banner banner banner
Tanrı İnsanlar
Tanrı İnsanlar
Оценить:
 Рейтинг: 0

Tanrı İnsanlar

Tanrı İnsanlar
H. G. Wells

Bay Barnstaple, acil olarak bir tatile ihtiyaç duyuyordu ancak ne beraber gidebileceği biri ne de gidebileceği bir yer vardı. Çok fazla çalışmaktan yorulmuş ve ailesinden bunalmıştı. Bu tatil, hem yoğun çalışma temposundan hem aile içindeki karmaşadan hem de sosyal sorunları düşünmekten karmakarışık olmuş zihnine iyi gelecekti. Bu düşüncelerle, nereye gideceğini haber vermeden çıktı yola. Kuzey’in tanıdık yolları onu beklemediği bir şekilde ama tam da istediği yere götürecekti ancak burası Dünya’da bir yer değildi. Eşsiz bir doğa, mütevazı bir mimari ve hayallerine bile sığdıramadığı güzellikte bir yaşam… Bay Barnstaple varlığından bile haberdar olmadığı ancak yüreğinde hasretini çektiğini bu Ütopya’ya nasıl geldiğini anlamaya çalışırken sosyal yaşamın, kadın-erkek ilişkilerinin, ekonominin, bilimin sınırsız dünyasına etkileyici bir yolculuğa çıkacaktır. Bu yolculuk hem şaşırtıcı hem bilinmezlerle dolu hem de tanıdıktır.

H. G. Wells

Tanrı İnsanlar

BİRİNCİ KİTAP

DÜNYALILARIN GELİŞİ

BİRİNCİ KISIM

BAY BARNSTAPLE TATİLE ÇIKIYOR

1. BÖLÜM

Bay Barnstaple, acil olarak bir tatile ihtiyaç duyuyordu ancak ne beraber gidebileceği biri ne de gidebileceği bir yer vardı. Çok fazla çalışmaktan yorulmuş ve ailesinden bunalmıştı.

Duyguları oldukça güçlü olan Bay Barnstaple, tüm kalbiyle ailesine aşırı derecede düşkün olduğunu biliyordu; sıkıntılı olduğu zamanlarda bu onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. Her gün biraz daha büyüyormuş gibi görünen üç oğlu, tam da onun oturmak üzere olduğu koltuğa oturuyor, onun mekanik piyanosunu çalıyor, hiç kimsenin işitmek istemeyeceği şakalara gülerek evi gürültülü kahkahalara boğuyor, bugüne kadar tek avuntusu olan zararsız maceralarına engel oluyor, onu teniste yeniyor ve ortalıkta neşe içinde kavga edip de korkunç bir curcuna ile birer ikişer merdivenlerden aşağı yuvarlanıyorlardı. Şapkaları her yerdeydi. Kahvaltıya geç kalıyorlardı. Her gece yatağa gitmeden önce büyük bir yaygara koparıyorlardı. “Hım hım hım… Küt!” Ve anneleri bundan hoşlanıyormuş gibi görünüyordu. Bay Barnstaple’ın kazancı dışındaki her şeyin arttığı gerçeğini görmezden gelerek hepsi de masraf çıkarıyorlardı. Yemek sırasında ne zaman Bay Lloyd George hakkında birkaç basit gerçeği dile getirse veya yemek sohbetinin seviyesini -aptalca şakalara son verip- yükseltmeye çalışsa dikkatleri aniden dağılıveriyordu.

Bu hep “aniden” oluyordu.

Ailesinden uzaklaşıp, her birini -onlar tarafından rahatsız edilmeden- dingin bir gurur ve sevgiyle düşünebileceği bir yere gidebilmek için dayanılmaz bir istek duyuyordu.

Ayrıca Bay Peeve’den de uzaklaşmak istiyordu. Sokaklar onun için bir işkenceye dönüşmüştü; artık ne bir gazete ne de bir afiş görmek istiyordu. Bazı finansal ve ekonomik olayları saplantı hâline getirmişti; öyle ki Büyük Savaş bunların yanında küçük bir kaza gibi kalıyordu. Bunun nedeni, modern düşüncenin daha umutsuz taraflarının sesi olan Liberal’in yardımcı editörü ve aynı zamanda da “kâhya”sı olması ve şefi Bay Peeve’in kötümserliğini ona giderek daha çok bulaştırmasıydı. Ekibin diğer üyeleriyle Bay Peeve’in karamsarlığıyla gizlice dalga geçebildiği zamanlarda buna karşı koymak daha kolaydı ancak artık ekibin başka üyesi yoktu; Bay Peeve finansal bir umutsuzluğa kapılarak hepsini gazeteden göndermişti. Artık Liberal için Bay Barnstaple ve Bay Peeve dışında hiç kimse yazmıyordu. Bu yüzden Bay Peeve, Bay Barnstaple’a canının istediği gibi davranıyordu. Sandalyesinde kendini iyice kamburlaştırıp elleri pantolonunun ceplerinde her şeye karamsar bir gözle bakarak bazen saatlerce otururdu. Bay Barnstaple aslında iyimser biriydi ve gelişime inanıyordu ancak Bay Peeve gelişime inanmanın modasının en az altı yıl önce geçtiğini ve liberalizm için en iyimser düşüncenin Kıyamet Günü’nün bir an önce gelmesini ummak olduğunu savunuyordu. Çalışanların -tabii çalışanlar olduğu zamanlarda-onun haftalık öğünü dediği kopyayı bitirmesiyle Bay Peeve, geri kalan her şeyi toparlayıp gazeteyi bir sonraki haftaya hazırlama işini Bay Barnstaple’a bırakarak giderdi.

Normal zamanlarda bile Bay Peeve katlanılması zor biriydi; bununla birlikte çağ da hiç normal değildi; her yer onun karamsar tahminlerini daha da muhtemel kılan akılalmaz olaylarla doluydu. Kömür sıkıntısı neredeyse bir aydır devam ediyordu ve İngiltere’nin ticari iflasını gölgede bırakmış gibi görünüyordu; her sabah İrlanda’dan yeni ayaklanma haberleri geliyordu. Affedilmez ve unutulmaz ayaklanmalar, günden güne artan kuraklık tüm dünyada hasadı tehdit etmekteydi; Bay Barnstaple’ın Başkan Wilson önderliğinde büyük işler başaracağına inandığı Milletler Cemiyeti boşuna kurulmuş bir düzenbazlıktan ibaretti; her yerde çatışma, her yerde mantıksızlık vardı; dünyanın sekizde yedisi kronik karmaşanın ve sosyal bozulmanın içine gömülüyor gibiydi.

Doğrusu Bay Barnstaple içten içe umudunu korumaya devam ediyordu; çünkü onun gibi adamlar umut olmadan hayattan tat almayı başaramazlardı. O her zaman liberalizme ve yaratıcı liberal girişime inancını korumuştu ancak son zamanlarda liberalizmin elleri ceplerinde kamburunu çıkararak oturmaktan, mızmızlanarak kendinden daha aşağı seviyede ama kendinden daha enerjik adamların faaliyetlerine homurdanmaktan başka bir şey yapmadığını düşünüyordu. Bu adamların bozguncu faaliyetleri kaçınılmaz olarak dünyayı yıkıma sürükleyecekti.

Bay Barnstaple gece gündüz dünyanın geleceği için endişelenir olmuştu; hatta artık uyku onu terk ettiğinden, bunu geceleri daha da fazla yapıyordu. Tamamen kendisine ait yeni bir Liberal çıkarmak için dayanılmaz bir arzu duyuyordu. Bay Peeve gittikten sonra gazeteyi tamamen değiştirecekti; içine doluşmuş sefil, boş, öfke dolu her şeyi çıkarıp atacaktı; Bay Peeve’in acımasız ve kederli yazılarından kurtulacaktı; Bay Lloyd George’un yersiz yere abartılmış, doğal, insani suçlarının temyizi için Lord Grey’e, Lord Robert Cecil’a, Lord Lansdowne’a, papaya, Kraliçe Anne’e veya İmparator Frederick Barbarossa’ya (Bu her hafta değişiyordu.) gidecekti; yeniden doğmakta olan bir dünyaya nefes alması için yardım edecek ve eski yazılar yerine Liberal’i ütopya ile dolduracaktı! Gazetenin şaşkın okuyucularına şunu söyleyecekti: “İşte yapılması gerekenler! İşte yapacağımız şeyler!” Pazar kahvaltısını yapan Bay Peeve için nasıl da büyük bir bomba olurdu! Çok şaşıracağından, belki de bir kez olsun yemeğini sindirebilirdi!

Ama bu aptalca bir hayalden ibaretti. Evde, hayata doğru dürüst bir başlangıç yapması gereken üç genç Barnstaple vardı. Üstelik her ne kadar güzel bir hayal olsa da Bay Barnstaple böyle bir şeyi başaracak kadar zeki olmadığını düşünüyordu. Bir şekilde her şeyi eline yüzüne bulaştıracaktı…

Bu tavadan ateşe atlamak olurdu. İç karartıcı, cesaret kırıcı ve cimri olmasına rağmen Liberal aslında kalitesiz ve kötümser bir gazete değildi.

Bu talihsiz olay yaşanmamış olsaydı bile Bay Barnstaple’ın Bay Peeve’den bir süre uzaklaşıp dinlenmesi gerekliydi. Daha şimdiden birkaç kez karşı karşıya gelmişlerdi; her an büyük bir kavga patlak verebilirdi. Bay Peeve’den kaçabilmek için atılacak ilk adımın bir doktora gitmek olduğu açıktı. Bay Barnstable da bunu yaptı.

“Sinirlerime hâkim olamıyorum!” dedi Bay Barnstaple. “Kendimi fazlasıyla gergin hissediyorum!”

“Sinirleriniz çok gerilmiş.” dedi doktor.

“Korkarım işim yüzünden.”

“Biraz dinlenmek istiyorsunuz.”

“Sizce bir değişime mi ihtiyacım var?”

“Olabildiğince büyük bir değişim.”

“Gidebileceğim bir yer önerebilir misiniz?”

“Nereye gitmek isterdiniz?”

“Kesin bir yer yok. Sizin önerebileceğinizi düşünmüştüm…”

“Bir yerin sizi cezbetmesine izin verin ve oraya gidin. Şimdilik beğenilerinizi zorlamaya çalışmayın.”

Bay Barnstaple doktora ücretini ödedikten sonra, onun talimatları ile silahlanmış bir hâlde, uygun zamanda Bay Peeve’e hastalığını ve dolayısıyla gitmek zorunda kalacağını haber vermek üzere oradan ayrıldı.

2. BÖLÜM

Bu tatil fikri, Bay Barnstaple’ın zaten haddinden fazla olan endişelerine yeni birini eklemekten başka bir işe yaramadı. Gitmeye karar verdiği anda kendini aşılmaz üç büyük problemle yüz yüze bulmuştu: Nasıl gidecekti? Nereye gidecekti? Ve Bay Barnstaple kendi kendinden çabucak sıkılan adamlardan biri olarak kiminle gidecekti? Bay Barnstaple’ın alışkanlık hâline getirdiği yoğun hoşnutsuzluk ifadesine şimdi sinsi bir entrikacının keskin parıltısı da karışmıştı.

Bir şey çok netti: Evde, bu tatil hakkında tek bir kelime bile edilmemeliydi. Bayan Barnstaple bunu bir kez duyarsa neler olacağını gayet iyi biliyordu. Yetkin bir adanmışlık bilinciyle sorumluluğu hemen devralacaktı. “İyi bir tatil yapmalısın!” diyecekti. Cornwall, İskoçya veya Britanya’da uzak ve muhtemelen pahalı bir otel bulacak, bir sürü giysi satın alacak, son dakikada valizleri gereksiz eşyalarla doldurmak için kafasına bir şeyleri takacak ve elbette oğlanları da getirecekti. Muhtemelen “ortamı hareketlendirmek” için aynı yere birkaç tanıdığı da davet edecekti. Bu tanıdıklar daveti kabul edecek olursa beraberlerinde en kötü yanlarını da getirecekler ve hiçbir çaresi olmayan korkunç bir sıkıntıya neden olacaklardı. Sohbet olmayacaktı… Bunun yerine daha da fazla kahkaha ve bol bol oyun… Hayır!

Peki ama bir adam tatile karısının haberi olmadan nasıl çıkabilir? Bir şekilde valizini hazırlamalı ve evden çıkarmalıydı…

Bakış açısına göre kendisi için en iç açıcı şey, küçük bir arabasının olmasıydı. Doğal olarak arabasının gizli planlarında büyük bir rol oynaması kaçınılmazdı. En kolay şekilde uzaklaşmasına imkân tanıyor, “Nereye?” sorusuna verilebilecek cevapları değiştirerek kesin ve belirlenmiş bir mekândan çok, matematikçilerin, sanırım, konum dediği şeye dönüştürüyordu ve küçük canavarın öylesine arkadaş canlısı bir hâli vardı ki “Kiminle?” sorusuna belli belirsiz ama kesinlikle kabul edilebilir bir cevap da sunuyordu. İki kişilikti. Aile içinde, Ayak Banyosu, Colman Hardalı ve Sarı Tehlike adlarıyla biliniyordu. Bu isimlerden de anlaşılabileceği gibi küçük, alçak, üstü açık ve parlak sarı renginde bir arabaydı. Bay Barnstaple onu Sydenham’dan ofise gitmek için kullanıyordu çünkü bir galonla otuz üç mil yapan bu araba, -söz konusu mesafe için- sezonluk bir bilete göre çok daha az masraf çıkarıyordu. Gün boyunca ofis penceresinin altındaki park yerinde duruyordu. Sydenham’da ise anahtarı sadece Bay Barnstaple’da olan bir garajda yaşıyordu. Bugüne kadar Bay Barnstaple oğlanların onu sürmesini veya parçalara ayırmasını engellemeyi başarmıştı. Ara sıra Bayan Barnstaple onunla alışverişe gitmek istese de gerçekte bu küçük arabadan hoşlanmıyordu çünkü üstü açık araba onu fazlasıyla korunmasız bırakıyor, her yanı tozlanıyor ve dağılıyordu. Tüm bunların sonucu olarak küçük arabanın, ihtiyaç duyulan tatil için kullanılacak araç olması gerektiği açıktı. Üstelik Bay Barnstaple bu arabayı kullanmayı seviyordu. Çok kötü ama bir o kadar da dikkatli sürüyordu; bazen durduğu ve ilerlemeyi reddettiği olsa da -Bay Barnstaple’ın hayatındaki diğer şeylerin yaptığı gibi- direksiyonu batıya çevirdiği hâlde doğuya gitmiyordu; en azından bunu bugüne kadar hiç yapmamıştı! Bu yüzden de ona hoş bir hâkimiyet duygusu tattırıyordu.

Sonunda Bay Barnstaple büyük bir hızla kararını verdi. Önünde aniden bir fırsat çıkmıştı. Perşembe onun matbaadaki günüydü; o günün akşamı her zamankinden de fazla bunalmış bir hâlde eve döndü. Hava inadına kuru ve sıcaktı. Bu, kuraklığın dünyanın yarısı için açlık ve sefalet anlamına geldiği gerçeğinin yarattığı baskıyı hiç de azaltmıyordu. Ve Londra bu durum karşısında umursamaz görünüyor, keyifli keyifli sırıtıyordu; bu 1913 yılından, yeni büyük tango yılından bile daha saçma bir yıl olmuştu ki sonraki olayların ışığında Bay Barnstaple o güne kadar 1913’ün dünya tarihindeki en aptalca yıl olduğunu düşünmüştü. Star gazetesi her zamanki kötü haberlerin yanında spora ve şık magazin haberlerine de yer ayırmaya devam ediyordu. Polonyalılar ve Ruslar arasında çatışmalar sürüyordu ve İrlanda’da ve Asya ülkelerinde ve Hindistan sınırında ve Doğu Sibirya’da da. Üç korkunç cinayet daha işlenmişti. Madenciler hâlâ grevdeydi ve mühendisler de büyük bir ayaklanma için hazırdı. Tüm yerler dolmuş olmasına rağmen aşağı yakaya giden tren yirmi dakika geç kalkmıştı.

Eve döndüğünde karısından bir not buldu. Yazdığına göre; Wimbledon’daki kuzeni telgrafla, şans eseri, Matmazel Lenglen ve diğer şampiyonlarla beraber tenis maçlarını izleme imkânlarının doğduğunu bildirmişti. Karısı da oğlanları alarak oraya gitmişti ve eve geç dönecekti. Kaliteli birkaç maç izlemek için çocukların oyunlarına son vermenin hiçbir zararı olmazdı. Ayrıca o gece hizmetçilerin de izin gecesiydi. Evde yalnız kalmasının bir sakıncası olur muydu? Hizmetçiler çıkmadan önce onun için soğuk bir akşam yemeği hazırlayıp bırakacaklardı.

Bay Barnstaple sakin sakin bu notu okudu. Soğuk akşam yemeğini yerken bir yandan da Çinli bir arkadaşının gönderdiği, Japonların Çin uygarlığına ve eğitimine uyum sağlayamayanları nasıl yok ettiğini anlatan el ilanına göz attı.

Ancak evinin küçük arka bahçesinde oturmuş piposunu tüttürürken bu akşamın kendisi için bir fırsat olduğunu fark etti.

Birdenbire hareketlendi. Hemen Bay Peeve’i arayarak ona doktorun kararını ve Liberal’in tam da bu dönemde onsuz idare edebileceğini bildirip tatil iznini aldı. Ardından yatak odasına giderek aceleyle yanına alacağı birkaç şey seçti ve bunları yokluğu hemen fark edilmeyecek bir Gladstone çantasına doldurup çantayı arabasının şoför mahalline bıraktı. Sonra da büyük bir özenle karısına bir mektup yazarak gömleğinin cebine soktu.

Bu işi de bitirdikten sonra arabasının bulunduğu garajı kilitleyip ailesi döndüğünde mümkün olduğunca masum görünmek ve hissetmek için Avrupa ekonomisinin çöküşü üzerine bir kitap alıp piposunu yakarak bahçedeki masasına yerleşti.

Karısı döndüğünde ona sinirlerinin çok gergin olduğunu ve ertesi sabah bir doktora görünmek için Londra’ya gideceğini söyledi.

Bayan Barnstaple onun için bir doktor seçmek istese de bu konuda Bay Peeve’i de düşünmesi gerektiğini ve onun önerdiği doktoru görmesinin daha doğru olacağını söyleyerek bundan kurtuldu. Bayan Barnstaple hepsinin de iyi bir tatile ihtiyacı olduğunu söylediğinde ise yorum yapmaktan kaçınarak sadece homurdanmakla yetindi.

Bu sayede Bay Barnstaple arabasında birkaç haftalık tatili boyunca ihtiyaçlarını karşılayacak eşya ile hiçbir itiraza neden olmadan evden ayrıldı ve Londra’ya doğru yola çıktı. Trafik yoğun ve hareketliydi ancak hiçbir şekilde sıkıntı yaratmıyordu. Üstelik Sarı Tehlike öyle rahatlıkla kayıp gidiyordu ki neredeyse Altın Umut olarak adlandırılabilirdi. Camberwell’de, Yeni Camberwell Yolu’na dönerek Vauxhall Köprüsü Yolu üzerindeki postaneye doğru sürdü. Postaneye geldiğinde arabayı durdurdu. Yaptığı şey onu korkutuyordu ama bir yandan da coşkulu bir sevinç içindeydi. İçeri girerek karısına bir telgraf gönderdi: “Dr. Pagan…” diye yazmıştı, “acilen dinlenmem gerektiğini söyledi, bu yüzden göl kıyısına doğru yola çıkıyorum. Böyle bir şeyi tahmin ettiğim için eşyalarımı daha önceden hazırlamıştım.”

Postaneden dışarı çıktığında ceplerini karıştırdı ve bir önceki gece büyük bir dikkatle yazdığı mektubu bulup postaladı; ciddi safhada sinirsel nevroz belirtilerine sahip olduğunu göstermek amacıyla üzerini kasten karalamıştı. Dr. Pagan’ın, acil bir tatile ihtiyacı olduğunu söylediğini ve “kuzeye” doğru gitmesini önerdiğini açıklıyordu. Birkaç gün, hatta belki de bir hafta kadar mektup yazmaması en iyisiydi. Ters giden bir şey olmadığı sürece mektup yazarak onları rahatsız etmeyecekti. Hiçbir haber, iyi haber olamazdı. Dinlenmek her şeyin yoluna girmesi için yeterli olacaktı. Belirli bir adresi olur olmaz bunu bildirecek ama sadece çok önemli bir şey olursa yazacaktı.

Bunları halledip arabasında koltuğa oturur oturmaz okuldaki ilk tatilinden bu yana hissetmediği bir özgürlük hissiyle doldu. Büyük Kuzey Yolu’na doğru ilerledi ancak Hyde Park’ın köşesindeki trafik yoğunluğu yüzünden polisin onu Knightsbridge’e yönlendirmesine izin verdi, Bath Yolu’nun Oxford Yolu’ndan ayrıldığı köşede trafiği tıkayan bir kamyon yüzünden yine bir önceki yola saptı ama tüm bunların gerçekte pek önemi yoktu. Her yol “başka bir yer”e gidiyordu ve nasılsa daha sonra kuzeye doğru dönebilirdi.

3. BÖLÜM

Ancak 1921 yılındaki büyük kuraklıkta görülebilecek güneşin umursamazca parıldadığı o günlerden biriydi. Asla boğucu değildi. Tam tersine havada, Bay Barnstaple’ın keyifli ruh hâliyle birleşerek ona kendisini bekleyen güzel maceralar olduğunu hissettiren bir tazelik vardı. Umut ona çoktan geri dönmüştü. Hayatında bazı şeylerin değişmekte olduğunu biliyordu ama bu değişimin ne kadar büyük olacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Şimdilik küçük bir motelde mola verip öğle yemeği yemek bile onun için yeterli bir macera olacaktı; eğer kendini yalnız hissederse yolda durup bir otostopçuyu alabilir ve onunla sohbet edebilirdi. Sydenham’ı ve Liberal’i arkasında bıraktığı sürece hangi yönde ilerlediğinin bir önemi yoktu; kendisine eşlik edecek birini bulmak zor olmayacaktı.

Slough’ın biraz dışında, devasa, gri bir tur aracı onu şaşırtıp bir an arabanın yönünü saptırmasına neden olarak yanından hızla geçip gitti. Hiçbir ses çıkarmadan yanına kadar gelmişti, üstelik hız göstergesine göre saatte yirmi yedi mil süratle gidiyordu; buna rağmen araba onu bir anda geçip gitti. Gördüğü kadarıyla içinde üç adam ve bir kadın vardı. Hepsi de dimdik oturmuştu ve sanki peşlerinden gelen bir şey varmış gibi merakla arkalarına doğru bakıyorlardı. Araba, kadının daha ilk bakışta göze çarpan inkâr edilemez güzelliği ve ona yakın tarafta oturan adamın Elf’lere benzeyen yaşlıca suratı dışında bir şey fark edemeyeceği kadar hızlıydı.