Книга Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap - читать онлайн бесплатно, автор Марсель Пруст. Cтраница 12
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap
Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap

Peki, kalbimi parçalayan bu yabancı duyguyu bana hissettiren şey, yalnız başına olan bu sesin ta kendisi miydi? Hiç sanmıyorum; bu daha ziyade soyutlanan sesin bir sembolüydü, bir tür gösterimiydi, başka bir soyutlanma olan ilk kez benden ayrı kalmış büyükannemin doğrudan bir sonucuydu. Hayatımın olağan seyri içinde büyükannemin sürekli bana verdiği talimatlar ve koyduğu yasaklar, ona karşı hissettiğim sevgiyi etkisiz hâle getiren itaat etme sıkıntısını ya da isyan ateşini o anda ortadan kaldırıyordu, aslında bu durum sonsuza kadar da sürebilirdi (büyükannem artık beni kendi kontrolü altında tutmakta ısrar etmediğinden, temelli Doncières’te kalacağımı ya da ziyaretimi uzatabildiğim kadar uzatacağımı umduğunu hareketlerinde belli ediyor, bunun sağlığım ve çalışmalarım konusunda faydalı olabileceğini düşünüyordu) ayrıca, çınlayan bu küçük demir parçasını kulağıma tuttuğum zaman, şimdiye kadar geçen her gün tutarsız baskılardan kurtaran ve o andan itibaren karşı konulmaz bir hâle bürünen, beni alıp uzaklara götüren şey tamamen karşılıklı beslediğimiz sevgiydi. Büyükannemin kalmamı söylemesi bende, delice ve hevesli bir şekilde geri dönme özlemini uyandırdı. Hiçbir zaman yapmasını hayal dahi edemediğim ancak gelecek için bana bahşettiği özgürlük hissiyatı bir anda bana onun ölümünden sonraki (ben onu hâlâ çok severken, onun beni sonsuza kadar terk ettiğindeki) özgürlük kadar üzücü görünmeye başladı. “Büyükanne! Büyükanne!” diye haykırdım; onu öpmek istedim; fakat tek sahip olduğum şey onun sesiydi, büyükannem öldüğünde muhtemelen beni tekrar ziyaret eden bir hayalet gibi elle tutulamayan bir sesti. “Konuş benimle!” dedim ancak o andan sonra daha da yalnız kaldım ve büyükannemin sesini hiç duyamaz oldum. Büyükannem de beni duyamıyordu; aramızdaki bağlantı kopmuştu; artık karşı karşıya değildik, artık birbirimizin sesini duyamıyorduk; karanlık deliklerin içinde yankılanan sesimi dur durak bilmeden yükselterek ona sesimi iletme çabamı sürdürüyordum, denemelerimin kifayetsiz kalacağını bile bile. İçimde hissettiğim sıkıntı, çok uzun zaman önce, daha küçük bir çocukken kalabalığın içinde büyükannemi kaybettiğim zaman hissettiğim sıkıntıyla aynıydı, onu bulamayacağım endişesinden çok, onun da beni arıyor olması ve benim de onu aradığımın düşüncesiyle hissettiği türden bir sıkıntıydı; hiçbir zaman kendisine söyleyemediğimiz her şeyi, mutsuz olmadığımıza dair cümleleri duyurabilmeyi çok istediğimiz kişilerle konuşmak istediğimizde cevap alamadığımız günki hislerimle kıyaslanabilen türden bir sıkıntıydı. Manevi dünyaya gitmesine izin verdiğim dost canlısı bir hayaletmiş gibi görünüyor, cihazın karşısında bir başıma durmuş: “Büyükanne, büyükanne!” diye tekrarlamaya devam ediyordum boşu boşuna, ölen sevgilisinin ardından tekrar tekrar adını söyleyen Orpehus misali. Postaneden ayrılıp restorana giderek Robert’i bulup ona, benim Paris’e geri dönmeme sebep olacak bir telgrafın gelme ihtimaline karşı ne pahasına olursa olsun tren saatlerini öğrenmesini istediğimi söylemeye karar verdim. Fakat bu karara varmadan önce son bir kez daha Gecenin Kızları’na, Sözcük Elçileri’ne, çehresiz, bedensiz Mabut’lara danışmam gerekiyormuş hissiyatına kapıldım; fakat kaprisli Muhafızlar bir kere daha mucizevi kapılarını açmaya tenezzül dahi etmemişlerdi ya da belki de açamamışlardı; empresyonist tablolar koleksiyoncusu ve motorlu arabaların sürücüsü (Yüzbaşı Borodino’nun yeğeni olan) genç Prens’e ve matbaanın saygıdeğer mucidine boşu boşuna danışmışlardı; Gutenberg ve Wagram bu yalvarışlarını cevapsız bırakmıştı ve Görünmeyen’in benim serzenişlerim karşısında kulağını kapattığını hissettiğimden oradan ayrıldım.

Robert ve arkadaşlarının yanına gittiğimde, kalbimin artık onlarla birlikte olmadığını, ayrılığımın artık geri dönülemez bir şekilde kesinleştiğini onlardan sakladım. Saint-Loup inanmış gibi görünüyordu; fakat daha sonradan öğrendim ki, ilk andan itibaren kararsızlığımın sahte olduğunu ve ertesi gün beni bir daha orada göremeyeceğini anlamış. Arkadaşları da önlerindeki yemekleri soğuma pahasına bırakarak beni Paris’e götürecek olan trenin tarifesini arayan Saint-Loup’ya katıldıkları sırada bir yandan da yıldızlı, soğuk gecede lokomotiflerin çıkarttığı sesleri işitirken arkadaşlarının dostluğunu ve uzaktan geçen trenin bana hissettirdiği huzuru diğer akşamlarda olduğu gibi hissedemiyordum. Yine de bu akşam görev edindikleri bu eylemi farklı bir şekilde yerine getirerek beni hayal kırıklığına uğratmadılar. Ne yapılacağına odaklanan daha normal, daha sağlıklı olan Robert’in arkadaşlarının ve diğer güçlü varlıkların, sabah akşam Doncières ve Paris arası git gel yapan, büyükannemden günlük olarak gelme ihtimalini bana sunan, yoğun ve uzun süreli katlanılmaz soyutlamalardan beni kurtaracak olan trenleri gösterdiklerinde artık kendi başıma düşünmek zorunda olmadığımdan, ayrılışım beni eskisi kadar çok kahretmiyordu.

“Söylediklerinin doğruluğundan ya da henüz gitmeyi düşünmediğimden bir şüphem yok.” dedi Saint-Loup gülümseyerek. “Ama sen yine de gidiyormuşsun gibi yap ve yarın sabah erkenden benimle vedalaş, aksi takdirde gün içinde seni görememe riskim var; yarın öğle yemeğine dışarı çıkacağım, Yüzbaşı’dan izin aldım; saat iki olmadan kışlaya dönmüş olmam gerekiyor çünkü akşama kadar yürüyüş yapacağız. Öğle yemeği için buradan birkaç mil uzaklıktaki bir adamın evine gideceğim, o beni zamanında yetiştirecektir.”

Otelimden beni bilgilendirmek için gelen haberciyle Saint-Loup’nun sözleri yarım kalmıştı; santral operatörü beni çağırması için haber yollamıştı. Kapanma saati yaklaştığından postaneye koşarak gittim. Görevli benimle konuşurken her cümlesine sürekli ‘şehirlerarası konuşma’ kelimesini ekliyordu. Büyük bir endişe içindeydim çünkü beni arayan kişi büyükannem idi. Postane kapanmak üzereydi. Nihayet bağlantı kurabilmiştim. “Büyükanne, sen misin?” Ağır bir İngiliz aksanına sahip bir kadın sesi cevap verdi: “Evet ama sesinizi tanıyamadım.” Benimle konuşan sesi ben de tanıyamamıştım; üstelik büyükannem bana siz demezdi, sen derdi. En sonunda her şey açıklığa kavuştu. Büyükannesi tarafından aranan genç adamın adı neredeyse benimkiyle aynıydı ve otelin diğer binasında kalıyordu. Tam da büyükanneme telefon ettiğim gün gelen bu çağrı üzerine, arayan kişinin büyükannem olduğundan bir an için bile şüphe etmemiştim. Oysa postane ve otelin de aynı zamanda hata yapması tamamen bir tesadüftü.

Ertesi sabah geç kalktım ve öğle yemeğine davet edildiği kır evine çoktan gitmiş olan Saint-Loup’ya yetişemedim. Saat bir buçuk sularında, Robert döndüğünde orada olmak için kışlaya gitmeye karar vermiştim ve o tarafa doğru giden caddelerin birinden geçerken benim gittiğim güzergâhta ilerleyen üstü açık iki tekerlekli bir at arabası öylesine yakınımdan geçti ki kendimi yolun kenarına atmak zorunda kaldım; arabayı gözünde monokl gözlüğü olan bir astsubay kullanıyordu; Saint-Loup’ydu. Yanında, öğle yemeğinde misafir olduğu ve daha önce yemek yediğimiz otelde tanıştığım arkadaşı vardı. Yalnız olmadığı için Robert’e bağırmaya cesaret edemedim, yine de durup beni de alması umuduyla, bir yabancının varlığından dolayı şapkamı sallayarak selam verip dikkatini çekmeyi başardım. Robert’in uzağı net göremediğini biliyordum; yine de beni gördüğü takdirde, tanıyacağını varsayardım; ki öyle de oldu, gerçekten benim selamımı gördü, karşılık verdi fakat durmadı; son sürat uzaklaşarak, gülümsemeden, yüzünde tek bir kas oynamadan, tanımadığı bir askerin selamına karşılık verirmişçesine elini bir dakika boyunca kepinin hizasında tutmakla yetindi. Kışlaya doğru koşmaya başladım ama epey yol vardı; vardığımda alay meydanda içtima sırasına giriyordu; orada durmama izin verilmedi; Saint-Loup’ya veda edemediğim için kalbim kırılmıştı; odasına çıktığımda çoktan gitmişti; alayın geçidini izleyen ‘kıdemli askerlerden’ biri, üniversite mezunu genç, yürüyüşten muaf olan askerlerden oluşma bir grubu soru sormak için çevirdim.

“Astsubay Saint-Loup’yu gördünüz mü acaba?” diye sordum.

“Geçit törenine gitti, efendim.” dedi kıdemli asker.

“Ben hiç görmedim.” dedi genç mezun.

“Hiç görmedin yani.” diye bağırdı kıdemli asker, benim varlığımı unutarak, “Bizim meşhur Saint-Loup’yu hiç görmedin yani, yeni jokey pantolonuyla inanılmaz görünüyordu! Yüzbaşı gördüğünde kim bilir ne tepki verecek!”

“Ah, jokey pantolonu mu! Bu çok iyiydi!” diye cevapladı hasta olduğu için ‘kışlada’ kalan, yürüyüşe katılmayan ve sıkıntılar yaşayan, kıdemli askerlere karşı korkusuzca lafını esirgemeyen genç mezun. “Jokey pantolonu dediğin şey sadece kumaş bir pantolon.”

“Efendim?” dedi kıdemli asker sinirle.

Genç mezunun söylediği kelimeleri düzeltmesine sinirlenmişti ama o bir Breton’du, Penguern-Stereden adındaki bir köyden geliyordu ve Fransızcayı bir İngiliz ya da bir Alman kadar zor öğrenmişti; ne zaman aklından geçirdiği şeyleri ifade etmekte güçlük çekse ‘Efendim?’ diyerek uygun kelimeyi bulmak için zaman kazanır, kelimeleri toparladıktan sonra konuşmasına başlar, diğerlerinden daha iyi bildiği birkaç kelimeyi tekrarlamakla yetinirdi ama tüm bunları yaparken telaffuzuna aşina olmadığı kelimelerden sakınmak için acele etmezdi.

“Ah! Demek sadece kumaş bir pantolon.” diye karşılık verdi, söyleyişinin hızı azaldıkça artan öfkesiyle. “Ah! Demek sadece kumaş bir pantolon; ben sana onun bir jokey pantolonu olduğunu söylüyorsam, sa-na öy-le ol-du-ğu-nu söy-lü-yor-sam, sa-na öy-le ol-du-ğu-nu söy-le-diy-sem bunu bildiğimden söylemişimdir.”

“Peki madem.” diye cevap verdi genç mezun, onun bu argümanı karşısında tüm gücünü kaybederek. “Sakin ol bakalım, ihtiyar.”

“İşte bakın! Yüzbaşı da geliyor. Özellikle şu Saint-Loup’ya bir bakın; bacağını öne atma şekline bakın ve sonra kafasına bakın. Astsubay demeye bin şahit ister! Hele bir de o monokl gözlüğü yok mu!”

Varlığımdan hiç utanmamış gibi davranışlarına devam eden askerlere, benim de pencereden bakıp bakamayacağımı sordum. Ne itiraz ettiler ne de bana yer açmak için yerlerinden kımıldadılar. Yüzbaşı Borodino’yu ihtişamlı bir şekilde atını tırısa kaldırırken gördüm, âdeta Austerlitz Savaşı’na katılmışçasına bir izlenim uyandırıyordu. Yoldan geçen birkaç aylak asker, alayın tek sıra hâlinde geçişini görmek için kapının kenarında durmuşlardı. Atının üzerinde dimdik duran, yüzü birazcık toplu, yanakları muhteşem dolgunluktaki berrak bakışlı Prens bir sanrının kurbanı olmuş olsa gerekti, tramvay vagonunun her geçişinden sonra ortamı kaplayan sessizliği belli belirsiz bir müzikal titreşim yankılanması bölüyor gibi gelirdi bana. Saint-Loup’ya veda edemediğim için perişan olmuştum fakat yine de yola koyuldum çünkü tek kaygım büyükannemin yanına geri dönmekti; o zamana kadar hep, bu küçük taşra kasabasında, büyükannemin bir başına neler yaptığını düşünüp durduğumda, benimle birlikte olduğu zamanlardaki gibi hayal etmiş, kendi duygularımı zapt etmeye çalışmaktan bu durumun onun üstünde bıraktığı etkileri hesaba katmamıştım; şimdiyse mümkün olan en kısa sürede kendimi onun kollarına atıp, bugüne kadar hiç varlığını dahi bilmediğim ve onun sesiyle bir anda ortaya çıkan hayaletten kurtulmam gerekiyordu; gerçek anlamda benden ayrı kalmış, şartlara katlanmaya mahkûm edilmiş, henüz hiç bilmediğim bir yaşta olan, Balbec’e gittiğim bir başına bıraktığım zaman annemi içinde beni beklerken hayal ettiğim evde bir başına beni bekleyen büyükanneme kavuşmam gerekiyordu.

Ne yazık ki, büyükanneme geleceğimin haberini vermeden oturma odasına girdiğimde onu kitap okurken bulduğumda aslında gördüğüm şey bir hayaletti. Ben odada duruyordum daha doğrusu benim varlığımın farkında olmadığı için henüz odada değildim, tıpkı biri içeri gelince uğraştığı işini şaşkınlıkla kenara bırakan bir kadın gibi büyükannem, hiçbir zaman bana belli etmediği düşünceler silsilesiyle tek başına boğuşuyordu. Orada duran ben ise -temelli olmasa da kısa süreli bir dönüşte kişinin sahip olduğu imtiyaz sayesinde, tabiri caizse kişinin yokluğuna dışarıdan izleyici olma yeteneği sayesinde- yalnızca bir tanık, uzun paltosu ve şapkasıyla bir gözcü, o eve ait olmayan bir yabancı, hayatı boyunca bir daha görmeyeceği kişilerin olduğu bir mekâna gidip fotoğraflarını çeken bir fotoğrafçıdan ibarettim. Büyükannemi gördüğüm sırada gözümde mekanik olarak oluşan işlem aslında bir fotoğraftı. Sevdiğimiz insanlara olan bitmek bilmeyen sevgimizin daimî hareketinin kaydedildiği canlandırılmış sistemde bizim için değerli olan insanları asla görmüyoruz; çehrelerin sunduğu görüntülerin bize ulaşmasına izin vermeden önce onları girdabının içinde gafil avlar, bunca zaman sahip olduğumuz kişi hakkındaki düşüncelerimizin üzerine geri fırlatır, ona bağlı kılar, onunla denk düşürür. Büyükannemin yanaklarının ve alnının hareketlerinden zihninin en hassas, en kalıcı düşüncelerini okumaya alışık olmama, her sıradan bakış bir ruh çağırma hareketi, sevdiğimiz kişinin her çehresi de geçmişinin bir aynası olmasına rağmen, günlük hayatımızın en önemsiz görüntülerini seyrederken tıpkı klasik bir trajedide olduğu gibi, oyunun hareketine hiçbir katkısı olmayan her bir görüntüyü eleyip yalnızca amacını anlaşılır kılmaya yardımcı olabilecek imgeleri elinde tutma misali düşüncelerden sorumlu tuttuğumuz gözlerimiz, büyükannemde donuklaşan ve değişen şeyleri gözden kaçırma konusunda nasıl başarısız olabiliyordu? Ancak olanları izleyen gözümüzün yerine salt maddi bir nesne, bir fotoğraf levhası olsa, o zaman örneğin bir enstitünün avlusunda göreceğimiz şey at arabası çağırmaya kalkışan vakur bir akademisyenin ortaya çıkması yerine, sanki sarhoşmuş ya da yerler buzla kaplanmış gibi sendeleyerek yürümesi, geriye düşmemek için gösterdiği çabaları ve sonunda eksen çizerek düşmesi olacaktır. Keza, sıradan bahtın oynadığı oyun, zeki ve saygılı sevgimizi, gözlerimiz tarafından asla görmemesi gereken şeyleri bakışlarımızdan gizlemek için tam zamanında ortaya çıkarak bunu engellediğinde, alanda ilk boy gösteren ve kendi kendilerine bırakılmış olan bakışlarımız, fotoğraf filmi misali mekanik olarak çalışmaya koyulur ve bize, uzun zaman önce varlığını yitirmiş ancak ölümü, sevgimiz tarafından bu zamana kadar hep bizden gizlemiş olan sevilen kişinin yerine, sevgimizin her gün yüzlerce kez kıymetli ve hileci bir görünme bürüdüğü yeni kişiyi gösterir. Tıpkı uzun zamandır kendi yansımasına bakmamış olan ve zihninde yer edinen kendi kusursuz yüzünün görüntüsünün yenilenmiş hâlini hiçbir zaman görmemiş olan bir hastanın, aynada kuru, çökük avurtlarının ortasında, bir Mısır piramidi kadar devasa, eğik, kızarmış burnunu gördüğünde irkilmesi gibi, büyükannemle hâlâ bir bütün olan, ruhumdaki yerini hiçbir zaman değiştirmeyen, kendi benliğimden ayırmayan, üst üste binmiş saydam anıların içinden görmüş olan ben de, birdenbire, zamanın bir parçası olan yeni dünyanın, “Yaşlılığı da iyi beceriyor.” dediğimiz yabancıların yaşadığı dünyanın bir parçası olan oturma odamızda, yaşamım boyunca ilk kez ve yalnızca bir an, -çünkü çok geçmeden kayboldu- kanepenin üstünde, kırmızı yüzüne vuran bir lambaderin yoğun ve loş ışığı altında, düşüncelerde kaybolmuş, daha önce hiç görmediğim, akıl sağlığını yitirmiş bir insan gibi gözlerini kitabın satırlarında gezdiren, karamsar yaşlı bir kadın gördüm.

Mme. de Guermantes’ın koleksiyonundaki Elstir’in eserlerini yakından inceleme isteğime Saint-Loup: “Seni temin ederim ki bu iş gerçekleşecek.” şeklinde karşılık vermişti. Ve maalesef ki bu isteğime karşılık veren tek kişi de oydu. Zihinsel aşamalarımızı, onları canlandıran küçük kuklalar ile düzenleyip hayal gücümüze uyacak şekilde hareket ettirdiğimizde, başka insanlara cevap vermek konusunda hiç zorluk yaşamayız. Kuşkusuz o zaman bile, başka bir kişinin bizimkinden farklı olan doğasından kaynaklanan zorlukları hesaba katar, karşıt eğilimleri etkisiz hâle getirecek olan heyecan duygusu, inanç ve maddi çıkar gibi bizi bu durumdan kurtaracak olan yollara başvurmaktan kendimizi alıkoymayız. Oysa bizim doğamızdan farklı bir doğaya sahip olduklarını düşünmemize sebep olan da, bu zorlukları ortadan kaldıran da, zorlayıcı güdüleri uygulayan da yine kendi doğamızdır. Böylece, zihnimizde diğer kişiye yaptırdığımız ve onun bizim istediğimiz şekilde hareket etmesini sağlayan davranışları gerçek hayatta sergilemesini istediğimizde, durum değişir; üstesinden gelinemeyecek, daha önce hiç karşılaşmadığımız engellerle karşılaşırız. En güçlü engellerden biri şüphesiz, kendisine âşık olmayan, ona karşı aşılmaz bir nefret besleyen hatta korkunç bir tiksinti duyan bir kadına âşık olan adamın hisleridir; Saint-Loup’nun Paris’e gelmediği uzun haftalar boyunca, yengesine mektup yazıp ricamı iletmesi için resmen yalvarmama rağmen Elstir’in eserlerini görmem için beni hiç davet etmedi.

Binada oturan başka bir sakinden de soğukluk belirtileri hissettim. Bu kişi Jupien’dı. Doncières’den döndüğümde, daha kendi evimize çıkmadan, içeri girip ona selam vermem gerektiğini mi düşünüyordu? Annem öyle bir şey olmadığını, bunun gayet alışıldık bir durum olduğunu söyledi. Françoise da onun sebepsiz yere anlık çıkıntılıklar yaptığını, aksi bir mizacı olduğunu söylemişti. Çok geçmeden bu ruh hâli kaybolurmuş.

Bu arada kış mevsiminin son demlerini yaşıyorduk. Birkaç hafta boyunca süren sağanak ve fırtınalardan sonra bir sabah, -deniz kıyısına gitme özlemimi yok eden şekilsiz, esnek, kasvetli rüzgârın yerine- baca duvarının yanına yuva yapan güvercinlerin ötüşünü duydum; parıldayan, beklenmedik bir anda, nazikçe koruyucu kabuğunu yırtıp açarken orta noktasındaki güzellikleri ortaya çıkartan, eflatun ve saten gibi narin ilk çiçeğini açan sümbül gibi, hâlâ kapalı ve karanlık olan yatak odamın içine açılan pencereden günün ilk ışıklarının yorgunluğunu, göz kamaştıran parlaklığını odaya nüfuz ettiren güneş gibi. O sabah, Floransa ve Venedik’e gittiğim yıldan beri aklıma hiç gelmemiş bir müzikhol melodisini mırıldandığımı fark ettiğimde çok şaşırdım. Güzel ya da kötü bir günün tekerrürü misali hava, organizmamızı o kadar derinden etkiler ki hafızamızın deşifre edemediği toz tutmuş raflarda yer alan melodileri gün yüzüne çıkarır. İlk başta ne çaldığını fark etmese de çok geçmeden içimde dinlediğim bu müzisyene daha bilinçli bir hayalperest eşlik etti.

Balbec’e varıp Balbec Kilisesi’ni gördüğümde, kilisenin zihnimde yer edinen bütün cazibesinin kaybolmasının, Balbec’e özgü sebeplerden olmadığının elbette farkındaydım; Floransa’da, Parma’da ya da Venedik’teki manzaralara baktığım zamanda da hayal gücüm gözlerimin yerini alamayacaktı. Bunun farkındaydım. Benzer şekilde, bir yılbaşı gününün akşamında, gece çökerken bir tiyatro afişinin asılı olduğu direğin önünde durduğum sırada bazı kutsal günlerin, esasında takvimdeki diğer günlerden farklı olduğunu düşünmemizin bir yanılsamadan ibaret olduğunu keşfetmiştim. Nitekim, Paskalya’yı Floransa’da geçirmeyi dört gözle beklediğim zamanı festival havasına sokmaktan kendimi alıkoyamamıştım; deyim yerindeyse, Çiçekler Şehri’nin atmosferine, hem Floransa’ya, Paskalya’ya özgü şeyler hem de Paskalya’ya, Floransa’ya özgü şeyler yüklüyordum. Paskalya’ya daha çok vardı; fakat önümde uzanan günler dizisinde kutsal günler takvimdeki diğer günlerden daha belirgin bir şekilde göze çarpıyordu. Uzakta görülen, yayılan ışınların yansımasından ara sıra ortaya çıkan köyün bazı evleri gibi, diğer tüm günler gölgede kalırken, güneş ışığı bu özel günlerin üstüne bir yağmur misali yağdırıyordu aydınlığını.

Hava artık daha ılıman hâle gelmişti. Anne ve babam da daha fazla egzersiz yapmam konusunda beni uyarırken, sabah yürüyüşlerime devam etmem için bir bahane buluyorlardı. Mme. de Guermantes’la karşılaştığım için bu yürüyüşlerimden vazgeçmek istemiştim; Fakat tam da bu sebeple, sabah yürüyüşlerini bir an olsun düşünmeyi bırakmadım; bu durum da Mme. de Guermantes’la ilgisi olmayan yeni sebepler bulmama yol açıyordu; Mme. de Guermantes olmasaydı da zaten her sabah aynı saatte yürüyüşe çıkıyor olma fikrine kolayca ikna olmuştum.

Ne yazık ki, kendisinden başka biriyle karşılaşmamın benim için hiçbir önem arz etmemesine rağmen, Mme.de Guermantes’ın benim dışında dünyadaki herhangi biriyle karşılaşsa tahammül edebileceğini hissediyordum. Sabah yürüyüşlerinde, kendisinin de böyle gördüğü birçok aptalın selamlarına maruz kalıyordu. Ama onların yolda karşısına çıkması herhangi bir zevkin habercisi olmasa bile, her nasılsa bir rastlantının sonucu olarak görüyordu. Zaman zaman onları durdururdu; insanın kendinden kaçmaya, ne kadar mütevazı ve yalın olursa olsun, yabancı bir ruh olması şartıyla başka bir insanın ruhunun sunduğu misafirperverliğe konuk olmaya ihtiyaç duyduğu anlar vardır; oysa benim kalbimde bulacağı şey yine kendisinin olacağını bildiğinden sinirleniyordu. Bu nedenle, onunla aynı yolda yürürken onu görme arzumdan başka bir sebebim olsa bile, yanından geçerken suç işlemiş bir adam gibi titriyordum; bazen de, abartılı göründüğünü düşündüğüm davranışları telafi etmek amacıyla başıyla verdiği selama belli belirsiz bir karşılık verir ya da şapkamın önünü hafifçe indirmeden sadece gözlerimi dikip bakar ve onu her zamankinden daha fazla sinirlendirmeyi, hatta beni küstah ve terbiyesiz düşünmesine neden olacak sebepleri vermeyi başarırdım.

Artık daha hafif, en olmadı daha açık renkte kıyafetler giyiyor ve eski aristokrat malikânelerin devasa cepheleri arasına sıkışmış dar dükkânların önündeki stantlarda meyve, tereyağı ve sebze satan tezgâhtarları güneşten koruyan, bahar gelmiş gibi şimdiden açılmış tentelerin olduğu sokaktan aşağı doğru süzülüyordu. Uzaktan görebildiğim kadarıyla yürüyüşünü, güneşten korunmak için şemsiyesini açışını, karşıdan karşıya geçişini seyrettiğim bu kadının, en yetkili kişilerin görüşüne göre, bu hareketleri yapma ve bunları mükemmel bir zarafetle icra etme sanatının yaşayan en büyük temsilcisi olduğunu söyledim kendi kendime. Bu arada bana doğru ilerliyordu; bu yaygın şöhretin bilincinde olmadan, ince ve bunların hiçbirini benimsememiş inatçı bedeni, eflatun rengi bir fuların altında dimdik duruyordu; berrak, kasvet dolu gözleri dalgınlıkla önüne bakıyor, belki de bana bakıyordu; bir yandan da dudağını ısırıyordu; manşonunu33 düzeltişi, yolun kenarında duran bir dilenciye sadaka verişi, seyyar çiçekçiden bir demet menekşe alışını ünlü bir ressamın fırça darbelerini seyrederkenki hissettiğim hayranlıkla izliyordum. Bana kadar ulaştığında, bazen hafif bir gülümsemeyle birlikte bana selam verdiğinde, sanki benim için renkli bir eskiz çalışması, bir şaheser çizmiş de bana ithaf etmiş gibi gelirdi. Elbiselerinin her biri bana, ruhunun belirli bir açıdan yansıması gibi doğal, zorunlu bir ortam gibi görünüyordu. Büyük Perhiz’in olduğu günlerden birinde onunla karşılaştığımda, öğle yemeği için dışarı çıkarken boğazı hafifçe kesilmiş parlak kırmızı kadifeden bir cübbe giyiyordu. Mme. de Guermantes’ın yüzü sarı saçlarının altında hayal meyal belli oluyordu. Her zaman olduğum kadar hüzünlü değildim; çünkü yüz ifadesinin melankoliği, elbisesinin korkunç renginin kendisiyle dünyanın geri kalanı arasına çektiği perde, onu bir şekilde yalnız ve mutsuz gösteriyordu ve bu beni rahatlatıyordu. Cübbe, onda daha önceden görmediğim ve belki de teselli edebileceğim bir kalbin yaydığı al rengi ışınlarının, etrafında cisimleşmiş hâli gibiydi; hafifçe kıvrılan kıyafetin mistik ışığı içinde korunmasıyla bana, Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki bir azizeyi hatırlatıyordu. Daha sonra bu kutsal şehidi üzmekten utandım. “Aman, sonuçta sokaklar herkese açık.”

Sokaklar herkese açıktır diye hatırlatıp durdum kendime, kelimelere farklı bir anlam yüklüyor, hem gerçekten de sık sık yağmurla ıslatarak güzel ve değerli kıldığı, eski İtalyan kasabalarındaki caddeleri anımsatan bu caddeye hem de Guermantes Düşesi’nin kendi gizli yaşamının dünyevi anlarını umumi hayata kattığı, en büyük sanat eserlerinin karşılıksız görkemliliğiyle kendisini yoldan geçen herkese ve muhtelif kişilere göstermesine hayran oluyordum. Bütün gece uyanık kaldıktan sonra sabahleyin dışarı çıktığım için, annemle babam öğleden sonralarında biraz uzanıp kestirmemi söylüyorlardı. Bir insanın uykuya ulaşması için çok fazla çaba sarf etmesine gerek yoktur ancak bu konuda alışkanlıklar iyi iş görür, hatta düşüncelerden kurtulmak konusunda bile. Oysa öğleden sonlarında bunların ikisi de benim için mümkün değildi. Uyumadan önce, uyuyamayacağımı düşünmeye o kadar çok zaman ayırıyordum ki, uyuduktan sonra bile düşüncelerimin bir kısmı kalıyordu. Düşünceler neredeyse zifirî karanlıkta bir parıltıdan başka bir şey değildi ama uykuma önce uyuyamadığım fikrini daha sonra da bu yansımanın bir yansımasını, uyurken de uyuyamadığım zamanki düşünceleri yansıtacak kadar da parlaktı; ardından biraz daha kırılarak, odama gelen arkadaşlarıma, bir dakika önce uyurken, uykuda olmadığımı sandığımı anlatmaya çalışırken yeni bir uykuya uyanışımı yansıtıyordu. Bu gölgeler neredeyse hiç ayırt edilemiyordu; hepsini kavramak için çok hassas -bir o kadar da beyhude- bir algı hassasiyeti gerekiyordu. Benzer şekilde, daha sonraki yıllarda Venedik’te, güneş battıktan çok sonra, hava oldukça karanlık göründüğünde, sanki optik bir pedala basılmış gibi kanalların yüzeyinde sonsuza kadar tutulan son bir ışık notasının belli belirsiz ahengi sayesinde, sarayların yansıması, suların alaca karanlık griliği üzerinde koyu bir kadife misali gözler önüne seriliyordu. Rüyalarımdan biri, hayal gücümün uyanık olduğu saatlerde, etrafı denizlerle çevrilmiş, Orta Çağ zamanından kalma belirli bir mekânı tasvir etmeye çalışmasının bir senteziydi. Uykumda denizin durulmuş dalgaları arasından yükselen boyalı pencereleri olan Gotik bir kaleyi gördüm. Denizin bir kolu kasabayı ikiye bölüyordu; yeşil sular ayaklarıma kadar uzanıyordu; karşı kıyıdaysa Doğu Ortodoks Kilisesi’ni ve ardındaki on dördüncü yüzyıldan beri varlığını sürdüren evleri yıkıyordu; onlara doğru gitmek, zamanın akışında hareket etmek gibi olurdu. Doğanın sanattan öğrendiği, denizin Gotikleştiği, ulaşmayı arzuladığım, imkânsıza ulaştığıma inandığım bu rüyayı ilk defa görüyormuş hissine kapılmamıştım. Ancak uykumuzda hayal ettiğimiz şeylerin bir özelliği de geçmişte çoğalmasıdır; yeni olsa bile bize oldukça aşina gelmesinden dolayı yanıldığımı düşünüyordum. Amma velakin, bu rüyayı sık sık gördüğümü fark ettim.