banner banner banner
İslamsız Müslümanlık
İslamsız Müslümanlık
Оценить:
 Рейтинг: 0

İslamsız Müslümanlık


Hz. Nuh’un diliyle devlet-iktidar, saray, siyaset, sermaye, servet, para, din, seçkinler, halk ve köleleştirilmiş gruplar bir arada karakterize edilerek sunulmaktadır.

Üzerinde en çok durulan ve detaylarıyla anlatılan Firavun-Musa kıssası başlıca örneklerden biridir. Bu kıssada adı geçen Firavun, Musa, Karun, Haman-Bel’am ve İsrailoğulları birer karakter olarak değerlendirildiğinde, Kur’an’da ‘misal’ olarak verilen olayları anlamak çok daha kolay olacaktır.

Kur’an’da ders olarak anlatılan buna benzer tarihî kıssalar günümüze uyarlandığında, en başta Müslümanlar için büyük benzerlikler oluşturduğu görülecektir.

2- Sünnet

Karanlık geceler gibi işlerimiz, dini hayatımız, dinle ilgili düşüncelerimiz karışmış, karmaşık yollar içinde kaybolmuşuz. İslam’a giden yolların mezhep, meşrep, cemaat gibi adresleri bulmakla ancak mümkün görülmesi İslam’dan sapmak için yeterli olmuştur.

Bütün bunlar dini hayat için kolaylaştırıcı olabilir. Ancak bu araçların hiçbiri İslam’a doğrudan giden yolu aydınlatacak bir ışık, istikameti gösterecek bir rehber, bir pusula veya harita değildir. Karanlık içinde şaşkın durumda olan biz Müslümanları aydınlığa ulaştıracak bir pusulaya ihtiyacımız vardır.

Kaybedecek vaktimiz yok, zaman aleyhimize işliyor, ya helak olacağız ya da yolumuzu aydınlatacak bir ışık, doğru yolu gösterecek bir rehber, bir pusula, bir harita bulacağız.

Bu pusulayı 1400 yıl önce Peygamber bize şöyle göstermektedir: “Karanlık geceler gibi işler karıştığı zaman Allah’ın kitabına sarılın.”

Resul-ü Ekrem bunu yaşayarak göstermişti. Karanlığı aydınlatan kitabın hem elçisi hem mübelliği hem de yaşayan canlı örneği idi. Bu örnek olma durumu, Resulullah’ın vahyi uygulamasında ve yine Resulullah’ın ahlak ve yaşamında mevcuttur. Peygamber’in bu örnek yaşamı Kur’an-ı Kerim’den aldığını gözden kaçırmamak gerekir. Kur’an karanlığın ve cehaletin kapladığı bir coğrafyada, zulmeti, karanlığı, cehaleti din bilen bir toplumda karanlığı aydınlatacak bir ışık olarak okumayı, öğrenmeyi, bilmeyi, bilgiyi ve ahlakı öğütleyen bir kutsal kitaptır.

Bu durumu Kur’an-ı Kerim şöyle özetlemektedir: “Allah inanç sahiplerine yakındır, onları koyu karanlıktan aydınlığa çıkarır.” (Bakara/2:257)

Müşrik olarak tanımladığımız cahiliye Araplarının karanlık dünyalarını aydınlatan ve oradan yeryüzüne yayılan parlak ışıkların, günümüzde yansımalarını engelleyen gerekçelerin hâlâ geçerli olduğu açıktır. İlahi mesaj olarak Kur’an, karanlığı bilgi, hikmet ve irfanla aydınlatmıştı. Cahiliye toplumundan bir bilgi toplumu oluşturmuştu.

Kur’an’ı bir İslam kitabı değil de bir din kitabı olarak çağımıza taşımak mümkün müdür? Temel soru, bunu nasıl başaracağımızdır. Burada İslam ve din arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. İslam, Âdem Peygamber’den itibaren insana verilen mesajlar ve ilkelerdir. Din ise bu ilkelerin tarih içinde yaşama geçirilmiş biçimleridir. Bu ilkelere ister “hanif dini” ister İbrahim’in dini diyelim, bütün peygamberlere gönderilmiş olan din tektir ve o din de “İslam” dinidir.

Resul-ü Ekrem’i İslam peygamberi değil de Müslümanların peygamberi olarak çağımızda hayatın her alanı için örnek alabilir miyiz?

Kur’an’ı da, Resulullah’ı da çağımıza taşıdığımızı düşünmüyorum. Aksine çağlar öncesinde her ikisinden de uzaklaşmıştır Müslümanlar. Asırlardır Müslümanlar Kur’an’dan, Peygamber’den ve İslam’dan uzak bir yolculuk sürdürmektedirler.

Kur’an, İslam ve kâinat kitabı; Resulullah da İslam ve ahlak peygamberidir. Resulullah’ın sünneti de bundan başkası değildir. Kâinatı anlamayan ve ahlak üzere olmayan bir Müslümanlığı İslam olarak tanımlamak mümkün müdür?

Sünnet; Kur’an’ı bir hidayet rehberi olarak çağın ruhuna uygun anlamak ve yaşamaktır. Bunun örneğini de Peygamberde görüyoruz. Sünnet, Resul-ü Ekrem’in Kur’an ile bir toplumu nasıl değiştirdiğini, bunun için nasıl mücadele verdiğini bilmek ve örnek almaktır. Bu değişimde peygamberin rolü rehberliktir ve kendisine gönderilen ilkeleri hayata geçirmesindeki tutumu, mücadelesi ebedi bir örnek ve sünnet olarak varlığını sürdürecektir.

Sünnet, Asr-ı saadeti olduğu gibi günümüze taşımak da değildir. Sünnet, yüce ahlak üzere olmaktır; Kur’an-ı bir kâinat ve İslam kitabı olarak anlamak, aydınlattığı yolda yürümek ve yaşamaktır.

Sünnet, Hz. Peygamber’in bir beşer olarak yaptıkları değil, Resul sıfatıyla yaptığı ve müminlerden de yapılmasını beklediği şeylerdir. Bu bağlamda sünneti, Kur’an’a uygun bir yaşam tarzı ortaya koymak olarak görmek gerekir çünkü nübüvvet ve Hz. Muhammed, İslam’ın doğru yaşam biçimini gösteren bir örnekliktir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bize bunu emrediyor: “Şüphesiz, sizden Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok ananlar için, Allah’ın Peygamber’inde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab/33:21)

Sünnet demek olan Hz. Peygamber’in İslam’ı yaşama biçimini Kur’an anlayışından ayrı düşünemeyiz. Hz. Ayşe’ye (r.a.) Peygamber’in yaşamı sorulduğunda; “Onun ahlakı Kur’ân’dı” diyerek Hz. Peygamber gibi bizlerin de ahlaki yaşam tarzını Kur’an’a müracaatla öğrenmemiz gerektiğini tavsiye etmiştir.

Bugüne taşımamız gereken, geçmiş dönemlerin yaşam tarzı değil, Kur’an’a uygun yaşayan Resul-ü Ekrem’in ahlakıdır. Sünnet, Hz. Peygamber gibi ana kaynak olan Kur’an’dan beslenmektir. Sünnet; Kur’an’ın toplumla buluşma yöntemidir. Bu durumda sünneti reddetmek; yöntemi, modeli, uygulama biçimini yok saymaktır, bu da gerçekçi olmaz.

İlim ve hikmet ehlinin, din bilginlerinin, ilahiyatçıların, aydınların öncelikli çabası toplumu saf, berrak İslam düşüncesi ile buluşturmaktır. Bunun için Kur’an’ı Peygamber’den ayırmadan ve ayrıştırmadan bir bütün olarak anlamak gerekir.

Yapılması gereken Kur’an’la yüz yüze gelmek, Kur’an rehberliğinde yaşadığımız çağı anlamaya çalışmaktır. Bu yönüyle sünnet, değişimi, yenilenmeyi, gelişmeyi Kur’an rehberliğinde başarmaktır.

3- Hadis

Hadis, Hz. Peygamber’in sözleri için kullanılır. Elbette Hz. Peygamber din başta olmak üzere ihtiyaç duyulan her alanda söz söylemiştir. Buhari ve Müslim başta olmak üzere birçok âlimin, zor koşullarda ve on binlerce rivayet arasından süzerek bir araya getirdikleri Hadis külliyatı çok önemli ve değerlidir. Bu alanda büyük gayretlerle derlenmiş eserlerin korunması, tartışılmaya açılması ve üzerinde tezlerin yazılması önemlidir. Uydurma ve zayıf hadisleri bahane ederek hadisleri tamamıyla reddetmek doğru değildir.

Dinin ana kaynağı Kur’an olduğuna göre, hadisler de bu kaynağa göre değerlendirilir. Hadislerin güvenirliliği rivayetleriyle ilgilidir. Rivayet zincirinde genelde kuşkular olduğu için kesin bir ifade ile Hz. Peygambere isnadı mümkün değildir. Sorun, Hz. Peygamber’in sözlerinde (Hadis) değil, sözün Hz. Peygambere ait olup olmamasındadır. Bu yönde kuşku duyulması gayet doğaldır.

Peygamber sonrası başlayan tartışmalar, sahabeyi kendi içinde ayrıştırırken, çatışmalar da sahabeye olan güvenin azalmasına neden olmuştur. Özellikle Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra başlayan tarafgirlik, yeni bölünmelere, güvensizliğe ve derinleşen bir düşmanlığa zemin hazırlamıştır.

Taraflar ancak kendi grubuna dâhil olan sahabeye itimat etmiş ve karşı tarafta olan sahabeye güven duymamış ve itimat etmemiştir. Birbirlerinin aleyhinde kullanmak için İslam’dan referans arayışına girenler, haklı olduklarını gösterecek referanslar bulamayınca en kolay yöntem olarak hadis rivayetlerine müracaat etmişlerdir.

Kaos ve çatışma ortamlarında ve tarafların birbirlerinin aleyhine dinî referans araması, hadis rivayetinde sorunlar oluşturmuştur. Güvenilir bir sahabe olmasına rağmen karşı tarafta olduğu için rivayeti yok sayılmış veya değiştirilerek aktarılmıştır. En kötüsü de on binlerce uydurulmuş ifade hadis olarak aktarılmıştır. Hadisler, Hz. Peygamber döneminde yazılmasına izin verilmediğinden ve Kur’an gibi kitap haline getirilmediği için değişikliğe uğraması, ekleme ve çıkarmaların olması kolay olmuştur.

Dini belirleyen vahiydir, bir yaşam modeli olarak vahyi ortaya koyan ise peygamberdir. Peygamberin görevi dininin doğru anlaşılmasını, doğru anlatılmasını ve doğru bir şekilde yaşanmasını sağlamaktır. Bu bağlamda peygamberin kendisine ait olduğundan şüphe edilmeyen sözleri, davranışları, uygulamaları dini hayat için örnek ve bağlayıcılık teşkil eder.

Ancak peygamberin yaşamı bundan ibaret değildir. O her şeyden önce bir insandır, insani ihtiyaçları vardır; bir ailesi, akrabaları, dostları, komşuları ve yakın çevresi olmuştur. Bu alandaki ilişkileri önemli ve bizim için örnektir ancak bunlar din değildir ve din olarak yaşanılması söz konusu da değildir. Müslümanın sorumlu olduğu alan, din boyutudur.

Sünnet ve Hadis Arasındaki Fark

Sünnet; Hz. Peygamber’in Kur’an referanslarıyla ortaya koyduğu yüce ahlak ve ona dayalı yaşam modelidir. Hz. Peygamberi, sünnet ve ahlakını doğru anlamadan İslam’ı doğru anlamamız mümkün değildir.

Peygamber modeli olarak tanımlayabileceğimiz sünneti, zamanın ruhuna uygun olarak yeniden yorumlamak zorundayız. Sünneti olduğu gibi yaşadığımız çağa taşımak İslam’ın ruhuna ve değişim anlayışına uymamakla birlikte bu durumda sünnet, sünnet olma özelliğini de kaybeder. Çünkü sünnet, Kur’an’ı yaşama pratiğidir.

Hz. Muhammed’in din olarak tebliğ ettiği, yaşadığı ve uyguladıklarının tamamı sünnettir. Fikir, görüş ve yorum olarak önemli olsa da Ehli Beyt, sahabeler, müctehid ve ulemanın söz ve uygulamaları din ve sünnet değildir, din ve sünnet adına hiçbir bağlayıcılığı yoktur.

Hz. Peygamber gibi giyinmek bir tercihtir, sünnet değildir. Peygamber, içinde yaşadığı ve ait olduğu toplum gibi giyiniyordu. Resul-ü Ekrem özel bir dini kıyafet giymemiş ve giyilmesini de önermemiştir. İçinde yaşadığı toplumdan farklı giyinmediğini biliyoruz. Hatta en azılı düşmanları olan Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi giyinmeye devam etmiştir. Kıyafeti ile onlardan ayrışmamış; ahlak, İslam ve rahmet özellikleri ile ayrılmış ve farkını bu yönde ortaya koymuştur.

Peki, cübbe, sarık ve sakal gibi dini kisveler nereden çıktı? Bir peygamberin kıyafetini model olarak benimsemek veya kişisel bir tercih olarak giymek ayrı, kıyafet ile peygamberi temsil etmek iddiası veya sünnet olarak tanımlamak ayrı şeylerdir. Aynı kıyafeti Mekkeli müşrikler ve Müslümanlar da giyiyor; kıyafetler üzerinden ayrışmıyorlardı.

Nasıl oldu da peygamber ahlakı, ilmi, merhameti ve adaleti yerine kıyafeti ve dış görünüşü ile temsil edilmeye başlandı? Baskın bir kültür olarak değerlendirmek, bu kisveyi uygun görenleri hoş görmek elbette gereklidir, kıyafet özgürlüğü bu kişiler için de bir haktır. Ancak dini bir kisve olarak giyilmesi ve sünnet olarak görülmesi aldatıcı ve aldatmaya yöneliktir.

Bu ayrımı Bayraktar Bayraklı “nebi” ve “resul” sıfatları üzerinden şu şekilde yapmaktadır:

“Bize göre Hz. Peygamber’in resul olması, onun Allah’ın emirlerini alıp insanlara aynen ulaştırması; nebilik özelliği de bizzat kendisinin o buyrukları tatbik etmesi, kendini onlardan sorumlu tutarak hayata geçirmesi özelliğidir.”

Resul özelliği ile asla hata yapamaz; getirdiği mesaja bir harf bile ilave edemez (Hakka/69:44-46) ama nebilik özelliği ile bazı yanlış fetva ve uygulamalarda bulunabilir. (Tahrim/66:1)[1 - Bayraktar Bayraklı, Kur’an Tefsiri, Cilt:7, s. 350.]

Hadis ise Hz. Peygamber’in sözleri demektir. Sorun hadisin tanımında veya varlığında değil, hadis diye iddia edilen sözlerin Resulullah’a ait olup olmamasındaki kuşkudur. Bu durum, Hz. Peygamber’in sağlığında yazılı kayıtlarda yer almadığı ve buna izin verilmediği için ancak vefatından sonra gündeme gelmeye başlamıştır. Hadislerin derlenmesi Peygamber’in vefatından sonra 70 ile 200 yıl arasında tamamlanmıştır. Takdir edilmesi gerekir ki bu kadar süre sonra tedvin edilen metinlerin tartışmalı olması kaçınılmazdır. Şîa ve Sünni geleneğin hadis külliyatı arasındaki fark, yakın dönemlerde yazılmış olmalarına rağmen iki ayrı peygamberden rivayet edilmiş gibi farklılık içermeleridir. Bu durum, hadis tedvinindeki tarafgirliğin en belirgin işareti olarak okunmalıdır.

Hz. Peygamber’den hemen sonra başlayan fikir ayrılıkları, tartışmalar hadis rivayetlerinde kuşku oluşturmaya başlamıştır. Müslümanlar arasında fitne ve bölünmelerin yaygınlaştığı, Cemel, Sıffın savaşları gibi Müslümanların birbirlerini öldürdüğü, on binlerce Müslümanın kanına girildiği bir ortamda rivayetlerin sağlamlığından şüphe etmemek akla ziyandır.

Tarafların haklılıklarını ispatlamak ve karşı tarafın haksızlığını göstermek için binlerce hadis uydurduğu dikkate alındığında, bir hadisin değişikliğe uğramadan rivayet edildiğinden emin olmak neredeyse imkânsızdır.

Kur’an’ın bir müdahale ile değiştirilmesi, eksiltilmesi veya fazlalaştırılması mümkün olmadığı için “hadis uydurma” gibi farklı yollara başvurulmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir hadis furyası başlatılmış, bütün engellemelere rağmen on binlerce uydurulmuş söz, menkıbe, hikâye, öğüt ve hüküm “hadis” diye rivayet edilmiştir. Kur’an üzerinde yapılamayan tahrifat, uydurulmuş hadislerle yeni bir istikamet çizmiş ve Kur’an zamanla devre dışı bırakılmıştır.

Kur’an yerine, sorunların çözümü için hadislere müracaat edilmiş, oluşan boşluk hadislerle doldurulmuştur. Hadis âlimlerinin titiz çalışmalarına ve çabalarına rağmen uydurulmuş hadislerin tamamen ayıklanması mümkün olmamıştır.

Hangi gerekçeyle olursa olsun, Kur’an’ın devre dışı kalması dinî hayatı olumsuz etkilemekle kalmamış, dinî anlayışın değişmesine ve farklılaşmasına yol açmıştır çünkü kendisinde bir eksiklik ve şüphe olmayan hadisler değil, sadece Kur’an’dır. “Kendisinde hiç şüphe olmayan ve sakınanlar için bir rehber olan Kitab” (Bakara 2), “Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (Enam 38), ayetleriyle bu durum açık ve kesin bir şekilde ifade edilmiştir.

Ayrıca hadislerin ilahî bir güvencesi söz konusu değildir, güvence verilmiş olan sadece Kur’an’dır:“Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, (bütün tahriflerden) onu yine Biz koruyacağız.” (Hicr/15:9)

Bugün de durum geçmişten farklı değildir. Şii, Sünni ve diğer gruplar hadis rivayetlerini ancak kendi görüşlerini teyit etmesi durumunda sahih kabul ederler. Mezhep, fırka ve siyasi görüş farklılıkları hadis rivayetlerinde de belirleyici olmaktadır.

Hadislere ilişkin iddialar Kutsi Hadisler için de söz konusudur. Teorik olarak Resulullah’ın ilham yoluyla aldığı ve ilettiği bir vahiy olması mümkündür veya Hz. Peygamber’in kutsal kitaplardan nakletmiş olması düşünülebilir.

Peygamber’in sağlığında Kutsi Hadis rivayetlerinin söz konusu olmadığı, yaklaşık bir asır sonra “Kutsi Hadis” adıyla ortaya çıktığı bilinmektedir.