Fişek ağır ağır aktı. Havada bir barut dumanı bulutu dalgalanıyordu. Frédéric’le Deslauriers kalabalığın arasında ağır ağır yürüyorlardı, gördükleri bir manzara karşısında durakladılar: Martinon vestiyere para veriyordu. Yanında elli yaşlarında, çirkin, gayet güzel giyinmiş, neyin nesi olduğu belirsiz bir kadın vardı.
“Bu delikanlı sanıldığı kadar basit değilmiş.” dedi Deslauriers. “Cisy nerede yahu?”
Dussardier onlara kahveyi gösterdi. Eski yiğitlerin oğlunu, yanında pembe şapkalı bir kadınla bir punç fincanının önünde gördüler.
Beş dakikadan beridir ortalarda görünmeyen Hussonnet tam o sırada çıkageldi.
Koluna yaslanan bir genç kız ona “benim yavru kedim” diyordu.
“Olmaz!” dedi Hussonnet. “Herkesin yanında söyleme. Bana vikont de daha iyi! Sana yumuşak çizmeli bir Louis XIII devri kavalyesi gibi görünmek hoşuma gider. Evet, sevgili dostlarım, eski bir göz ağrısı! Nasıl, güzel değil mi?”
Kadının çenesini tutuyordu.
“Bu bayları selamla! Hepsi de âyan üyesi oğullarıdır! Beni büyükelçi tayin ettirsinler diye bunlarla düşüp kalkıyorum!”
“Ne deli şeysiniz!” diye Matmazel Vatnaz içini çekti.
Kendisini evine kadar götürmesini Dussardier’den rica etti.
Arnoux onların gidişine baktı, sonra Frédéric’e dönerek “Matmazel Vatnaz hoşunuza gitti mi?” dedi. “Bu konudaki fikrinizi açıkça söylemezsiniz ya, neyse? Aşklarınızı gizliyorsunuz galiba?”
Frédéric sapsarı kesildi, hiç gizlemediğine yemin etti.
“Metresiniz olduğunu gören, bilen yok.” diye devam etti Arnoux.
Bir ad uyduruvermek geçti Frédéric’in içinden. Ama hikâye onun kulağına giderdi. Sahiden metresi olmadığını söyledi.
Tacir, metresi olmayışından ötürü Frédéric’i ayıpladı.
“Bu akşam, tam fırsattı! Kollarına birer kadın takıp giden ötekilerin yaptığını niye siz de yapmadınız?”
Bu ısrara canı sıkılan Frédéric “Peki ya siz?” dedi.
“Aa! Yavrum, siz bana ne bakıyorsunuz! Ben karımın yanına dönüyorum.”
Bir araba çağırdı, binip çekti gitti.
İki dost yaya yürüdüler. Doğudan rüzgâr esiyordu. Hiç konuşmuyorlardı. Deslauriers bir gazete müdürünün karşısında kendini göstermediğine yanıyordu, Frédéric ise kendi tasaları içine gömülmüştü. Nihayet meyhane balosunun pek abuk sabuk bir şey olduğunu söyledi.
“Kabahat kimde? Arnoux’nun peşine takılmak için bizi satmasaydın!”
“Aman canım! Ne yapsam hiçbir faydası olmayacaktı!”
Ama kâtibin kendine göre fikirleri vardı. İnsan çok istediği bir şeyi mutlaka elde eder.
“Oysa daha demincek, kendin…”
Deslauriers bir imayı önlemek için “Ben onlarla eğleniyordum!” dedi. “Kadınlarla başımı derde mi sokayım?”
Sonra, kadınların ah cicim vah cicimlerine, budalalıklarına attı tuttu. Kadınlardan hoşlanmıyordu vesselam.
“Öyle pozlar takınma bakalım!” dedi Frédéric.
Deslauriers de sustu. Sonra birden “Geçen ilk kadını kafese koyacağım, yüz frangına bahse girer misin?” dedi.
“Evet, girerim.”
İlk geçen iğrenç bir dilenci kadındı; kaderlerine küstükleri bir sırada, Rivoli Caddesi’nin ortasında elinde küçük bir kartonla giden iri yarı bir kız gördüler.
Deslauriers kemerlerin altında kıza yanaştı. Kız birden Tuileries tarafına saptı, az sonra da Carrousel Meydanı’nın yolunu tuttu; sağa, sola bakıyordu. Bir arabanın arkasından koştu. Deslauriers yetişti. Manalı hareketler yaparak onun yanında gidiyordu. Nihayet kız koluna girmeye razı oldu, rıhtım boyuna vurdular. Sonra, Chatelet’nin üst başında, piyasa eden iki gemici gibi, yaya kaldırımında en az yirmi dakika gezindiler. Ama birden, Change Köprüsü’nü, Çiçek Pazarı’nı, Napolyon Rıhtımı’nı geçtiler. Frédéric onların ardından eve girdi. Deslauriers kendilerini rahatsız ettiğini, onun yaptığını yapmasını hareketleriyle anlattı.
“Senin daha ne kadar paran var?”
“İki lira!”
“Yeter! Haydi, Allah’a ısmarladık.”
Frédéric bir oyunun başarı kazandığını görmekten duyulan bir şaşkınlık içine düştü. Benimle alay ediyor! diye düşündü. Eve dönsem mi? Deslauriers belki de aşkına haset ettiğini sanacaktı. Sanki benim eşine çok az rastlanan, yüz kere daha soylu, daha kuvvetli bir aşkım yokmuş gibi! Öfke gibi bir şey kendisini itiyordu. Madam Arnoux’nun kapısı önüne geldi.
Pencerelerden hiçbiri onun odalarının pencereleri değildi. Yine de öyleyken, gözlerini eve dikti; sanki seyretmekle duvarları yarabileceğini sanıyormuş gibi. Herhâlde şimdi, güzel kara saçları yastığın dantelaları arasında, dudakları aralık, başı kolunun üstünde, yumuşak bir çiçek gibi sakin, dinleniyordu.
Arnoux’nun başı göründü. Bu hayalden kaçmak için uzaklaştı.
Deslauriers’nin verdiği öğüt aklına geldi; dehşet duydu. O zaman, başıboş, sokaklarda dolaştı.
Karşıdan biri gelse yüzünü seçmeye çalışıyordu. Ara sıra, bacaklarının arasından bir ışık geçip kaldırımlarda geniş bir çeyrek daire çiziyordu; sonra karanlığın içinde, elinde feneri, sırtında küfesi ile bir insan beliriyordu. Bazı yerlerde, rüzgâr bir bacanın borusunu sallıyordu. Uzaklardan gelen sesler kafasının içindeki uğultuya karışıyor ve havalarda belli belirsiz dans havalarının nakaratını duyuyorum sanıyordu. Yürüyüşü bu sarhoşluğu sürdürüyordu; kendini Concorde Köprüsü’nün üstünde buldu.
O zaman, geçen kışın o akşamını hatırladı. Onun evinden ilk çıkışında, umut dolu kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki durmak zorunda kalmıştı. Şimdi bütün umutları sönmüştü!
Ayın yüzünden kara bulutlar geçip gidiyordu. Mesafelerin büyüklüğünü, hayatın sefaletini, her şeyin boş olduğunu düşünerek ayı seyre daldı. Gün doğdu; dişleri birbirine çarpıyordu; yarı uykuda, sisten ıslanmış, gözleri yaşlı, niçin bu işe bir son vermediğini kendi kendine sordu. Bir adım attı mı tamam! Başının ağırlığı kendisini sürüklüyor, sularda cesedinin dalgalandığını görüyordu. Frédéric eğildi. Köprünün korkuluğu biraz genişti, sırf yorgunluktan korkuluğun üstünden atlamayı gözü kesmedi.
Dehşete kapıldı. Bulvara döndü, tahta bir kanepeye çöktü. Polis memurları onu “sefahat yapmış” sanıp uyandırdılar.
Yürümeye başladı. Karnı çok acıkmıştı. Bütün lokantalar kapalı olduğundan Halles’deki lokantalardan birinde yemek yemeye gitti. Neden sonra daha çok erken olduğunu düşünüp saat sekizi çeyrek geçeye kadar belediye dairesi taraflarında başıboş dolaştı durdu.
Deslauriers şırfıntı kızı savalı çok olmuştu; odanın ortasındaki masada yazı yazıyordu. Saat dörde doğru Bay Cisy içeri girdi.
Dün akşam, Dussardier sayesinde, bir hanımla dostluğu kaynatmıştı. Hatta araba ile onu da kocasını da evinin önüne kadar götürmüştü. Kadından randevu da koparmıştı. Oysa bu adı bilen yoktu!
“Ne yapayım istiyorsun yani?” dedi Frédéric.
O zaman, beyzade saçmalamaya başladı. Matmazel Vatnaz’ın, Endülüslü kadının, öteki kadınların lafını etti. Birçok istiarelerden sonra ziyaretinin sebebini anlattı. Dostunun ağzı sıkılığına güvenerek girişeceği bir teşebbüste kendisine yardım etmesini istemeye gelmişti, bu teşebbüsten sonra ancak kesin olarak kendine erkek gözü ile bakabilecekti. Frédéric buna olmaz demedi. Hikâyeyi Deslauriers’ye anlattı, ama kimle ilgili olduğunu söylemedi.
Kâtip “şimdiki gidişatını pek iyi” buldu. Öğütlerine saygı gösterilmesi neşesini arttırdı.
Askerî teçhizat için sırma nakış işleyen, dünyanın en tatlı insanı, bir kamış gibi narin, iri mavi gözlü, her şeye şaşan Matmazel Clemence Daviou’yu o daha ilk gününde bu neşesi sayesinde büyülemişti. Kâtip, kızın saflığını, nişanları olduğuna inandıracak kadar kötüye kullanmıştı. Söylediğine göre, onunla baş başa olduğu zaman, redingotunu kırmızı şeritle süslüyor, patronunu küçük düşürmemek için herkesin yanında çıkarıyormuş. Zaten kızla arasında bir mesafe bırakıyor, kendini bir paşa gibi okşatıyor, güldürmek için ona “halk kızı” diyormuş. Kız her seferinde kendisine küçük menekşe buketleri getiriyormuş. Frédéric böyle bir aşk istemezdi.
Böyle olmakla beraber, Pinson’un veya Barillot’nun kahvesindeki bölmeli yere gitmek için bunlar kol kola girip sokağa çıktıkları zaman acayip bir keder duyardı. Frédéric, bir yıldır, her perşembe günü, Choiseul Sokağı’na akşam yemeğine gitmeden önce tırnaklarını fırçalarken Deslauriers’ye nasıl ızdırap çektirdiğini bilmiyordu!
Bir akşam, balkondan onların gidişine bakıyordu, uzaktan Arcole Köprüsü’nün üstünde Hussonnet’yi gördü. Bohem birtakım işaretler edip onu çağırmaya başladı. Frédéric beş katı inince “Mesele şu: Önümüzdeki cumartesi, ayın 24’ünde, Madam Arnoux’nun isim günü.” dedi.
“Nasıl olur, adı Marie değil mi?”
“Olsun, bir adı da Angèle! Eğlence Saint-Cloud’daki yazlık evlerinde yapılacak; size haber vermek ödevini ben üstüme aldım. Saat üçte gazetenin önünde bir vasıta bekleyecek. Böyle kararlaştırılmış! Sizi rahatsız ettim, özür dilerim. Görülecek öyle çok işim var ki!”
Frédéric daha arkasını dönmeden kapıcı bir mektup verdi:
Mösyö ve Madam Dambreuse, ayın 24’üncü Cumartesi günü evlerinde verecekleri ziyafete gelmekle kendilerine şeref vermesini Bay Moreau’dan rica ederler. Lütfen karşılık verilmesi…
“Çok geç.” diye düşündü.
Bununla beraber mektubu Deslauriers’ye gösterdi; o, “Oh! Hele şükür!” diye bağırdı. “Ne o, memnun olmamış gibi bir hâlin var. Sebep?”
Frédéric biraz tereddüt ettikten sonra aynı gün başka bir yere davetli olduğunu söyledi.
“Lütfen şu Choiseul Sokağı’na gitmeye boş ver. Budalalığın lüzumu yok! Sıkılıyorsan senin yerine ben karşılık vereyim.”
Kâtip üçüncü kişi ağzından kabul edildiğini bildiren bir karşılık yazdı.
Deslauriers kibar âlemine hep hırs ve tamahla baktığından bu âlemi matematik kanunları sayesinde işleyen yapmacık bir yaratık olarak gözünde büyütürdü. Şehirde bir akşam yemeği, mevki sahibi bir adama rastlamak, güzel bir kadının gülümsemesi, birbirinden doğan bir sıra eylemlerle çok büyük sonuçlara varabilirdi. Paris’in bazı salonları, ham maddeyi alıp yüz misli değerli hâle getiren makinelere benzerdi. Diplomatlara akıl veren kibar fahişelere, entrikalarla yapılmış zengin evlenmelere, kürek mahkûmlarının dehasına, talihin kuvvetli olanların elinde yumuşak başlı hâle geldiğine inanırdı! Nihayet Dambreuse’lerle sık sık görüşmeyi o kadar faydalı buluyordu, bunun o kadar çok lafını etmişti ki Frédéric neye karar vereceğini bir türlü bilemiyordu.
Madam Arnoux’nun isim günü olduğuna göre, ona bir hediye sunmazlık edemezdi. Sakarlığını bağışlatmak için tabii bir şemsiye götürmeyi düşündü. Bir yerde, Çin işi, sapı sedef kakmalı, alacalı ipekten bir markiz gördü. Ama fiyatı yüz yetmiş beş franktı, oysa hiç parası yoktu, gelecek üç aylık parasına güvenerek borçla geçiniyordu. Yine de öyleyken, bu şemsiyeyi beğenmişti, istiyordu. Nefret ettiği hâlde Deslauriers’ye başvurdu.
Deslauriers parası olmadığını söyledi.
“Paraya ihtiyacım var, çok lazım!” dedi Frédéric.
Öteki, aynı özrü tekrarlayınca kızdı.
“Ama sen bazen pekâlâ…”
“Eee, ne olmuş?”
“Hiç!”
Kâtip anlamıştı. Yedek sakladığı paradan Frédéric’e istediğini verdi. Paraları teker teker sayınca “Makbuz filan istemem, senin sırtından geçiniyorum mademki…” dedi.
Frédéric türlü tatlı diller dökerek dostunun boynuna sarıldı. Deslauriers soğuk davrandı. Sonra ertesi gün, güneş şemsiyesini piyanonun üstünde görünce, “Yaa! Parayı onun için istemiştin demek!” dedi.
Frédéric, korka korka “Gönderirim belki…” dedi.
Tesadüf de Frédéric’e yardım etti. Çünkü akşama kenarı kara çerçeveli bir pusula aldı. Madam Dambreuse bunda bir amcanın kaybını haber veriyor, kendisiyle tanışmak zevkini başka bir zamana bıraktığından ötürü özür diliyordu.
Frédéric daha saat ikide gazete idarehanesine damladı. Arnoux, Frédéric’i kendi arabasıyla götürmek için bekleyecek yerde, kır havası almak ihtiyacına dayanamayıp dünden çekip gitmişti.
Her yıl, ilk yapraklar yeşerir yeşermez, Arnoux günlerce sabahtan sıvışıp tarlalar arasında uzun yürüyüşler yapar, çiftliklerde süt içer, köylü kadınlarla çocukça şakalaşır, mahsul üstünde bilgi edinir ve mendiline salata doldurup getirirdi. Sonunda, eski bir hülyayı gerçekleştirip kendine bir yazlık ev satın almıştı.
Frédéric tezgâhtarla konuştuğu sırada, Matmazel Vatnaz çıkageldi. Arnoux’yu göremeyince kırıldı. Tacir yazlıkta belki daha iki gün kalacakmış. Tezgâhtar, Matmazel Vatnaz’a “oraya gitmesini” salık verdi. Gidemezmiş. Mektup yazabilirmiş, ama kaybolmasından korkuyormuş. Frédéric mektubu kendi eliyle götürmeyi üstüne aldı. Matmazel Vatnaz hemen bir mektup yazdı ve Arnoux’ya yalnızken vermesini tembih etti. Kırk dakika sonra Frédéric, Saint-Cloud’da gemiden inmişti. Köprüden yüz adım ötede olan ev, tepenin yamacına yaslanmıştı. Bahçe duvarlarını iki sıra ıhlamur ağacı kaplamıştı, geniş bir çimenlik nehrin kıyılarına kadar iniyordu. Demir parmaklığın kapısı açık olduğundan Frédéric içeri girdi.
Otların üstüne uzanmış olan Arnoux, birkaç kedi yavrusu ile oynuyordu. Kendini bu eğlenceye iyice vermiş görünüyordu. Matmazel Vatnaz’ın mektubu onu içinde bulunduğu gevşeklikten çekip çıkardı.
“Hay aksi şeytan, hay! Ne can sıkıcı iş! Kadının hakkı var. Gitmeliyim.”
Sonra, mektubu cebine sokup malikânesini göstermek zevkini tattı. Ahırı, ambarı, mutfağı, her şeyi gösterdi. Salon sağ taraftaydı ve Paris tarafında, filbahar çiçekleri sarmış bir çardağa bakıyordu. Bu sırada, başları üstünde bir nağme şakımasıdır koptu: Kendini yalnız sanan Madam Arnoux şarkı söyleyerek eğleniyordu. Gamdan gama geçiyor, triller, arpejler yapıyordu. Havada sanki asılı kalan uzun notalar olduğu gibi, bir çağlayanın damlacıkları gibi dökülenleri de vardı. Panjurdan dışarı taşan sesi etrafı kaplayan sessizliği yarıp mavi göklere yükseliyordu. Komşuları Bay ve Bayan Oudry’nin gelmesiyle birden şarkı söylemeyi kesti.
Sonra, Madam Arnoux taşlığın başında göründü. Taşlığın merdiven basamaklarından inerken Frédéric onun ayağını gördü. Ayağında açık, küçük ayakkabılar vardı. Parlak altına çalan kahverengi deriden ayakkabının birbirine geçme çapraz atkıları çorapları üstünde sırma telli bir örgü vücuda getirmişti.
Davetliler geldiler. Gelenlerin Avukat Bay Lefaucheur’den başkası, hep perşembe günü davetlileriydi. Her biri birer hediye; Dittmer Suriye işi bir eşarp, Rosenwald bir romans albümü, Burrieu sulu boya bir resim, Sombaz kendi karikatürünü, Pellerin de kötü yapılmış çirkin bir fantezi olup bir çeşit ölü dansını gösteren bir füzen8 getirmişti. Hussonnet eli boş gelmişti.
Frédéric kendi hediyesini vermek için bekleyip hepsinden sonraya kaldı.
Madam Arnoux hediyeye çok teşekkür etti. O zaman, delikanlı “Hem bu âdeta bir borç! Öyle üzülmüştüm ki…” dedi.
“Neye üzüldünüzdü?” dedi Madam Arnoux. “Anlamıyorum.”
Arnoux, Frédéric’in kolundan tutup “Sofraya buyurun!” dedi, sonra da delikanlının kulağına “Hiç de kurnaz değilmişsiniz!” diye fısıldadı.
Su yeşiline boyanmış bu yemek salonu kadar güzel bir şey olamazdı. Salonun bir ucundaki taştan bir su perisi deniz hayvanı kabuğu biçimindeki bir havuzda ayağının başparmağını ıslatıyordu. Açık pencerelerden, kıyısında yapraklarının çoğu dökülmüş ihtiyar bir İskoçya çamı bulunan uzun çimenliği ile bütün bahçe görünüyordu. Bu çimenliği irili ufaklı çiçek kümeleri yer yer kaplamıştı. Nehrin ötesinde Boulogne Ormanı, Neuilly, Sevres, Meudon geniş bir yarım çember hâlinde yayılıp gidiyordu. Karşıdaki demir parmaklığın önünde bir yelkenli kayık kıyı kıyı gidiyordu.
Önce bu görülen manzara üstünde, sonra da genel olarak manzara resmi üstünde konuşuldu. Tartışmalar başladığı sırada Arnoux, uşağına saat dokuz buçukta faytonu koşmasını emretti. Veznedarından aldığı mektup üzerine şehre dönmek zorundaydı.
“Ben de seninle dönsem olur mu?” dedi Madam Arnoux.
“Elbette olur.”
Karısına güzel bir selam vererek, “Pek iyi bilirsiniz ki madam, siz olmadan yaşanamaz!” diye ekledi.
Böyle iyi bir kocası olduğundan ötürü, hepsi de onu tebrik etti.
O, küçük kızını göstererek tatlı bir dille, “Ah! Ne çare ki yalnız değilim!” diye karşılık verdi.
Sonra konuşma yine dönüp dolaşıp resme gelince Ruysdael’in bir tablosunun lafı açıldı. Arnoux bu tablodan çok büyük bir para kazanacağını umuyordu. Pellerin, “Londralı ünlü Saul Mathias’ın geçen ay gelip bu tablo için yirmi üç bin frank teklif ettiği doğru mu?” diye Arnoux’ya sordu.
“Bundan daha doğru bir şey olamaz!” dedi tacir ve Frédéric’e doğru dönerek, “Geçen gün Alhambra’da inanın ki hiç istemeye istemeye gezdirdiğim bay, bu baydı işte. Çünkü bu İngilizler hiç de hoş insanlar değildir!”
Matmazel Vatnaz’ın mektubunda bir kadın meselesi söz konusu edildiğinden kuşkulanan Frédéric, Arnoux efendinin sıvışmak için namuslu bir çare bulmaktaki bu rahatlığına hayran olmuştu, ama onun hiç lüzumsuz olan bu yeni yalanı gözlerini fal taşı gibi açmıştı.
Tacir sade bir eda ile ekledi:
“Dostunuz o uzun boylu delikanlının adı neydi kuzum?”
“Deslauriers.” dedi Frédéric telaşla.
Arkadaşına karşı ettiği haksızlıkları telafi etmek için Frédéric onu üstün bir zekâ olarak övdü.
“Ya! Sahi mi? Nakliyat memuru olan öteki kadar iyi ve mert bir delikanlı hâli yok onun ama.”
Frédéric, Dussardier’ye lanetler etti. Madam Arnoux, kendisinin bayağı kimselerle düşüp kalktığını sanacaktı.
Daha sonra başkenti güzelleştirme, yeni mahalleler üstünde konuşuldu; saf bir adam olan Oudry büyük ihtikâr yapanlar arasında Bay Dambreuse’ün adını saydı.
Frédéric, kendini gösterme fırsatını kaçırmayarak Bay Dambreuse’ü tanıdığını söyledi. Oysa Pellerin bakkallara atıp tutmaya başladı, mum satıcılarını da para satıcılarını da bir tutuyordu. Sonra Rosenwald’la Burrieu porselenler üstünde sohbete daldılar. Arnoux, Madam Oudry ile bahçıvanlık lafı ediyordu. Eski okulun zevzeği olan Sombaz, Madam Oudry’nin kocasına takılarak eğleniyordu. Ona Aktör Odry gibi Odry diyordu, köpek ressamı olan Oudry’yi haklayacağını söyledi; çünkü hayvan kabiliyeti olduğunu anlatan şişkinlik alnında belliymiş. Hatta adamcağızın kafasını eliyle yoklamaya bile kalkıştı, öteki saçları takma olduğu için sakınmıştı. Çerez, kahkahalar içinde sona erdi.
Kahveler, ıhlamurlar altında, sigaralar tellendirilerek içildi; bahçede birkaç kere dolaşıldı; nehir kıyısında gezmeye gidildi.
Davetliler, balıkçı dükkânında yılan balıklarını temizleyen bir balıkçının önünde durdular. Matmazel Marthe balıkları görmek istedi. Balıkçı, kutusunu otların üstüne boşalttı. Küçük kız balıkları yakalamak için yere diz çöktü; sevincinden gülüyor, korkusundan çığlığı basıyordu. Balıkların hepsi kayboldu. Arnoux çıkarıp parasını verdi.
Daha sonra bir kayık gezintisi yapmak aklına geldi.
Ufkun bir yanı sararmaya başladığı sırada, öteki yanında göklere engin bir portakal rengi yayılmış, büsbütün kararmış olan tepelerin ucunda bu renk daha da kızıllaşmıştı. Madam Arnoux, bu yangın yalazasına arkasını vererek kocaman bir taşın üstüne oturmuştu; ötekiler ötede beride geziniyorlar, Hussonnet ise yamacın alt tarafında su üstünde taş sektiriyordu.
Arnoux, eski bir şalupayı peşine takıp döndü, en aydın görüşlülerin bile itirazlarına kulak asmayarak davetlilerini içine doldurdu. Kayık batıyordu, inmek gerekti.
Hint kumaşı kaplı, duvarlarında kristal kollu şamdanları olan salonun bütün mumları yakılmıştı bile. Oudry Ana bir koltukta tatlı tatlı uyuyor, ötekiler baronun şan ve şerefleri üstünde konuşan Bay Lefaucheux’ü dinliyorlardı. Madam Arnoux pencerenin yanında yalnızdı. Frédéric yanına yaklaştı.
Söylenen şey üstünde konuştular. Madam Arnoux güzel söz söyleyenlere hayrandı, Frédéric ise yazarların şan ve şerefini üstün tutuyordu. Genç kadına göre, halk kitlelerinin ruhlarına kendi ruhundaki duyguları aşılayarak onları doğrudan doğruya harekete getirmekten insan herhâlde çok büyük bir zevk duymuş olmalı. Hiç büyüklükte gözü olmayan Frédéric’i bu türlü zevkler pek imrendirmiyordu.
“Ya! Niçin?” dedi Madam Arnoux. “İnsanda biraz büyüklük hırsı olmalı!”
Pencere içinde ayakta, yan yana duruyorlardı. Gece, önlerinde, üstüne gümüş serpilmiş engin, koyu bir örtü gibi uzanıyordu. İlk defadır ki önemsiz şeyler konuşmuyorlardı. Frédéric onun nefret ettiği şeyleri, zevklerini bile öğrendi; bazı kokular kendisine dokunurmuş, tarih kitaplarına ilgi gösterirmiş, rüyalara inanırmış.
Frédéric duygusal maceralardan söz açtı. Madam Arnoux ihtirasın doğurduğu felaketlere acıyordu, ama ikiyüzlü rezaletlere de isyan ediyordu. Anlayıştaki bu doğruluk yüzünün düzgün güzelliğine o kadar yaraşıyordu ki güzelliği bu doğruluğa bağlı gibiydi.
Gözlerini bir dakika Frédéric’e dikip ara sıra gülümsediği oluyordu. O zaman, delikanlı, bakışlarının, suyun derinliklerine kadar süzülen o büyük güneş ışınları gibi ruhuna daldığını duyuyordu. Bu kadını hiçbir gizli maksadı olmaksızın, hiçbir karşılık görme umudu olmaksızın seviyordu. Minnettarlık hamlelerini andıran bu dilsiz, ağızsız coşkunlukla bu kadının alnını öpücüklere boğmak isterdi. Bu sırada, içten gelen bir soluk kendisini kendi dışına taşırırdı; kendini feda etmek arzusu, ani bir bağlılık ihtiyacıydı bu. O kadar çok kuvvetli ki bir türlü susturamıyordu.
Frédéric ötekilerle birlikte gitmedi, Hussonnet de gitmedi. Araba ile döneceklerdi; fayton taşlığın önünde bekliyordu; o sırada, Arnoux gül toplamak için bahçeye indi. Sonra gül demetini bir iple bağlayınca sapları uzunlu kısalı olduğundan kâğıt dolu cebini karıştırdı, bir kâğıt çıkardı, demeti buna sardı, kalın bir iğne ile tutturdu, belli bir heyecanla karısına sundu.
“Al, sevgilim, seni unuttuğum için beni affet!”
Oysa Madam Arnoux küçük bir çığlık kopardı. Beceriksizce tutturulan iğne eline batmıştı. Tekrar odasına çıktı. Onu bir çeyrek kadar beklediler. Sonunda yine göründü, Marthe’ı kaldırdı, kendini arabanın içine attı.
“Ya çiçek demetin?” dedi Arnoux.
“Hayır! İstemez! Lüzumu yok!”
Frédéric demeti gidip almak için seğirtmişti. Madam Arnoux, “İstemiyorum!” diye bağırdı.
Ama biraz sonra getirdi, buketi zarf içine koyacağını söyledi; çünkü çiçekleri yerde bulmuştu. Madam Arnoux hepsini oturma yerinin önündeki deri torbanın içine tıktı. Yola düzüldüler.
Madam Arnoux’nun yanına oturmuş olan Frédéric onun korkunç şekilde titrediğini fark etti. Sonra köprüyü geçtiklerinde, Arnoux sola sapınca “Yok, canım! Yanlış yola saptın! Bu tarafa, sağa sapacaksın!” dedi Madam Arnoux.
Sinirli gibi görünüyordu; her şey kendisini rahatsız ediyordu. Sonunda, Matmazel Marthe gözlerini kapayınca buketi çıkardı, arabanın kapısından fırlatıp attı; sonra Frédéric’in kolunu tutup öteki eliyle hiç bunun lafını etmemesini işaret etti.
Sonra da mendilini dudaklarına götürdü, hiç kımıldamadı.
Sürücü yerinde oturan öteki ikisi basımevinden, abonelerden konuşuyorlardı. Sağına soluna bakmadan arabayı süren Arnoux, Boulogne Ormanı’na daldı. O zaman, dar yollara düştüler. At yavaş gidiyor, ağaç dalları arabanın körüğüne sürtünüyordu. Karanlıkta, Frédéric, Madam Arnoux’nun ancak gözlerini görüyordu; Matmazel Marthe annesinin kucağına yatmış, Frédéric başını tutuyordu.
“Sizi yoruyor!” dedi Madam Arnoux.
“Hayır! Hayır! Yormuyor!” diye o karşılık verdi.
Hafif bir toz bulutu kalkmıştı. Auteuil’den geçiyorlardı. Bütün evlerin pencereleri kapalıydı. Ötede beride bir sokak feneri, bir duvarın köşesini aydınlatıyor, sonra yine karanlıkların içine dalıyorlardı. Bir defasında, Frédéric, Madam Arnoux’nun ağladığını fark etti.
Pişmanlıktan mı, arzudan mı, nedendi bu? Sebebini bilmediği bu keder Frédéric’i kendinin bir şeyiymiş gibi ilgilendirmişti. Şimdi, aralarında yeni bir bağ, suç ortaklığı gibi bir şey vardı. Son derece okşayıcı bir sesle “Ağrıyor mu?” dedi.
“Evet, biraz.”
Araba gidiyordu, bahçe duvarlarından sarkan hanımeliler ve yaseminler geceyi insana gevşeklik veren bir koku ile doldurmuştu. Elbisesinin sayısız kıvrımları ayaklarını örtüyordu. Aralarına uzanmış bu çocuk vücudu sayesinde bu kadının bütün varlığı ile kaynaşıyor gibi geliyordu Frédéric’e. Kıza doğru eğildi, kumral saçlarını aralayıp yavaşça alnından öptü.
“İyi insansınız!” dedi Madam Arnoux.
“Niçin?”
“Çocukları seviyorsunuz da ondan.”
“Hepsini sevmem.”
Başka bir şey söylemedi, ama sol elini ondan tarafa uzattı, açtı, belki o da aynı şeyi yapar, elini tutarım, diye düşünmüştü. Sonra utanıp çekti.
Biraz sonra kaldırımlar başladı. Araba daha hızlı gidiyordu. Sokak fenerleri çoğaldı, Paris’e girmişlerdi! Hussonnet emanetçinin önünde arabadan atladı. Frédéric inmek için avluya varılmasını bekledi; sonra Choiseul Sokağı’nın köşesine saklandı, Arnoux’nun ağır ağır bulvarlara doğru yollandığını gördü.
Hemen ertesi günden başlayarak bütün gücü ile çalışmaya başladı.
Kendini bir kış gecesi cinayet mahkemesinde son savunmaları yaparken görüyordu: Jüri üyelerinin yüzleri sapsarıdır; soluk soluğa olan halk, mahkeme salonunu hıncahınç doldurmuştur; Frédéric dört saattir konuşmaktadır; bütün delilleri özetliyor, yeni deliller keşfediyor ve her cümlesinde, her sözünde, her hareketinde, arkasında asılı duran giyotin bıçağının kalktığını seziyor; sonra Meclis kürsüsünde, bütün bir halkın selametini dudaklarında taşıyan bir söylevci olarak, hasımlarını sözleriyle boğuyor, istihzalı, dokunaklı, coşkun, yüce, ahenkli sesi gürleyerek verdiği sert bir karşılıkla eziyor. O orada, herkesin içinde bir yerdedir, sevinç gözyaşlarını tülü ile gizlemektedir; sonra buluşacaklar; o, hafif ellerini alnında gezdirerek, “Ah! Bu ne güzel!” deyince cesaret kırıcı sözler, edilen iftiralar, küfürler onun semtine uğramayacak.