banner banner banner
Tanrı İnsanlar
Tanrı İnsanlar
Оценить:
 Рейтинг: 0

Tanrı İnsanlar


Daha üzerinden şaşkınlığını atamadan bu kez tarih öncesi dev sürüngenlere aitmiş gibi gelen yüksek bir kükreme sesi onu bir kez daha geçilmek üzere olduğu konusunda uyardı. Bay Barnstaple işte böyle geçilmek istiyordu; bir engeli aşarcasına… Biraz yavaşladı, yolun kendi hakkı olduğunu gösterebilecek her hareketi bir kenara bırakarak eliyle cesaretlendirici bir iki jestte bulundu. Onun onayını aldıktan sonra büyük, yumuşak hatlı ve çevik bir limuzin sağ tarafında belirerek yanından geçti. Oldukça fazla bagajı vardı; şoförün yanında oturan gözlüklü, genç bir adam dışında yolcularını hiç seçemedi. Tur arabası gibi ilerideki dönemeçten dönerek gözden kayboldu.

Aydınlık bir sabahta, otoyolda mekanik bir “Ayak Banyosu” bile bu şekilde geride bırakılmaktan hoşlanmaz. Bay Barnstaple ayağını gaz pedalına biraz daha bastırarak her zamanki güvenli hızından hemen hemen on mil daha hızlı bir şekilde dönemece ulaştı. Önünde bomboş bir yol uzanıyordu.

Aslında yol biraz fazla boştu! Bir milin yaklaşık üçte biri kadar bir mesafe boyunca dümdüz uzanıyordu. Yolun solunda düzgün şekilde budanmış bir çit, arkasında da uçsuz bucaksız düzlüğe dağılmış ağaçlar, birkaç küçük yazlık, daha uzakta kavaklar ve iyice arkada da Windsor Kalesi görünüyordu. Sağ tarafta yine geniş düzlükler, küçük bir motel ve alçak tepeler vardı. Bu manzaranın içinde şüphe uyandıran tek şey, Maidenhead’deki, nehir kıyısındaki bir otelin büyük reklam panosuydu. Sıcak yüzünden hava titreşiyor ve yol üzerinde birkaç toz kümesi uçuşuyordu. Gri tur arabasından da limuzinden de hiçbir iz yoktu.

Bunun ne kadar şaşırtıcı olduğunu fark etmek Bay Barnstaple’ın birkaç saniyesini aldı. Ne sağda ne de solda, arabaların gidebileceği bir yan yol yoktu. Eğer uzaktaki bir sonraki dönemece çoktan ulaştılarsa bile oraya varmak için saatte en az iki yüz üç yüz mil hızla hareket etmiş olmalıydılar!

Şüpheye düştüğü zamanlarda yavaşlamak Bay Barnstaple’ın alışkanlıklarındandı. Şimdi de yavaşladı. Hızını saatte on beş mile kadar düşürerek, ağzı açık bir şekilde bu gizemli yok oluşu açıklayabilecek bir ipucu bulmak umuduyla boş araziyi incelemeye koyuldu. İlginç olan, kendisinin de tehlikede olabileceği korkusuna kapılmamasıydı.

Sonra aniden arabası bir şeye çarptı ve savruldu. Öyle sert ve şiddetli savrulmuştu ki bir an için kendini kaybetti. Bir araba savrulduğu zaman ne yapılması gerektiğini hatırlayamadı. Direksiyonu arabanın savrulduğu yöne doğru çevirmek gerektiği ile ilgili belli belirsiz bir şeyler hatırlasa da o anki heyecanla arabasının hangi yöne doğru savrulduğunu bir türlü kestiremedi. Tam kendini toparladığı anda bir ses duydu. Uzun süre birikmiş bir basıncın patlamaya hazır olduğu noktada duyulan sesin tıpatıp aynısıydı; anestezi altındaki o hissizlik anının sonunda -veya başında- birinin duyabileceği türden, gergin bir yayın keskin tınlaması gibi keskin bir sesti.

Görünüşe göre yolun sağ tarafına doğru dönmüştü; ama şimdi arabayı tekrar yola doğru döndürmeyi başardı. Frene basarak önce yavaşladı, ardından büyük bir şaşkınlık içinde durdu!

Yarım dakika önce ilerlediği yoldan tamamen farklı bir yolun üzerindeydi. Yanlardaki çitler değişmiş, ağaçlar değişmiş, Windsor Kalesi yok olmuş ve -küçük bir teselli olarak- limuzin tekrar belirmişti. Yaklaşık iki yüz yarda ileride yolun kenarına park etmişti.

İKİNCİ KISIM

MUHTEŞEM YOL

1. BÖLÜM

Bir süre için Bay Barnstaple’ın dikkati hiç de eşit olmayan bir şekilde, yolcuları aşağı inmekte olan limuzin ve çevresini saran manzara arasında bölündü. Manzara öylesine tuhaf ve güzeldi ki ancak onun şaşkınlığını ve hayranlığını paylaşan biri, gittikçe artan heyecanını makul bir şekilde açıklayabilir ve onu rahatlatabilirdi, işte bu yüzden biraz ilerisindeki küçük grup dikkatini çok az çekti.

Yolun da normal bir İngiliz yolunun olacağı gibi kum taşı, toz ve hayvan dışkısından oluşan bir karışımın üzerinde katrana bulanmış çakıl taşlarından ve pislikten değil, bir kısmı durgun bir suyun yüzeyi gibi pürüzsüz ve berrak, bir kısmı ise içerisinde yumuşak renkli damarların veya parlak altın renkli lekelerin olduğu süt gibi beyaz camdan oluşuyordu. Neredeyse on iki on üç yarda genişliğindeydi. Her iki tarafında o güne dek gördüklerinin hepsinden -ki Bay Barnstaple çim konusunda uzman bir gözlemciydi- daha yeşil ve güzel çimenler uzanıyordu. Çimenlerin ardında da çiçek tarhları vardı. Bay Barnstaple ağzı açık bir şekilde şaşkın şaşkın arabasında otururken daha önce hiç görmediği, unutmabeni mavisi çiçekler her iki yanında belki de otuzar yarda boyunca uzanıyordu. Bu noktadan sonra maviliğin arasına uzun, beyaz renkli sivri iğneler karışıyor ve en sonunda beyazlık maviliğe tamamen baskın geliyordu. Yolun karşısında beyaz iğnelerin arasına Bay Barnstaple’a eşit derecede yabancı olan, maviden eflatuna, mora ve dikkat çekici bir kırmızıya kadar değişen renklerde tohumlu çiçekler karışmıştı. Bu muhteşem çiçek bulutlarının ardında dümdüz uzanan otlaklarda bej renkli sığırlar otlamaktaydı. Kendisine yakın olan üç tanesi, aniden ortaya çıkışı karşısında onu biraz şaşkın, ilgili gözlerle süzerek geviş getiriyordu. Güney Avrupa ve Hindistan’daki inekler gibi uzun boynuzları ve gerdanları vardı. Bay Barnstaple’ın bakışları bu uysal hayvanlardan uzun bir sıra hâlinde uzanan alev şekilli ağaçlara, beyaz ve altın renkli sütunlara ve ufukta görülen zirveleri karlı dağlara kaydı. Birkaç beyaz bulut göz kamaştıran mavi gök boyunca süzülüyordu. Hava hayret uyandıracak kadar temiz ve hoştu.

Sığırlar ve limuzinin yanında duran küçük grup haricinde Bay Barnstaple etrafta hiçbir canlı göremiyordu. Limuzinin yanındakiler kıpırdamaksızın ona doğru bakıyordu. Sonra birtakım memnuniyetsiz sesler duydu.

Güçlü bir çatırtı sesi Bay Barnstaple’ın dikkatini çekti. Arkasını döndüğünde, geldiği yönde, sağ tarafta, çok kısa bir süre önce yıkılmış gibi görünen taş bir ev gördü. Yanında, sanki biraz önce bir patlamanın etkisiyle çarpılmış ve kökünden sökülmüş gibi görünen iki büyük elma ağacı vardı ve yıkıntılar arasından bir sütun hâlindeki yoğun dumanla, yanan eşyalardan çıkan çıtırtılar yükseliyordu. Bu elma ağaçlarının çarpık gövdeleri Bay Barnstaple’ın yakınındaki çiçeklerin de sanki şiddetli esen sıcak bir rüzgâr akımıyla yana bükülmüş gibi göründüğünü fark etmesini sağladı; ancak hiçbir patlama duymamış, hiçbir hava akımını hissetmemişti.

Bir süre bu eve baktıktan sonra, bir açıklama yaparcasına limuzindekilere doğru döndü. Bunlardan üçü ona doğru geliyordu, önlerinde fötr şapkası ve uzun bir montu olan, uzun boylu, ince saçları kırlaşmış biri vardı. Başını dik tutuyordu. Küçük burnu, gözlüklerini zorlukla tutabiliyordu. Bay Barnstaple arabasını tekrar çalıştırarak onların yanına gitmek için hareket etti.

Duyma mesafesine kadar geldiğini hisseder hissetmez arabayı tekrar durdurarak başını Sarı Tehlike’nin camından uzattı. Aynı anda uzun, kır saçlı adam da hemen hemen aynı soruyu sordu: “Lütfen söyler misiniz bayım, acaba neredeyiz?”

2. BÖLÜM

“Beş dakika öncesine kadar…” dedi Bay Barnstaple, “Maidenhead Yolu üzerinde olduğumuzu söyleyebilirdim. Slough yakınlarında.”

“Kesinlikle!” dedi uzun boylu adam ciddi bir ses tonuyla. “Kesinlikle! Ve hâlâ Maidenhead Yolu üzerinde olmadığımızı düşünmemiz için en ufak bir neden bile göremiyorum.”

Sesinde mantığa sıkı sıkıya bağlı birinin meydan okuyucu tavrı gizliydi.

“Maidenhead Yolu gibi görünmüyor.” diye cevap verdi ona Bay Barnstaple.

“Doğru ama gördüklerimize göre mi karar vermeliyiz yoksa deneyimlerimizin doğrultusunda mı? Maidenhead Yolu bu yola doğru ilerliyordu, bu yolun devamıydı, o hâlde bulunduğumuz yer Maidenhead Yolu olmalı.”

“Peki şu dağlar?” diye sordu Bay Barnstaple.

“Windsor Kalesi o yönde olmalı.” dedi adam, kumarda bir el kaybetmiş biri gibi.

“Beş dakika öncesinde oradaydı.” diye düzeltti Bay Barnstaple.

“O hâlde belli ki bu dağlar bir tür kamuflaj.” dedi uzun boylu adam kendinden emin bir şekilde. “Ve tüm bu etrafımızda gördüklerimiz, bugünlerde söyledikleri gibi sadece düzmece!”

“Dikkate değer derecede iyi bir düzmece!” dedi Bay Barnstaple.

Kısa süren bir sessizlik anında Bay Barnstaple uzun boylu adamın yanındakileri de inceleme fırsatını buldu. Uzun boylu adamı fazlasıyla iyi tanıyordu. Onu defalarca toplantılarda ve yemeklerde görmüştü. Bay Cecil Burleigh’nin ta kendisiydi, muhafazakârların büyük başkanı. Sadece bir siyasetçi değil, aynı zamanda saygın bir beyefendi, bir filozof ve evrensel dehaya sahip biriydi. Onun arkasında Bay Barnstaple’ın tanımadığı, gözlükleri yüzündeki düşmanca ifadeyi daha da belirginleştiren, kısa boylu, tıknaz, orta yaşlı bir adam duruyordu. Küçük grubun üçüncü üyesi de yine tanıdık bir simaydı ama Bay Barnstaple bir süre bu adamın kim olduğunu tam olarak çıkaramadı. Düzgün tıraşlı, yuvarlak hatlıydı; temiz ve parlak yüzünden iyi beslendiği ve sağlığının yerinde olduğu anlaşılıyordu; kıyafetlerine bakılırsa ya Yüksek Kilise’ye bağlı bir vaiz ya da Roma Katoliklerinden bir rahipti.

Bu sırada gözlüklü olan, cılız ve tiz bir ses tonuyla konuştu: “Bu yoldan Taplow Court’a geleli daha bir ay bile olmadı; o zaman buna benzer bir şey görmediğime eminim.”

“Ortada birtakım sıkıntılar olduğunu kabul ediyorum.” dedi Bay Burleigh. “Ortada bazı dikkate değer sıkıntılar olduğunu kabul ediyorum. Yine de ilk önermemin hâlâ geçerli olduğu konusunda ısrar edeceğim.”

“Bunun Maidenhead Yolu olduğunu düşünmüyorsunuz ya?” diye sordu gözlüklü adam.

“Yapay olamayacak kadar mükemmel görünüyor!” dedi Bay Barnstaple sesinde hafif bir kararlılıkla.

“Ama sevgili dostum!” diye itiraz etti Bay Burleigh. “Bu yol fidanlıkçıları ile ünlüdür; bunlar bazen yeteneklerini olağanüstü güzellikteki sergilerle teşhir ederler. Reklam amaçlı olarak.”

“O zaman neden dümdüz ilerleyip Taplow Court’a gitmiyoruz?” diye sordu gözlüklü adam.

“Çünkü…” dedi Bay Burleigh, açıkça bilinen ama inatla görmezden gelinen bir gerçeği bir kez daha anlatmaya çalışan birinin doğal sertliğiyle, “Rupert başka bir dünyada olduğumuz konusunda ısrar ediyor. Ve devam etmek istemiyor. İşte bu yüzden. Her zaman gereğinden fazla hayal gücüne sahipti. Gerçekte olmayan şeylerin var olabileceğini düşünüyor. Şimdi de kendini bir tür bilimsel romansın içinde, bizim dünyamızın tamamen dışında sanıyor; başka bir boyutta. Bazen düşünüyorum da Rupert hayallerinin içinde yaşamak yerine onları yazmaya başlasa bu hepimiz için daha iyi olurdu. Eğer siz, sekreteri olarak, onu öğle yemeğine kadar Taplow Malikânesi’ne gitmeye ikna edebileceğinizi düşünüyorsanız…”

Bay Burleigh kelimelerin yetersiz kaldığı bu anda eliyle bir hareket yaparak cümlesini tamamladı.

Bay Barnstaple bu sırada, limuzinin yanındaki karmaşık çiçek kümelerini inceleyen, yavaş ve dikkatli bir şekilde hareket eden, buğday tenli, karikatüristler sayesinde oldukça aşina olduğu siyah bantlı silindir bir şapka takmış gri figürü fark etmişti. Bu, meşhur Rupert Catskill’dan başkası olamazdı; Savaş Bakanlığı sekreteri.

Bay Barnstaple ilk kez bu fazla maceracı politikacının fikirlerine katıldı. Bu başka bir dünyaydı. Arabasından çıkıp Bay Burleigh’ye hitap ederek konuşmaya başladı: “Bence, eğer yanmakta olan şu taş binayı incelersek nerede olduğumuza dair epey fikir edinebiliriz. Arka tarafında, yerde yatan birini gördüğümü sanıyorum. Eğer tüm bu aldatmacanın arkasındakilerden birini yakalayabilirsek…”

Cümlesini tamamlayamadı çünkü bunun bir aldatmaca olduğuna inanmıyordu. Bay Burleigh de son beş dakikadır onlarla aynı fikri paylaşmaya başlamıştı.

Dördü de üzerinden dumanlar tüten yıkıntılara doğru döndüler.

“Etrafta hiç kimsenin olmaması çok ilginç!” dedi gözleriyle ufku taramakta olan gözlüklü adam.

“Pekâlâ, şu yanan neymiş, öğrenmenin bir zararı olmayacak.” dedi Bay Burleigh ve zeki yüzünü devrilmiş ağaçlar arasındaki yıkıntılara doğru çevirerek önden yürümeye başladı.

Ancak çok fazla ilerleyemediler; çünkü tüm dikkatleri, hâlâ arabanın içinde oturmakta olan bayanın korku dolu çığlığı ile bir kez daha limuzine kaydı.

3. BÖLÜM

“Bu gerçekten de çok fazla!” diye öfkeyle bağıdı Bay Burleigh. “Böyle olayları önlemek için kanunlar olmalı!”

Gözlüklü adam “Gezici bir sirkten kaçmış olmalı.” dedi. “Ne yapmalıyız?”

Bay Burleigh “Uysal görünüyor.” diye cevap verdi ama bu teorisini test etmek için hiçbir girişimde bulunmadı.

“İnsanları çok ciddi bir şekilde korkutabilir!” dedikten sonra sesini biraz yükselterek bağırdı: “Paniğe kapılma Stella! Büyük ihtimalle ehlileştirilmiş ve zararsız. Şemsiyeyle onu ürkütme sakın. Sana saldırabilir. Stella!”

“O” son derece güzel ve büyük bir leopardı; gayet sakin bir şekilde çiçeklerin arasından çıkarak evcil bir kediymişçesine limuzinin yakınına, cam yolun ortasına uzanmıştı. Bu tür durumlarda hep yapıldığı gibi Bayan Stella olabildiğince hızlı bir şekilde şemsiyesini açıp kapatırken, hayvan da şaşkın şaşkın ve meraklı meraklı gözlerini kırpıştırarak ritmik bir şekilde başını iki yana sallıyordu. Şoför arabanın arkasına saklanmıştı. Hayvanın varlığından Bay Burleigh ve diğerlerini uyaran çığlık sayesinde haberdar olduğu anlaşılan Bay Rupert Catskill, dizlerine kadar gelen çiçeklerin arasında ayakta dikilmekteydi.