banner banner banner
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Оценить:
 Рейтинг: 0

Dünya’nın Merkezine Seyahat

Dünya’nın Merkezine Seyahat
Jules Verne

Hamburg’un eski mahallelerinden birinde huysuz amcasının -Profesör Lidenbrock- asistanlığını yapmakta olan Axel, amcasına, eski bir parşömen parçasının üzerinde bulup çözmeye uğraştıkları bir şifreyi istemeyerek de olsa açıklar ve böylece yerin derinliklerine doğru bir seyahatin fitili ateşlenir. Huysuz olduğu kadar bilime âşık olan ve bu işin şanını başkasına bırakmak istemeyen profesörü durdurmak mümkün değildir artık. Profesör, asistanını da yanına alarak Dünya’nın merkezine doğru bir yolculuğa çıkar ve derine, en derine iner. Jules Verne, 19. yüzyılın ikinci yarısının en tanınmış ve en çok okunan yazarları arasındadır. Jules Verne’in; uzay yolculuğu, denizaltı, helikopter ve daha birçok bilimsel mucizeyi ilk akla getiren kişi olduğunu varsaymak biraz ileri gitmek olsa da Verne özellikle bilim kurgunun büyükbabası olarak hatırlanmaktadır. Diğer yandan, yazar belki de bilim ve teknoloji kavramlarının insan hayatına yeni yeni girmeye başladığı bir dönemde, bu kavramları gözde kılan ilk kişi olarak değerlendirilebilir. Verne herkesin hatırladığı harika kâhin olmayabilir fakat yazıları milyonlara ilham vermiştir. Geleceği görememiş olsa da eserleriyle diğer kişilerin onu yaratmasına yardımcı olduğu su götürmez bir gerçektir.

Jules Verne

Dünya’nın Merkezine Seyahat

I. BÖLÜM

Profesör ve Ailesi

1863 yılının 24 Mayıs günü, amcam Profesör Lidenbrock, Hamburg’un en eski semtinin en eski sokaklarından biri olan Königstrasse 19 numaradaki evine hızla girdi.

Martha yemek oldukça geç kaldığının farkına varmış olmalıydı çünkü yemek daha yeni fırına konmuştu.

İşte şimdi… dedim kendi kendime, Dünyadaki en sabırsız insanlardan biri aç kalınca neler olacak göreceğiz!

Panik hâlde yemek odasının kapısını aralayan zavallı Martha, “Bay Lidenbrock geldi!” dedi.

“Evet Martha ve yemeğin daha pişmemiş olduğunun farkındayım çünkü saat daha iki bile olmadı. Saint Michael’in saati, biraz önce bir buçuğu gösteriyordu.”

“Peki öyleyse neden bu kadar erken geldi?”

“Belki bunu bize beyefendinin kendisi anlatır.”

“İşte buraya geliyor Bay Axel, siz ona dert anlatırken ben kaçıp bir yerlerde saklanacağım.”

Ve Martha güvenle kendi hükümranlığına çekildi.

Yalnız kalmıştım. Ama benim gibi karakteri henüz oturmamış bir adam, nasıl olur da profesör gibi fevri bir adama dert anlatabilirdi ki? Bunu düşünerek, yukarıdaki küçük odama doğru hızla ilerliyordum ki kapının gıcırtısını işittim, yere sağlam basan bir çift ayak merdivenleri titretti ve yemek odasını hızla geçen evin efendisi, kendisini çalışma odasına attı.

Fakat bu hızla yürürken bile fındık ağacından yapılma bastonunu bir köşeye ve geniş kenarlı şapkasını da bir masaya fırlatacak zamanı bulmuştu. Ve yeğenine şöyle seslendi:

“Axel, beni izle!”

Dönüp bağırmaya başladığında daha hareket edecek zaman bulamıştım bile.

“Ne! Daha gelmedin mi sen?”

Ve heybetli efendimin çalışma odasına koştum.

Bütün içtenliğimle söylüyorum ki Otto Lidenbrock’nun içinde hiç fesatlık yoktur. Ama yaşlandıkça hatırı sayılır biçimde değişmezse ömrünün sonunda eşsiz bir karakter olacaktır.

Johanneum’da[1 - 1529 yılında Hamburg’da kurulmuş ünlü bir okul. (e.n.)] profesördü ve orada bir dizi mineraloji[2 - Mineral bilimi. (e.n.)] dersi vermekteydi. Her dersini tutkuyla anlatırdı. Ne sınıfının ilerlemesi ne derse gösterdikleri alaka ne de çalışmalarını taçlandıracak bir başarı onu heyecanlandırmaktaydı. Bu tür küçük ayrıntılar, hiçbir zaman derdi olmamıştı. Onun eğitim şekli, Almanların dünya görüşü açısından bakılırsa “öznel” idi, başkası için değil kendi yararına yaptığı bir işti. Bencil bir âlimdi. Bir bilim kuyusuydu ve içinden bir şey çekmeye kalktığınızda makaralar zorla dönerdi. Kısacası, cimri bir âlimdi.

Almanya’da onun gibi profesör çok yoktu.

Amcam, talihsizliğinden dolayı -tabii ki evdeki konuşmalarını kastetmiyorum ama- sosyal ortamlarda, konuşma zorluğu çekmekteydi; kabul edersiniz ki bu durum bir konuşmacı için oldukça can sıkıcı bir kusur sayılır. Aslında Johanneum’daki dersleri esnasında genellikle öylece dikilip dururdu. Dudaklarından dökülmeyi reddeden inatçı kelimelerle boğuşur, yanakları şişer ve kelimeler en nihayet davetsiz, bilim dışı lanetler olarak ağzından çıkardı. Sonra öfkesi yavaş yavaş dinerdi.

Mineralojide, bir şairin bile dilinin dönmeyeceği, yarı Yunanca yarı Latince terimler vardır. Tabii ki bu denli saygın bir bilime dil uzatmak istemem, bu bana düşmez. Rhombohedral kristaller, retinasfaltik reçineler, galenitler, fassayitler, kurşun molibdatlar, manganez tungstat ve zirkonyum titanit gibi sözcükler karşısında en mahir dil bile sürçebilir.

Böylece amcamın bu kusuru zamanla iyice bilinir olmuştu ve bundan hiç de adil olmayan bir biçimde yararlanıldı. Öğrenciler tehlikeli yerlerde pusuya yattılar ve kekelemeye başladığında, Almanlar için bile hoş karşılanmayacak yüksek kahkahalar duyulmaya başlandı. Lidenbrock derslerine katılım hep üst düzeyde ise de bunlardan kaçının amcamın durumuyla eğlenmek için geldiğini düşünmek üzücü olur.

Her neyse benim iyi amcam, kendini bilime adamıştı ki bu tekrar tekrar belirtmeye can attığım bir durumdur. Bazen incelediği örneği tutarken geri dönüşü olmayan biçimde zarar verebilse de kendinde gerçek bir jeoloğun zekâsıyla bir maden bilimcinin coşkusunu birleştirebilmişti. Çekiç, demir işaret sopası, manyetik çiviler, düdük, bir şişe nitrik asitle kendisini donatmış olan bu kişi, güçlü bir bilim adamıydı. Üzerindeki çatlaklara, görünüşüne, sertliğine, erime noktasına, ses tınısına, koku ve tadına bakarak adlandırılmış olan bugün bilimin saptadığı altı yüz[3 - Çağdaş mineraloji bilimine göre bu sayı oldukça abartıdır (ç.n.)] mineralin her birini tanıyabilirdi.

Lidenbrock ismi üniversitelerde ve bilim camiasında saygıyla anılırdı. Humphry Davy, Humboldt, Kaptan Sör John Franklin, General Sabine, Hamburg’a yolları düşünce ona uğramadan geçmezlerdi. Becquerel, Ebelmen, Brewster, Dumas, Milne-Edwards, Saint-Claire-Deville kimya konusundaki en zor problemlerde ona danışırlardı. Bu bilim, birçok hatırı sayılır buluş sebebiyle kendisine minnettardır çünkü 1853 yılında, “Transandant Kritalografi Üzerine Bilimsel Bir İnceleme” adı altında Otto Lidenbrock imzalı ve ödüllü bir metni Leipzig’de yayımlandı. Fakat bu, çalışmanın maliyetini bile kurtaramadı.

Kendisini onurlandırmak için söylenen tüm bu sözlere bir de şunu eklememe izin verin: Amcam Avrupa’da oldukça ünlü olan değerli bir koleksiyona sahiptir ve Rus Büyükelçisi Bay Struve tarafından kurulmuş olan mineraloji müzesinin küratörüdür.

Beni bu denli fevri şekilde çağıran, işte böyle bir beyefendiydi. Uzun boylu, yapılı, demir gibi ve elli yaşında olmasına rağmen en az bir on yaş daha genç gösteren açık tenli bir adam düşünün. Huzursuz gözleri, kocaman gözlüklerinin ardında sürekli bir hareket hâlindeydi. Uzun ince burnu, bir hançeri andırıyordu. Küçük oğlanlara bu organın mıknatıs özelliği olduğu ve metal nesneleri çektiği söylenirdi ama bu tam anlamıyla muzip bir kandırmacadan ibarettir. Büyük miktarlarda çektiği enfiye dışında başka bir şey çektiği görülmemiştir.

Portremi tamamlamak için, amcamın, her adımında tam olarak bir buçuk yarda ilerlediğini ve asabi mizacının kesin bir göstergesi olarak, yürürken ellerini sımsıkı yumruk yaptığını da eklersem, sanırım kazayla kendisiyle tanışmayı aklından geçiren kim varsa aklını başına getirmeye yetecek kadar şey söylemiş olurum.

Königstrasse’de kendine ait, parapetli kalkan duvarlarıyla yarı tuğla yarı ahşap bir evde yaşardı. Bu ev, 1842’deki büyük yangının birbirinden ayırdığı ve bir zamanlar Hamburg’un eski mahallerinin ortasında birleşen iki su kanalından birine bakmaktaydı.

Bu binanın biraz eğik olduğu ve sokağa doğru bir göbek yaptığı doğrudur. Bir Tugendbund öğrencisinin sol kulağının üzerine yatan şapkası gibi, bu binanın çatısı da bir tarafa doğru hafif kaymıştı. Çizgileri daha uyumlu olabilirdi. Onu dik tutan ve baharda pencere pervazından içeri filizlerini uzatan bir karaağaç sayesinde ayaktaydı.

Amcam sıradan bir Alman profesöre kıyasla zengin sayılırdı. Ev ve içindeki her şey kendine aitti. Bu evde yaşayanlar, on yedi yaşında genç bir Virlandalı[4 - Virlanda: İzlanda’dan deniz yoluyla gelerek Kuzey Amerika’ya yerleştikleri düşünülen İskandinav kolonisinin, bölgeye verdiği isim. Virlandalı; bu yerden olan. (ç.n.)] olan vaftiz kızı Gräuben, Martha ve bendik. Ona, yetim kalmış yeğeni sıfatıyla laboratuvar asistanlığı yapıyordum.

Jeoloji ve benzer bilimlerin hepsine karşı büyük bir ilgim vardı. Damarlarımda bir mineralog kanı akmaktaydı. Kendi türümün arasında mutluydum.

Kısacası insan, evin kolayca sinirlenen efendisine rağmen, Königstrasse’deki bu küçük evde yeteri kadar mutlu yaşayabilirdi çünkü aslında beni sevdiğini biliyordum. Ama adamın beklemek gibi bir yetisi yoktu. Doğa bile, onun için oldukça yavaştı. Nisan ayında, pencerenin pervazındaki kilden saksıların içine muhabbet çiçeği ve gündüzsefası diktikten sonra, her akşamüstü, daha hızlı büyüsünler diye yapraklarından azıcık çekerdi.

Böylesine garip davranışlar karşısında ona boyun eğmekten başka yapılacak bir şey yok. İşte bu yüzden ben de aceleyle arkasından gittim.

II. BÖLÜM

Her Ne Pahasına Olursa Olsun Çözülmesi Gereken Bir Gizem

Tek ilgilendiği müzeydi. Mineralojiye ait bilinen her şey mükemmel bir düzen içinde kendi yerlerinde durmaktaydı. Yanıcı, metalik ve taşsı mineraller olarak düzgünce etiketlendirilmişlerdi.

Bilimin bu ayrıntılarını nasıl da bilirim! Çoğu kez, kendi yaşıtım delikanlıların muhabbetlerinden keyiflenmek yerine bu grafit, taş kömürü, kömür, linyit ve turbaların tozunu almayı yeğledim. Bir de zift, reçine ve organik tuzlar gibi tek zerre toz değmemesi gerekenler; demirden altına, bilimsel örnek olmalarından kaynaklanan önemlerinin dışında görece değerlerinin önemini yitirdiği tüm metaller ve Königstrasse’deki evi, bana uygun ek bir oda ilave ederek baştan yapmaya yetecek kadar çok taş da bulunmaktaydı.

Ama bu işe başlarken bu olağanüstü şeylerin hiçbirini düşünmüyordum, aklımda sadece amcam vardı. Kendisini rahat bir kadife koltuğa atmıştı ve elinde hayranlıkla üzerine eğildiği bir kitap tutmaktaydı.

“İşte nihayet farklı bir kitap! Ne muhteşem bir eser!..” diye mırıldanıyordu.

Bu tepkiler, bana amcamın bibliyomanlığa yatkın olduğunu düşündürse de hiçbir eski kitap, az bulunur veya okunmaz durumda olmadıkça amcamın gözünde değerli değildi.

“Yoksa hâlâ göremiyor musun? Bu paha biçilemez hazineyi buldum işte, bu sabah Yahudi Hevelius’un dükkânını didik didik ederken…”

“Harika!” diyerek sanki çok heyecanlanmış gibi cevap verdim.

Sayfaları sararmış, rengi solmuş kaba dana derisiyle ciltlenmiş, üzerindeki eski püskü sayfa ayracının kenarından sallandığı bu kitaba gösterilen bu gereksiz heyecan da neyin nesiydi?

Buna karşın, profesörün hayranlık nidalarında bir azalma olmamıştı.

“Gördün?” diye sordu profesör, soruyu hem sorup hem cevaplayarak. “Muhteşem bir güzellik değil mi? Evet! Harikulade! Hiç böyle bir cilt gördün mü? Kitap kolayca açılmıyor mu? Evet, hangi sayfayı açarsan aç orada açık kalıyor. Peki kolayca kapanıyor mu? Evet, tüm sayfalar aynı boyutta ve ciltte herhangi bir boşluk veya açılma yok. Yedi yüz yıl sonra bile cildin arka kısmının durumuna bir bak! Bozerian, Closs veya Purgold[5 - Bozerian: Napolyon zamanında Paris’te kaliteli kitap ciltleri yapan iki mücellit kardeş. Closs ve Purgold yine XIX. yüzyılda yaşamış ünlü mücellitlerdir. (e.n.)] böyle bir ciltle gurur duyarlardı.”