Книга Tanrı İnsanlar - читать онлайн бесплатно, автор Герберт Джордж Уэллс. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Tanrı İnsanlar
Tanrı İnsanlar
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Tanrı İnsanlar

“O hâlde belli ki bu dağlar bir tür kamuflaj.” dedi uzun boylu adam kendinden emin bir şekilde. “Ve tüm bu etrafımızda gördüklerimiz, bugünlerde söyledikleri gibi sadece düzmece!”

“Dikkate değer derecede iyi bir düzmece!” dedi Bay Barnstaple.

Kısa süren bir sessizlik anında Bay Barnstaple uzun boylu adamın yanındakileri de inceleme fırsatını buldu. Uzun boylu adamı fazlasıyla iyi tanıyordu. Onu defalarca toplantılarda ve yemeklerde görmüştü. Bay Cecil Burleigh’nin ta kendisiydi, muhafazakârların büyük başkanı. Sadece bir siyasetçi değil, aynı zamanda saygın bir beyefendi, bir filozof ve evrensel dehaya sahip biriydi. Onun arkasında Bay Barnstaple’ın tanımadığı, gözlükleri yüzündeki düşmanca ifadeyi daha da belirginleştiren, kısa boylu, tıknaz, orta yaşlı bir adam duruyordu. Küçük grubun üçüncü üyesi de yine tanıdık bir simaydı ama Bay Barnstaple bir süre bu adamın kim olduğunu tam olarak çıkaramadı. Düzgün tıraşlı, yuvarlak hatlıydı; temiz ve parlak yüzünden iyi beslendiği ve sağlığının yerinde olduğu anlaşılıyordu; kıyafetlerine bakılırsa ya Yüksek Kilise’ye bağlı bir vaiz ya da Roma Katoliklerinden bir rahipti.

Bu sırada gözlüklü olan, cılız ve tiz bir ses tonuyla konuştu: “Bu yoldan Taplow Court’a geleli daha bir ay bile olmadı; o zaman buna benzer bir şey görmediğime eminim.”

“Ortada birtakım sıkıntılar olduğunu kabul ediyorum.” dedi Bay Burleigh. “Ortada bazı dikkate değer sıkıntılar olduğunu kabul ediyorum. Yine de ilk önermemin hâlâ geçerli olduğu konusunda ısrar edeceğim.”

“Bunun Maidenhead Yolu olduğunu düşünmüyorsunuz ya?” diye sordu gözlüklü adam.

“Yapay olamayacak kadar mükemmel görünüyor!” dedi Bay Barnstaple sesinde hafif bir kararlılıkla.

“Ama sevgili dostum!” diye itiraz etti Bay Burleigh. “Bu yol fidanlıkçıları ile ünlüdür; bunlar bazen yeteneklerini olağanüstü güzellikteki sergilerle teşhir ederler. Reklam amaçlı olarak.”

“O zaman neden dümdüz ilerleyip Taplow Court’a gitmiyoruz?” diye sordu gözlüklü adam.

“Çünkü…” dedi Bay Burleigh, açıkça bilinen ama inatla görmezden gelinen bir gerçeği bir kez daha anlatmaya çalışan birinin doğal sertliğiyle, “Rupert başka bir dünyada olduğumuz konusunda ısrar ediyor. Ve devam etmek istemiyor. İşte bu yüzden. Her zaman gereğinden fazla hayal gücüne sahipti. Gerçekte olmayan şeylerin var olabileceğini düşünüyor. Şimdi de kendini bir tür bilimsel romansın içinde, bizim dünyamızın tamamen dışında sanıyor; başka bir boyutta. Bazen düşünüyorum da Rupert hayallerinin içinde yaşamak yerine onları yazmaya başlasa bu hepimiz için daha iyi olurdu. Eğer siz, sekreteri olarak, onu öğle yemeğine kadar Taplow Malikânesi’ne gitmeye ikna edebileceğinizi düşünüyorsanız…”

Bay Burleigh kelimelerin yetersiz kaldığı bu anda eliyle bir hareket yaparak cümlesini tamamladı.

Bay Barnstaple bu sırada, limuzinin yanındaki karmaşık çiçek kümelerini inceleyen, yavaş ve dikkatli bir şekilde hareket eden, buğday tenli, karikatüristler sayesinde oldukça aşina olduğu siyah bantlı silindir bir şapka takmış gri figürü fark etmişti. Bu, meşhur Rupert Catskill’dan başkası olamazdı; Savaş Bakanlığı sekreteri.

Bay Barnstaple ilk kez bu fazla maceracı politikacının fikirlerine katıldı. Bu başka bir dünyaydı. Arabasından çıkıp Bay Burleigh’ye hitap ederek konuşmaya başladı: “Bence, eğer yanmakta olan şu taş binayı incelersek nerede olduğumuza dair epey fikir edinebiliriz. Arka tarafında, yerde yatan birini gördüğümü sanıyorum. Eğer tüm bu aldatmacanın arkasındakilerden birini yakalayabilirsek…”

Cümlesini tamamlayamadı çünkü bunun bir aldatmaca olduğuna inanmıyordu. Bay Burleigh de son beş dakikadır onlarla aynı fikri paylaşmaya başlamıştı.

Dördü de üzerinden dumanlar tüten yıkıntılara doğru döndüler.

“Etrafta hiç kimsenin olmaması çok ilginç!” dedi gözleriyle ufku taramakta olan gözlüklü adam.

“Pekâlâ, şu yanan neymiş, öğrenmenin bir zararı olmayacak.” dedi Bay Burleigh ve zeki yüzünü devrilmiş ağaçlar arasındaki yıkıntılara doğru çevirerek önden yürümeye başladı.

Ancak çok fazla ilerleyemediler; çünkü tüm dikkatleri, hâlâ arabanın içinde oturmakta olan bayanın korku dolu çığlığı ile bir kez daha limuzine kaydı.

3. BÖLÜM

“Bu gerçekten de çok fazla!” diye öfkeyle bağıdı Bay Burleigh. “Böyle olayları önlemek için kanunlar olmalı!”

Gözlüklü adam “Gezici bir sirkten kaçmış olmalı.” dedi. “Ne yapmalıyız?”

Bay Burleigh “Uysal görünüyor.” diye cevap verdi ama bu teorisini test etmek için hiçbir girişimde bulunmadı.

“İnsanları çok ciddi bir şekilde korkutabilir!” dedikten sonra sesini biraz yükselterek bağırdı: “Paniğe kapılma Stella! Büyük ihtimalle ehlileştirilmiş ve zararsız. Şemsiyeyle onu ürkütme sakın. Sana saldırabilir. Stella!”

“O” son derece güzel ve büyük bir leopardı; gayet sakin bir şekilde çiçeklerin arasından çıkarak evcil bir kediymişçesine limuzinin yakınına, cam yolun ortasına uzanmıştı. Bu tür durumlarda hep yapıldığı gibi Bayan Stella olabildiğince hızlı bir şekilde şemsiyesini açıp kapatırken, hayvan da şaşkın şaşkın ve meraklı meraklı gözlerini kırpıştırarak ritmik bir şekilde başını iki yana sallıyordu. Şoför arabanın arkasına saklanmıştı. Hayvanın varlığından Bay Burleigh ve diğerlerini uyaran çığlık sayesinde haberdar olduğu anlaşılan Bay Rupert Catskill, dizlerine kadar gelen çiçeklerin arasında ayakta dikilmekteydi.

İlk hareket eden o oldu; böylece ne kadar kararlı biri olduğunu da gösterdi. Hem ihtiyatlı hem de cesur bir hareketti. “Şemsiyenizi sallamayı bırakın Bayan Stella!” dedi. “Onun dikkatini çekmeye çalışacağım.”

Hayvanın karşısına geçebilmek için arabanın etrafından dolandı. Sonra kısa bir an, orada olduğunu göstermek istiyorcasına kıpırdamaksızın bekledi; gri bir frak giymiş, siyah bantlı silindir şapkasıyla kendinden emin ufak tefek bir adam, hayvanı ürkütmemek için büyük bir dikkatle elini uzattı: “Gel pisicik!”

Leopar, Bayan Stella’nın şemsiyesinden kurtulduğu için rahatlayarak ilgi ve merakla ona baktı. Bay Catskill daha da yaklaştı. Leopar burnunu uzatarak havayı kokladı.

“Onu okşamama izin verirse…” diyerek Bay Catskill hayvana neredeyse bir kol mesafesi kadar yaklaştı.

Leopar kendine uzatılan eli şüpheyle kokladı. Ardından, Bay Catskill’ı birkaç adım geriye sıçratacak kadar ani bir şekilde hapşırdı. Bir kez daha… Bu seferki daha şiddetliydi. Sonra bir an sitemle Bay Catskill’a baktı ve çiçek tarhlarının üzerinden çevik bir şekilde atlayarak beyaz sütunlara doğru gözden kayboldu. Bay Barnstaple otlamakta olan sığırların, onu en ufak bir tedirginlik göstermeden izlediğini fark etti.

Bay Catskill biraz hayal kırıklığına uğramış bir şekilde yolun ortasında duruyordu. “Hiçbir hayvan, insan gözünün sabit bakışlarına dayanamaz.” diye belirtti. “Hiçbiri! Bu siz materyalistler için bir bilmece… Bay Cecil’a katılalım mı Bayan Stella? Aşağıda incelemek için bir şey bulmuş galiba. Küçük sarı arabadaki adam nerede olduğumuzu biliyor olabilir. Hmm?”

Bay Catskill arabadan çıkması için Bayan Stella’ya yardım ettikten sonra ikisi beraber, tekrar, yanmakta olan yıkıntılara yönelmiş olan küçük gruba doğru ilerlediler. Belli ki limuzinin yanında tek başına kalmak istemeyen şoför de onlarla aralarına duyduğu saygının müsaade ettiği ölçüde bir uzaklık koyarak peşlerinden yürüdü.

ÜÇÜNCÜ KISIM

GÜZEL İNSANLAR

1. BÖLÜM

Küçük evdeki yangın etrafa yayılmış gibi görünmüyordu. Çıkan duman, Bay Barnstaple yangını ilk fark ettiği andakinden çok daha azdı. Yaklaştıkça yıkıntılar arasında eğilip bükülmüş parlak metal parçalar ve cam kırıkları gördüler. Sanki büyük bir patlamayla çeşitli deney aletleri etrafa saçılmıştı. Hepsi de neredeyse aynı anda, yıkıntıların arkasındaki meyilli çimenlik arazide birinin yattığını fark ettiler. Oldukça ilkel görünümlü bir adamdı; birkaç bilezik, kolye ve bir kuşaktan başka üzerinde hiçbir şey yoktu; ağzından ve burnundan kan sızmaktaydı. Bay Barnstaple korkuyla karışık bir saygıyla diz çökerek adamın atmayan kalbine dokundu. Daha önce hiç bu kadar güzel bir yüz ve vücut görmemişti.

“Ölmüş!” diye fısıldadı.

“Bakın!” diye haykırdı gözlüklü adam tiz sesiyle. “Bir tane daha.”

Bay Barnstaple’ın önündeki duvar yüzünden göremediği bir şeye işaret ediyordu. Barnstaple, ikinci keşiflerini görebilmek için bir moloz yığınına tırmanmak zorunda kaldı. İkinci figür, en az adam kadar çıplak, ince ve narin bir kızdı. Durumuna bakılırsa sert bir şekilde duvara doğru fırlatılmış ve hemen oracıkta hayatını kaybetmişti. Yüzü hemen hemen hiç zarar görmemiş olsa da kafatasının arkası ezilmişti; kusursuz ağzı ve yeşilimsi ela gözleri hafifçe aralıktı; sanki zor ama ilginç bir problemi düşünüyormuş gibi bir yüz ifadesine sahipti. Ölmüş olduğuna dair en ufak bir belirti bile yoktu, daha çok umursamaz bir hâli vardı. Bir elinde cam saplı, bakırdan bir aleti tutuyordu. Diğer eli ise gevşekçe çimlerin üzerine uzanmıştı.

Birkaç saniye kimse konuşmadı. Sanki hepsi de kızın düşüncelerini bölmekten çekiniyor gibiydi.

Sonra Bay Barnstaple, rahip gibi görünen adamın, arkasında sessizce mırıldandığını duydu: “Ne kadar da kusursuz bir form.”

“Yanıldığımı kabul ediyorum.” dedi Bay Burleigh düşünceli bir sesle. “Yanılmışım… Bunlar dünyalı insanlar değiller. Bu açıkça belli. Ve dolayısıyla dünyada değiliz. Ne olduğunu hayal edemiyorum veya nerede olduğumuzu. Kesin deliller karşısında düşüncelerimden geri adım atmakta kararsızlık göstermedim hiçbir zaman. Şu anda içinde olduğumuz dünya bizim dünyamız değil. Çok daha…” Duraksadı. “Çok daha harika bir yer.”

“O hâlde Windsor’dakiler öğle yemeğini bizsiz yemek zorunda kalacaklar.” dedi Bay Catskill en ufak bir pişmanlık belirtisi göstermeden.

Rahip “Ama o zaman hangi dünyadayız ve buraya nasıl geldik?” diye araya girdi.

Bay Burleigh kibarca “Ah! Bu benim zavallı tahmin gücümün çok ötesinde bir soru.” diye cevapladı. “Burada, bazı yönleriyle tuhaf bir şekilde bizim dünyamıza benzeyen ve bazı yönleriyle de benzemeyen bir dünyadayız. Bir şekilde kendi dünyamızla bağlantılı olmalı; yoksa buraya gelemezdik; ancak ne şekilde bağlantılı olduğu, itiraf ediyorum ki benim için tam bir muamma. Belki de uzayın bir başka boyutundayız; ancak başım bu boyutları düşünmekle bile dönmeye başlıyor. Tamamen, tamamen hayretler içindeyim.”

Gözlüklü adam kendinden emin bir tonla “Einstein!” diye kısa ve öz bir şekilde araya girdi.

“Kesinlikle!” dedi Bay Burleigh. “Einstein bunu bize açıklayabilirdi. Yahut sevgili Haldane bunu yapabilirdi ve bir yandan da kendi Haldanist fikirleriyle aklımızı iyice bulandırabilirdi. Ama ben ne Haldane’im ne de Einstein. Tüm planlarımızın dışında -buna hafta sonu planlarımız da dâhil- buradayız; Hiçbir Yer’de! Veya eğer Yunancasını tercih ediyorsanız Ütopya’dayız. Ve buradan çıkmamız için açık bir yol göremediğim için, sanırım mantıklı varlıklar olarak yapabileceğimiz tek şey, elimizden gelen en iyi şekilde davranmak ve karşımıza çıkabilecek fırsatları değerlendirmektir. Kesinlikle çok güzel bir dünyadayız. Güzelliği şaşırtıcılığından çok daha fazla. Üstelik burada insanlar var, düşünebilen insanlar. Etrafımızdaki tüm bu yıkıntılardan anladığım kadarıyla bu dünyada deneysel kimya, gerçekten de acı bir sona varana kadar, hem de pastoral şartlar altında uygulanmış. Kimya ve çıplaklık… Söylemek zorundayım ki kendi kendilerini havaya uçurmuş gibi görünen bu iki insanı Yunan tanrıları veya çıplak vahşiler olarak görmek tamamen kişisel bir zevk meselesi. Yunan tanrısı ve tanrıçası fikrinin biraz daha ağır bastığını itiraf ediyorum.”

“Tabii yerde yatanların iki ölümlü oldukları gerçeğini saymazsak!” diye ciyakladı gözlüklü adam, sanki bir oyunda puan kazanmışçasına.

Bay Burleigh tam cevap vermek üzereyken -ki yüzündeki ifadeden cevabının oldukça sert olacağı belliydi- birden keskin bir şekilde haykırarak yeni gelenlerle tanışmak için arkasını döndü. Onları hepsi de aynı anda fark etmişti. İki kusursuz Apollo, yıkıntıların tepesinde durmuş, en az neden oldukları kadar büyük bir şaşkınlıkla Dünyalılara bakıyordu.

Biri konuşmaya başladı ve Bay Barnstaple kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük bir hayretle kafasının içinde yankılanan sesleri anlayabildiğini fark etti.

“Kızıl tanrılar!” diye haykırdı Ütopyalı. “Siz de nesiniz? Gezegenimize nasıl girdiniz?”

İngilizce! Yunanca konuşsaydılar çok daha az şaşırtıcı olurdu! Ancak bilinen bir dili konuşuyor olmaları bile inanılması güç bir şeydi!

2. BÖLÜM

Bay Cecil Burleigh, aralarında en sakin olanlarıydı. “Şimdi yüz yüze kesin bir şeyler öğrenmeyi umabiliriz.” dedi. “Makul ve mantıklı varlıklar olarak.”

Boğazını temizledi, sinirli uzun elleriyle dökümlü ceketinin yakalarını tuttu ve gerçek bir hatip tavrını takınarak “Burada bulunuşumuz hakkında beyler, bir açıklama yapabilmemiz mümkün değil.” dedi. “En az sizin kadar şaşkınız. Kendimizi birdenbire sizin dünyanızda bulduk.”

“Farklı bir dünyadan geliyorsunuz?”

“Çok doğru. Oldukça farklı bir dünyadan. Hepimiz için doğal ve uygun bir yer olan kendi dünyamızdan. Kendimizi birdenbire burada bulduğumuz sırada, bizim dünyamızda… Ah, şey… Bazı araçlarla seyahat ediyorduk. Burada izinsiz bulunduğumuzu kabul ediyorum. Ancak sizi temin ederim, kesinlikle isteyerek burada bulunmuyoruz.”

“Arden ve Greenlake, deneylerinde nasıl başarısız oldu ve nasıl öldüler, bilmiyor musunuz?”

“Eğer Arden ve Greenlake, yerde yatan bu genç ve güzel iki insansa onlar hakkında tek bildiğimiz, kendilerini bulduğumuzda şimdi sizin de gördüğünüz gibi yerde yatıyor oldukları. Buraya öğrenmeye, daha doğrusu araştırmaya…”

Boğazını temizleyerek cümlesinin sonunu havada asılı bıraktı.

İlk konuşan Ütopyalı -işleri kolaylaştırmak için ona böyle diyebiliriz- şimdi arkadaşına bakıyordu, sessizce bir şeyler soruyor gibiydi. Sonra tekrar Dünyalılara döndü. Konuştuğunda o berrak kelimeler, sanki kulaklarında değil de -en azından Bay Barnstaple’a öyle gelmişti- kafasının içinde yankılanıyor gibiydi.

“Siz ve arkadaşlarınız enkazın üzerinde dolaşmamalı ve yola geri dönmelisiniz. Benimle gelin. Ağabeyim ateşi söndürecek ve ölen kardeşlerim için yapılması gerekenleri yapacak. Sonra burası, olanları anlayan kişiler tarafından incelenecek.”

“Kendimizi tamamen sizin misafirperverliğinize emanet ediyoruz.” dedi Bay Burleigh. “Sizin sözünüze tamamen bağlıyız. Bu karşılaşma, tekrarlamama izin verin, bizim isteğimiz değildi.”

“Tabii böyle bir ihtimal olduğunu bilseydik kesinlikle bir yolunu arardık.” dedi Bay Catskill, etrafını göstererek ve onaylaması için Bay Barnstaple’a bakarak. “Sizin dünyanızın son derece büyüleyici olduğunu düşünüyoruz.”

“İlk bakışta…” diye ekledi gözlüklü adam, “son derece büyüleyici bir dünya.”

Ütopyalı ve Bay Burleigh’yi izleyerek, sık çiçeklerin arasından tekrar yola doğru ilerlediler. Bu sırada Bay Barnstaple, Bayan Stella’nın hemen yanı başında fısıldadığını fark etti. Kadının sözleri, bu olağanüstü dünyada, o kadar sade ve sıradandı ki Bay Barnstaple’ı şaşırttı: “Daha önce karşılaşmamış mıydık? Bir öğle yemeğinde veya buna benzer bir şeyde, Bay… Bay?..”

Tüm bu olanlar sadece bir gösteriden mi ibaretti? Ona cevap vermeden önce birkaç saniye boş gözlerle baktı:

“Barnstaple.”

“Bay Barnstaple?”

Sonunda zihni kadının düşüncelerine adapte olmayı başardı.

“O zevke nail olamadım Bayan Stella ama elbette sizi tanıyorum; haftalık resimli gazetelerde çıkan fotoğraflarınızdan sizi gayet iyi tanıyorum.”

“Az önce Bay Cecil’ın ne söylediğini duydunuz mu? Burasının Ütopya olduğuna dair?”

“Buraya ‘Ütopya’ diyebileceğimizi söyledi.”

“Tam Bay Cecil’a göre; ama burası Ütopya mı? Gerçekten Ütopya?”

“Her zaman Ütopya’da olmayı hayal etmiştim.” diye devam etti Bay Barnstaple’ın cevabını beklemeden. “Şu iki Ütopyalı nasıl da muhteşem görünüyorlar! Eminim ki -buna kesinlikle inanıyorum- aristokrat sınıfından olmalılar, gayriresmî kıyafetlerine rağmen, hatta belki de bu yüzden…”

Bay Barnstaple bu fikir üzerine neşelendi.

“Bay Burleigh ve Bay Catskill’ı da tanıdım, Bayan Stella; eğer bana gözlüklü ile rahibin kim olduklarını da söyleyebilirseniz çok memnun olurum. Hemen arkamızdan geliyorlar.”

Bayan Stella bildiklerini etkileyici ve gizli bir şekilde, kısık bir sesle aktardı. “Gözlüklü adam…” diye fısıldadı, “kodlayacağım; F, R, E, D, D, Y. M, U, S, H. Zevk sahibi. İyi zevk sahibi. Genç şairleri ve tüm o edebiyat eserlerini bulmakta inanılmaz derecede yeteneklidir. Ayrıca Rupert’ın sekreteri. Eğer bir edebiyat akademisi olsaydı onun mutlaka bu akademiye gireceğini söylüyorlar. Korkunç derecede eleştirel ve alaycıdır. Taplow’a son derece entelektüel bir toplantı için gidiyorduk, tıpkı eski günlerdeki gibi. Windsor’dakiler gelir gelmez başlayacaktı… Bay Gosse geliyordu ve Max Beerbohm ve bunun gibi herkes, ama bu günlerde her an bir şey olur. Her an… Beklenmeyen… Abartılı bir şekilde… Rahip…” Arkasına bir göz atarak onun işitme mesafesinde olup olmadığını kontrol etti. “Rahip Amerton, toplumun günahları vesaire hakkında son derece açık sözlüdür. Sözünü hiç sakınmaz. Tuhaf ama kürsüsünde olmadığında utangaç ve sessizdir; çatal bıçaklar konusunda da biraz beceriksizdir. Çelişkili, öyle değil mi?”

“Elbette!” diye cevapladı Bay Barnstaple. “Onu şimdi hatırladım. Yüzünü bir yerde gördüğümü biliyordum ama tam olarak çıkaramamıştım. Çok teşekkür ederim Bayan Stella.”

3. BÖLÜM

Bu ünlü ve etkili simaların, özellikle de Bayan Stella’nın varlığı Bay Barnstaple’a bir şekilde güven veriyordu. Fazlasıyla cesaret vericiydi; yanında sevgili eski dünyalarından pek çok şeyi getirmişti ve bu yeni dünyayı ilk fırsatta kendi standartlarına indirgemeye hazır görünüyordu. Bay Barnstaple’ı tamamen etkisi altına almakla tehdit eden çevrelerindeki şaşırtıcı güzelliğe Bayan Stella, güçlü bir şekilde karşı koyuyordu. Bay Barnstaple’ın onlarla karşılaşmış olması bile başlı başına hatırı sayılır ölçüde büyük bir maceraydı; kendi monoton hayatıyla havası bile ferahlatıcı, akılalmaz güzellikteki Ütopya arasında bir tür köprü kurmasına yardımcı olmuşlardı. Etrafındaki her şeyi, Bayan Stella’nın, Bay Burleigh’nin ve hatta Bay Freddy Mush’ın da gördüğünü bilmek bu parlak ve ihtişamlı dünyayı maddeleştirmeyi -bu kelimeyi kullanmak mümkünse- başarmış ve her şeyi biraz daha kabul edilebilir kılmıştı. Sadece gazetelerde okuyabildiği şeyleri, bir gerçeklik içinde yaşıyordu. Burada tek başına olsaydı yaşadığı şokun ve duyduğu hayretin büyüklüğü ile zihni altüst olabilirdi. Şu anda Bay Burleigh ile konuşan rahat tavırlı, esmer tenli ilah, karşısındaki güçlü adamın varlığı sayesinde makul bir gerçeklik oluyordu.

Ancak yine de Bay Barnstaple’ın dikkati, limuzindekilerden çok, hep beraber içine düştükleri bu dünyanın asil görünümlü insanlarında yoğunlaşıyordu. Görünüşe göre zararlı yabani otların çiçeklerin arasına giremediği ve leoparların kedigillere özgü o vahşilikten arındırılmış bir şekilde, sakin gözlerle yoldan geçenleri izlediği bir dünyanın sakinleri olan bu kadın ve erkekler nasıl yaratıklardı?

Bu tamamen kontrol altına alınmış dünyada karşılarına çıkan ilk yerlilerin, yaptıkları deney yüzünden meydana gelen korkunç bir patlamayla can vermiş olması şaşırtıcıydı. Yine de bundan daha şaşırtıcı olan, ölen adam ve kadının kardeşleri olduğunu söyleyen iki Ütopyalının yaşanan trajedi karşısında hemen hemen hiç keder veya dehşet göstermemiş olmasıydı. Bay Barnstaple hiçbir duygusallık yaşanmadığını fark etti, hiç gözyaşı dökülmemişti. Açıkça belli oluyordu ki üzülmekten çok şaşırmış ve meraklanmışlardı.

Geride kalan Ütopyalı, kızın bedenini diğerinin yanına dikkatlice yatırmış ve enkaza geri dönmüştü. Bay Barnstaple, onun büyük bir dikkatle patlamadan geriye kalanları incelediğini gördü.

Şimdi başkaları da olay yerine geliyordu. Bu dünyada uçakları da vardı; bunlardan iki tanesi, sessizce ve birer kırlangıç gibi zarafetle yakınlardaki boş alana indiler. Başka bir adam küçük, iki tekerlekli, iki koltuklu bir araçla geldi; tekerlekleri bisiklette olduğu gibi arka arkayaydı. Dünyadaki herhangi bir arabadan çok daha hafif ve güzel olan bu araç, hareket etmezken bile gizemli bir şekilde iki tekerleğinin üzerinde durabiliyordu. Gürültülü bir kahkaha Bay Barnstaple’ın dikkatini çekti; anlaşılan yolun aşağısındaki bir grup Ütopyalı, limuzinin motorunda onları fazlasıyla eğlendirecek kadar saçma bir şey görmüşlerdi. Gelenlerin çoğu ölenler kadar çıplak ve düzgün yapılıydı; birkaçı samandan şapkalar takmıştı ve sadece bir tanesi -otuzlarını aşmış gibi görünen bir kadın- parlak kırmızı şeritleri olan beyaz bir elbise giyiyordu. Bu kadın, Bay Burleigh ile konuşuyordu.

Birkaç yarda uzakta olmalarına rağmen, onun sözleri kusursuz bir berraklıkla Bay Barnstaple’ın kafasının içinde belirdi.

“Şimdilik, buraya gelişinizle yaşanan patlama arasında nasıl bir bağlantı olduğunu bilmiyoruz, hatta arada bir bağlantı olup olmadığını da bilmiyoruz. Her iki olayı da ayrıntılı şekilde incelemek istiyoruz. Sizi ve yanınızda getirdiğiniz her şeyi buranın çok uzağında olmayan daha uygun bir yere götürmenin mantıklı olacağını düşünüyoruz. Sizi oraya götürecek araçları ayarlıyoruz. Orada muhtemelen yemek de yiyeceksiniz. Ne zaman yemek yemeye alışık olduğunuzu bilmiyorum.”

“Yemek…” dedi Bay Burleigh, bu fikre hemen ısınarak. “En kısa zamanda biraz yemek yemek hepimize iyi gelecektir. Aslında eğer kendi dünyamızdan sizin dünyanıza bu kadar ani bir şekilde geçmemiş olsaydık şu anda en iyisinden bir öğle yemeği yiyor olacaktık.”

Şaşkınlık ve yemek arasındaki ilişkiyi düşündü Bay Barnstaple. İnsan, doğası gereği yemek yemek zorundaydı, şaşkın olsun olmasın. Kendisinin de acıkmış olduğunu fark etti, solumakta oldukları hava hoş ve iştah açıcıydı.

Ütopyalılar yeni ve acayip bir fikirle şaşkına dönmüş gibiydiler: “Günde birkaç kez mi yiyorsunuz? Ne tür şeyler yiyorsunuz?”

“Oh! Vejetaryen değillerdir, değil mi?” diye araya girdi Bay Mush cırtlak sesiyle.

Hepsi de acıkmıştı. Bu, yüzlerinden okunabiliyordu.

“Hepimiz günde birkaç kez yeriz.” diye açıkladı Bay Burleigh. “Belki de size beslenme rejimimiz hakkında kısa bir özet vermem yerinde olur. Yatağa getirilen sade bir fincan çay ve mümkün olduğunca ince bir dilim tereyağlı ekmekle güne başlarız; bu bir kuraldır. Daha sonra kahvaltı gelir…”

Kendi “gastronomik günü”nün kusursuz bir özetini vererek devam etti, hiçbir ayrıntıyı atlamıyordu; yumurtalar dört buçuk dakika pişirilmeliydi, ne daha az ne daha fazla; öğle yemeğinde herhangi bir hafif şarap olmalıydı; çay saati gerçek bir yemekten ziyade sosyal bir etkinlikti; daha sonra akşam yemeği ve özel durumlarda gece atıştırması. Bu Avam Kamarası’nın bile hoşuna gidecek son derece hafif hatta neşeli ama bir yandan da içten ve samimi bir anlatımdı. Bay Burleigh anlattıkça Ütopyalı kadın, giderek artan bir ilgiyle onu dinliyordu. “Hepiniz bu şekilde mi yemek yiyorsunuz?” diye sordu.

Bay Burleigh, gözlerini üzerimizde gezdirdi. “İçimizden birinin adına cevap veremem. Bay… Bay…”

“Barnstaple… Evet, ben de buna benzer bir şekilde.”

Ütopyalı kadın, ona gülümsedi. Çok güzel kahverengi gözleri vardı ve Bay Barnstaple, gülümsemesinden hoşlansa da kendisine bu şekilde gülümsememesini temenni etti.

“Ve uyuyorsunuz?” diye sordu kadın.

“Altı ila on saat arası, duruma göre değişiyor.” dedi Bay Burleigh.

“Ve sevişiyorsunuz?”

Bu soru Dünyalıları şaşırtmaktan ziyade, şok etti. Tam olarak neyi kastetmişti? Birkaç dakika boyunca kimse bir cevap veremedi. Bay Barnstaple’ın aklından sayısız ihtimal geçiyordu.

Sonra, keskin zekâsı ve liderlere özgü politik tavrıyla Bay Burleigh öne çıktı. “Bir alışkanlık olarak değil, sizi temin ederim.” dedi. “Kesinlikle bir alışkanlık olarak değil.”

Kırmızı şeritli elbise içindeki kadın bir süre bu cevabı düşündü. Sonra hafifçe gülümsedi. “Sizi tüm bunlar hakkında konuşabileceğimiz bir yere götürmeliyiz.” dedi. “Belli ki tuhaf bir dünyadan gelmişsiniz. Bilgili insanlarımız sizinle bir araya gelip fikir alışverişinde bulunmalılar.”

4. BÖLÜM

Sabah, 10.30’da Bay Barnstaple, Slough’ya doğru yol alıyordu, şimdi ise -13.30’da- kendi dünyasını yarı yarıya unutmuş bir hâlde harikalar diyarına doğru süzülmekteydi. “Olağanüstü!” diye tekrarladı. “Olağanüstü! İyi bir tatil yapacağımı biliyordum ama bu… Bu…”

Işıl ışıl ve berrak bir rüyanın bahşettiği mükemmel bir mutlulukla kendinden geçmişti. Daha önce bilinmeyen topraklardaki bir kâşifin duyduğu hazzı hiç tatmamıştı, hatta bunu hayal bile etmemişti. Sadece birkaç hafta önce Liberal için yazdığı “Keşifler Çağının Sonu” adlı makalesi öylesine iç karartıcı ve moral bozucuydu ki Bay Peeve’i fazlasıyla memnun etmişti. Bu “başarı”sını içinde belli belirsiz bir pişmanlıkla hatırladı.

Dünyalılar dört küçük uçağa dağılmıştı. Bay Barnstaple, yol arkadaşı Peder Amerton ile beraber bindiği uçakta yavaşça yükselirlerken arkasına baktığında, araçlarının şaşırtıcı bir rahatlıkla kaldırılıp hafif kamyonlara yüklendiğini gördü. Kamyonlardan çıkan iki parlak metal kol, -bir bebeğin dadısı tarafından nazikçe kaldırılması gibi- arabaları nazikçe kaldırıyordu.