya sahip bir başka müdürün portresi:

“Emrindekilerin eylemlerini onların anlık davranışlarıyla yargılar. Kendisine kişisel olarak dokunan şeyi görmezden gelemez. Aynı hatalar, hatayı yapan kişinin onu memnun edip etmemesine göre önemsiz ya da ciddi olarak değerlendirilir. Bir görevli tarafından verilen hizmetler o anın derecelendirmesine bağlı olarak önemli ya da önemsizdir.”

Zekâ Güçlü Bir Manevi Eğitim Gerektirir

Zeki olmayanlar sorunu kendi içinde görememekle tanınırlar. Büyümeyen toplumlar duygusal toplumlardır. Tek mantıkları duyguların mantığıdır yani akıl yokluğu ve tarafsız gerçeği kabulü reddedişin mantığı. Hemen hemen tüm Asya bu durumdadır. Akıl yürüten ve kendilerini saflıktan ilk kurtaranlar Yunanlılardı. Pancermenistlerin kibrinden gözleri kör olmuş Almanya, günümüzde tekrar korkunç bir tutku tarafından yönetilen duygusal bir ulus hâline geldi. Güçlü bir manevi eğitim olmadığı için eksiksiz bir zekâ da söz konusu değildir. Ben özverili olmalıyım; bana getirisi, önüme çıkarttığı engeller, bana sağlayacağı yarar ya da benden sağlayacağı menfaat ne olursa olsun gerçeği kabul etmeliyim. Zaten zayıf olanlar gerçeklikten kaçarlar. Kendi kendilerini kandırmak isterler ve korkaklıkları, hakikati ruhlarını okşayan bir yalanla değiş tokuş etmeyi tercih eder. Bu, hayatın her koşulunda geçerlidir. Tembel biriyle evlenen kör birinin, yük hayvanına dönüştürülmekten şikâyet ettiğinde gülmeye razı olması gibi. Çocuğuna sahip olmadığı nitelikleri atfeden ve çocuğun gittiği yolu değiştirmeye çalışan bir annenin gerçekle olduğu gibi yüzleşmeyi reddederek yanlış yapması gibi. Çoğu zaman olanı olduğu gibi görmek rahatsız edicidir. Kendini bize zorla kabul ettiren, sevsek de sevmesek de var olmakta ısrarcı olan; eğilimlerimize, tercihlerimize, duygularımıza karşı dingin bir kayıtsızlıkta olan bu gerçeklik dayanılmazdır! Ona karşı taraftan bakmamaya gayret edelim; belki de mucizevi ve öngörülemeyen bir olay sayesinde zorluklar ortadan kalkmaya ya da dönüşmeye razı olacaktır.

Yazık ki hakikat ne değişir ne de ortadan kaybolur! Kafasını kuma gömen deve kuşu gibi gözümüzü ya çok kapattık ya da tehlikeyle aramıza formüllerden ve kelimelerden oluşan bir sis bulutu yerleştirdik ama gerçeklik inatçıdır ve ortadan kaybolmaz.

Şimdi gerçek zekânın ne olduğunu öğrenmeye çok yakınız. Zeki olmak için aynı şeyi on farklı tarzda söyleyebilmenin faydalı olup olmadığını düşünüyoruz. Hakikatle gözümüz arasına giren ve gerçeği bize beyazken sarı, yeşilken kırmızı gösteren her duygu zekâmızı küçültür ya da yok eder. Zeki olmak için Spinoza’nın öğütlediği özgürlükten azade olmak gerekir yani gerçeği kalpten bir tevazuyla, sevgiyle olmasa da en azından dingin bir cesaretle, olduğu gibi kabul etmek gerekir. Sadece bu kabul ediş, olaylara tarafsız bakmamıza ve onları iyi ayırt edebilmemize izin verir.

O zaman onları telafi etmek için etkili bir eylem başlayabilir. Eğer ön yargılı anne, oğlunun kötü huylu olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye razı olsaydı kötülüğe karşı etkili yöntemlerle mücadele edebilirdi. Kayırmacı bir tutumla gözler kapatılarak hiçbir mucize gerçekleşmez çünkü manevi hakikatlerin mantığı fiziksel hakikatlerinki gibidir, acelesiz ama esnek olmayan bir kesinlikle ilerler ve varsayımlardan sonuç çıkarır. Kötü huylusun ve bu yüzden başarısız olacaksın. Senin kibrin Guillaume, gerçeği görmeni engelledi. O hâlde gücün de yok olup gidecek. Siz Fransızlar, gözleriniz gerçeğe yarı kapalı vaziyettedir. Bu sebeple zafer size çok pahalıya mal olacak.

Delilik, Hakikat Duyusunun Bozulması

Sainte-Anne’daki hastaların başındayken zihinsel hastalıklar söz konusu olduğunda bedensel bozuklukların, solgunluğun, baş ve omurga ağrılarının, güçten düşmelerin önemsiz olduğunu gözlemledim. Ayırt edici olan, hakikat duyusunun bozulmasıdır. Bu, gerçeği olduğu gibi görme ve anlama yetersizliği ve devamında da eylemi, gerçekliğin içine yerleştirmenin imkânsızlığıdır. Günlük yaşamdaki olayların çarpık algısı, olaylar ve insanlar üzerindeki çarpık yargıyı beraberinde getirir. En masum hareketlerden şüphelenen bir kadını düşünün. Makul bir gecikmeye abartılı sebepler yükleyerek çocuğu için kaygılanan anneyi, beyhude yere iftiralar atan bir parti adamını düşünün… Akıl bozukluğu; yargılama ve algılama yetisini yani zihni deforme eden hastalıklı duygular tarafından oluşur. Zihnin duygu tarafından her bozulması akli bir bozukluğun başlangıcıdır.

Ama biz, sadece patolojik duygularla gerçeklik görüşü bozulanları değil mirasçıları olduğumuz nesillerin tecrübeleriyle bilincimizde şekillenmiş, akıl ya da mantık olarak adlandırdığımız sarsılmaz düzene zarar verenleri de deli olarak adlandırırız. Akıl, insan zekâsının doğaya karşı verilen milyarlarca mücadele tarafından doğrultulmasıdır. İnançlar, en saçma istikametlerde ilkelce gelişmiştir. Aman vermeyen tecrübe yavaş yavaş cesarete giden yolu tıkamıştır. Milyonlarca insan yanlış inançların kurbanı olmuştur. Yüzyıllar boyunca disiplinler oluşturulmuş, yanlışın ve cehaletin balta girmemiş ormanlarına geniş caddeler inşa edilmiştir. Bu geniş caddeler aklın yasalarıdır: Hiçbir şeyin bir nedeni olamaz ya da aksine her etkinin bir nedeni vardır. Yalnızca zekâsının aklın yasalarına boyun eğmesine izin verecek kadar duygularını disipline etmeyi beceremeyenleri deli olarak nitelendiririz. Ama bu, az çok bir meseledir. Dikkatsizlik ve enerji zayıflığından dolayı pek az insan bu disiplini elde eder. Birçoğu kendini duygularının dürtüsüne bırakmayı tercih eder: Bunlar, bazı akıl hastalarına göre insanlığın önemli bir kısmını temsil edecek olan dengesiz, tutarsız, gevşek ve kararsız insanlardır. Zeki olan ile olmayan arasındaki en derin fark, mantıksal yetersizlikte yatmaktadır. Bir insan nükteci olabilir; koca kulaklı bir eşeği yetişkin bir tavşana benzeterek aralarında beklenmedik ilişkiler yakalayabilir ve bununla eğlenebilir. Ancak ayırt edici bir zekâya sahip olması gereken eğitimciler, en genç zihinlerde sadece sözde bir zekâyla karşılaşabilirler.

Gerçek zekâ, hakikate ve hakikatin özüne içtenlikle dikkat eden zekâdır. Sağlam ve önemli bir zekâ kaynağına sahip olduğunuzda nüktedan olun. Söyleyecekleriniz ve yazacaklarınız büyüleyici olacaktır. Eğer bu yüzeysel nitelikler sağlam bir temele dayandırılmazsa sözünüz değersiz ve eyleminiz kesinlikle tehlikeli olacaktır.

Klasiklerin Gerçeklik Duygusu Vardır

Corneille-le-Véridique gibi önemli klasiklerimiz sonsuza kadar genç kalacaklardır çünkü onlar kendilerini gerçekliğe ve takdire değer bir mantık üzerine dayandırarak kalıcı bir güç elde etmişlerdir. Bu yazarlar, bir karara vararak karakterlerinde temsil ettikleri hassas duygu oyunlarını kendi içlerinde incelemeye önem vermişlerdir. Klasiklerin aksine gerçeğe uygun olmayan romantik ürünler ayakta duramaz: Malade Imaginaire[30 - Hastalık Hastası, Molière tarafından yazılan komedi bale türündeki seyirlik oyun. (ç.n.)] gibi aklın sağlam temelleri üzerine dayandırılmış iyi bir güldürü daha dün yazılmış gibiyken ihtişamlı dizelerine rağmen Ruy Blas[31 - Victor Hugo’nun trajik bir draması. (ç.n.)] ya da Hernani’nin[32 - Victor Hugo’nun ünlü draması. (ç.n.)] sahnelenmesine dayanmak zordur. Bu durum, Rabelais, Molière, Cèrvantes, Swift gibi üstatlarda hayal gücünün sağlam bir mantık temeline oturtulmasından ötürüdür. Onların olayları algılama biçimi doğrudan, tutarlı ve aklın yasalarına sıkı sıkıya bağlıdır; yolundan sapmış tutkular yargılarını ve olayların birbiriyle olan ilişkisinin mutlak düzenini çarpıtmaz. Hayal güçleri asla mantıksızlığa, tutarsızlığa, saçmalığa dönüşmez çünkü bu aydın zekâlar hiçbir zaman hakikat duyusunu kaybetmezler.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 1000 форматов)