banner banner banner
İslamsız Müslümanlık
İslamsız Müslümanlık
Оценить:
 Рейтинг: 0

İslamsız Müslümanlık


Hadis rivayetleri hakkında çok yönlü tartışmalar ve farklı görüşler olmasına rağmen “Hadis Külliyatı” çok kıymetli bir çalışmadır; hadis ilmi için başvurulacak en önemli kaynaktır. Hadisler için en temel ilkemiz “Kur’an’a arz” ilkesi olmalıdır. Bir hadis söz konusu olduğunda, onun rivayetinden ve sened kısmından önce, metninin ve anlamının Kur’an’ın ruhuna uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

4- Asr-ı Saadet

Asr-ı Saadet ile Peygamber dönemi kastedilmektedir. Dört Halife dönemini ayrı tutmak gerekir. Ne yazık ki bu dönemde saadet bozulmaya yüz tutmuş; sivil, çoğulcu ve özgürlük zemini güven kaybetmeye başlamıştır. Halife seçimiyle başlayan hoşnutsuzluk, giderek ayrışmalara yol açmıştır.

Hz. Peygamber’in sağlığında sahabe, her şeyden önce İslam’ı saf ve berrak bir şekilde yaşıyordu. İktidar odaklı, çıkarcı, siyasal bir programla değil, hayatın doğal akışında İslam’ı pratik olarak ortaya koyuyordu. Onlar için İslam doğal bir yaşam tarzına dönüşmüştü.

Ashab, sivil, özgür, eşit, farklı olanların haklarıyla var oldukları, bilgi, irfan, hikmet, adalet, dayanışma, ahlak gibi insanlık ve İslam değerleriyle buluşan medeni bir toplum örneğini sergiledi.

Kadın-erkek müminler imanda, kafir-mümin bütün insanlar ise farklılıklarıyla insanlıkta kardeş ilan edilmişlerdi. Peygamber bu gerçeği Veda Hutbesi’nde (konuşmasında) insanlığa duyurmuştur:

“Ey insanlar! Biliniz ki Rabb’iniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir…

Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.”

Veda Hutbesi, Hz. Muhammed’in 1400 yıl önce, karanlık bir çağda insanlığa sunduğu evrensel ilkelerden oluşur. İnsanın temel hak ve özgürlüklerini içeren, eşitliği ve adaleti esas alan bu hutbe, günümüzde geçerliliğini korumaktadır.

Medine’de inşa edilen medeni toplumun en belirgin özellikleri; özgür birey ve açık toplum olmak, hukukun üstünlüğüne inanmak, başkalarının hak ve hürriyetlerini korumak, kendisi için istediğini başkaları için de istemek, güvenilir ve dürüst olmak, ortak iyilikte ve hayırda yarışmak gibi her çağda yaşanması gereken prensipler ve bu prensiplerin içselleştirilmiş olmasıdır.

Eleştirel düşünme, özgür inanç, serbest dolaşım ve bilginin yaygınlaşması gibi medeniyet ilkeleri bu dönemde yaşam alanı bulmuştur. Sulhun, selametin, sükûnetin egemen olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönem her çağda örnek olacak bir modeldir.

Ancak Asr-ı saadet dönemine geri dönüş iddiası gerçekçi olmadığı gibi mümkün de değildir. Bu yöndeki düşünceler, çabalar, çalışmalar bir hayalden öteye gidemez. Bizim için örnek ve model olan; o seçkin insanların İslam anlayışı, aracısız Allah tasavvuru, nübüvvet ve âhiret inancı, medeni yaşamları, samimiyet ve fedakârlıkları, yaşamlarının sadeliği, saflığı, şeffaflığı ve güvenirlilikleri gibi bütün zamanlarda geçerliliğini sürdürecek yüce ahlaklarıdır.

Peki, acaba ne oldu da bu yapı peygamber sonrasında kabile ve aile egemenliğine dönüştü?

Asr-ı saadetten sonra Müslümanlar olarak adım adım İslam’dan, dolayısıyla medeni yaşamdan ve bilgi toplumundan uzaklaşarak fırkalara, gruplara, hiziplere bölünerek ayrıştık. İktidar uğruna birbirleriyle savaşacak kadar düşman kamplara bölündük. Geriye ne Asr-ı saadet ne de medeniyet kaldı.

Akletmek, sorgulamak, eleştirmek, müzakere etmek, ilim ve hikmette yarışmak yerine biatçı, itaatçı, teslimiyetçi bir anlayışın tutsağı olduk. Allah, İslam, Peygamber ve medeniyet tasavvurumuz değişikliğe uğradı. Allah ile aramıza aracılar girdi ve İslamsız Müslümanlığa evrildik.

İlk Müslümanların en büyük avantajı çok iyi bildikleri, yakından tanıdıkları ve kendisinden emin oldukları Allah Resul’ünün aralarında olması, ilahi mesajı doğrudan ondan almalarıydı. Vahyi ondan öğrenirken pratiğini de onda görüyorlardı ve onu örnek alarak yaşamaya gayret ediyorlardı. Bu boyutuyla bizden çok avantajlı oldukları açıktır.

Bizim de ilk Müslümanlardan daha avantajlı sayılabildiğimiz durumlar vardır. Bunlardan en önemlisi; parça parça, bölüm bölüm, sure sure veya ayet ayet inen ve yirmi üç yılda tamamlanan Vahiy’in bir bütünü olarak Kur’an ile muhatap olmamızdır. Kur’an ile tamamlanmış ve İslam olarak tanımlanmış, bütün kâinatı kuşatan ilkelerle çağlar ötesine ufuk açan bir sistem dini ile tanıştırıldık.

Peygamberi tanımak yönüyle de ilk Müslümanlardan daha avantajlı olduğumuz düşünülebilir. Onlar yakınında ve birlikte oldukları veya belli zaman dilimlerinde indirilen ayetlerle onu tanırken biz Hz. Peygamberi doğrudan Kur’an ile tanıma imkânına sahibiz.

Vahyin indirildiği ve tamamlandığı yirmi üç yıllık süreç içerisinde yaşanan zorluklarla, tehdit ve baskılarla, ödenen ağır bedellerle muhatap olmadan ve hiçbir eziyete maruz kalmadan elimize alabileceğimiz bir Kur’an’ın olması büyük bir nimet ve büyük bir avantaj değil midir?

Resul-ü Ekrem ve ashabının, inşasında ağır bedeller ödediği Kur’an emanetini tamamlanmış ve tanımlanmış olarak hiç yorulmadan, emek vermeden devraldık. Elimizde tamamlanmış ve tamamlanması da en büyük nimet olarak sayılmış Kur’an-ı Kerim vardır. “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım; ve size din olarak (Allah’a) teslimiyeti (İslam’ı) uygun gördüm/seçtim ve razı/hoşnud oldum.” (Maide/5:3)

Buradaki esas sorun yüklendiğimiz bu emaneti nasıl koruduğumuz, nasıl anladığımız ve nasıl yaşanır kıldığımızdır.

İlk Müslümanlar bu emaneti ve onun nasıl yaşanır kılınacağını gösteren ve anlatan Hz. Muhammed’i canları, malları ve bütün varlıklarını feda etmek pahasına korudular. Tek başına bu durum dahi onları bizden daha faziletli kılmaya yeterlidir. Onlar, hatasız, kusursuz, dokunulmaz, sorgulanmaz veya cennetlik oldukları için değil, ağır yükümlülüklerini yerine getirdikleri için örnek bir toplum oldular ve saygıyı, itibarı fazlasıyla hak ettiler.

Biz Müslümanların, onlar gibi fedakârlık yapmak ve ağır bedeller ödemek gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. Onlar gibi bir sorumluluk yüklenmemize de gerek yoktur çünkü onlar, Resulullah’ı ve parça parça inen vahyi korumakla yükümlüydüler ve bunun için canlarını, ailelerini, mallarını ve sahip oldukları her şeyi feda etmek zorundaydılar.

Bizlere, Kur’an tamamlanmış olarak intikal etti ve artık Allah’ın korumasındadır, biz olmasak da Kur’an korunacaktır.

Allah’ın Resulü de aramızdan ayrıldığına göre onu korumak, onun hayatı için canımızı, ailemizi, malımızı feda etmek gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. Bizim yükümlülüğümüz Peygamber örnekliğinde ve sünnetine uygun olarak Kur’an’ı; tıpkı Ashab gibi aynı iman ve samimiyetle okuyarak, tefekkür, tezekkür ve tedebbür ile anlayarak ve yaşayarak hayat kitabı yapmaktır.

Bir hidayet ve karanlığı aydınlatan bir ‘nur’ olarak, yol gösterici bir kitap olan Kur’an, hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş ve hep öyle kalmaya da devam edecektir. Kur’an’ın nuruna ihtiyaç duyan bizleriz.

Cahiliye çağında insanlar, edindikleri sahte tanrılar, kutsadıkları nesneler, ilim, irfan ve hikmetten yoksun bir yaşam sürdürürken Kur’an’la tanıştılar. Kur’an ilk vahiy değildi, Hz. Muhammed de ilk peygamber değildi. Tevrat, İncil, Zebur gibi kitap ve sahifeler biliniyor, İbrahim, Musa, İsa, Davud gibi peygamberler de tanınıyordu.

Ancak kitaplar tahrif olmuş, sahifeler kaybolmuş, peygamberlerin yerini de kâhinler ve din adamları almıştı. Akıl ve bilgiden yoksun ve yoksul bir toplum ortaya çıkmıştı. Tahrif edilmiş ve uydurulmuş bir din ve putperestlik dahil çeşitli inançlarla hakikatlerin üzeri örtülmüş, yöneticiler, liderler ve din adamlarının ittifakı ile toplum sömürülüyordu.

Karanlık bir çağda ve böyle bir ortamda akıl, ilim ve hikmetle hakikatleri ortaya çıkarmak, öğrenmek, anlamak ve yaşanır kılmak için Kur’an indirilmeye başlandı. Buradan da anlaşılacağı üzere; okumanın, bilginin, medeniyetin olmadığı yerde cehalet ve cahiliye vardır. İslam’da okumanın ve düşünmenin önemi şu ayetlerle vurgulanmaktadır:

1. “Oku yaratan Rabb’in adına, 2. insanı bir yumurta hücresinden yaratan!

3. Oku çünkü Rabb’in Sonsuz Kerem Sahibidir,

4. (insana) kalemi kullanmayı öğretendir,

5. insana bilmediğini belleten!” (Alak/96:1-5)

İlk mesajın “Oku!” emriyle başlaması sıradan bir okuma emri değildir. Bu emrin “Kur’an okumak” anlamında olduğu görüşleri de eksik ve yetersizdir. Elbette emir, Kur’an okumayı ve anlamayı da içermektedir ancak henüz Kur’an indirilmemişken böyle bir emrin başka mesajlar içerdiği çok açıktır.

Emri sadece “oku” anlamında yorumlamak da eksik ve yetersizdir. Aynı emrin, “düşün, tefekkür et, araştır, anla, anlat, ilet, okuma yap” gibi çok daha kapsamlı anlaşılması gerekir. Sonrasında gelen ayetler de bunu ifade eder. Öncelikle bir yaratıcıya ve onun yarattığı insanın yaratılışına dikkat çekilmektedir.

Yaratıcının ismiyle, önce yaratıcıyı tanıyarak, onun en güzel biçimde yarattığı insanın yaratılışını düşünerek bir “okuma” yap. “Allah ile önce kendini tanı!” Kendi yaratılışını ve serüvenini bilmeden, öğrenmeden, üzerinde düşünmeden muazzam kâinat sistemini ve onun yaratıcısını bilmek mümkün müdür?

İnsanın, kendi yaratılışının ve kendi hayatının anlamını kavramadan yaratıcısını hakkıyla bilmesi mümkün değildir. Yunus Emre “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır.” sözüyle okumanın önemini gözler önüne sermektedir.

Hz. Muhammed’e isnat edilen bir sözde “kendini bilen Rabb’ini bilir” ifadesi hadis olmasa da ayetin anlamıyla uyumludur. “Kendini bil” söylemi Sokrates dâhil birçok filozofa da isnat edilmektedir.

Ayrıca ilk ayeti “oku” ile başlayan Kur’an, ilmin kapısını göstermiş ve inananlara bu kapıdan içeri girmelerini emretmiştir. Buna göre her mümin, ilim kapısından içeri girerek Allah’ı, kendisini ve kâinatı bilmekle yükümlüdür.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde imansız bir İslam mümkün olmadığı gibi ilimsiz bir iman da yeterli değildir. İslam, medeniyet dinidir. Medenileşmek de ancak ilimle mümkündür. İlimsiz medeniyet, medeniyetsiz İslam olmaz.

5- Mezhep

Mezhep; takip edilen, gidilen yol demektir. Din anlayışındaki farklı yorumlardan ortaya çıkmış ve kurumsallaşmış beşerî oluşumlardır. Hedefe varmak için farklı yolların tercih edilmesi olarak da tanımlayabiliriz. Bu bağlamda dini hayatın farklı yorumlanması ve bu alanda farklı görüşlerin ortaya çıkması doğaldır.

Sorun, mezheplerin kurumsallaşması ve din ile özdeşleştirilmesiyle başlamıştır. Zira Müslümanlar arasındaki anlayış farkı, görüş ayrılıkları yorum olmaktan çıkmış din halini almıştır.

İslam’ın evrensel tanımından çıkarılarak yalnızca Müslümanların dini olarak kabul görmesi, mezheplerin ve meşreplerin, modern çağda da siyasi yapıların ve cemaatlerin dini olarak kurumsallaşmasına yol açmıştır.

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlarla senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, onlara yaptıklarını haber verecektir.” (Enam/6:159)

Dini, bir mezhep ile biçimlendirmek ayrıdır, karşılaşılan sorunları bir mezhep aracılığıyla çözmek çok ayrı bir uygulamadır. Sosyolojik açıdan mezhepler, toplumsal gerçekliğimiz olmakla birlikte bizlere sunulan zengin birer bilgi mirasıdır.

Tarihî bilgi ve tecrübeler insanlık için hep zengin bir kaynak oluşturmaktadır. Bizim de bu alanda yazılmış eserlerden, farklı görüşlerden yararlanmamız gerektiği çok açıktır. Ancak mezheplerin ve bu görüşlerin hiçbiri din değildir; İslam hiç değildir.

Mezhep imamları olarak bilinen dönemin âlimlerini “mezhep kurucuları” olarak tanımlamak da doğru değildir. Onların içtihatları, görüşleri kabul görmüş ve “mezhep” olarak tercih edilmiştir. Farklı görüşleri olan yüzlerce âlimden az sayıda insanın görüşleri “mezhep” olarak bugüne kadar devam etmiştir. Bunun nedeni, tek başına bu imamların görüşleri de değildir. Egemen güçlerin baskıları, zulüm ve işkencelerinin de mezheplerin devamında büyük rolü olmuştur.

Ebu Hanife, İmam Şafiî ve Ahmet b. Hanbel gibi mezhep imamlarının baskı altına alınmaları mezhep aidiyeti nedeniyle değildir. Yönetim sisteminin ve uygulamaların hukukiliğini tartışma konusu yapmaları ve hukukun icrasını talep etmelerinden dolayıdır.

Hukuk adamı/bilgini olmanın gereği olan baş eğmeme dürüstlüğünü göstermeleri nedeniyledir. Hukuk dışı uygulamaları eleştirmeleri ve zulüm düzeninin adını koydukları içindir.