banner banner banner
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Dünya’nın Merkezine Seyahat
Оценить:
 Рейтинг: 0

Dünya’nın Merkezine Seyahat


Ama sonucu kim tahmin edebilirdi ki? Ağır bir yumruk masayı salladı ve biraz mürekkep döküldü, elimdeki kalem de parmaklarımın arasından kayıverdi.

“Bu değil!” diye bağırdı amcam, “Hiçbir anlam ifade etmiyor.”

Ve kurşun gibi fırlayıp, merdivenlerden bir çığ gibi inerek, kendisini Königstrasse’ye attı ve gözden kayboldu.

IV. BÖLÜM

Açlığa Teslim Olan Düşman

Kapının hızla çarpılmasıyla mutfaktan koşarak gelen Martha, “Gitti mi!” diye bağırdı.

“Evet.” diye cevapladım, “Kesinlikle gitti!”

“Peki ama ya yemeği?” diye sordu.

“Yemeyecek.”

“Peki ya akşam yemeği?”

“Yemeyecek.”

“Ne?” diye bağırdı Martha ellerini kavuşturarak.

“Hayır, sevgili Martha, bundan sonra bir şey yemeyecek. Aslında bu evdeki kimse yemeyecek. Amcam çözülemez bir şifreyi çözene kadar hepimize oruç tutturacak.”

“Aman Tanrı’m, yani hepimiz açlıktan ölecek miyiz?!”

Bunu itiraf edemesem de amcam gibi katı bir hükümdarla bu son kaçınılmazdı.

Gerçekten endişelenen yaşlı hizmetkâr, yürek parçalayan bir şekilde inildeyerek mutfağa geri döndü.

Yalnız kalınca tüm bunları gidip Gräuben’e anlatmayı düşündüm. Peki ama evden nasıl kaçabilirdim? Profesör her an dönebilirdi. Ya beni ararsa? Veya belki yaşlı Oedipus’un[14 - Yunan mitoloji kahramanı Oedipus’un macerasındaki bir bölüme gönderme yapılmıştır. (…) Oedipus artık yollarda başıboş dolanmaya başlar ve Thebai’ye varır. Bu şehrin üzerinde bir bela vardır. Bir canavar, çiğ et yiyen Sfenks, şehrin dolayında dağlık bir buruna yerleşmiştir. Sfenks, yolcuları gözetleyip, her birine bilmecesini sorar; hiç kimse bilmeceyi çözemez, o da hepsini parçalayıp yer. Thebai’liler her gün agoraya toplanarak bilmecenin cevabını bulmaya çalışırlar; kralları yeni öldürülmüş olduğundan kendilerini Sfenks’ten kurtaracak olan kimseye sitenin tahtını da söz verirler. Oedipus oradan geçerken bilmece ona da sorulur: “O hangi yaratıktır ki bir süre iki ayak üzerinde, bir süre üç, bir süre de dört ayakla yürür ve de doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?”Oedipus söyle bir düşünür ve yaratığın insan olduğunu söyler: İlk çocukluğunda insan dört ayağı üzerindedir, emekler, daha sonra da iki ayağı üzerinde yürür, nihayet yaşlanınca da bir sopaya dayanır. Sfenks sorusunun çözülmesiyle intihar eder. Thebai’liler kurtarıcılarını alkışlarlar, onu kral yaparlar ve kraliçe ile evlendirirler. (e.n.)] bile çözemeyeceği bir sözcük bulmacasıyla beni zapt ederse? Eğer çağrısına cevap vermezsem ne olabileceğini kim söyleyebilir?

En akıllıcası olduğum yerde kalmaktı. Besançon’daki bir mineralog silisli jeodlar göndermişti ve onları ayırmam gerekiyordu, böylelikle işe koyuldum. Hepsini ayırdım, etiketledim ve her oyuğunda bir kristal yuvası olan bu kovuklu örnekleri kendi özel cam bölmelerine yerleştirdim.

Ama bu iş, tüm dikkatimi asıl mevzudan uzaklaştırmaya yetmedi. Şu eski belge kafamı kurcalıyordu. Heyecandan başım zonkluyordu ve tarifsiz bir huzursuzluk hissediyordum. Korkunç bir şey olacaktı sanki.

Bir saat içinde tüm jeodlar birbirinin üzerinde duran raflardaki yerlerini almıştı. Sonra kadife koltuğa yığıldım, kafamı geriye yaslayıp ellerimi üzerinde kavuşturdum. Üzerinde tembelce uzanıvermiş bir su perisi resmi olan kıvrık saplı pipomu yaktım ve tütünün karbona dönüşüp su perimi bir zenci kadına dönüştürmesini izleyerek eğlendim. Merdivenlerde tanıdık bir ayak sesi işitmeyi bekledim. Bir şey yoktu. Peki amcam bu saatte nerede olabilirdi? Onu, Altona’ya giden yolun kenarındaki ulu ağaçların altında koşarken, bastonuyla sağa sola vururken, uzun çimenleri budarken, deve dikenlerinin kafalarını uçururken ve sakin yalnızlıklarında düşünüp duran leylekleri rahatsız ederken hayal ettim.

Muzaffer bir edayla mı yoksa şevki kırılmış olarak mı dönecekti? Kim galip gelecekti; o mu yoksa sır mı? Kendime bunları sorup duruyor ve mekanik bir biçimde, üzerine yazdığım anlamsız harflerle gizemli güzelliği bozulan sayfayı elimde döndürüp duruyordum. Kendi kendime sordum: Tüm bunlar ne anlama geliyor?

Kelime oluşturmak amacıyla harfleri gruplandırmaya çalıştım. Ama bu neredeyse imkânsızdı! Onları ikişerli, üçerli, beşerli, altılı gruplara ayırdım fakat hiçbir anlam ifade etmediler. On dört, on beş ve on altıncı harfler İngilizce “buz” kelimesini; seksen üçüncü ve takip eden iki harf ise “sör” kelimesini oluşturuyordu; belgenin tam ortasındaki ikinci ve üçüncü mısralarda ise “rota”, “mutabile”, “ira”, “nec” ve “atra” kelimelerini gördüm.

Tamam! dedim kendi kendime, Kelimelerin bu dizilişi amcamın belgenin dili hakkındaki düşüncelerini destekliyor. Dördüncü mısrada “kutsal orman” anlamına gelen “luco” kelimesi belirdi. Üçüncü mısrada İbranice olduğunu düşündüğüm “tabiled” kelimesi ve son mısrada ise tamamen Fransızca olan “mer”, “arc”, “mere” kelimeleri vardı.

Tüm bunlar bir zavallıyı delirtmeye yeterdi. Bu saçma cümlede geçen dört ayrı dil!

“Buz”, “sör”, “azap”, “acımasız”, “kutsal orman”, “değişken”, “anne”, “yay” ve “deniz” kelimeleri arasında ne gibi bir bağ olabilirdi? İlk ve son kelimelerin bir bağlantısı olabilirdi ama İzlanda’da yazılan bir metinde deniz ve buzdan bahsedilmesi sıra dışı bir durum değildi. Fakat bu şifreli yazının sonuna gelindiğinde bu kadar az ipucunun olması da ayrı bir konuydu. Aşılamaz bir zorlukla mücadele etmekteydim. Beynim zonkluyor, gözlerim bu metne bakarken sulanıyordu. Yüz otuz iki harf, bir korku anında kanın beyne sıçradığı zamanlarda olduğu gibi, birbirine karışan ışık zerreleri ve karanlık misali başımın etrafında uçuşup duruyordu. Bir çeşit sanrının kurbanı olmuştum; boğuluyordum ve havaya ihtiyacım vardı. Bilinçsizce elimdeki kâğıdı sallayarak serinlemeye çalıştım, kâğıdın iki yüzü de art arda gözümün önüne geliyordu. Beni şaşırtan ise kâğıdı böyle sallarken ters yüzünde, “craterem”, “terrestre” ve birkaç tane daha Latince kelime gördüğümü sanmamdı.

Beynimde şimşekler çaktı, ipuçları tek başına gerçeğin bir işareti olmuştu. Ve şifreyi çözen anahtarı bulmuştum. Yazıyı çözmek için kâğıdı tersinden okumaya bile gerek yoktu. Bana yazdırıldığı hâliyle bile kolayca çözülebilirdi. Profesörün tüm zekice yöntemleri meyvelerini veriyordu. Harflerin sıralanışı konusunda haklıydı, dil konusunda haklıydı. Bu metni baştan sona kadar okumaya bir adım uzaktaydı ama şans o adımı bana attırdı!

Ne kadar heyecanlandığım kolayca anlaşılabilir. Gözlerim öylesine kararmıştı ki etrafı zor görüyordum. Kâğıdı masaya bıraktım. Tek bakışta tüm sırrı çözebilirdim.

Sonunda biraz sakinleştim.

Odanın içinde iki tur atıp sakinleşmeyi akıl ettim, sonra kendimi geniş koltuğa bıraktım. Ciğerlerimi havayla doldurup haykırdım: “Şimdi okuyacağım!”

Masaya eğildim, parmaklarımı sırasıyla her harfe değdirdim. Durmaksızın ve bir an bile tereddüt etmeden, tüm cümleyi bir seferde okudum.

Hayret! Dehşet! Okkalı bir yumruk yemiş gibi koltuğun üzerine yığıldım. Ne! Bu okuduğum şey gerçekten yapılmış mıydı? Bir ölümlü oraya girmeye cüret mi etmişti!

“Ah!” diye inledim kendime gelirken, “Ama, hayır, hayır! Amcam bunu kesinlikle bilmemeli. O da yapmak isteyecektir. Hakkında her türlü bilgiye sahip olmak isteyecek. Onun gibi kararlı bir jeoloğu bağlasan tutamazsın! Her şeye ve herkese rağmen yola koyulur ve beni de yanında götürür, asla geri dönemeyiz! Hayır! Asla, asla!”

Heyecanım tarifsizdi.

“Hayır, hayır, olmamalı…” dedim coşkuyla, “Bunun zorba amcamın aklına düşmemesi benim elimde olduğuna göre, bunu yapacağım. Ama belgeyi evirip çevirirken o da şifreyi çözebilir. Onu yok etmem lazım.”

Şöminede kalan ufak bir ateş vardı. Sadece kâğıdı değil Saknussemm’in el yazmasını da elime aldım. Bu tehlikeli sırrı şöminedeki ateşle sonsuza dek yok edecekken çalışma odasının kapısı açılıverdi ve amcam içeri girdi.

V. BÖLÜM

Açlık, Sonra Zafer ve Akabinde Keder

Sadece bu talihsiz belgeyi masaya koyacak kadar zaman bulabilmiştim. Amcam oldukça düşünceli görünüyordu.

Kafasını kurcalayan düşünceler ona huzur vermiyordu. Açıkça görüldüğü gibi, bu konuyu olağan dışı bir dikkatle irdelemekteydi. Bütün yürüyüşü esnasında bu konuya kafa patlatmış ve yeni formüller denemek üzere geri dönmüş olmalıydı.

Koltuğuna oturdu ve bir elinde kalemi, daha çok cebir formüllerini andıran bir şeyler yazmaya başladı. Titreyen ellerini ve her hareketini dikkatle izledim. Acaba ortaya hiç istemediğim bir sonuç çıkabilir miydi? Titriyordum çünkü doğru anahtar benim ellerimdeydi ve bu gizemi çözecek başka anahtar da yoktu.

Üç uzun saat boyunca amcam, tek kelime bile etmeden çalıştı, kafasını bile kaldırmadan, yüzlerce defa yazdı, sildi, tekrar yazdı, tekrar sildi… Eğer harfleri herhangi bir şekilde uygun sıraya koyabilirse cümlenin kolayca ortaya çıkacağını çok iyi biliyordum. Ama yirmi harften; tam iki kentilyon, dört yüz otuz iki katrilyon, dokuz yüz iki trilyon, sekiz milyar, yüz yetmiş altı milyon, altı yüz kırk bin farklı kombinasyon çıkacağının da farkındaydım. Bu cümlede yüz otuz iki harf vardı ve bu yüz otuz iki harf, en az yüz otuz üç rakamın yan yana gelmesinden oluşmuş sayısız cümle oluştururdu ki bu da tüm hesapların ötesinde bir sonuç ortaya çıkarırdı.

Böylelikle bu zorluğu çözmek için ortaya koyduğu kahramanca yöntem, güvenimi yerine getirdi.

Ama zaman geçmekteydi; akşam olmuş, sokaktan gelen gürültüler dinmiş fakat işine gömülmüş olan amcam, hiçbir şeyi fark etmemişti hatta Martha’nın kapıyı aralamasını ve sarf ettiği sözleri dahi işitmedi:

“Bu akşam yemek yemeyecek misiniz efendim?”

Zavallı Martha, cevap alamadan dönmek zorunda kalmıştı. Bana gelince, uzun süre karşı koymama rağmen, uyku galip geldi ve kanepenin köşesine kıvrılıverdim. Fakat amcam, hesaplamaya ve onları silip yeniden yapmaya devam ediyordu.

Sabah uyandığımda, bu yorulmak bilmez işçi, hâlâ bıraktığım yerdeydi. Kırmızı gözleri, solmuş yüzü, sinirli parmaklarla karmakarışık edilmiş saçları ve al al olmuş yanakları, şifreyi çözmek için verdiği mücadeleyi, yorgun düşmüş zihnini ve bu mutsuz gece boyunca devam etmiş olan düşünme çabasını ortaya koyuyordu.

Doğruyu söylemek gerekirse ona acımıştım. Sitem etmek için çok sebebim olsa da ona acıyordum. Zavallı adam bu işe öylesine gömülmüştü ki sinirlenmeyi bile unutmuştu. Tüm güçlü duyguları tek bir şey üzerinde odaklanmıştı ve bu güç, doğal yolla harcanmadığından bu durumun yol açtığı gerilimin eninde sonunda bir öfke patlamasına neden olacağından endişeliydim. Tek bir kelimeyle kafasını sıkıp duran bu mengeneyi gevşetebilirdim ama bu kelime ağzımdan çıkmayacaktı.

Kötü biri değilim. Ama böyle bir kriz anında dilim neden tutulmuştu? Neden amcamın hislerine bu kadar duyarsızdım? Amcamın iyiliği için elbette.

Hayır, hayır… diye yineledim, Konuşmamam gerek. Gitmekte ısrar edecek, bu dünyadaki hiçbir şey onu alıkoyamaz. Hayal gücü bir volkan gibidir ve daha önce hiçbir jeoloğun yapmadığı bir şeyi yapabilmek için hayatını hiçe sayar. Sessizliğimi koruyacağım. Şans eseri elde ettiğim bu sırrı saklayacağım. Açığa vurmak, Profesör Lidenbrock’yu öldürmek olur! Yapabiliyorsa bırakalım da kendisi bulsun. Onu kendi sonuna götüren kişi ben olmayacağım.

Böyle bir çözüm bulduktan sonra, kollarımı kavuşturup bekledim. Ama birkaç saat sonra meydana gelen ufak bir olayı hesaba katmamıştım.