banner banner banner
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5
Оценить:
 Рейтинг: 0

Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5


“Elimizdeki delillerin senin teorinin lehinde olduğunu inkâr etmiyorum.” dedi, “Ben sadece başka teorilerin de bulunduğunu anlatmaya çalışıyorum. Dediğin gibi ileride her şey ortaya dökülecektir. İyi sabahlar! Günün ilerleyen saatlerinde mutlaka Norwood’a uğrayıp nasıl bir ilerleme kaydettiğinizi görmeye geleceğim.”

Müfettiş yanımızdan ayrıldığında arkadaşım ayağa kalkıp tetikte bir adam havasıyla, kendisini bekleyen hoş bir görevi varmış gibi günün hazırlıklarına başladı.

“İlk yapacağım şey Watson…” dedi paltosunu giyerken, “Daha önce de dediğim gibi Blackheath’e gitmek olacak.”

“Neden Norwood’a gitmiyorsun?”

“Çünkü bu vakada ilginç olaylar birbirini takip ediyor. Polis, suç içerdiği için dikkatini bu ikinci olaya vermiş durumda; ama bana kalırsa bu vakaya yaklaşmanın en iyi yolu önce ilk olayı aydınlığa kavuşturmak; yani alelacele hazırlanan garip vasiyetname ve beklenmeyen mirasçı… Bu durum ardından gelişen olaylara ışık tutacaktır. Bu arada sevgili dostum, bana yardımının dokunacağını sanmıyorum. Tehlikeli bir durum söz konusu değil; yoksa hayatta sensiz gitmezdim. Bu gece seni tekrar gördüğümde, benden yardım isteyen bu talihsiz genç için bir şeyler yaptığımın müjdesiyle geleceğime eminim.”

Arkadaşım döndüğünde çok geç olmuştu ve onun yorgun, hevesli yüzüne baktığımda yüksek ümitlerle başladığı yolculuğunun istediği gibi gitmediğini anladım. Karmakarışık olmuş duygularını rahatlatmak amacıyla bir saat kadar kemanını çaldı. En sonunda enstrümanı bir kenara bırakarak şanssız geçen gününün ayrıntılarını bana anlatmaya başladı:

“Her şey yanlış gidiyor Watson, olabildiğince yanlış… Lestrade’in karşısında her ne kadar cesur kalmaya çalışsam da ilk defa onun doğru ve bizim de yanlış izin peşinde olduğumuzu gördüm. İçgüdülerim beni bir yöne çekiyor ama gerçekler aslında diğer yönde ve korkarım İngiliz mahkemeleri, Lestrade’in delilleri karşısında benim teorilerime inanacak kadar keskin bir zekâya sahip değil henüz.”

“Blackheath’e gittin mi?”

“Evet Watson, gittim ve merhum Oldacre’nın aslında alçağın teki olduğunu hemen öğrendim. Annesi evdeydi; ufak tefek, tombul, mavi gözlü olan bu bayan, korku ve öfke içindeydi. Tabii, oğlunun suçlu olduğunu asla kabul etmedi. Ancak Oldacre’nın kaderi hakkında ne şaşkınlığını ne de pişmanlığını belirtti. Aksine ondan o kadar nefretle bahsetti ki polis için davayı güçlendirdiğinin farkında bile değildi; çünkü oğlu bu konuşmalarını önceden duymuş olsa Oldacre’ya karşı büyük bir nefret besleyeceği açıktı. ‘O, insan olmaktan çok, uğursuz ve kurnaz bir maymun gibiydi.’ dedi, ‘Zaten gençliğinden beri böyle biriydi.’

‘Onu bir zamanlar tanıyor muydunuz?’ diye sordum.

‘Evet, hem de çok iyi tanıyordum, o taliplerimden biriydi. Tanrı’ya şükür ondan uzaklaşarak belki daha fakir ama daha iyi biriyle evlendim. Onunla nişanlıyken Bay Holmes, onun bir kuşluğa bir kediyi nasıl bıraktığının şok edici hikâyesini duyduğumda zalimliği karşısında o kadar korkmuştum ki onunla bir daha görüşmeme kararı aldım.’ Bir çekmeceyi karıştırdıktan sonra yüzü kesilip çıkarılmış, her tarafı deşilip biçilmiş bir fotoğraf çıkarıp bana gösterdi. ‘Bu benim fotoğrafım.’ dedi. ‘Bu fotoğrafı, beddualarıyla birlikte düğün günümde göndermişti.’

‘Ah!’ dedim, ‘Bütün malını oğlunuza bırakarak sizi affettiğini gösteriyor.’

‘Ne ben ne de oğlum, onun ölüsünden ya da dirisinden bir şey istemiyoruz!’ diye bağırdı kendi ruh hâline yakışır bir biçimde, ‘Cennette bir Tanrı var, Bay Holmes ve o günahkâr adama cezasını veren o Tanrı, aynı şekilde zamanı gelince oğlumun onun kanını akıtmakta suçsuz olduğunu gösterecektir.’

Her neyse bir iki ipucunun peşinden gittim ama hipotezimi destekleyecek bir şey bulamadım, hatta aleyhinde olacak birkaç nokta vardı. En sonunda vazgeçip Norwood’a gitmeye karar verdim.

Deep Dene Malikânesi denilen yer, kendi toprakları içerisinde inşa edilmiş, parlak tuğlalardan yapılma büyük bir villadır ve hemen önündeki bahçesi defne ağaçlarıyla doludur. Yolun sağında ve biraz uzağında yangının meydana geldiği kereste deposu bulunmaktadır. Bak, defterimin bir sayfasına kaba hatlarıyla planını çizdim. Sol taraftaki bu pencere, Oldacre’nın odasına açılıyor. Yoldan baktığında içerisi gözüküyor, anlarsın ya… Bugünkü tek avuntum da bu bilgi oldu zaten. Lestrade orada değildi, onun yerine baş memuru şeref vermişti binaya. Tam da büyük bir hazine bulmuşlardı. Bütün sabahı yanmış odun yığınların arasında bulunan külleri eşeleyerek geçirmişler ve kömürleşmiş organik artıkların yanı sıra, birkaç tane erimiş metal disk bulmuşlar. Onları dikkatle incelediğimde pantolon düğmesi oldukları kanaatine vardım. Bir tanesinin üzerinde ‘Hyams’ adının yazılı olduğunu fark ettim, o da Oldacre’nın terzisinin ismiymiş. Sonra bir işaret ya da iz bulmak amacıyla bahçenin içinde gezindim; ama yaşadığımız bu kuraklık her şeyi demir gibi kaskatı yapmıştı. Çitlerle çevrili çalılıkların arasında bir cesedin ya da çuvalın odun yığınına doğru sürüklendiğini gösteren izlerin dışında pek bir şey bulamadım. Bu da durumun, resmî görevlilerin teorisiyle uyum içinde olduğunu gösteriyordu. Sırtımda ağustos güneşiyle bahçede emekleyerek dolaştım; ama bir saatin sonunda, öncesinden daha bilgili bir adam olarak kalkmadım ayağa.

Bu fiyaskodan sonra yatak odasına giderek orayı da inceledim. Çok hafif kan izleri vardı lekeler hâlinde ve rengi solmuştu; ama şüphesiz tazeydi. Bastonu kaldırmışlardı ama onda da belirsiz izler vardı. Bu bastonun müşterimize ait olduğunu biliyoruz. Zaten bunu itiraf etti. Halıda iki adamın ayak izleri vardı; ama üçüncü bir kişinin yoktu. Bu da karşı tarafın bizi yine faka bastırdığını gösteriyor. Onlar sürekli puan kazanıyor ve biz de olduğumuz yerde sayıyoruz.

Bir ara ufak bir umut ışığı yakalamıştım ama bu da pek bir işe yaramadı. Kasada bulunanları inceledim, çoğu çıkarılmış ve masaya yayılmıştı. Evraklar, bir iki tanesi polis tarafından açılmış, kapalı zarflar hâlindeydi. Anladığım kadarıyla çok değerli görünmüyorlardı, hatta banka defterinden Bay Oldacre’nın sandığımız kadar hâli vakti yerinde biri olmadığını görebiliyorduk. Ancak bence bütün evraklar orada değildi. Başka tapuların olduğuna dair işaretler vardı, herhâlde onlar daha değerliydiler; ama onları bulamadım. Bu da tabii eğer kanıtlayabilirsek Lestrade’in teorisini çürütecekti; çünkü bir insan neden miras yoluyla devralacağı malı çalsın ki?

En sonunda her şeyi araştırıp bir ipucu bulamadıktan sonra hizmetçiyle -adı Bayan Lexington- konuşarak şansımı denemek istedim. Bayan Lexington adlı bu ufak tefek, sessiz kadının karanlık ve şüpheci gözleri vardı. Eminim istese bana bir şeyler anlatabilirdi; ancak ağzından tek kelime alamadım. Evet, Bay McFarlane’i içeri aldığını söylüyor. ‘Elim kırılsaydı da o kapıyı açmasaydım.’ diyor. O gece on buçukta yatağa gitmiş. Odası evin en uzak köşesinde olduğu için olanları duymamış. Bay McFarlane, şapkasını ve yanılmıyorsa bastonunu da holde bırakmış. Sonra yangın alarmı verilene kadar nelerin olduğunu bilmiyor. Zavallı, sevgili patronu kesinlikle cinayete kurban gitmişti. Düşmanları var mıydı? Eh, her adamın mutlaka düşmanı vardır ama Bay Oldacre o kadar içine kapanık biriymiş ki insanlarla sadece iş nedeniyle görüşüyormuş. Düğmeleri görmüş ve dün gece giydiği kıyafetlere ait olduklarından kesinlikle emin. Kereste yığını çok kuruydu çünkü bir aydır yağmur yağmamıştı. Kav gibi yanmıştı ve kendisi olay yerine gelene kadar alevler dışında bir şey görememiş. O ve itfaiyeciler yangından gelen yanık beden kokusunu alabiliyorlarmış. Hizmetçinin ne evraklar ne de Bay Oldacre’nın özel meselelerinden haberi varmış.

Evet, sevgili Watson, bu da benim başarısızlığımın raporudur ama…” dedi yumruklarını büyük bir inançla sıkarak, “Bu işte bir yanlışlık olduğuna eminim. Bunu iliklerime kadar hissediyorum. Ortaya çıkmamış bir şey var ve kâhya bunu biliyor. Gözlerinde, sadece suçluluk hissiyle birlikte görülen karanlık bir inkâr vardı. Neyse, daha fazla konuşmanın anlamı yok Watson. Eğer kader karşımıza talihli bir gelişme çıkarmazsa korkarım Norwood vakası, başarı hikâyelerimiz arasındaki yerini alamayacak.”

“Adamın dış görünüşünün jüriyi etkileyeceğinden eminim.” dedim.

“Bu tehlikeli bir iddia, sevgili Watson. 1887’de son anda yakaladığımız o korkunç katili, Bert Stevens’ı hatırlıyor musun? Bu kadar yumuşak huylu, her pazar kiliseye giden genç bir adamdan bunu bekler miydin?”

“Haklısın.”

“Alternatif bir teori üretmeyi başaramazsak bu adamı kaybederiz. Aleyhine sunulacak dosyada en ufak bir hata bulmak imkânsız görünüyor, ayrıca yapılan her soruşturma bu iddiaları destekler nitelikte. Bu arada yine de o evraklar hakkında ilgi çekici bir şey var ki araştırmamızın başlangıç noktası olarak görülebilir. Banka cüzdanını incelerken düşük miktarda bulunan bakiyesinin sebebinin, geçen sene Bay Cornelius adlı bir beye yüksek miktarda çekler yazması olduğunu fark ettim. Bu Bay Cornelius’un, emekli bir müteahhitle neden bu kadar büyük bir para alışverişinde bulunduğunu öğrenmek istediğimi itiraf etmeliyim. Bu olayda onun da parmağı olabilir mi? Belki Cornelius bir simsardı. Ama bu büyük ödemeleri kanıtlayacak bir makbuza rastlamadık. Elimde başka bulgular yok ama araştırmalarımı, bankaya gidip bu çekleri bozduran beyefendi hakkında bilgiler edinerek devam ettirmeliyim. Ancak korkarım ki sevgili arkadaşım, davamız utanç verici bir şekilde son bulacak ve Lestrade bu adamı asarak Scotland Yard’a bir zafer daha kazandıracak.”

Sherlock Holmes’un o gece ne kadar uyuduğunu bilemiyorum ama sabah kahvaltısına indiğimde onun çok solgun ve bezgin olduğunu gördüm. Etrafındaki koyu halkalara rağmen gözleri, her zamankinden daha parlaktı. Koltuğunun çevresindeki halı, sigara izmaritleri ve sabah gazeteleriyle doluydu. Masanın üzerinde açılmış bir telgraf duruyordu.

“Buna ne diyorsun, Watson?” dedi bana doğru uzatarak.

Norwood’dan geliyordu ve şöyle yazıyordu:

Önemli taze delillere ulaştık. McFarlane’in suçlu olduğu kesinleşti. Bu davayı bırakmanı tavsiye ediyorum.

Lestrade

“Bu çok ciddi.” dedim.

“Lestrade’nin zafer çığlıklarından biri.” dedi Holmes acı acı gülümseyerek, “Ama bence vakayı bırakmak için yine de erken. Sonuçta taze deliller iki ucu keskin bir bıçak gibidir ve Lestrade’in tahmin ettiğinden farklı bir yere saplanabilir. Kahvaltını yap Watson, sonra da birlikte çıkıp neler yapabileceğimize bir bakalım. Bugün senin arkadaşlığına ve manevi desteğine ihtiyacımın olacağını düşünüyorum.”

Arkadaşım kahvaltı yapmamıştı; çok meşgul olduğu zamanlarda kendisine yemek yeme izni vermemesi ilginç özelliklerinden biriydi. Hatta demir gibi güçlü olmasına rağmen yetersiz beslenmekten bir kere bayıldığını hatırlıyorum. “Şu anda yemek ve sindirim için enerji harcayacak durumda değilim.” derdi benim tıbbi uyarılarıma karşılık olarak. Bu nedenle o, sabah kahvaltısına dokunmadan benimle Norwood’a gitmek için hazırlandığında hiç şaşırmamıştım. Trajedi haberlerine ilgi duyan bir grup hâlâ Deep Dene Malikânesi’nin önünde geziniyordu. Benim tam hayal ettiğim gibi bir villaydı. Lestrade bizi kapıda karşıladığında yüzünde muzaffer bir ifade vardı.

“Eh, Bay Holmes, bizim hatalı olduğumuzu kanıtlayabildin mi? Serseriyi bulabildin mi?” diye bağırdı.

“Hiçbir sonuca varamadım.” diye cevap verdi arkadaşım.

“Ama biz dün bu davayı sonuca bağladık ve gerçekliğini de kanıtladık. Bu sefer senin biraz önünde gittiğimizi kabul etmen lazım Holmes.”

“Olağanüstü bir şey olmuş gibi davranıyorsun.” dedi Holmes.

Lestrade yüksek sesle kahkaha attı.

“Sen de en az bizim kadar yenilmek istemiyorsun!” dedi, “Bir insan olayların her zaman kendi istediği gibi gelişmesini beklememeli değil mi, Dr. Watson? Böyle buyurun lütfen beyler ve John McFarlane’in bu suçu işlediğini son defa size kanıtlamama izin verin.”

Koridordan geçerek bizi arka tarafta bulunan karanlık bir hole götürdü.

“Suçu işledikten sonra genç McFarlane, şapkasını almak üzere buraya gelmiş olmalı.” dedi, “Şimdi şuna bir bakın.” Çok etkileyici bir hızla kibriti çaktı ve onun ışığı, badanalı duvardaki kan lekesi ile karşı karşıya bıraktı bizi. Kibriti yaklaştırdıkça bunun kan lekesinden farklı bir şey olduğunu fark ettim. Bu bir başparmağın iziydi.

“Ona büyütecinle daha yakından bak, Bay Holmes.”

“Evet, öyle yapacağım.”

“Başparmak izlerinin herkeste farklı olduğunu biliyorsundur, değil mi?”

“Öyle bir şeyler duymuştum.”

“O zaman oradaki izle, bu sabah emrimle hazırlanan genç Bay McFarlane’in sağ başparmağının bal mumu izini bir zahmet karşılaştırır mısın?”

Bal mumu izi, kan lekesine yaklaştırdığında her ikisinin de kesinlikle aynı başparmak olduğunu görmek için büyütece gerek bile yoktu. Bizim talihsiz müşterimizin davayı kaybettiğini o an anlamıştım.

“Bu iş bitti.” dedi Lestrade.

“Evet, bu iş bitti.” diye tekrarladım isteksizce.

“Bitti.” dedi Holmes.

Ses tonu dikkatimi çekmişti ve hemen ona dönüp baktım. Yüzünde çok ilginç bir ifade sezinledim. İçten içe keyiften kıvranıyordu.

Her iki gözü de yıldızlar kadar parlaktı. Bana öyle geliyordu ki gülme krizine kapılmamak için umutsuzca bir çaba harcıyordu.