Книга Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap - читать онлайн бесплатно, автор Марсель Пруст. Cтраница 11
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap
Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap

“Çok aptalca bir rüyaydı.” diye bitirdi; hâlâ nefes nefeseydi.

Bununla birlikte, sonraki bir saat boyunca, defalarca metresini telefonla arayıp barışmak için yalvarma noktasına geldiğini görebiliyordum. Babamın bir süredir telefonu vardı; fakat bunun Saint-Loup’ya bir faydası olup olmayacağından şüpheliydim. Üstelik Saint-Loup’nun metresine karşı hissettiği zarif ve yüce gönüllü duygulara tercüman olmak için ailemi, hatta ailemin evindeki bir eşyayı alet etmek bana pek yakışık almaz gibi geliyordu. Kötü rüyası da hafızasından silinmeye başladı. Sabit ve dalgın bakışlarıyla, beni görmeye geldiği o birbiri ardını izleyen korkunç günlerde benim hafızamda yer edinmiş Robert, sert metalden yapılmış bir merdivenin tırabzanlarına yaslanmış metresi konusunda vereceği kararı düşünüyordu.

Sonunda kendisini affedip affetmeyeceğini sormak için yazdı. Kesin bir kopuş olmadığını anladığı anda, barışmanın tüm sakıncalarını görmeye başladı. Zaten çektiği acılar azalmaya başlamıştı ve yeniden yakınlaşma gerçekleşirse birkaç ay içinde ilişkilerinin üzüntü dolu pençelerini çıkaracağını neredeyse kabul etmiş olacaktı. Tereddüdü çok uzun sürmedi. Tereddüt etti; çünkü artık metresine yeniden kavuşabilecekti, bunu yapabilecekti yani kavuşması kesinleşmişti. O yüzden sadece metresi ona, metanetini geri kazanabilmek için yeni yılda Paris’e gitmemesi konusunda ricada bulundu. Robert’te ise Paris’e gidip onu görmeyecek yürek yoktu. Öte yandan, metresi Robert’le birlikte yurt dışı seyahatine çıkmayı kabul etmişti, fakat bunun için izin başvurusunda bulunması gerekiyordu ve Yüzbaşı Borodino bu konuya hiç de sıcak bakmıyordu.

“Yengemle gerçekleştireceğin buluşmanın ertelenmesi konusunda gerçekten çok üzgünüm. Sanırım Paris’e Paskalya zamanı gideceğim.”

“O hâlde Mme. de Guermantes’ı ziyaret edemeyeceğiz; çünkü yılın o vaktinde Balbec’te olacağım. Ama gerçekten hiç önemli değil.”

“Balbec’te mi? Ama ağustosa kadar gitmezsin ki sen oraya.”

“Haklısın ama önümüzdeki yıl sağlığım için beni oraya erkenden gönderecekler.”

Saint-Loup’nun tek korkusu, bana anlattıklarından sonra metresiyle ilgili bende kötü bir izlenim oluşturmaktı. “Böylesine hiddetli olmasının nedeni fazlasıyla açık sözlü, duyguları konusunda fazlasıyla kusursuz olmasıdır. Lakin kendisi muhteşem bir varlıktır. İçindeki o şairane ruhun ne kadar güzel olduğunu hayal dahi edemezsin. Her yıl Ölüleri Anma Günü için Brugge’ye gidiyor. Ne kadar ‘hoş’ değil mi? Bir gün onunla tanışırsan ne demek istediğimi anlarsın; bir azameti var…” Kadının bulunduğu çevrede konuşulan edebî dil Saint-Loup’nun da içine işlediğinden şöyle devam etti: “Onda yıldızlara özgü bir şey var, şairlere ilham veren bir şey; ne demek istediğimi anlıyorsundur, rahiple bir bütün olan şair misali.”

Akşam yemeği boyunca, Saint-Loup’nun Paris’e gelene kadar beklememe gerek kalmadan yengesinden beni görmesini istemesini sağlayacak bir bahane arıyordum. Bu bahaneyi bana, Saint-Loup ile Balbec’te tanıştığımız ünlü ressam Elstir’in birkaç tablosunu görme arzusu sağladı. Aslına bakarsanız bu bahanede gerçeklik payı da vardı; çünkü Elstir’e yaptığım ziyaretlerde, tablolarından istediğim şey, gerçek bir buz çözülmesini, el değmemiş taşra kasabasının meydanını, sahilde uzanan kadınları anlamaya ve sevmeye öncülük etmesiydi (kendisinden bekleyebileceğim en büyük şey, derinliğine inemediğim gerçekleri, alıç çiçeklerinden yapılma bir yol misali resmetmesi olurdu, güzelliğini benim için ebedîleştirsin diye değil, gözler önüne sersin diye); öte yandan şimdi, arzumu uyandıran resimlerin özgünlüğü, baştan çıkarıcı çekiciliğiydi; bilhassa en çok istediğim şey Elstir’in diğer tablolarına bakmaktı.

Ne var ki, onun en değersiz resimleri, ondan daha ünlü ressamların şaheserlerinden bile daha farklı bir şeymiş gibi görünürdü. Elstir’in eserleri, sınırları aşılması imkânsız, eşsiz sağlamlıktaki bir krallık gibiydi. Kendisi ve eserleri hakkında makalelerin yer aldığı az bulunan dergileri toplayarak, peyzaj ve natürmort resmetmeye yakın zamanda başladığını, başlarda mitolojik konuları ele alırken (atölyesinde bunları konu alan bir iki eserine denk gelmiştim), daha sonra uzun bir süre Japon sanatının etkisi altında kaldığını öğrenmiştim.

Çeşitli tarzlarının en karakteristik eserlerinden bazıları taşlara dağıtılmıştı. En güzel peyzajlardan birine ev sahipliği yapan Les Andelys’teki bir ev, değirmen taşından yapılma duvarları muhteşem alacalı pencerelerle süslenmiş Chartres bölgesindeki bir köy kadar görülmeye ve ziyaret etmeye değer bir arzu uyandırıyordu ve ana caddedeki biçimsiz evinin bir odasına bir astrolog misali kapanmış, dünyanın aynalarından birini, diğer bir tabirle Elstir’in tablosunu inceleyen ve muhtemelen tabloyu binlerce frank karşılığında satın almış olan bu hazinenin sahibine karşı duyduğum hissiyat, hayati bir konu hakkında benimle benzer düşüncelere sahip insanların kalplerini, en derindeki mizaçlarını içgüdüsel samimiyet aracılığıyla benliğimle birleştiren hissiyattı. En sevdiğim ressamın üç önemli eseri, bu dergilerin birinde yazana göre Mme. de Guermantes’a aitti. Sonuçta, Saint-Loup metresinin Brugge’ye yapmayı planladığı seyahati bana anlattığı akşamda, akşam yemeğinde, arkadaşlarının gözü önünde, kelimeler düşünmeden ağzımdan dökülürken oldukça samimiydim:

“Sakınca yoksa bir şey daha söyleyecektim. Sözünü ettiğimiz hanımla ilgili son bir şey daha var. Balbec’te tanıştığım ressam Elstir’i hatırlıyor musun?”

“Evet, tabii ki.”

“Benim onun eserlerine ne kadar hayran kaldığımı hatırlıyor musun?”

“Evet, hem de çok iyi hatırlıyorum; hatta ona bir mektup bile yazmıştık.”

“İşte, bahsi geçen hanımla tanışmak istememin bir diğer sebebi de -başlıca sebebi bu değil elbette, yan sebeplerden biri bu- … kimi kastettiğimi anladın, değil mi?”

“Elbette anladım. Ne kadar çok uzattın.”

“O hanımın evinde Elstir’in çok güzel tablolarından biri var.”

“Öyle mi bilmiyordum.”

“Elstir muhtemelen Paskalya’da Balbec’te olacak; artık neredeyse tüm yılını orada geçiriyor biliyorsunuz. Paris’ten ayrılmadan önce o tabloyu görmeyi ne çok isterdim ama. Yengenizle olan ilişkiniz ne kadar yakın bilmiyorum, siz Paris’te olmayacaksınız bunun da farkındayım fakat bir şekilde ona benim hakkımda reddedemeyeceği kadar iyi bir itibar bırakıp siz olmadan oraya gidip resmi görmem için müsaade isteyebilir misiniz acaba?”

“Hiç merak etme. Hatta onun adına seni temin ederim ki bu iş gerçekleşecek. Bu iş artık benim meselem.”

“Ah, Robert, siz şahane bir insansınız; sizi çok seviyorum.”

“Bunları duymaktan çok memnun oldum; fakat bana söz verdiğin ve yapmaya da başladığın gibi sen dersen daha çok memnun olacağım.”

“Umarım gidişiniz hakkında konuşmuyorsunuzdur.” dedi Robert’in arkadaşlarından biri. “Biliyorsunuz, Saint-Loup izne çıksa bile bu hiçbir şeyi değiştirmemeli, biz her zaman buradayız. Belki bu durum sizin için o kadar da eğlenceli olmayacaktır fakat onun yokluğunu aratmamak için elimizden geleni yaparız.” Nitekim, Robert’in metresinin Brugge’ye tek başına gideceğini düşünürken, o zamana kadar dik başlı bir şekilde itiraz eden Yüzbaşı Borodino astsubay Saint-Loup’ya Brugge’ye gitmesi için uzun bir izin verdiğinin haberi geldi. Olay şöyle gerçekleşmiş: Gür saçlarıyla oldukça böbürlenen Prens, iş hayatına III. Napolyon’un berber çırağı olarak başlamış olan, şu anda da kasabanın en önde gelen berberinin daimî müşterisiydi. Yüzbaşı Borodino, haşmetli havasına rağmen alt tabakadan insanlara oldukça temiz kalpli yanaştığından berberle de arası çok iyiydi. Oysa berber, parasını her zaman zamanında ödeyen, pek çok arabası ve binek atı olan Saint-Loup’ya, şampuanları, saç kesimleri ve benzeri şeylere ek olarak, Portugal ve Eau des Sauvrains parfüm şişeleri, usturalar ve kayışlarla kabaran, nereden baksan en az beş yıllık ödenmemiş borç defterine sahip olan Prens’ten daha fazla saygı duyuyordu. Saint-Loup’nun metresiyle birlikte gidememekten duyduğu can sıkıntısını öğrendikten sonra, kafası sandalyenin arkasına doğru gergin bir şekilde uzatılmış, beyaz bir kayışla sabitlemek için bağlanmış, boğazına tehdit edercesine ustura dayanmış Prens’e heyecanla bu konuyu açtı. Genç bir adamın aşk maceralarını anlatan bu anlatı karşısında, Prens gibi Yüzbaşı Bonapartvari hoşgörüyle bir tebessüm gösterdi. Ödenmemiş hesabını düşünmesi pek olası bir şey değil; fakat bir Dük’ün tavsiyesi onu kötü etkilediği kadar berberin tavsiyesi de iyi yönde etkiliyordu. Daha çenesinde sabun köpükleri dururken, izin sözünü vermişti hatta akşamına da izin emri imzalanmıştı. Yaptığı şeyleri gün boyu dile getirip böbürlenmeyi alışkanlık hâline getiren ve bunu yaparken, yalan söyleme konusundaki şaşırtıcı yeteneğini ve tamamen uydurmalardan ibaret olan hünerlerini gözler önüne seren berbere gelince, böylesine önemli bir meselede bir defaya mahsus Saint-Loup’ya iyilik yaparken, yaptığı şeyin havasını atmadı; sanki gösteriş yapmak için yalan söylemek mecburiyetmiş ve yalana ihtiyaç olmadığı zaman yerini alçak gönüllülük alırmış gibi, bu konu hakkında bir kez olsun Robert’e bahsini açmadı.

Saint-Loup’nun bütün arkadaşları, Doncières’de kaldığım süre boyunca ya da ne zaman oraya gelirsem geleyim, Robert olmasa bile, kendi atlarının, ordugâhlarının ve zamanlarının emrime amade olacağını söylediler; bu genç adamların sahip oldukları rahatlıkları, gençlikleri ve kuvvetlerini benim zayıflığımın hizmetine sunarkenki büyük samimiyeti hissediyordum.

“Niçin her sene buraya gelmiyorsunuz?” diye devam ettiler. Kalmam için uzun ısrarlarından sonra: “Bizim dingin hayatımızın size nasıl hitap ettiğini kendi gözlerinizle gördünüz! Üstelik alayda olup biten her şeyle kıdemli bir asker kadar ilgileniyorsunuz.”

Nitekim ismini bildiğim çeşitli subayların, onların gözünde layık oldukları takdir derecesine göre sıralamaları yönündeki hevesimi hâlâ sürdürüyordum; tıpkı okul günlerimde sınıftaki diğer arkadaşlarıma Théâtre-Français’deki aktörleri sıralattığım gibi. Daima listenin en başında yer aldığını duyduğum generallerden birini, Galliffet ya da Négrier gibi, Saint-Loup’nun bir arkadaşı aşağılayıcı bir ifadeyle: “Ama Négrier generallerimiz arasında en zayıf olanlardan biridir.” diyerek yerine yeni, el değmemiş, heves uyandırıcı Pau ya da Geslin de Burgogne isimlerini koydu; bu isimlerde, modası geçmiş Thiron ya da Febvre isimlerini tıpkı daha parlak bir ışık yakıldığında ışıltısı geri planda kalan küçük mum misali gölgede bırakan, tanıdık bir isim olmayan Amaury’nin yarattığı sevincin aynısını hissettim. “Négrier’den bile daha mı iyi? Peki hangi bakımdan daha iyi; bana bir örnek ver.” Alayın kıdemsiz subayları arasında bile derin farklılıkları gözlemlemek istiyor, bu farklılıkların nedeninde askerî üstünlüğü oluşturan temel nitelikleri kavramayı umut ediyordum. Hakkında konuşulması en çok ilgimi çeken, en sık gördüğüm kişi olan Borodino Prensi idi. Ama ne Saint-Loup ne de arkadaşları, bölüğü en yüksek verimlilik seviyesinde tutmayı başaran bu güzel subayın sergilediği tutumu sevmediği gibi adamı da sevmezlerdi. Elbette ondan, geri kalanlarıyla çok fazla iletişim kurmayan ve onlara kıyasla kaba saba, patavatsız tavırlar sergileyen mason subaylar gibi de bahsetmiyorlardı doğal olarak, yine de M. de Borodino’yu diğer soylu subayların arasına dâhil etmiyorlardı; aslına bakıldığında Saint-Loup’ya karşı bile kayda değer biçimde farklı davranıyordu. Diğerleri, Robert’in sadece astsubay olduğu gerçeğinden ve dolayısıyla nüfuzlu akrabalara sahip olmasından faydalanarak, normalde küçümseyerek tepeden bakacakları üst düzey subayların evlerine davet edildiklerinde, genç bir astsubayın işine yarayabilecek herhangi bir kodamanla yemek yeme fırsatını kaçırmamak için Saint-Loup’yu da davet ederlerdi. Bir tek Yüzbaşı Borodino’nun, Robert’le olan ilişkisi resmî ilişkiyle sınırlıydı (ki bu bile her zaman mükemmeldi). Böyle davranmasının nedeni, büyükbabası İmparator tarafından mareşal ve prens-dük ilan edilen ve ardından yaptığı evlilikle İmparator’un ailesine katılan, babası da III.Napolyon’un bir kuzeniyle evlenmiş olan ve askerî darbeden sonra iki kez bakanlık yapmış olan Prens, tüm bunlara rağmen, Saint-Loup ve Guermantes muhiti için pek bir değeri olmadığını hissetmesiydi; hâl böyle olunca, olaylara onlarla aynı bakış açısından bakmayan Prens’in gözünde de onların hiçbir değeri yoktu. Saint-Loup’nun gözünde -Hohenzollern’in bir akrabası olan- kendisinin gerçek bir soylu değil, bir çiftçinin torunu olduğundan şüpheleniyor, fakat aynı zamanda kendisi de Saint-Loup’yu kontluğu İmparator tarafından onaylanmış -SaintGermain banliyösünde ‘tasdikli’ kontlar olarak bilinirlerdi- ilk başta kaymakamlık yapmış, daha sonra başka bir görev için, kendisine ‘Monsenyör’ diye hitap edilen, hükümdarın yeğeni olan Majesteleri Borodino Prensi’nin emri altında devlet bakanı olarak görevlendirilmiş bir adamın oğlu olarak görüyordu.

Muhtemelen Borodino bir yeğenden daha fazlasıydı. İlk Borodino Prensesi’nin, Elba Adası’na kadar takip ettiği, I. Napolyon’a, ikincisinin de III. Napolyon’a hürmetlerini bahşettiği söyleniyordu. Yüzbaşı’nın durgun çehresinde, I. Napolyon’un -doğal yüz hatları olmasa da en azından ince işlenmiş görkemli bir maskesini takmışçasına- izlerine rastlanıyordu; özellikle hüzünlü ve nazik bakışlarında, sarkık bıyıklarında III. Napolyon’u anımsatan bir şey vardı; bu öylesine çarpıcı bir andırıştı ki, Sedan Muharebesi’ndeki yenilgisinden sonra esaret altında İmparator’un birliklerine katılmayı talep ettiğinde, Bismarck’ın önüne getirilen bu talep reddedildikten sonra başka bir yere gönderilirken, Bismarck gitmek için hazırlanan genç adama baktığında farkına vardığı benzerliğinden etkilenip kararını yeniden değerlendirerek onu geri çağırmış ve herkesin talebini reddetmesine rağmen bu talebi yerine getirmişti.

Borodino Prensi, Saint-Loup’yla ya da alayda bulunan Saint-Germain banliyösündeki sosyeteye mensup diğer temsilcileriyle görüşmek için hiçbir çabaya girişmiyordu (hâlbuki pleb asıllı, hoş adamlar olan iki teğmeni sık sık davet ediyordu); bunun nedeni hepsine imparatorluk azametiyle tepeden bakarak iki alt sınıf arasında şöyle bir ayrım yapıyordu: İlk sınıftaki kişiler, mensup olduğu sınıfının farkında olurlardı ve ihtişamlı görünüşünün altında sade ve neşeli bir adam olduğundan vaktini bunlarla geçirmekten çok zevk alırdı, diğer sınıftakilerse kendilerini üstün sandıkları için bunlara ayıracak tek bir dakikası bile yoktu. Bu yüzden alayın diğer tüm subayları Saint-Loup’yu başlarının üstünde gezdirirken, Borodino Prensi, kendisine Mareşal X… tarafından tavsiye edilen, her zaman örnek teşkil edilecek şekilde görevleri yerine getiren Saint-Loup’yla emir üzerine iletişim kurmuş, hiçbir zaman evine davet etmemişti, özel bir durum nedeniyle davet etmek zorunda kaldığı o istisnai gün dışında; bu olay Doncières’te kaldığım süre zarfında gerçekleştiği için beni de yanında getirmesini söylemişti. O akşam Saint-Loup’yu yüzbaşının masasında gördüğümde, iki aristokrasinin arasında var olan farkı ayırt etmekte zorluk çekmedim: eski soylular ve imparatorluk mensupları. Ait olduğu sınıfın kusurlarının zihninin her noktasıyla inkâr etse de bu sınıf Saint-Loup’nun kanına işlemişti; en azından bir asırdır gerçek bir otorite uygulamasından mahrum bırakılan bu sınıf için, olağan eğitimin bir parçası olan koruyucu şefkat, binicilik ya da eskrim gibi ciddi bir amaç olmaksızın yalnızca bir spor olarak icra edilen bu faaliyet egzersizden başka bir şey değildir; kendilerinin samimiyetinden zevk aldıklarına ve üsluplarının gayriresmîliğinden onur duyacaklarına inandıkları, eski soyluların şimdiye kadar tepeden baktıkları orta sınıfın temsilcileriyle buluşulduğunda, Saint-Loup, onunla kim tanıştırılırsa tanıştırılsın, yabancının adını tam olarak kavrayamasa da elini uzatıp dostça sıkardı ve sohbeti sırasında (mutlak bir kayıtsız tavırla sürekli bacak bacak üstüne atıyor, ardından bozup tekrar atıyor, sandalyesinin arkasına yaslanırken bir eliyle ayağını tutuyordu) ona ‘sevgili dostum’ diye hitap ederdi. Öte yandan, şanlı hizmetlerinin bir mükâfatı olarak verilen ve sayısız adamı komuta eden, o kadar insanla nasıl başa çıkılması gerektiğini bilmesiyle yüksek makamları akıllara getiren, unvanlarının esas anlamlarını hâlâ koruyan bir soylu sınıfına mensup olan Borodino Prensi, kendi statüsünü -çok bariz bir şekilde ya da herhangi bir kişisel üstünlük duygusuyla olmasa da genel olarak tutumu ve davranışlarıyla bunu her halükârda ortaya çıkaran bedeniyle- hâlâ etkili olan bir ayrıcalık olarak görüyordu; Saint-Loup’nun omzuna dokunup koluna gireceği burjuva kesimine Borodino Prensi görkemli bir nezaketle hitap ediyor, doğasında bulunan arkadaş canlısı gülümsemesini ihtişamlı bir ihtiyat içgüdüsüyle harmanlıyor, kasıtlı bir resmiyet havasına eşlik eden şefkat duygusunu konuşmasına yansıtıyordu. Bunu yapmasının nedeni, şüphesiz, babasının en yüksek makamlarda görev yaptığı, Saint-Loup’nun tavrının, masanın üstüne koyduğu dirseğinin, ayağını tutan elinin pek hoş karşılanmayacağı saray ve büyükelçilikle olan yakın ilişkisindendi; fakat esasında Prens’in böyle davranmasının başlıca sebebi burjuva kesimini onun kadar hor görmemesiydi; çünkü bu kesim, Napolyon’un mareşallerini, soylularını, seçtiği, hatta III. Napolyon’un Rouher, Fould gibi önemli kişilerin çıkarttığı bitmez tükenmez bir kaynaktı.

Kuşkusuz, bir bölüğe komutanlık yapmak dışında yapacak önemli bir şeyi olmayan, İmparator’un oğlu ya da torunu olan M. de Borodino’nun zihninde, babasının ve büyükbabasının zihnini meşgul eden kaygıların hiçbirini bağdaştırabileceği bir nesne olmadığından ötürü gerçek dünyada bunların hayatta kalması mümkün değildi. Ancak bir sanatçının ruhunun, öldükten yıllar sonra bile kendi yaptığı heykeli şekillendirmeye devam etmesi gibi bu kaygılar da gerçeğe dönüşüyor, somutlaşıyordu; Prens’in yüzü de bunların aktarıldığı bir tuval hâline geliyordu. Bir onbaşıyı I. Napolyon’un canlılığıyla azarlıyor, III. Napolyon’un dalgın hüznüyle sigarasının dumanını üflüyordu. Doncières sokaklarından sivil kıyafetlerle geçtiğinde, melon şapkasının altından etrafa saçtığı bakışlarının parıltısı, yüzbaşı kimliğini muhteşem bir şekilde gizlerdi; Masséna ve Berthier gibi emir subayı ve levazım subayıyla başçavuşun odasına girdiğinde insanlar korkudan tir tir titrerdi. Bölüğü için pantolon kumaşı seçerken terzi ustasına, Talleyrand’ı şaşırtacak, İskender’i aldatacak türden bakışlar atardı; zaman zaman da, teftişini yaparken bir anda durur, o güzel deniz mavisi gözlerini uzaklara sabitleyerek hayaller kurar, bir yandan da bıyıklarını burar, bütün bunları yeni bir Prusya, yeni bir İtalya inşa edermişçesine bir edayla yapardı. Ancak bir anda III. Napolyon’dan I. Napolyon’a geçiş yaparak, teçhizatların düzgün bir şekilde cilalanmadığını işaret eder, askerlerinin erzaklarını tatmak konusunda ısrar ederdi. Evinde, özel hayatında da (eşlerinin mason olmaması koşuluyla) burjuva subaylarının hanımlarına, büyükelçilere layık, kraliyet mavisi Sevr porselenlerinden oluşan yemek takımıyla (babasına Napolyon tarafından verilen ve şu anda yaşadığı taşra sokağındaki sıradan evde daha da paha biçilmez görünüyordu, tıpkı turistlerin özellikle ilgisini çeken, günümüzde müreffeh ve tatminkâr çiftlik evine dönüştürülmüş bazı eski malikânelerdeki rustik porselen dolaplarındaki ender bulunan porselenler gibi) yetinmeyip Napolyon’un diğer armağanlarını da çıkarırdı: -bazı kişiler için soylu olmak sadece hayatları boyunca sürgünlerin en adaletsiz olanına mahkûm olmak anlamına gelmese de, yurt dışındaki bazı diplomatik görevlerde yer alan insanların hayranlığını uyandıran- Soylu ve büyüleyici tavırları, rahat hareketleri, nezaketi, zarafeti ve kraliyet mavisi bir emayın altında, görkemli görüntüleri içeren, esrarengiz, ışıl ışıl bakışları. Prens’in Doncières’deki burjuva kesimiyle olan sosyal ilişkisini ele alırken bu birkaç kelimeyi eklemek daha iyi olur: Yarbay çok güzel piyano çaldı, tabip subayın hanımı konservatuvar madalyası kazanmış biri gibi şarkı söyledi. Tabip subay ve eşi her hafta M. de Borodino’ya misafir olup yemek yerlerdi. Prens izin günlerinde Paris’e gittiğinde Mme. de Pourtalès’le, Muratlarla ve bunun gibi insanlarla yemek yediğini bildiklerinden kuşkusuz bu durumdan gurur duyarlardı. “Fakat.” dediler kendi kendilerine, “Sonuçta o yalnızca bir yüzbaşı; bizi evinde misafir etmekten oldukça memnun oluyor. Yine de o gerçek bir dost.” Oysa Paris yakınlarına atanmak için çeşitli bağlantılar kurmaya çalışan M. de Borodino, Beauvais’de görevlendirdiğinde, pılını pırtını toplayıp taşındı ve Doncières tiyatrosuyla birlikte bu iki müzikal çifti de tamamen unuttu; birlikte sık sık aynı masaya oturdukları ne yarbay ne de tabip subay hayatlarının geri kalanında ondan tek bir haber bile almıştı ve bu durum karşısında ona büyük bir öfke duydular. Bir sabah, Saint-Loup büyükanneme benim hakkımda bilgi vermek için mektup yazdığını ve Doncières ile Paris arasında telefon bağlantısı olduğundan benimle konuşmak için bunu kullanabileceğini önerdiğini itiraf etti. Kısacası, o gün büyükannem beni arayacaktı ve bana dörde çeyrek kala sularında postanede olmamı tavsiye etti. Telefon o tarihte şimdiki kadar yaygın olarak kullanılmıyordu. Hâl böyle olunca alışkanlık, temas hâlinde olduğumuz kutsal güçlerin gizemini o kadar kısa sürede ortadan kaldırıyordu ki, telefon çağrım tek seferde gerçekleşmeyince tek düşündüğüm bunun çok yavaş olduğu ve hiç de iyi idare edilmediğiydi, hatta şikâyet etme noktasına geliyordum. Günümüzde hepimizin yaptığı gibi benim de yeterince hızlı bulmadığım, hoşuma gitmeyen bu beklenmedik değişimler aslında takdire şayan bir sihirbazlıktır; bu sihirbazlığın konuşmak istediğimiz kişiyi görünmez ama sanki gerçek gibi yanı başımıza getirmesi için birkaç dakika yeterlidir; yaşadığı kasabadaki (büyükannem için bu olay Paris’ti) kendi masasında otururken, bizimkinden başka bir gökyüzünün altında, hatta farklı bir hava koşullarında, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ancak bize haber vereceği koşulların ve endişelerin ortasında ansızın, hayal gücümüzün istediği bir anda kendisini (kendisini ve içinde bulunduğu tüm çevreyi) yüzlerce mil uzaklıkta, kulağımızın hemen yanı başında bulur. Bir büyücüden dilek dileyen ve büyükannesini ya da nişanlısını, bir kitabın sayfasını çevirirken, gözyaşlarını dökerken, çiçek toplarkenki hareketlerini olağanüstü berraklıkla, aktrisin izleyicisiyle olan mesafesi kadar yakın ama aslında bir o kadar uzakta, o an gerçekten bulunduğu yerdeki hâllerini gören bir masal kahramanı gibiyiz. Mucizeyi gerçekleştirmek için yapmamız gereken tek şey sihirli deliklere dudaklarımızı yakınlaştırmak ve: Yüzlerini hiç görmeden her gün seslerini duyduğumuz gözünü kırpmadan telefonun başında bekleyen Toy Kızlara; kapılarının arkasından kıskançlıkla bakan, baş döndürücü karanlıklar âlemindeki Koruyucu Meleklerimize; onları görmemize izin vermeden yokluğun ortasında bir anda yanı başımızda beliren Yüce Varlıklara; hiç durmadan boş çömleklerini sesiyle dolduran Danaus’un kızlarına; kimsenin bizi duymamasını umut ederek bir arkadaşımıza sırrımızı mırıldanırken acımasızca: “Seni duyuyorum!” diye bağıran alaycı Erinyelere; Gizem’in çileden çıkmış daimî hizmetkârları ve Görünmeyen’in şüpheli rahibeleri olan Telefonun Genç Kızlarına seslenmektir -bazen olması gerektiğinden daha uzun sürdüğünü kabul ediyorum-.

Sesimiz yankılanır yankılanmaz, sadece kulaklarımızın mühürlenmediği hayaletlerle dolu gecede o ince ses, o soyut ses -mesafeleri ortadan kaldıran sesin ta kendisidir- duyulur ve sevilen kişinin sesi bizimle konuşur.

Konuşan ses, yanı başımızda yankılan o ses, onun sesidir. Ama ne kadar da uzakta! Sesi kulağıma bu kadar yakın olan kişiyi uzun saatler süren yolculuk yapmadan görmenin imkânsızlığıyla yüzleşirmişçesine bu sesi her duyduğumda acı çekiyor, elimizi uzattığımızda sevdiğimiz insanlara ulaşacak, onları tutacakmışız gibi hissettiğimiz bir anda aslında onlardan ne kadar uzak olduğumuzu, konuşmaların sahte ve çok hoş birer yanılsamadan ibaret olduğunu daha net hissediyordum. Öylesine yakındı ki bu ses, hakiki bir hicranın içinde gerçek bir mevcudiyeti hissettiriyordu. Fakat aynı zamanda ebedî bir ayrılığın da habercisiydi! Tekrar tekrar yankılanan bu sesi, çok uzaklardan benimle konuşan kişiyi görmeden bu şekilde dinlerken, başta derinlerden gelen bir çığlık sesi beliriyor ardından çıt çıkmıyor gibi geliyordu bana; bir gün, bir sesin (yalnız ve bir daha göremeyeceğim bir vücuda bağlı olmayan) kulağıma gelip fısıldadığı kelimelerin dudaklarımdan çıkarken sonsuza kadar küle dönüşeceğinin, bunu yaptığı zaman kalbime saplanacak olan sıkıntının farkındaydım.

Ne yazık ki o gün öğleden sonra Doncières’te bir mucize gerçekleşmedi. Postaneye ulaştığımda, büyükannemin çağrısı çoktan alınmıştı; kabine girdim; hat meşguldü; muhtemelen ona cevap verecek kimsenin olmadığını anlamayan birisi konuşmasını sürdürüyordu; ahizeyi kulağıma götürdüğümde cansız demir parçasından saray soytarısını andıran sesler gelmeye başladı; bir kuklayı kancalı dolabına asarak susturmaları gibi onu da kancasına takarak susturdum fakat ahizeyi elime alır almaz saray soytarısı misali gevezeliğine kaldığı yerden devam etti. Sonunda, hattın öteki tarafındaki kişiyi umutsuzluğuyla baş başa bırakarak ahizeyi tamamen bırakmak üzere kancaya asarak, gevezeliğini son ana kadar sürdüren bu gürültücü aletin çırpınmalarını bastırdım ve santral operatörünü bulmaya gittim, bana çok kısa bir süre beklememi söyledi; ardından konuştum ve birkaç saniyelik sessizlikten sonra birdenbire çok iyi tanıdığımı zannettiğim o sesi duydum, yanılmışım; çünkü o zamana kadar büyükannem benimle her konuştuğunda, söylediklerini, gözlerinin büyük ölçüde rol aldığı yüzünün açık hâlinden anlamaya alışmıştım; lakin ilk defa o gün öğleden sonra sesinin kendisini duyuyordum. Sesiyse, bir bütün hâlinde, oranları hiç değişmemiş gibi göründüğünden ve tek başına, yüzünün ve çehresinin eşlik etmediği bir hâlde bana ulaştığından, ne kadar hoş bir sese sahip olduğunu ilk kez o an keşfettim; belki de hiç bu kadar tatlı olmamıştı; çünkü benim yalnız ve mutsuz olduğumu bilen büyükannem, terbiye esasları gereği genellikle kısıtladığı ve sakladığı sevgisini artık tutamayacak noktaya geldiğini düşünmüştü. Sesi tatlıydı ama bir o kadar da üzgündü de; ilk başta tatlılığından ötürü, -bu sese sahip insan sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi- her türlü bencillikten, başkalarına karşı sergilediği her türlü dirençten arındırılmış bir tatlılıktı âdeta; narinliğinden dolayı öylesine kırılgandı ki gözyaşı seline boğulmak için küçük dokunuşu bekliyor gibi görünüyordu; ses bütün çıplaklığıyla yanımda tek başına belirdiğinde, ömrü boyunca onu yaralayan bütün üzüntüleri ilk kez fark ediyordum.