banner banner banner
Odise
Odise
Оценить:
 Рейтинг: 0

Odise

İşte böyle konuştu ve onlar da söylediğini yaptı, hızlı atları arabaya bağladılar. Hizmetçi kadın da onlara ekmek, şarap ve tatlı yiyeceklerden erzak hazırladı, kralların oğullarına layık. Sonra Telemakhos arabaya bindi, Peisistratos da dizginleri topladı ve yanında yerini aldı. Atları kamçıladı ve onlar da hiç isteksizlik göstermeyerek uçtular kırlara doğru, Pilos’un yüksek kalesini arkada bırakarak. Bütün gün yolculuk yaptılar, boyunduruğu boyunlarında sallana sallana, güneş batıp karanlık bütün yeryüzünü kaplayana dek. Sonra Ortilokhos’un oğlu ve Alpheios’un torunu olan Diokles’in yaşadığı Pherae’ye geldiler. Geceyi burada geçirdiler ve Diokles onları misafirperverce ağırladı. Sabahın çocuğu, gül parmaklı şafak görününce tekrar atları koştular ve yankı yapan bekçi evinin altından geçip kapıdan dışarı atları sürdüler. Peisistratos atları kamçıladı ve onlar da hiç isteksizlik göstermeyerek uçtular. Çok geçmeden kırlardaki buğday tarlalarına ulaştılar ve tam vaktinde yolculuklarını tamamladılar; atları çok iyi koşmuştu.

KİTAP IV

Güneş batıp yeryüzüne karanlık çöktüğünde, oyuk yarlar içinde bulunan şehir Sparta’ya vardılar. Doğrudan Menelaos’un evine sürdüler atları ve onu evinde buldular, eşiyle dostuyla şölen yapıyordu, hem oğlunun hem de kızının düğünü onuruna. Kızını yiğit savaşçı Aşil’in oğluyla evlendiriyordu. İzin vermişti Truva’dayken ve kızı ona vermeye söz vermişti. Şimdi de tanrılar gerçekleştiriyordu bu düğünü. Bu yüzden kızını arabalar ve atlarla Aşil’in oğlunun hüküm sürdüğü Myrmidonların şehrine gönderiyordu. Tek oğlu için Sparta’dan bir gelin bulmuştu, Alektor’un kızı. Bu oğlan, Megapenthes, ona esir bir kadından doğmuştu; zira Tanrı, Helen’e Hermione’yi doğurduktan sonra başka çocuk bağışlamamıştı, Hermione altın Afrodit kadar güzeldi.

Menelaos’un komşuları ve yakınları evinde şölen yapıyorlardı ve eğleniyorlardı. Onlara türkü söyleyen ve lir çalan bir ozan da vardı, bu arada iki cambaz aralarında dolaşıp gösteri yapıyordu, ozan türküsünü söylemeye başlayınca.

Telemakhos ve Nestor’un oğlu atlarını kapıda durdurdular, Menelaos’un uşağı Eteoneus dışarı çıktı ve onları görür görmez efendisine söylemek için aceleyle eve koştu. Ona doğru yaklaştı ve şöyle dedi: “Menelaos, yabancılar geldi buraya, iki adam, Zeus’un oğullarına benzerler. Ne yapayım? Atlarını çözeyim mi, yoksa başka yerde bulun sizi ağırlayacak dostlar mı diyeyim?”

Menelaos çok kızdı ve şöyle dedi: “Eteoneus, Boethousoğlu, eskiden sen böyle aptal değildin ama artık bir ahmak gibi konuşuyorsun. Atlarını çöz elbette ve yabancıları getir buraya, yemek yesinler. Buraya gelmeden önce, senle ben de kaldık diğer insanların evlerinde pek çok kez, bundan sonra Tanrı bize huzur içinde yaşamayı bağışlasın.”

Bunun üzerine Eteoneus koşarak gidip diğer uşaklara onunla gelmelerini söyledi. Boyunduruğun altında ter içinde kalan atları çözdüler, yemliklere bağladılar, yulaf ve arpa karışımından yem verdiler. Sonra arabayı avlunun sonundaki duvara yasladılar ve misafirlere evin yolunu gösterdiler. Telemakhos ve Peisistratos sarayı görünce afalladı, zira güneş ve ay gibi pasparlaktı. Baktılar hayran hayran yüreklerinin memnuniyetiyle, sonra hamama gidip yıkandılar.

Hizmetçiler onları yıkadıktan ve yağla ovduktan sonra, yün yelekler ve gömlekler getirdiler ve ikisi de Menelaos’un yanında yerlerini aldı. Bir hizmetçi kadın su getirdi güzel bir altın ibrikte ve ellerini yıkamaları için gümüş bir leğene döktü suyu, yanlarına da temiz bir masa çekti. Kâhya kadın ekmek getirdi onlara ve evdeki güzel yiyeceklerden koydu önlerine, bu sırada tabak tabak her çeşit etten getirdi, et sunan ve önlerine altın kupalar koydu.

Sonra Menelaos selamladı onları şöyle diyerek: “Yemeğe başlayın ve hoş geldiniz. Yemeğiniz bitince size kim olduğunuzu soracağım, zira sizin gibi adamların soyu tükenmez. Asa taşıyan kralların soyundan geliyor olmalısınız, zira aşağılık adamların sizin gibi oğulları olmaz.”

Böyle söyleyerek onlara sığır sırtından yağlı, kızarmış bir parça et uzattı, onur payı olarak konmuştu yanına ve onlar da önlerindeki güzel yiyeceklere ellerini uzattılar. Yeteri kadar yiyip içtikten sonra, Telemakhos Nestor’un oğluna, kimsenin duymaması için başını yaklaştırarak şöyle dedi: “Bak Peisistratos, can yoldaşım, tunç ve altın parıltılarına bak, kehribar, fildişi ve gümüşe. Her şey o kadar muhteşem ki, sanki Zeus’un sarayını görmüş gibiyim. Hayranlıktan kendimi kaybettim.”

Menelaos duydu onu ve şöyle söyledi: “Oğullarım, kimse Zeus’la bir tutamaz kendini, zira onun evi ve her şeyi ölümsüzdür. Ama ölümlü insanlar arasında, belki benim kadar malı olan vardır, belki de yoktur. Ne olursa olsun çok dolaştım ve çok zorluklar çektim, zira filomla eve gelene dek neredeyse sekiz sene geçti. Kıbrıs’a, Fenike’ye ve Mısır’a gittim, Habeşistan’a, Sidon’a ve Arap iline, doğar doğmaz boynuzları olan kuzuların olduğu ve koyunların yılda üç kez doğurduğu Libya’ya da. O ülkede herkes, ister efendi olsun ister halktan biri, bol bol peynir, et ve iyi süte sahip, zira koyunlar yavrular yıl boyunca. Ancak ben dolaşıp bu insanlardan büyük hazineler toplarken kardeşim gizlice ve iğrenç bir şekilde öldürülmüş, kötü karısının hainliği yüzünden, onun için bu servetin efendisi olmak mutlu etmez beni.

Kim olursa olsun ananız babanız, bütün bunları anlatmışlardır size ve dayalı döşeli, görkemli konağımın kalıntılarındaki acı kayıplarımı. Keşke şimdi sahip olduklarımın üçte biri olsaydı da evde dursaydım; burada yaşayıp Truva’nın ovasında kaybolup gidenler de öyle. Sık sık kederlenirim, evimde oturduğumda, her biri için. Bazen üzüntüden ağlarım hıçkırıklarla, sonra susarım, zira ağlamak zayıf bir avuntudur ve insan yorulur bundan bir süre sonra. Bunlara çok üzülsem de bir adama hepsinden çok üzülürüm. Onu düşündüğümde ne yemek yiyebilirim ne de uyuyabilirim, beni öylesine çok üzer, zira Akhalar içinde hiçbiri onun kadar çok çaba harcamadı, onun gibi tehlikeler atlatmadı. Bundan bir şey elde etmedi ve bana acı bir miras bıraktı, zira uzun süre oldu o gideli ve onun sağ mı ölü mü olduğunu bilmiyoruz. Yaşlı babası, uzun süredir acı çeken karısı Penelope ve kucakta bir bebek olarak bıraktığı oğlu Telemakhos onun yüzünden sonsuz acılar çekiyor.”

Böyle konuştu Menelaos ve Telemakhos’un yüreği yandı babasını düşününce. Bunları duyunca gözlerinden yaşlar döküldü, iki eliyle yeleğini yüzüne kapadı. Menelaos bunu görünce, ona konuşması için zaman mı tanısın, yoksa hemen sorup ne olduğunu mu anlasın bilemedi.

Böyle ikilemdeyken Helen çıkageldi yüksek kubbeli ve hoş kokulu odasından, Artemis kadar güzel görünüyordu. Adraste ona bir koltuk getirdi, Alkippe yumuşak bir halı, Phylo da gümüş dikiş kutusunu, Polybos’un karısı Alkandre vermişti ona bunu. Polybos, Mısır’ın Tebai şehrinde yaşıyordu, dünyanın en zengin şehrinde. Menelaos’a saf gümüşten iki hamam teknesi, iki üçayak ve on ölçü altın bağışlamıştı. Bütün bunların yanında, karısı Helen’e çok güzel hediyeler vermişti; altın bir öreke ve üst kenarından altından bir şerit geçen tekerlekli gümüş bir dikiş kutusu. Phylo bunu yanında getirdi; güzel, eğrilmiş iplikle doluydu içi ve menekşe renkli bir yün ipin sarılı olduğu öreke de üzerinde duruyordu. Sonra Helen yerine geçti, ayağını iskemleye koydu ve kocasına sorular sormaya başladı.

“Biliyor musun Menelaos bizi ziyarete gelen bu yabancıların isimlerini?” dedi. “Tahmin edeyim, doğru mu yanlış mı? Ama düşündüğümü söylemeden duramam. Şimdiye kadar ne bir erkek ne de bir kadında böyle bir benzeyiş gördüm, ona bakınca ne düşüneceğimi bilemiyorum gerçekten, bu genç adam Telemakhos’a benzer, Odysseus’un arkasında bir bebek olarak bırakıp gittiği; siz Akhalar yüreğinizde savaşla Truva’ya gittiğinizde benim gibi utanmaz biri uğruna.”

“Sevgili karıcığım!” diye cevapladı Menelaos. “Ben de senin gibi benzettim. Elleri ve ayakları aynı Odysseus’unki gibi, saçları da kafasının şekli ve gözlerindeki ifade de. Bir de ben Odysseus hakkında konuşurken ve benim yüzümden ne kadar acı çektiğini anlatırken gözlerinden yaşlar düştü ve yüzünü yeleğiyle sakladı.”

Sonra Peisistratos şöyle söyledi: “Menelaos, Atreusoğlu, bu genç adamın Telemakhos olduğunu düşünmekte haklısın; ama kendisi çok mütevazı ve buraya gelip de senin gibi konuşması tanrısal bir büyüleyicilikte olan birine hitap etmekten utanıyor. Babam Nestor ona eşlik etmem için beni buraya yolladı, zira ona bir akıl veya öğüt verebilir misin diye bilmek istedi. Babası destek bırakmadan giden bir oğul hep sıkıntı çeker evde, işte Telemakhos’un durumu böyle, zira babası yok ve kendi halkı arasında onu destekleyen hiç kimse yok.”

“Aman Tanrı’m!” diye karşılık verdi Menelaos. “O zaman çok sevgili dostumun oğlu ziyaret ediyor beni, benim uğruma çok acılar çekti o dost. Uzak denizlerden sağ salim dönmeyi nasip edince Tanrı, onu en şatafatlı şekilde ağırlamayı istedim hep. Argos’ta onun için bir şehir kuracaktım ve bir ev yapacaktım. Onu İthaka’dan malları, oğlu ve bütün halkıyla getirecektim ve bana tabi olan komşu şehirlerden birini boşaltacaktım onun için. Böylece birbirimizi görürdük sürekli, böyle yakın ve mutlu bir beraberliği ölümden başka bir şey bozamayacaktı. Ancak zannediyorum Tanrı bizden böyle güzel bir talihi esirgedi, zira zavallı adamı evine gitmekten alıkoydu hepten.”

İşte böyle konuştu ve sözlerinden hepsi ağlamaklı oldu. Helen ağladı, Telemakhos ağladı ve Menelaos da ağladı, Peisistratos’un da gözleri yaşla doldu, sevgili kardeşi Antilokhos’u hatırladı, parlak Şafak’ın oğlu öldürmüştü onu. Bunun üzerine Menelaos’a şöyle söyledi: “Efendim, babam Nestor, evde senin hakkında konuştuğumuzda bana senin az bulunan ve mükemmel bir anlayışa sahip biri olduğunu söylerdi. Eğer mümkünse senden istediğimi yap. Akşam yemeğimi yerken ağlamaktan yana değilim. Sabah zamanı gelince ve öğleden evvel ise ölüp gidenlere ne kadar ağladığıma bakmam. Bu zavallıcıklara yapabileceğimiz tek şey bu. Onlar için saçlarımızı keseriz sadece ve yanaklarımızdan yaşları akıtırız. Benim de Truva’da ölen bir kardeşim var, oradaki adamların en kötüsü değildi o, eminim ki bilirsin, adı Antilokhos’tu, ben hiç gözümle görmedim onu ama derler ki bilhassa ayakları çevik ve savaşta da yiğitmiş.”

“Senin takdirin dostum yaşının çok üstünde.” diye karşılık verdi Menelaos. “Babana benzediğin belli. Tanrı’nın hem eşten ve hem de çocuktan yana kutsadığı bir adamın oğlu olduğun anlaşılıyor hemen; o, Nestor’u kutsadı tüm ömrü boyunca ilk günden beri, kendi evinde mutlu bir ihtiyarlık vererek, yanında hem yardımsever hem de yiğit oğulları var. Onun için bu ağlamalara bir son vereceğiz ve tekrar yemeğimize döneceğiz. Haydi, sular dökülsün ellerimize. Telemakhos ve ben konuşuruz her şeyi yarın sabah.”

Bunun üzerine hizmetkârlardan biri olan Asphalion ellerine su döktü ve önlerindeki güzel yiyeceklere ellerini uzattılar.

Sonra Zeus’un kızı Helen başka bir iş tasarladı. Şaraba her türlü kaygıyı, acıyı ve kötü ruh hâlini yok eden bir bitki kattı. Böyle ilaç katılmış bir şarabı içen, bütün gün bir damla bile gözyaşı dökmezdi; hem anası hem de babası düşüp ölse bile veya erkek kardeşinin yahut oğlunun gözü önünde parçalara ayrıldığını görse bile. Böyle büyük gücü ve etkisi olan bu ilaç, Thon’un karısı Polydamna tarafından verilmişti Helen’e; Polydamna Mısırlı bir kadındı ve bazıları karma kabına konan, bazıları ise zehirli her türlü bitkinin yetiştiği bir yerdi Mısır. Üstelik ülkedeki herkes yetenekli bir hekimdi, zira Paean’ın soyundandılar. Helen bu ilacı kaba koyduktan sonra, uşaklara şarabı dağıtmalarını söyledi, şöyle diyerek:

“Atreusoğlu Menelaos ve siz iyi dostlarım, saygın adamların oğulları, bu Zeus’un isteğidir, zira hem iyiliği hem de kötülüğü veren odur ve her ne isterse onu yapar o, istediğiniz gibi yiyin için burada, bu sırada size anlatacağım hikâyeyi de dinleyin dosdoğru. Odysseus’un maceralarının hepsini tek tek anlatamam size elbette ama Truva önlerindeyken ne yaptığını söyleyebilirim, siz Akhalar her türlüğü çileyi çekerken. Kendini yara bere içinde bırakıp, çaputlara dolanarak düşman şehrine girdi, bir hizmetçi veya dilenci gibi görünerek, kendi halkı arasında göründüğünden oldukça farklı hâlde. Bu kılıkta girdi Truva şehrine ve hiç kimse bir şey demedi ona. Sadece ben tanıdım onu ve sorular sorup durdum ama çok kurnaz davrandı bana. Ancak onu yıkayıp yağla ovunca ve giysiler verince, kendi birliğine ve gemilerine sağ salim dönmeden onu Truvalılara ele vermeyeceğime dair büyük bir ant içtikten sonra, Akhaların niyetlerini anlattı bana. Bir sürü Truvalıyı öldürdü ve Argosluların birliğine dönmeden önce pek çok bilgi topladı, Truvalı kadınlar yas tuttular bunlara ama ben memnundum, zira yüreğim özlüyordu evimi ve Afrodit’in beni oraya götürerek yaptığı yanlış yüzünden mutsuzdum; ülkemden, küçük kızımdan ve evli olduğum kocamdan uzakta, ki hiçbir şekilde o ne güzellikten ne de akıldan yoksundu.”

Ardından Menelaos şöyle dedi: “Söylediğin her şey doğru, sevgili karım. Çok gezdim dolaştım ve çok yiğit gördüm ama Odysseus gibi bir adam görmedim. Ne sabır ve cesaret gösterdi tahta atın içinde, Argosluların en yiğitlerinin Truvalılara ölüm ve felaket getirmek için içinde saklandığı. O sırada sen geldin bize, Truvalılara iyi dilekleri olan bir tanrı göndermişti oraya herhâlde ve yanında Deiphobos vardı. Üç kere dolandın saklandığımız yeri ve elinle yokladın, önderlerimizi adlarıyla çağırdın ve karılarının seslerine benzettin sesini. Diomedes, Odysseus ve ben içerideki yerlerimizde duyduk çıkardığın sesleri. Diomedes ve ben karar veremedik, hemen dışarı fırlayalım mı yoksa içeriden sana ses mi verelim; ama Odysseus bize engel oldu, böylece oturduk ses vermeden, Antilokhos dışında, sana cevap vermeye başlıyordu ki Odysseus iki güçlü elini ağzına kapattı ve öylece tuttu orada. Bu kurtardı bizi, zira Antilokhos’un ağzını kapadı, ta ki Athena seni gelip alıncaya dek.”

“Çok yazık!” diye haykırdı Telemakhos. “Bütün bunlar onu kurtarmaya yaramadı, ne de kendi demir gibi yüreği. Ancak şimdi efendim, bizi yataklarımıza gönderin ki uzanıp uykunun kutsal nimetinden faydalanalım.”

Bunun üzerine Helen hizmetçilere bekçi evindeki odaya yatakları sermelerini söyledi ve güzel, kırmızı halıları serin ve üzerlerine örtüleri yayın, misafirlerin giymeleri için de yün entariler koyun dedi. Bunun üzerine hizmetçiler meşaleler ellerinde dışarı çıktı ve yatakları yaptılar, bir uşak yabancılara eşlik etti o sırada. Ardından Telemakhos ve Peisistratos uyudu orada, avluda, Atreusoğlu ise içteki bir odada yattı, güzel Helen yanında.

Sabahın çocuğu, gül parmaklı Şafak söktüğünde Menelaos kalktı ve elbiselerini giydi. Güzel ayaklarına sandaletlerini bağladı, kılıcını omuzlarına attı ve ölümsüz bir tanrı gibi odasını terk etti. Sonra, Telemakhos’un yanına oturarak şöyle dedi:

“Telemakhos, bu uzun deniz yolculuğunu yapıp Sparta’ya gelmene sebep nedir? Halkın için mi yoksa kendin için mi geldin? Hepsini anlat bana.”

“Gelmemin sebebi efendim, babam hakkında bir şey söyleyip söyleyemeyeceğinizi görmek.” diye karşılık verdi Telemakhos. “Evimi, yuvamı yiyip bitiriyorlar, güzel mallarım israf ediliyor, evim zalim insanlarla dolu, çok sayıda koyun ve öküzümü kesip duruyorlar, anama talipmiş gibi yaparak. Dizlerine kapanıp yalvarıyorum, belki bana anlatırsın babamın hazin sonunu -onu kendi gözlerinle görmüş veya başka bir yolcudan duymuş olabilirsin- zira o dert çekmek için dünyaya gelmiş. Bana acıyıp da olanları yumuşatma, olduğu gibi söyle ne gördünse. Siz Akhalar Truvalılar arasında bitmiş tükenmişken, cesur babam Odysseus’un -sözleri veya davranışlarıyla- sadık hizmetleri olduysa benim için bunu aklına getir ve bütün gerçeği söyle bana.”

Menelaos bunu duyunca çok şaşırdı. “Bu korkaklar cesur bir adamın yatağını mı gasbedecekler?” diye haykırdı. “Bir geyik yeni doğan yavrularını bir aslanın inine koyabilir ve sonra da ormanda veya çimenlik bir vadide otlamaya gidebilir, aslan inine döndüğünde bu ikisini yalayıp yutar, işte Odysseus da talipleri böyle yapacak. Zeus Baba, Athena ve Apollon adına, eğer Odysseus hâlâ Lesbos’ta Philomeleides’le güreştiği ve onu bir güzel alt ettiği zaman olduğu gibiyse; -ki Akhalar çok sevinmişlerdi buna- eğer Odysseus hâlâ böyle bir adamsa ve taliplerin yakınına gelirse, bu talipler tövbe ederlerdi ve hazin bir düğün olurdu. Soruna gelince; sana yalan söylemeyeceğim ve kandırmayacağım, denizin ihtiyarının bana söylediklerinin hepsini hiçbir şey saklamadan sana söyleyeceğim.

Buraya gelmeye çalışıyordum, ama tanrılar beni Mısır’da alıkoydu, zira benim adaklarım onları tatmin etmemişti ve tanrılar haklarını almak konusunda çok katıdırlar. Mısır’a yakın, bir geminin arkasında sert bir rüzgârla bir günde gidebileceği uzaklıkta Pharos diye bir ada vardır. Güzel bir limanı vardır, sularını aldıktan sonra gemilerin açık denize açıldığı. İşte burada tanrılar alıkoydu beni yirmi gün, ilerlemem için güzel esen rüzgâr vermeden. Erzaklarımız tükeniyordu ve adamlarım açlıktan ölüyordu, eğer ki bir tanrıça bana acımasaydı, denizlerin ihtiyarı Proteus’un kızı Eidothoe kurtardı beni, zira çok beğenmişti beni.

Tek başımayken yanıma geldi bir gün, ki çoğu zaman öyleydim, zira adamlar çengelli oltalarıyla adanın etrafında dolanıp bir iki balık yakalamayı umuyorlardı açlığın verdiği acıyı bastırmak için. ‘Yabancı!’ dedi. ‘Belli ki böyle açlıktan kıvranmayı seviyorsun, ne olursa olsun sana fazla dokunmuyor, zira günler geçiyor hâlâ buradasın, kurtulmaya bile çalışmıyorsun, adamların öldüğü hâlde ağır ağır.’

‘Sana anlatayım!’ dedim ben de. “Hangi tanrıça olduğunu bilmiyorum, ben kendi isteğimle durmuyorum burada, gökte yaşayan tanrıları gücendirmiş olmalıyım. O zaman söyle bana, zira tanrılar her şeyi bilir, hangi ölümsüz beni böyle engeller ve söyle bana evime varmak için nasıl denize açılabilirim?’

‘Yabancı.’ diye karşılık verdi o da. ‘Sana her şeyi anlatacağım bir bir. Yaşlı bir ölümsüz vardır denizin altında yaşayan buralarda ve adı Proteus’tur. Mısırlıdır ve insanlar babam olduğunu söyler. Poseidon’un has adamıdır ve denizin altındaki her santim toprağı bilir. Onu yakalayıp sıkıca tutabilirsen sana yolu söyleyecektir, hangi rotaları izleyeceğini ve evine ulaşmak için denizde nasıl gitmen gerektiğini. Eğer istersen evinde olan biteni de söyler, iyi veya kötü, sen uzaklarda uzun ve tehlikeli yolculuğundayken.’

‘Bana gösterebilir misin onu şüphelendirmeden ve kendimi fark ettirmeden bu yaşlı tanrıyı yakalamak için nasıl bir pusu kurulacağını?’ dedim. ‘Zira bir tanrı çok kolay yakalanmaz, hele de bir ölümlü tarafından.’

‘Yabancı!’ dedi. ‘Sana anlatacağım her şeyi bir bir. Güneş göğün ortasına ulaştığı zaman, denizin yaşlı adamı dalgaların altından çıkar, başının üstünü kaplayan batı rüzgârıyla selamlanarak. Dışarı çıkınca uzanır yatar ve uykuya dalar büyük kıyı ini içinde, burada foklar da dışarı çıkar kurşuni denizden ve çevresinde sürüyle yatarlar, Halosydne’nin tavukları derler onlara ve beraberlerinde çok güçlü bir balık kokusu taşırlar. Yarın sabah erkenden, buraya götüreceğim seni ve pusuya yatıracağım. Bu yüzden gemindeki en iyi üç adamı seç, ben sana ihtiyarın oynayacağı bütün oyunları anlatacağım.

Önce bütün foklarına bakacak ve onları sayacak, sonra onları görüp hesap yaptıktan sonra, aralarında uykuya dalacak, koyunları arasındaki çoban gibi. Uykuda olduğunu gördüğün an yakala onu, bütün gücünü göster ve onu sıkıca tut, zira senden kaçmak için elinden geleni yapacaktır. Kendini yeryüzünde bulunan her türlü canlıya çevirecektir, hem ateş hem de su olacaktır. Ancak sıkıca tut onu, daha da kavra sıkı sıkı, ta ki seninle konuşuncaya ve uykuya dalarken olduğu hâline dönünceye kadar. O zaman gevşetip bırakabilirsin, ona hangi tanrıların sana öfkeli olduğunu sorabilirsin ve eve dönmek için denizde ne yapman gerektiğini de.’

Böyle söyleyip dalgaların altına daldı, ben de kıyıda sıralanan gemilerimin olduğu yere döndüm ve giderken yüreğim düşüncelerle kararmıştı. Gemime varınca akşam yemeğini hazırladık, zira gece çöküyordu ve kıyıda yatıp uyuduk.

Sabahın çocuğu, gül parmaklı Şafak sökünce yiğitliğine çok güvendiğim üç adamı aldım yanıma ve deniz boyunca gittim, Tanrı’ya tüm kalbimle yalvararak. Bu sırada tanrıça denizin altından dört tane fok derisi getirdi, hepsi yeni yüzülmüştü, zira kendisi hazırlıyordu oyunu babasına. Sonra bizim için dört tane çukur kazdı, dışarı çıkana dek yatıp beklememiz için. Ona yaklaşınca çukurlarda yatırdı bizi yan yana ve her birimizin üzerine fok derisi örttü. Tuzağın en dayanılmaz anıydı bu, zira foklardan gelen balık kokusu çok felaketti; kim bir deniz canavarıyla beraber yatmak ister? Burada da tanrıça yardım etti bize ve bizi rahatlatacak bir şeyler düşündü, herkesin burun deliklerine tanrısal merhem koydu, öyle tatlı kokuyordu ki bu, fokların kokusunu bastırdı.

Bütün sabah bekledik ve elimizden gelen sabrı gösterdik, yüzlerce fokun güneşlenmek için denizden çıkmasını izledik, öğle vakti denizin ihtiyarı da çıktı geldi ve besili foklarını görünce bakıp saydı onları. Biz ilk sayılanlar arasındaydık, hiçbir hileden şüphelenmedi ve saymayı bitirince yatıp uykuya daldı. Sonra bağıra çağıra üzerine saldırdık ve onu yakaladık, bunun üzerine hemen bildiği düzenleri göstermeye başladı ve önce kendini kocaman yelesiyle bir aslan hâline getirdi, sonra birdenbire bir ejderha, leopar, yaban domuzu oldu, hemen arkasından su olup aktı ve sonra da bir ağaç oldu dimdik; ama biz ona yapıştık ve hiç bırakmadık, en sonunda kurnaz ihtiyar tükendi ve şöyle dedi: ‘Atreusoğlu, hangi tanrı seninle bu düzeni kurdu, beni tuzağa düşürüp isteğim dışında alıkoymak için? Ne istiyorsun?’

‘Sen bunu biliyorsun ihtiyar.’ diye cevap verdim. ‘Beni vazgeçirmeye çalışarak bir şey kazanamazsın. Bunun nedeni şu ki çok uzun zaman bu adada kaldım ve kaçmak için hiçbir işaret göremedim. Cesaretim kırılıyor. Haydi söyle bana, zira tanrılar her şeyi bilir, hangi ölümsüz beni alıkoyuyor? Bana evime ulaşmak için denizde nasıl gideceğimi de söyle.’

‘O zaman, yolculuğunu bitirip eve ulaşmak için hızlıca, Zeus ve diğer tanrılara adaklar sunman gerekiyordu yola çıkmadan önce.’ dedi. ‘Zira arkadaşlarına ve evine dönemeyeceğin karara bağlanmış, ta ki Mısır’ın gökten beslenen nehrine gidip göklerde hüküm süren ölümsüz tanrılara kutsal kurbanlar sunana dek. Bunu yaptığın zaman yolculuğunu bitirmene izin verecekler.’

Yüreğim parça parça olmuştu, Mısır’a o uzun ve korkunç yolculuğu yaparak tekrar geri gitmem gerektiğini duyunca. Buna rağmen, şöyle cevap verdim: ‘Yapacağım ihtiyar, bana buyurduğun şeyleri ama şimdi söyle bana ve doğruyu söyle, Truva’dan yola çıktığımızda Nestor ve benim geride bıraktığımız tüm Akhalar eve sağ salim vardılar mı yoksa herhangi birinin sonu kötü oldu mu kendi gemisinde veya savaş bitince arkadaşları arasında?’

‘Atreusoğlu!’ diye cevap verdi. ‘Niye bana sorarsın? Sana söyleyeceklerimi bilmesen daha iyi, zira hikâyemi duyduğunda gözlerin dolacak. Sorduklarından pek çoğu ölüp gitti ama birçoğu hâlâ duruyor ve Akhalardan sadece iki önder eve dönüş sırasında öldü. Savaş alanında ne olduğuna gelince; sen kendin de oradaydın. Üçüncü Akhalı önder hâlâ denizde, sağ ama dönüşü engellendi. Aias’ın gemileri paramparça oldu, zira Poseidon onu Gyrai’nin büyük kayalıklarına sürdü ama denizden sağ çıkmasına izin verdi. Athena’nın tüm nefretine rağmen ölümden kaçabilirdi, eğer övünerek kendini mahvetmeseydi. Tanrılar denediler ama yine de beni boğamadılar deyince ve Poseidon bu büyük lafı duyunca üç dişli mızrağını güçlü elleriyle kavradı ve Gyrai kayalıklarını iki parçaya ayırdı. Tabanı kaldı olduğu yerde kayanın ama Aias’ın oturduğu kısmı denize yuvarlandı gümbür gümbür ve Aias’ı da beraberinde sürükledi. Böylece tuzlu suları yutup boğuldu Aias.

Senin kardeşin ve gemileri kurtuldu, zira Hera onu korudu ama sarp Malea Burnu’na ulaşmak üzereyken büyük bir fırtınaya yakalandı. Sürükledi onu denizde hiç istemediği hâlde ve eskiden Thyestes’in yaşadığı burna taşıdı ama Aigisthos yaşıyordu artık orada. Fakat çok geçmeden, sağ salim eve dönüş zamanı geldi en sonunda, eski yelkenine rüzgârla arka çıktı tanrılar ve böylece eve vardılar. Agamemnon öptü yurdunun toprağını ve tekrar ülkesinde olduğu için sevinç gözyaşları döktü.

Ama orada Aigisthos’un sürekli nöbette tuttuğu bir gözcü vardı ve ona iki ölçü altın söz vermişti. Bu adam bütün bir yıl beklemişti, Agamemnon geçmesin ve kavgaya tutuşmasın diye. Bundan dolayı Agamemnon’u görünce gidip Aigisthos’a söyledi. Aigisthos da hemen bir komplo hazırlamaya başladı. En yiğit yirmi savaşçısını seçti, avlunun bir tarafında pusuya yerleştirdi, diğer tarafta da bir şölen hazır etti. Sonra arabasını ve arabacısını Agamemnon’a gönderdi ve onu ziyafete çağırdı ama bir hainlik düşünüyordu. Onu oraya getirdi, kendisini bekleyen kaderden habersizdi Agamemnon, Aigisthos şölen bitince öldürdü onu, sanki bir mezbahada öküz boğazlar gibi. Agamemnon’un adamlarından biri bile sağ kalmamıştı, Aigisthos’unkiler de zira avluda öldürülmüştü hepsi.’

Böyle konuştu Proteus ve onu duyunca yüreğim parçalandı, kumların üzerine oturup ağladım. Artık yaşayamayacağımı ve gün ışığını göremeyeceğimi düşünüyordum. Yeteri kadar ağlayıp yerde acıdan kıvrandıktan sonra, denizin ihtiyarı şöyle dedi: ‘Atreusoğlu, böyle acı acı ağlayıp da zaman harcama, hiçbir yararı olmaz sana, en kısa zamanda evine dönmenin yolunu bul, zira Aigisthos hâlâ yaşıyor olabilir, Orestes senden önce öldürmüşse onu, cenazesine yetişirsin.’

Bunun üzerine, bütün acılarıma rağmen rahatlamıştım, şöyle söyledim: ‘O zaman bu ikisini öğrendim. Bahsettiğin üçüncü adamı anlat haydi bana, hâlâ sağ mı yoksa denizde ve evine dönemiyor mu? Yoksa öldü mü? Ne kadar üzse de beni, anlat bana.’

‘Üçüncü adam, İthaka’da yaşayan Odysseus’tur.’ diye cevap verdi. ‘Onu bir adada, su perisi Kalypso’nun evinde gözyaşları dökerken görüyorum, kendisini tutsak olarak tutuyor ve o da evine dönemiyor, zira onu denizde götürecek ne gemileri var ne de gemicileri. Senin sonuna gelince Menelaos, Argos’ta ölmeyeceksin, tanrılar seni Elysion Ovası’na götürecekler, dünyanın öbür ucuna. Burada güzel saçlı Rhadamanthys hüküm sürer ve insanlar dünyadaki her yerden daha rahat yaşarlar orada, zira Elysion’da ne yağmur yağar ne dolu ne kar, Okeanos denizden tatlı tatlı şarkılar söyler batı rüzgârıyla hiç durmadan ve tazelik katar insanların hayatına. Senin başına gelecek bu; çünkü sen Helen’le evlisin ve Zeus’un damadısın.’

Böyle konuşurken dalgaların altına daldı, bunun üzerine ben de yoldaşlarımla geri döndüm gemilere, giderken yüreğim düşüncelerle kararmıştı. Gemilerimize varınca akşam yemeğini hazırladık, zira gece çöküyordu ve kıyıda yatıp uyuduk. Sabahın çocuğu, gül parmaklı Şafak görününce, gemilerimizi suya çektik, direkleri ve yelkenleri koyduk yerlerine, sonra da gemilere bindik, yerlerimizi aldık sıralarda ve kurşuni denize vurduk küreklerimizi. Gemileri tekrar Mısır’ın gökten beslenen ırmağı üzerinde durdurdum ve bol bol sundum kurbanları. Tanrı’nın öfkesini dindirince Agamemnon’un hatırasına bir mezar yığdım, adı sonsuza dek yaşasın diye, bundan sonra eve vardık hemen, zira tanrılar bana güzel bir yel bağışladı.