Uykuya mahsus kısıtlamalar bile benim uykuma yansıyordu ama sembolik bir şekilde: Karanlıkta, odada bulunan arkadaşlarımın yüzlerini seçemezdim; çünkü gözlerimiz kapalı uyuruz. Rüyamdayken kendi başıma sonsuz argümanlar üretmeye devam edebilen ben, bu arkadaşlarla konuşmaya çalıştığım anda kelimelerin boğazımda tıkalı kaldığını hissederdim; çünkü uykumuzda belirgin bir şekilde konuşamayız; onların yanına gitmek istedim; ancak uzuvlarımı hareket ettiremedim çünkü uyurken yürüyemeyiz; sonra aniden onlar tarafından görülmekten utanç duydum çünkü kıyafetler olmadan uyuruz. Uykumun yansıttığı, gözleri kör, dudakları mühürlenmiş, uzuvları hareketsiz, vücudu çıplak uyku figürüm, Swann’ın bana verdiği (Giotto’nun, hasetliği ağzında bir yılanla tasvir ettiği) resimlerdeki o mükemmel alegorik figürlerin görüntüsünü andırıyordu.
Saint-Loup sadece birkaç saatliğine Paris’e geldi. Yengesine benden söz etme fırsatı bulamadığına dair beni temin ediyordu. “Oriane hiç de kibar değil, hem de hiç.” diye açıklama yaparak kendisini safça ele veriyordu. “Benim biricik Oriane’ımdan artık eser yoktu; değiştirmişler onu. Seni temin ederim ki onun için kafa patlatmanıza değmez. Ona değerinden fazla methiyeler düzüyorsun. Yengem Poictiers ile tanışmak istemez misin?” diyerek devam etti, bu sözlerinin bende en ufak bir his uyandırmayacağını bilmeden. “O oldukça zeki bir genç kadındır, onu çok seversin. Evli olduğu kuzenim, Poictiers Dükü iyi bir adamdır; fakat onun için biraz sıkıcı. Ona senden bahsettim. Seni görmesi için evine götürmemi istedi. Oriane’dan çok daha güzel ve daha genç. Gerçekten çok iyi bir insan, biliyor musun, gerçekten iyi biri.” Bu tarz ifadeler -ve daha hararetli konuşması- Robert’in son zamanlarda benimsediği türden ifadelerdi ki bu da söz konusu kişinin hassas bir mizaca sahip olduğu anlamına geliyordu. “Onun bir Dreyfus yanlısı olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmeyeceğim lakin yaşadığı muhitteki insanları da göz ardı etmemelisin; yine de bana şöyle dedi: ‘Eğer masumsa, Şeytan Adası’na kapatılması ne kadar korkunç.’ Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi? Ayrıca eski mürebbiyeleri için çok fazla iyilik yapan türden bir kadın; onlara eve geldiklerinde, hizmetçilerin merdivenlerinden içeri girmelerini yasakladı. Seni temin ederim ki çok iyi biridir. Oriane ondan pek hazzetmez sebebi de kendisinin ondan daha zeki olduğunu hissetmesidir.”
Guermantes’ların uşaklarından -Düşes dışarı çıktığı zamanda bile sevdiği kızı görme fırsatı bulamayan, çünkü çıktığı anda kapıcı tarafından ispiyonlanacak olan- birine duyduğu acıma duygusuna tamamen kendisini kaptırmasına rağmen, Françoise, Saint-Loup’nun ziyareti sırasında evde olmadığı için üzülmüştü; evde olmamasının sebebi artık kendisinin de ziyaretlere gidiyor olmasıydı. Ona ne zaman ihtiyacım olsa mutlaka dışarıda olmayı başarıyordu. Her zaman kardeşini, yeğenini ve özellikle de Paris’te yaşamaya yeni gelmiş olan kendi kızını görmeye giderdi. Bu ziyaretlerinin kişisel amaçlar için olması, hizmet alamayışım karşısında duyduğum öfkeyi arttırıyordu çünkü onların, Saint- André-des-Champs’da yer alan kuralları baz alarak, her ne kadar görevini ifa etse de vazgeçemeyeceği şeyler olduğunu söyleyeceğini önceden seziyordum.
Bu yüzden Françoise’ın mazeretlerini daima somurtkan bir surat ifadesiyle dinliyordum ve Françoise’ın: “Kardeşimi görmeye gittim.” ya da “Yeğenimi görmeye gittim.” demek yerine: “Kardeşimi görmeye gittim oradan dönerken de yeğenime selam vermek için yanına uğradım (ya da ‘kasap yeğenim’e)” demesi tepemin tasını attırıyordu. Kızına gelince, Françoise onun Combray’ye döndüğünü görmekten memnun olurdu. Oysa, modacı kadınlar gibi kaba olmasına rağmen kısaltmalar kullanan bu yeni Parisli, L’intransigeant34 olmadan Combray’de geçireceği bir haftanın zulümden beter olacağını söylüyordu.” Dağlık bir bölgede yaşayan kız kardeşine gitmeyi de hiç istemiyordu; çünkü “dağlık” derkenki sıfatı korkunç bir şeymiş gibi tasvir ederek, “Bölgeler hiç ilgi çekici yerler değildir.” diyordu Franchise’ın kızı. “Aptal insanların yaşadığı” yer olan Méséglise’e geri dönmeye sıcak bakmıyordu; oradaki pazarda, dedikoducu insanlar akrabalarının arkasından: “Bu zavallı Bazireau’nun kızı değil mi?” diyeceklerdi. “Paris’te yaşamanın tadına baktıktan sonra” geri dönmektense kendisini oraya gömülmeyi yeğlerdi; geleneklerine bağlı olan Françoise ise, buna rağmen yeni Parislinin: “Pekâlâ anne, eğer dışarı çıkmak için izin alamıyorsan bana bir not gönder.” diyerek somutlaştırdığı bu yenilikçi ruhunu sakince bir tebessümle karşıladı.
Hava yeniden soğumaya başlamıştı. Kızının, kardeşinin ve kasap yeğeninin Combray’ye gittiği hafta evde kalmayı tercih eden Françoise: “Dışarı çıkmak mı? Ne için? Soğuktan can vermek için mi?” dedi. Dahası, -bir doğa filozofu olan- Léonie halamın doktrininde belirsiz bir şekilde üstüne düştüğü tarikatın son yandaşı olan Françoise bu zamansız soğuklardan: “Bu Tanrı’nın gazabının bir etkisi!” diye söz ediyordu. Fakat onun bu yakınmalarını hafif bir tebessümle geçiştirdim; her ne olursa olsun benim için hava güzel olacağından onun yaptığı bu tahminlere karşı kayıtsız kaldım; daha şimdiden Fiesole Tepesi’nden parlayan sabah güneşini görebiliyordum, onun ışınlarıyla ısınıyordum; ışınların gücü göz kapaklarımı yarım da olsa açıp kapatmama, bunu yaparken de gülümsememe sebep oluyordu; göz kapaklarım kaymak taşı lambaları gibi pembe bir parıltıyla doluyordu. Çan çiçekleri yalnızca İtalya’dan gelmemiş aynı zamanda İtalya’yı da kendileriyle birlikte getirmişti. Uzun zaman önce yapmam gereken bir seyahatin yıl dönümünü kutlamak için sadık ellerim bu çiçeklerden mahrum kalmayacaklardı; çünkü burada, Paris’te, hava yeniden soğumaya başlamıştı, tıpkı Büyük Perhiz’in sonunda yolculuğa çıkmaya hazırladığımız zamandaki gibi; bulvardaki kestaneleri ve çınarları sarıp sarmalayan akışkan ve dondurucu hava, evimizin avlusundaki ağaçların yapraklarını, Ponte Vecchio Köprüsü’ndeki bir kâse temiz suyun içindeki nergisler, fulyalar, anemonlar gibi tomurcuklandırıyordu.
Babam, M. de Norpois’yla evden çıkarken karşılaştığında, nereye gittiğini arkadaşı A.J.’den öğrendiğini bize söylemişti.
“Mme. de Villeparisis’yi görmeye gidiyormuş, çok yakın arkadaşlarmış; hiç bilmiyordum. Gördüğüm kadarıyla hoş bir insan, çok olağanüstü bir kadın. Gidip onunla görüşmelisin.” dedi bana. “Beni çok şaşırtan başka bir şey daha oldu. Bana M. de Guermantes’tan oldukça seçkin bir adam olarak bahsetti; ben onu hep öfkeli bir adam olarak hayal ediyordum. Görünüşe bakılırsa, muazzam bilgili, mükemmel bir zevke sahip bir adammış ancak adıyla ve bağlantılarıyla çok gurur duyarmış. Ancak Norpois’nın dediğine göre yalnızca burada değil aynı zamanda bütün Avrupa’da da çok önemli bir statüye sahipmiş. Hatta Avusturya İmparatoru ve Rus Çarı onu yakın bir arkadaşı olarak görürmüş. İhtiyar Norpois bana Mme. de Villeparisis’nin senden çok hoşlandığını ve evinde her türden ilginç insanlarla tanışabileceğini söyledi. Senden övgüyle bahsetti; oraya gittiğinde Norpois’yla da karşılaşacaksın; yazarlık konusunda da senin için yararlı olabilecek tavsiyeler verebilir. Zaten senin başka bir iş yapma olasılığın olduğunu düşünmüyorum. Oldukça iyi bir kariyer için ideal olabilir; senin için düşündüğüm meslek bu değildi aslında; ancak kısa bir süre sonra yetişkin bir birey olacaksın; annenle ben daima senin yanında olamayız ve senin yönelimlerine engel olmak istemeyiz.”
Keşke yeniden yazmaya başlayabilseydim! Ancak bu işe yaklaşımım da koşullar ne olursa olsun (ne yazık ki alkol içmeme, erken yatmama, uyumak, formda kalmak gibi konulara yaklaşımım gibi), ister heyecanla, yöntemle, zevkle kendimi sabah yürüyüşlerinden mahrum bırakarak, erteleyerek, gayretlerimin bir ödülü olarak kenarda tutarak, sağlıklı olduğum saatlerden yararlanarak, bir hastalığın dayattığı hareketsizliği kendi lehime kullanarak, isterse tüm çabalarımın sonucunda daima tek bir mürekkep damlası değmemiş, bazı kart numaralarında, dikkatlice ne kadar karıştırırsak karıştıralım nihayetinde seçtiğimiz kartın çıkmasının kaçınılmaz olması misali bomboş kâğıt karşılıyordu beni. Ben sadece, ne pahasına olursa olsun ifa edilmesi gereken çalışmama, yatmama, uyumama alışkanlığımın bir aleti olmuştum; bu alışkanlıklara karşı direnmezsem, ilk fırsatta buldukları bahanenin arkasına sığınırsam, o gün istedikleri gibi davranmalarına müsaade edersem, ciddi bir zarar görmeden kurtuluyor, nihayetinde birkaç saat uyuyor, sabaha doğru biraz kitap okuyup kendimi fazla zorlamıyordum; fakat onları engellemeye, yatağa erkenden gitmeye, sadece su içmeye, çalışmaya kalkışırsam, huzursuzlanıyorlar, daha güçlü önlemler alıyorlar, beni tamamen hasta ediyorlardı; alkol miktarımı iki katına çıkarmak zorunda kalıyor, iki gün boyunca yatağa girmiyor, kitap bile okuyamıyordum; ve tıpkı soyguna uğrayan bir kurbanın korkup, zanlıya direniş gösterirse öleceğini düşünerek soyulmasına izin vermesi gibi başka bir zaman daha mantıklı davranmaya, yani daha akılcı olacağım konusunda kendime söz veriyordum.
Bu sırada babam, bir iki defa M. de Guermantes’la karşılaşmış ve M. de Norpois Dük’ün olağanüstü bir insan olduğunu söylediğinden beri onun söylediklerine daha fazla önem göstermeye başlamıştı. Avluda karşılaştıkları zaman Mme. de Villeparisis’den söz etmişler. “Bana, onun teyzesi olduğunu, ismini ‘Vilparizi’ diye telaffuz ettiğini söyledi. Olağanüstü yetenekli bir kadınmış. Hatta zekâ küpüymüş.” diye devam etti babam, hatıratlarda ara sıra karşılaştığı fakat herhangi bir kesin anlam ifade etmeyen bu tabirin belirsizliğinden etkilenerek. Annemin ona duyduğu saygı öylesine büyüktü ki, babamın Mme. de Villeparisis bir zeka küpü olduğu gerçeğine kayıtsız kalmadığını görünce, bunun önemli bir şey olduğu sonucuna vardı. Markiz’in entelektüel değerinin tam olarak ne kadar olduğunu büyükannemden mütemadiyen biliyor olsa da, gözündeki değeri bir anda arttı. O zamanlar sağlığı pek yerinde olmayan büyükannem ilk başta bu ziyarete sıcak bakmadı ve daha sonra konuyla ilgili tüm ilgisini kaybetti. Yeni dairemize taşındığımızdan beri Mme. de Villeparisis defalarca büyükannemi davet etmişti. Büyükannem bu davetlerini her defasında şu sıralar evden dışarı çıkamayacağını belirterek cevaplıyordu; üstelik anlam veremediğimiz yeni bir alışkanlık edindi, artık mektuplarının mühürlenmesini kendisi yapmıyor, Françoise’ı bu işi yapması için görevlendirmişti. Bana gelince, zihnimde bu zekâ küpüyle ilgili çok net bir resim olmadığından, Balbecli ihtiyar bir kadını masanın başında kitap okurken görseydim, buna çok da şaşırmazdım, ki öyle de oldu.
Üstüne üstlük babam, bağımsız adaylığa başvurmayı düşündüğü için, Enstitüde büyükelçinin desteğinin kendisine çok oy sağlayıp sağlamayacağını öğrenmek istiyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, M. de Norpois’nın desteğinden şüphe etmeye cüret etmiyordu fakat bu konuda net bir şey de söyleyemiyordu. M. de Norpois’nın bakanlıktaki tek Enstitü temsilcisi olması için cesaretlendirdiklerinden, babamın adaylığının önüne her türlü engeli çıkaracaklarını, ayrıca zaten başka bir adayı desteklediği için bu durumun bilhassa garip bir hâl alacağına inandırmaya çalıştıklarında, bunların sadece kötü niyetli dedikodulardan ibaret olduğunu düşünmüştü. Hâl böyle olunca, M. Leroy-Beaulieu ilk kez ona aday olmasını tavsiye ettiğinde ve şansını hesapladığında, saygın iktisatçının destek konusunda güvenebileceği meslektaşlarının arasına M. de Norpois’yı katmamasına babam hayran kalmıştı. Babam, büyükelçiye sormaya cesaret edemediğinden, Mme. de Villeparisis’ye yapacağım ziyaretten, onun seçimini güvence altına alınmış şekilde dönmemi umut ediyordu. Zaten bu ziyaretin eli kulağındaydı. M. de Norpois’nın yürüteceği propaganda Akademi’nin en az üçte ikisinin oylarını babama kazandıracağını garanti ediyordu; büyükelçinin lütufkâr hüsnüniyeti meşhur olduğundan bu propaganda babama daha olası görünmeye başlamıştı; hatta onu hiç sevmeyen insanlar bile dünyada ondan daha iyiliksever bir insan olmadığını kabul ederdi. Ayrıca bakanlıkta babamı diğerlerinden daha fazla ve daha belirgin şekilde koruyordu.
Babam bu süreçte başka bir karşılama daha yaşadı ancak baştaki aşırı şaşkınlığını, aynı derecede öfke takip etti. Bir gün sokakta, Paris’teki hayatının göreceli yoksulluğundan ötürü ara sıra bir arkadaşına yaptığı ziyaretlerle sınırlı olan Mme. Sazerat ile karşılaştı. Babamın canını Mme. Sazerat kadar çok sıkan hiç kimse yoktu, öyle ki annem yılda bir kez babama tatlı ve yalvaran bir tonda konuşmaya başlamak zorunda kalıyordu: “Canım, Mme. Sazerat’yı eve davet edeceğim ama gerçekten sadece bir kez, zaten çok da uzun durmayacak.” ve hatta: “Bak canım, senden büyük bir fedakârlık yapmanı isteyeceğim, Mme. Sazerat’yı ziyaret edebilir misin? Seni rahatsız etmekten nefret ettiğimi çok iyi biliyorsun ancak bunu yapman beni çok mutlu eder.” Babamsa gülümsüyor, çeşitli itirazlarda bulunuyor ama sonunda ziyarete gidiyordu. Bütün bunlara karşın, hazzedemediği Mme. Sazerat’yı sokakta gördüğünde babam selam vermek için elini şapkasına götürdü fakat büyük bir şaşkınlıkla, Mme. Sazerat, utanç verici bir eylemden suçlu bulunan ya da ömrünün geri kalanını başka bir yarım kürede yaşamaya mahkûm edilen bir kişinin selamına nezaketen karşılık verirmişçesine buz gibi bir soğuklukla selamına karşılık verdi. Sinir küpüne dönmüş babam suskun bir şekilde eve gelmişti. Ertesi gün annem, başka birinin evinde Mme. Sazerat’yla karşılaşmış. Mme. Sazerat anneme elini uzatmak yerine belli belirsiz ve melankolik bir tebessümle selam vermiş; tıpkı çocukken birlikte oyun oynadığı fakat daha sonra bedbaht bir yaşam sürdürdüğünden ya da bir suçluyla (hatta daha kötüsü), boşanmış bir insanla evlendiğinden bütün ilişkisini koparan birisi gibi. Aslında annemle babam daima Mme. Sazerat’ya en derin saygılarını sunmuş, ona ilham vermişti. Oysa Mme. Sazerat Combray’deki tek Dreyfus sempatizanıydı (ve annemin bundan haberi yoktu). M. Méline’in arkadaşı olan babam, Dreyfus’ün suçlu olduğuna ikna olmuştu. Kendisinden yeni bir yargılama talebinde bulunan bir dilekçe imzalamasını isteyen arkadaşlarından bazılarını dinlemeyi sert bir dille reddetmişti. Bu konu hakkında fikirlerimizin uyuşmadığını öğrendikten sonra bir hafta benimle konuşmamıştı. Onun fikirleri herkes tarafından biliniyordu. Hatta milliyetçi olarak bile görülüyordu. Ailede tek başına cömertçe bir kuşku uyandırmayı başarabilecek tek kişi olan büyükanneme gelince, ne zaman birisi ona Dreyfus’ün masum olma ihtimalinden söz etse, o sırada anlamını çözemediğimiz ama ciddi bir meseleyi düşünen bir insanın hareketlerini andırırcasına başını sallardı. Babama duyduğu sevgisiyle benim zekâma olan umudu arasında kalan annem, sükûnet içinde ifade ettiği tarafsızlığını koruyordu. Son olarak da orduya karşı (her ne kadar Ulusal Muhafız Birliğinde görev aldığı yıllar ömrünün en korkunç kâbusları olmasına rağmen) büyük bir hayranlık duyan büyükbabam, albay ve sancağının geçtiğini her gördüğünde, bahçenin parmaklarına gidip şapkasını çıkararak alaya karşı selam dururdu. Bütün bunlar, babamın ve büyükbabamın tarafsız ve onurlu yaşamını gayet iyi bilen Mme. Sazerat’nın onları adaletsizliğin en büyük destekçileri olarak görmesi için yeterliydi. Kişilerin bireysel suçları affedilebilir ancak toplu bir suça iştirakleri affedilmez. Babamın bir Dreyfus karşıtı olduğunu anladığı anda kendisiyle babamın arasına kıtalar ve asırlar koymuştu. Ki bu da, böyle bir zaman ve mekân aralığında babamın selamına verdiği belli belirsiz karşılığın sebebini, aralarındaki devasa boşluğu doldurmaya yetmeyecek birkaç selamlama cümlesinin ya da el sıkışmanın nafile olduğunu açıklıyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Guermantes Markizi’nin Şerefine. (ç.n.)
2
İngilizce kökenli bu kelime büyük bir derebeyine yemin ederek bağlanan derebeyi anlamına gelir. (ç.n.)
3
Ortodoks Kiliselerinde kilisenin başında bulunan en yüksek rütbeli piskopos. (ç.n.)
4
İtalyanca kökenli olan bu kelime kadın terzi anlamına gelir. (ç.n.)
5
Fizik, felsefe, teoloji ve matematik gibi pek çok alanda uzmanlığı bulunan ünlü düşünür, Blaise Pascal. (ç.n.)
6
Cezayir’in Fransızcası: Algerie ve okunuşu: Aljei şeklinde. (ç.n.)
7
Fransa’daki bir şehir olan Angers ve okunuşu Anje şeklinde. (ç.n.)
8
Chanoine: Fransızcada dinî bir kuruluşa bağlı rahip kelimesinin erkek hâli. (ç.n.)
9
Chanoisse: Chanoine’nın kadın hâli. (ç.n.)
10
Maire: Erkek belediye başkanı. Mairesse: Kadın belediye başkanı ya da belediye başkanının karısı. (ç.n.)
11
Fransa’nın kuzeyinde yer alan Méréglise bölgesini Proust, Méséglise olarak değiştirmiştir. (ç.n.)
12
Jean de la Bruyère’in sözlerinde acımak; esirgemek, mahrum bırakmak anlamında kullanırdı. (ç.n.)
13
Sağlamlaştırmak, dayanıklı hâle getirmek. (ç.n.)
14
Pek çok inanışta kutsal sayılan kuğu, ruhu ve saflığı temsil eder. (ç.n.)
15
Koşum takmak: Atın kayış takımıyla arabaya bağlanması. (ç.n.)
16
Aslen Phèdre et Hippolyte olan Jean Racine’in yazmış olduğu dramatik tiyatro eserinin ismi. (ç.n.)
17
Yunan mitolojisindeki su altı perilerine verilen isim. (ç.n.)
18
Merhamet ve sempati gibi his uyandırma gücü ya da yeteneği. (ç.n.)
19
Adını ilk üretildiği yer olan Musul’dan alan düz dokuma bir pamuklu kumaş tipi. (ç.n.)
20
Roma mitolojisinde Juno olarak bilinen Hera’nın en önemli simgesi tavus kuşudur. (ç.n.)
21
Bu kavram günümüzde bazı toplumlarda genellikle orta ve alt sınıflar için kullanılsa da Roma döneminde plebler oldukça zengin ve nüfuz sahibi olabiliyorlardı. (ç.n.)
22
Hayatın içindeki güzeli/güzelliği seven, takdir eden ve görmekten mutluluk duyan kişiye denir. (ç.n.)
23
Kısık, çok hafif bir sesle şarkı söylemek anlamına gelen bir müzik terimidir. (ç.n.)
24
Piyanoya benzeyen bir tür çalgı. (ç.n.)
25
Üflemeli bir müzik aleti, İngilizlere özel bir çeşit düdük. (ç.n.)
26
Burada çizgililer diyerek ordunun rütbe sınıfında en alt kademede bulunan onbaşı ve çavuşları kastetmiştir. (ç.n.)
27
Kimi maddeleri korumak, boyamak ve onlara belirli bir parlaklık kazandırmak için kullanılan, saydam ya da donuk, cama benzeyen bir cila. (ç.n.)
28
Hem karada hem suda yaşayabilen, iki yaşayışlı, yüzergezer canlılar. (ç.n.)
29
Tramvay aracının arka kısmında bulunan boşluk. (ç.n.)
30
1894 yılında Yahudi asıllı bir yüzbaşı olan Alfred Dreyfus asılsız iddialar sonucunda vatan haini ilan edilerek Şeytan Adası’na sürgüne mahkûm edildi. Suçsuzluğunu kanıtlayacak deliller olmasına rağmen 12 yıl süren sürgünün ardından beraat etse de bu olay Fransa halkını ikiye ayırma noktasına getirmiştir. (ç.n.)
31
La chartreuse de Parme, 1839 yılında Stendhal tarafından yayımlanan bir roman. (ç.n.)
32
Marie-Georges Picquart Fransız subay ve sonraki dönemde Fransa Savaş Bakanı. Dreyfus Olayı’ndaki kilit isimlerdendir. (ç.n.)
33
Elleri soğuktan korumak için kullanılan, her elin bir yanından sokulduğu, boru biçiminde, içi astarlı kürk. (ç.n.)
34
1880 yılında Henri Rochefort tarafından kurulan L’Intransigeant & le journal de Paris gazetesi. (ç.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов