banner banner banner
İslamsız Müslümanlık
İslamsız Müslümanlık
Оценить:
 Рейтинг: 0

İslamsız Müslümanlık


Esas itibarıyla bu hukuk bilginlerinin hiçbiri bir mezhep kurma iddiasında da olmamışlardır. Mezhep, müctehid imamların talebeleri ve kendilerinden sonra gelen fukahanın seçtiği bir yoldur. Mezhep kurucuları da esas olarak bu fukahadır.

Aynı durum tasavvuf geleneği için de söz konusudur. Hallâc-ı Mansûr, dönemin Şafiî mezhebine mensup kadısı İbn Süreyc’in karşı çıkmasına rağmen “En-el Hak” sözüyle “ulûhiyyet” iddiasında bulunduğu gerekçesiyle öldürülmüştür. Oysa öldürülmesinin gerçek nedeni, Abbâsîler’e karşı ayaklanmış olan Karmatîler’le iş birliği yaptığı iddiasıdır. Aynı dönemde ve aynı görüşlere sahip olan Bâyezîd-i Bistâmî’ye dokunulmaması, bu iddiayı güçlendirmektedir.

Yöneticilerin birçok sufi ve âlimin idamına veya linç edilmesine karar vermiş olmaları bir mezhep, meşrep veya itikadi sebeplerden dolayı değildir. Zira itikat, infaz nedeni değildir. İdamlar tamamen siyasidir.

Bu kişilerin itiraz ve isyanı Allah’ın dinine değil, yöneticilerin, devletin ve iktidara yaslanan ulema ve yandaşlarının dinine karşıdır. Onlar, Allah’ın dini olan İslam’a değil, siyasetin, devletin onaylayıp yaşamına izin verdiği ve din adamlarının İslam olarak uydurdukları Müslümanlığa karşı isyan etmişlerdir. Onlar, sahibi Allah olan dine değil, sahibi din adamları, yöneticiler, egemenler, zengin sınıf ve cahiller sürüsü olan dine başkaldırmışlardır.

Fırkaların, mezheplerin ve tarikatların kurumsal hâle gelmesi dinin kurumsallaşmasını ve siyasallaşmasını kökleştirmiştir. Bu temelde, Müslüman âlimler de kurumsal dini, gelenekçiliği ve siyasi otoriteyi zedelememek üzere mezhepler üzerinden faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Zamanla katı muhafazakârlığa/Müslümanlığa dönüşen bu anlayış, yenilenmeyi, çağı yakalamayı da engellemiştir. Bu gerçeği anlamak için Müslümanlık geleneği, mezhep ve tarikatlarla çatışmak doğru değil, çözüm de değildir. Gerçeklere ulaşmak için hiçbir kesimle mücadele etmeden doğrudan İslam ile muhataplık inşa etmek gerekir.

Mezheplerden hiçbiri ve hiçbir görüş, yorum veya içtihat mutlak değildir ve dini tanımlamaz. Kendi koşullarında, dönemlerinde ortaya çıkmış, yaşanmış ve tarih içinde kalmışlardır. Kuşkusuz mezhep imamlarının, müçtehit ve âlimlerin görüşlerini, eserlerini yok saymak, yararlanmamak söz konusu değildir.

Bugünkü anlayış bağlamında Kur’an’a, akla, çağın ruhuna uygun düşmeyen görüş ve yorumları tarihsel olarak görmek zorundayız.

Fırkalar, mezhepler, tarikatlar, gruplar, cemaatler, partiler, ideolojiler Müslümanlar tarafından dini referanslarla geliştirilen modellerdir. Bazıları siyasi, bazıları resmi, bazıları yarı resmi ve bazıları da gayri resmi oluşumlardır. Hiçbiri din değildir ve dinin yerine geçmez. Dönemlerine, koşullara ve faaliyetlerine göre yararlı veya zararlı olabilirler.

Asr-ı Saadet dediğimiz Hz. Peygamber döneminde, mezhep, cemaat, tarikat gibi beşerî oluşumlara rastlanmamaktadır. Benzer oluşumların Hz. Peygamber’den sonra farklı zaman diliminde ortaya çıktıkları bilinmektedir.

Dinde yeri olmayan siyasi ve itikadi mezhepleri ayrı tutuyorum ancak ameli mezhepler, dini hayatın kolaylaştırılması için din âlimlerinin içtihatlarından teşekkül etmiştir. Zamanla kurumsallaşmış ve dini hayatı kilitlemiştir.

Siyasi, itikadi ve ameli mezhepler, daha sonra da tarikatlar ve cemaatler dinin yerini almaya başlayınca din farklı yorumlarla önce Müslümanlaştırıldı, sonra da fırkalarla tanımlanmaya başlandı. Her fırka kendisini “Fırka-i Naciye” (tek doğru-kurtuluş adresi) olarak “din/İslam” gibi görmeye başladı. Böylece din/İslam; evrensel kimlikten çıkarılarak coğrafi, yerel ve milli bir kimliğe bürünmüş oldu.

Her fırkanın, grup ve milletin kendisine özgü bir dini oldu. Dahası bütünden parçalara bakmak yerine her kesim inandığı, yaşadığı dini “İslam” olarak tanımlayarak parçayı bütünün yerine ikame etti. İnsanlığın ve tüm varlıkların ortak paydası olarak “İslam bilinci” kayboldu. İslam artık Müslümanların dahi ortak paydası olmaktan çıktı.

Asırlardır “İslam” olarak takdim edilen din, esas olarak bir mezhep, fırka, devlet veya milli ve coğrafi bir aidiyeti ifade eden, farklı kültürlerle inşa edilmiş İslamsız bir Müslümanlıktır. Yaşadığımız kaos ve karanlığın bir nedeni de işte bu dindir çünkü örgütlü din, yeryüzünün en tehlikeli yapılanmasıdır. Bugün de yeryüzünün en tehlikeli yapılanması hiç kuşkusuz örgütlü dini gruplardır.

Esas itibarıyla mezhep imamlarının hiçbiri, sınırları çizilmiş, kesinleştirilmiş ve net olarak belirlenmiş bir alanı tarif etmemiştir. Kendi anlayışlarına göre yorumlar yapmışlar, müzakere ve münazaralarda bulunmuşlar, kuvvetli deliller karşısında görüş değiştirmişler ve değişime hep açık olmuşlardır.

Daha önemlisi içtihatlarını, iktidarların belirlediği kriterlere göre değil, özgür iradeleriyle ortaya koymuşlardır. İktidar onayıyla ve iktidarla barışık ilmî faaliyetleri ve içtihat yapmayı reddeden İmam Şafiî, İmam Ebu Hanife, İmam Ahmet b. Hanbel gibi müçtehitlere yönelik baskılar, şiddet ve işkenceler bilinmektedir.

Onları seçkin kılan bu davranış biçimleri olduğu kadar, kamusal alandan uzak durarak sivil-toplumsal alanda faaliyet göstermiş olmalarıdır. Ayrıca kamu görevlisi olmayı reddetmeleri ve topluma yönelik baskılara karşı duyarlılık göstermeleri onları farklılaştırmıştır.

Esas mezhep kurucuları bu seçkin imamların talebeleri olmuştur. İçtihat sınırlarını, taklit ettikleri imamların yorumlarıyla sınırlandırmaları ve yorumlarını tercih ettikleri imamı taklit etmeyi yeterli bularak içtihatı sadece bu yorumlar üzerinden belirlemeleri mezhep taasubuna yol açmıştır.

Zamanla bu taasub, mezhepleri din statüsüne çıkarmış ve Kur’an’dan uzaklaştırmıştır. Artık mezhep farklılıkları sadece fıkıhta/hukuk yorumlarında değil, dinde de farklılaşmaya, ayrışmaya yol açmıştır. Kur’an ışığında çağın ruhuna ve toplumsal koşullara göre şekillenmesi gereken fıkıh/hukuk, mezheplerin dar kalıplarında sıkışarak gelişmelere karşı bağnazlığa, taklide sığınmıştır. Böyle bir anlayışın tabii sonucu olarak geleneksel fıkıh mezhepleri, tarihî aksiyoner, değişimci fonksiyonlarını yitirerek “kara kaplı” kitaplarla yetinmeye ve bilimsel araştırmalara karşı direnmeye çalışmışlardır.

6- Tasavvuf

Tasavvufun birbirinden farklı çok sayıda tanımı vardır. Lakin Ma’rûf-i Kerhî tasavvufu şu şekilde tanımlamaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, sırlar hakkında konuşmak ve halkın elindeki şeylere ümit bağlamamaktır.”

Kerhî’nin bu tanımından onun, tasavvufu dünyevi olana itibar etmemek ve varlığın özünü, ruhunu anlamayı amaçlayan bir din anlayışı olarak gördüğünü anlıyoruz.

Tasvvuf ne Hint mistisizmi ne de antik Yunan felsefesinin uzantısıdır; Kur’ân ve Sünnet’in insana, hayata, ahlaka, topyekün yaşamın her alanına dair felsefesini, kalbî derinlikle hissetmektir ve bunu muhabbet, mârifet, aşk, takva ve vecd içinde yaşamaktır.

Tasavvufu; herhangi bir dinin derunî, ruhanî yönünü belirten “mistisizm” olarak tarif eden ve bu bağlamda Müslüman tasavvuf anlayışını da “İslam mistisizmi” olarak tanımlayanlar olsa da tasavvuf ve mistisizmin ayrı ve farklı şeyler olduğu ortadadır. Sufilerin tasavvuf düşüncesi dünyada “muhabbetullah” (Allah sevgisi) ve ahirette “cemalullah” (Allah’ı seyretmek) biçiminde özetlenebilir.

Tasavvuf ve tarikat aynı şeyler değildir. Tasavvuf; bireyseldir. Sufi, birey olarak her türlü kötü düşünceden, bunun için de dünyalıklardan soyutlanarak saf, temiz, arınmış olarak Allah’a ulaşmaya çalışır. Cennete gitmek veya cehennemden korunmak gibi bir beklentisi de yoktur. Sufiler bir mürşide ihtiyaç duyarlar ancak aşkları mürşide değil Allaha’dır. Bir sufinin tek amacı, cemalullahı bir kez de olsa seyretmektir. Sadece dünyayı değil, cenneti de cehennemi de umursamaz.

Tarikat ise şeyhin öncülüğüne ve şefaatine ihtiyaç duyar. Müritler cehennem korkusu yaşadığı için cennete gitmenin yollarını ararlar. Şeyhin bütün müritlerine Allah katında şefaat edeceğine ve hepsinin cennete gitmesini sağlayacağına inanırlar. Bunun karşılığında şeyhe sadakatle bağlanır ve iradelerini tamamıyla şeyhe teslim ederler.

Sorgulanması gereken, “Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O’nundur. O’nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir?” (Bakara/2:255) ayetiyle Allah’ın izni olmadan peygamberler dahil hiç kimsenin şefaat edemeyeceği çok açık ifade edildiği hâlde, henüz yaşarken şefaat etme garantisi nasıl verilebilir?

“Elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.” (A’raf/7:6) ayetiyle peygamberlerin dahi sorguya çekilecekleri kesin olarak belirtilmektedir. Buna göre veli, mürşit, gavs, hazret, şeyh, halife ve imam gibi önderlerin hesap vermeden cennet garantileri yokken, henüz yaşarken sadık müritlerine nasıl olur da cennet garantisi verebiliyorlar?

Hesap gününün tartışmasız “tek maliki/hâkimi” (Fatiha/1:4) Allah olduğu hâlde müritlerini kibrit kutusunda veya bir himmet ve şefaatle hesap vermekten nasıl kurtarabileceklerini sorgulamak gerekmez mi?

Tarikatlar içinde çok sayıda şeyhin/âlimin toplumsal barışa büyük katkı verdiği, hakikat mücadelesi uğruna ağır bedeller ödediği, bazılarının hayatını feda ettiği bilinmektedir. Ancak özellikle tarikat mensuplarının, tarih içinde tarikatların nasıl bir sömürü düzenine evrildiğini, gerçeklerden koptuğunu, tasavvuftan saptığını ve dünyevileştiğini görmeleri gerekir.

Her durumda tarikatlar, cemaatler, gruplar, fırkalar, medreseler, dergâhlar, örgütler, partiler gibi beşerî oluşumlar Müslümanların kendi içinde sosyal, siyasal ve sivil örgütlenme biçimleridir. Bunların hiçbiri din değildir ve İslam’ı asla temsil etmezler!

Cüneyd-i Bağdâdî: “Tasavvuf yollarından yalnız Resulullah’ın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer,” der.

Tasavvufa eleştiriler yöneltilebilir ancak tarikatlarla ortaya çıkan anlayış üzerinden tasavvufu eleştirmek doğru değildir. Tarihte temayüz etmiş şeyhlerin tamamını da aynı kategoride değerlendirmek yanlıştır.

Bu konuda bin yıl önce Şeyh Abdulkadir Geylani’nin okuduğu hutbe dikkat çekicidir:

“Yoksulun karnındaki bir lokma (bir yoksulu doyurmak),
bin mescid inşa etmekten daha hayırlıdır,
Kabe’ye örtü ve atlas giydirmekten de (daha hayırlıdır),
Allah için kalkıp rükû (ibadet) etmekten daha hayırlıdır,
Küfre karşı özveriyle ve keskin kılıçla cihad etmekten daha hayırlıdır,
Sıcağın altında yıl boyu (bir ömür) oruç tutmaktan daha hayırlıdır,
Yoksulun karnına inen un (lokma) artık güneş aydınlığı gibi parlaktır;
Ey açları doyuranlar!
(Sizlere) müjdeler olsun.”

Bu hikayeden anlaşıldığı üzere tasavvuf, yalnız ibadet ve ritüellerden ibaret bir dini anlayış değil bunun ötesinde insana, doğaya ve canlı cansız bütün varlıklara karşı bir merhamet yaklaşımıdır.

7- Ahlak

Ahlak; Allah’ın bir mizan ile yarattığı ve insanı da içine alan kâinat nizamına uygun, uyumlu ve sorumlu yaşamaktır. Kâinat düzenini tahrip eden, bozan hiçbir davranış biçimi ahlakî kabul edilmez.

Ahlaklı insan, bir dine, bir millete ve bir coğrafyaya ait olan değil, kâinat düzenine uyan, bu düzeni koruyan ve zarar görmesini önlemeye çalışan insandır. İnsan gibi her canlının ve doğaya ait bitki, su, hava, toprak gibi her varlığın yaşamsal alanı, sınırları, ihtiyaçları vardır. İnsana, alanlarını tahrip ve yok etmeden onlardan yararlanma izni verilmiş, bunun karşılığında saygı duymak, merhametle yaklaşmak, gerektiğinde ihtiyaçlarını karşılamak, hakkını, hukukunu koruma sorumluluğu da insana verilmiştir.

Ahlak bir dinle veya dini aidiyetle sınırlandırılamaz. Dini ve manevi olarak da tanımlanamaz, dini veya dünyevi olarak ayrıştırılamaz. İnsanlar arasındaki ilişki biçiminden de ibaret değildir. Adalet ilkesi gibi insanlığın ortak paydası olarak, insan ve diğer varlıkların, insan ve evrenin ilişki biçimini de düzenleyen temel bir ilkedir.

Yazar Ali Bulaç, “vahiy, temiz fıtrat ve selim akıl” olmak üzere ahlakın üç temeli olduğunu belirtir. “Vahiy Allah’tan gelir; fıtrat Allah’ın eşyayı ve canlıyı, bu arada elbette insanı üzerinde yarattığı ahenk ve normlar düzeni; akıl da doğru ile yanlışın, iyi ile kötülüğün arasını ayırmaya matuf ilahi bağıştır. Şu hâlde vahiy gibi fıtrat ve akıl da ilahi menşe’lidir, yani Allah’tandırlar.”[2 - Haksöz Dergisi, Temmuz – 2021, Sayı: 364.]

Din yokken ahlak ve ahlaklı insan vardı. Habil ile Kabil arasında yaşanan olayın esası da din ile değil ahlak ile ilgiliydi. Habil ahlaklı, Kabil ise ahlaksız insanı temsil eder. Dine ihtiyaç duyulmasının bir sebebi de insanın ahlaklı olmasına yardımcı olmasıdır. Bir dine mensup olmadığı hâlde ahlak sahibi nice insan olduğu gibi, bir dine mensup oldukları hâlde ahlak yoksunu nice insan vardır. Bir dini var diye insan ahlaklı sayılamayacağı gibi, dini yoktur diye ahlaksız da sayılamaz.

Buna göre her dindar vicdanlı ve ahlaklı olmak zorundadır ancak her ahlaklı insan dindar olmak zorunda değildir. Dini olmasa da ahlakı varsa iyi insandır.

Ahlak, insan olmanın, insan kalmanın zorunlu bir ilkesidir. Ahlakı önemsemeyen dindarlık anlayışının Müslümanları “ikiyüzlülüğe, çifte kişiliğe götürdüğünü ve bunun da dini tabirle riya ve samimiyetsizlik” olduğunu belirten Ali Bardakoğlu iyi (ahlaklı) Müslümanı şöyle tanımlamaktadır:

“Şayet iyi Müslümandan söz edeceksek, güvenilir ve dürüst olma, doğruluk, çalışkanlık ve üretkenlik, temizlik, nezaket, hiçbir insanın sizin elinizden, dilinizden ve davranışınızdan zarar görmemesi, kendiniz için istediğinizi başkası için de gönül ferahlığıyla isteyebilme, yanı başınızdaki insanın hak ve hukukuna saygı, kamu malını emanet bilme ve koruma, kimsesizi gözetme, istikamet sahibi olma gibi ne kadar erdemli davranış varsa onların hepsinden söz etmeliyiz.”[3 - Ali Bardakoğlu, https://www.dunya.com/gundem/prof-ali-bardakoglu-dinanahtar-teslim-bir-kurtulusu-garanti-etmez-haberi-628336 (Erişim: 13.09.21)]

Mümin kişi, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, çirkin ve güzeli, yarar ve zararı idrak ettiği andan itibaren ahlaklı davranmakla sorumludur. Akıl ve idrak devam ettikçe yaşamının sonuna kadar ahlaklı olmak, ahlaklı davranmak zorundadır. İnsan, akletme ve idrak etme melekeleri ile insanlığın bir sorumlu üyesi sayılmakta, bunların yok olması durumunda da sorumluluğu ortadan kalkmaktadır.

Hz. Peygamber’in “Ben ancak güzel (mekarim) ahlakı tamamlamak için gönderildim” ifadesindeki güzel ahlaktan maksat; doğru, dürüst, güvenilir, saygın, onurlu, şerefli, evrensel ahlak ilkeleriyle uyumlu bir yaşamdır. Peygamber böyle bir yaşam tarzını göstermek ve düzenlemek için gönderildiğini söyler. Bu sözü teyit eden de Kur’an-ı Kerim’dir: “Sen kesinlikle güzel (azim) bir ahlak üzeresin.” (Kalem/68:4)