Elinde hafifçe sıcaklık vardı. Elimi bırakmayarak:
“Oda çok sıcak…”
“Dışarıdan teşrif ettiniz de size oda sıcak geldi. Termometreye bakınız. On sekizden yukarı değil.”
“Arabaya binerken donuyordum. Şimdi de yanıyorum. Vücudum işte böyle nöbet nöbet bazen buz, bazen ateş kesiliyor. Rica ederim, her hâlde şimdi ateşten uzak oturalım. Bir saate kalmaz yine üşümeye başlarım.”
Paltosunu çıkardı. Eldivenleriyle beraber bir sandalyenin üzerine attı. Yine elimden tutarak: “İşte bakınız, şu kanepe sobaya uzak. Oraya oturalım.” dedi.
Kanepenin birer ucuna oturduk. Elimi bırakarak gözlerini kapadı. Arkasına yaslandı. Yorgunluk, kesiklik ima eder bir titreyip ürperme ile başını bir yana eğdi. Kollarını iki yanına salıverdi. Anladım ki misafirimin biraz dinlenmeye ihtiyacı var.
Ben de bir süre sustum. Sonra gözlerini açtı. İlk defa yabancı bir eve giren bir adamda meydana gelmesi tabii bir merakla odanın kıyısına bucağına göz gezdirdi. Nihayet dedi ki:
“Sizi iri yarı, pos bıyıklı bir adam sanıyordum. Düşüncem ne kadar yanlış çıktı!”
“Aynı hâl bende de oldu. O kalın kalemli keskin yazınızdan müthiş bir adam gibi gözümde canlandırmıştım. Bakınız ne kadar aldanmışım.”
Gülerek:
“Onu öyle sizi korkutmak için özellikle kalın kalemle keskin keskin yazdım. Bu kadar nazik olduğunuzu bileydim, korkutmaya kıyamazdım.”
Yarım saat kadar böyle havadan sudan konuştuk. Sonra:
“İşte beyim üşümeye başladım. Haydi sobanın yanında hazırlanmış yerimize gidelim.” dedi.
Karşı karşıya koltuklara oturduk. Ellerimize birer sigara ile ikinci kahveleri aldık. Dışarıdan bora şangur şungur çerçeveleri sarsıyordu.
Naki Bey hem anlatacağı hikâyenin dehşetinden hem de boranın şiddetinden korkuyormuş gibi hafif bir titreme ile dedi ki:
“Ohhh ohhh!.. Bu yerimiz ne kadar iyi… Artık başımdan geçenleri dinlemeye hazırsınız değil mi?”
“Hazırım. Hem de büyük bir sabırsızlıkla hazırım.”
Misafirim üzüntü ile başını bir sağa bir sola salladıktan sonra ağır ağır söze işte şöyle başladı:
1
Ben büyük bir aileden servet sahibi bir zatın tek oğluyum. Doğduğum gün, annemle babam için en mutlu bir gün olmuş. Beni nasıl özenle büyüteceklerini, nasıl şımartacaklarını bilememişler. Çocukluğumdan beri bir emrime yirmi kişi koşar, her sözüm olur. Vurduğum vurduk, kırdığım kırdıktır. Yaratılışım son derece hassas ve asabidir.
Eğitim ve öğrenimime arzuma uygun bir biçimde özen gösterildi. İstediğimi öğrenir, istemediğimi reddederdim. Şundan bundan birer parça tahsil ettim. İşte böyle bir hava içinde yetiştirildim. Gençlik çağına girdim.
İlk gençliğin, o hayatın ilkbaharının cana can katan tatları, günlerin getirdikleri değişik zevkler beni çılgına çevirdi. Bir gence en az öğrenimle en büyük sözler söylemek fırsatını veren, bu harikalı yolu açan meslek şairlik değil midir? Ben de gençlik sarhoşluğunun verdiği o neşe ve kendimden geçişle nazım ve şiir denizine kendimi kapıp koyuverdim. Ah bu tutkum, şiire olan bu olağanüstü düşkünlüğüm ne derin hayallere yol açıyordu. Her kulaç atışımda bütün sahiller nazmın gürültüsünden titriyor, her dalga pırıltısıyla sözlerimin büyüsünden bir kelimeyi yorumluyor sanırdım.
Bazen yorgun uzanırdım. Bulutlara, göklere, aylara, güneşlere fırlattığım kelimelerin evrendeki yankılarını dinler, evet işte rüzgâr bir şarkımı okuyor, işte bülbül bir nazmımı besteliyor, işte gök gürlemesi birdenbire doğan fikirlerim gibi ses veriyor, derdim.
Sanırdım ki gül, ben onu öyle nitelediğim için güzeldir. Akarsular şiirlerimin iniltilerine eşlik etmek için çağlıyor. Bütün baharlar, güzler birer manzumemi rica etmek için gelip geçiyor.
Dünyada bir mısrama visalini arz etmeyecek bir kız düşünemezdim. Âlemi böyle şiirlerimin büyüsüne kapılmış, her sözümü bütün problemlerin anahtarı sayarak talihin kötü yüzünden habersiz sevda vadisine giriştim.
Her arzumu yerine getiren, çabucak kollarıma düşen kızların bu tutkularının şairliğimden çok servetim için olduğunu bir zaman anlayamadım. Beş günde birinden bıkar, sevda saldırılarıma kabul kucağını açacak bir başkasını arardım. Kendi kendime derdim ki: Koklamak için bir çiçek yetseydi Tanrı gül varken sümbülü, menekşe dururken yasemini yaratmazdı. Hepsinin de ruhu okşayan kokusu başkadır. İnsanı kimi sarhoş eder kimi şevke getirir. Kimi güldürür kimi düşündürür. Hepsi de birer türlü esinlenme kaynağıdır.
Bir süre böyle düşünerek bütün gençlik coşkunluğumla bu teorinin arkasından koştum. Ah o zamanlar hayata hayal, hayale gerçek gözüyle bakardım. Kandırıcı sevdama düşen güzellerden kiminin gönül okşayan salına salına yürüyüşü, ötekinin mahmur bakışları, berikinin altın ışıltılı saçları, bir başkasının kışkırtıcı, tahrik edici, cilveli sözleri birer süre beni oyalardı.
Hep bu sevda çiçeklerini birer kere koklar geçerdim. Ne yazık ki sonra anladım. Sonra acı acı hissettim ki hep bu sanılarım boş, hep bu mutluluklar birer etkisi olmayan rüya imiş. Ben bir süre bir hayal âleminde yaşamışım. Meğer kendi yazdıklarıma, manzumelerime en çok aldanan zavallı yine benmişim.
Sefahat denizinin böyle enginlerinde durup dinlenmeden bocaladığımı gören annemle babam bir kayaya çarpmamdan, bir kazaya uğramamdan korkarak beni evlendirdiler.
Birincisiyle geçinemedim, bir ikincisi geldi. Onu da gönderdim. İlk iki karım güzellikte Tanrı’nın özene bezene yarattığı birer güzellik heykeli idiler. Fakat o güzel kafalarında zekâdan eser, insanlık bilgisi adına bir parça bir şey yoktu. Kendilerine bir mehtaplı gecede ruhumun nurlu bulutlar içinde uçuşunu tasvir eden bir şiirimi okuduğum zaman bunu âdeta bir bilmece sanarak gülüşe gülüşe, “Ah bildik, bildik… Karganın bilmecesini yapmışsınız. Çünkü kuşların içinde gece uçan kargadan başkasını bilmiyoruz.” derlerdi.
Şairce hayallerimin uzayı yaran gece uçuşlarını karga sanan bu kadınlarla benim için evliliği sürdürmek mümkün müdür? Güzelliğin tamamlayıcısı zekâdır. Bir güzel ağızdan aptalca sözler işitmek, bir düğünde gülüp söylemek, çalıp oynamak yerine matem etmek kadar ruhu sıkar. Ben karılarımın bu eksik yaratılışlarına bakıp ağlarken onlar bu gözyaşlarımı güzelliklerinin çekiciliğine vererek sevinirlerdi.
Zaten ilk iki karım, beni dalmış olduğum macera ve sevişme âleminden bir adım alıkoyamamıştılar. Dışarıdaki sefih hayatım hemen yine öncekinin aynı gibiydi. Bu coşkunluğum babamla annemi büyük endişelere düşürdü. Bir genç için sürüp gitmesi, maddi manevi tehlikeli bir düşüş demek olan bu hâlin ortadan kaldırılmasına kesin bir yol bulmak için gece gündüz düşünmeye başladılar. Edilen nasihatler, tehditler bir para etmiyordu. Nihayet beni üçüncü defa evlendirmeye karar verdiler. Fakat bu defa bulacakları kızın paha biçilmez güzelliğin yanı sıra biraz okuryazar, yabancı dil bilir ve hatta şair olması evlilik için esas şartlar olarak kararlaştırıldı. Ancak böyle bir kız beni oyalar, aldatır, sefahat eğilimlerinden, uçarılıktan kurtarır, çeker çevirir sandılar.
Aylarca aradılar. Nihayet bu istenen periyi buldular. Düğün dernek kıyametler koptu. Gerdek gecesinde üçüncü karımın beyaz bürümcükten duvağını kayıtsız bir elle açtım. Bu da güzeldi. Yüzünde etkili bir mahzunluk vardı. Fakat ne yalan söyleyeyim? İkinci karım bundan daha güzeldi. Kızın yüzüne baktıkça yavaş yavaş bir acıma hissettim.
Kendi kendime diyordum ki: Zavallı güzel kız. Gönlümdeki sevdanın ömrü kim bilir ne kadar kısa olacaktır? İsteklerim seninle de pek çabuk doymuş hâle gelecek, sonra kokusuna bıkılmış bir demet gibi bir tarafa atılacak, unutulacaksın. Fakat şimdi sen bana aldanmalısın ki şu dört günlük hazlarımız bir sonsuz mutluluk sanılacak kadar iç açıcı olsun. Senden önceki karılarıma da söylediğim kandırıcı sözlere işte başlıyorum. Bir şairin sevda döşeğine gireceğini anla da bu geçici mutluluk için sevin.
Gelinin karşısında gözlerimi süzüp tapınır gibi bir jestle dedim ki:
“Duvağınızı açtığım anda karşıma bütün gökleri, bütün denizleri, çiçekleri, baharları, bütün yüksekliğiyle uçsuz bucaksız, sonsuz bir şiir dünyası çıktı. Ömrümde ilk defa bir kadına karşı gerçek bir aşk hissettim. Yazdığım, yazacağım bütün şiirlerim, belirsiz fikirlerim, düşüne düşüne bulamadıklarım, akla, hatıra gelen şeylerin semalarında yetişemediklerim sanki güzel yüzünüzde yazılmış. Sevda denilen o büyük duygunun bir kadın şeklinde canlandığını işte görüyorum. Ey güzellik perisi, kımıldamayınız. Şu ipeklerin, tellerin, elmasların içinde sizi bir gerçek güzellik sembolü olarak doya doya seyredeyim.”
Tasalı gözlerini bana dikti. İsteğime uyarak bir süre kımıldamadı. Bir coşkun sevda ile kendimden geçmiş olarak yirmi dakika kadar bu şiir levhasını seyrettim. Sonra dedim ki:
“Bu kadar yetişir. Şimdi kımıldayınız. Söyleyiniz. Artık bu güzel putta ruhun varlığını hissedeyim, canlanış mucizesini göreyim. Bu şiir bahçesinin bülbüllerini dinleyeyim.”
Benim bu kandırıcı sözlerim üzerine gelinin güzel yüzünden yıldızlar dökülüyor yahut süslü başındaki pırlantalar tane tane yüzünden akıyor gibi gözlerinden yaşlar yuvarlanmaya başladı.
Evet ağlıyordu. Fakat niçin? Sözlerimden beni adi bir yalancı, kandırıcı mı saydı? Gerçeği anladı mı? Şaşırdım. Vicdansızlığıma biraz da pişman oldum. Ruhum bir manevi bağla ona bağlıymış gibi kendimi tutamadım. Ağlaya ağlaya o elmas damlacıklarının inişine bir süre hayretle baktım. Nihayet dedim ki:
“Fakat güzelim, böyle bir mutlu geceyi gözyaşlarıyla niçin ıslatıyorsunuz? Yoksa bu mutlulukta beraber değil miyiz?”
Cevap vermedi. Duvağının ucunu kaldırdı. Gözlerini sildi.
Üzüntü ile dedim ki:
“Niçin o kutsal örtüyü gözyaşlarıyla ıslatıyorsunuz? Muhabbetimin ateşi bu yaşları kurutmaya yetmez mi?”
Acı, alaylı bir gülümseme ile yüzüme baktı. Bu bakışıyla, “Hayır. Yetmez.” demek istediğini açıkça anladım. Bütün bütün şaşırıp kaldım. Bu şaşkınlığıma bir çeşit helecan, öfke titreyişine benzer bir şeyler de eklendi.
“Sözlerimle sizi sıkıyorsam susayım. Fakat sizi ağlatan sebebi iki kelime ile lütfen açıklayınız.” dedim.
Yay gibi ince kaşlarını yukarı kaldırdı. Havada dalgalanışı insanın en ince sinirlerine kadar işleyen titrek, nazik fakat gücenik bir sesle dedi ki:
“Beyefendi, hiç kukla lakırtı söyler mi?”
Hayretle:
“Nasıl kukla?”
“Nasıl olacak? İşte telli pullu karşınızda duruyor.”
“Haşa… Sizi kuklaya benzetmek için insan temiz hislerden yoksun bir hayvan olmalı. Böyle bir söz benim ağzımdan çıkmadı. Niçin iftira ediyorsunuz?”
“Bu benzetmeniz açıkça değil imalı bir biçimde oldu.”
“Rica ederim, nasıl?”
“İlk emriniz, kımıldama dur. İkinci, haydi kımılda, söyle hitaplarıyla olmadı mı? İşte bundan hissettim. Anladım ki…”
Sustu.
Ben sabırsızlıkla:
“Ey anladım ki… Sonra?”
“Anladım ki siz bu köşede benden önce telli pullu birkaç kukla daha oynatmışsınız.”
Şimdi buna cevap… Sözün burasında ben zınk dedim durdum. Ben onu şairliğime hayran edeyim derken kadın beni dilsiz etti. Eski karılarım üzerine olan bu üstü kapalı değiniş hem zarifçe hem de küçümser nitelikteydi. Bu sözde, “İlk karılarınızı kukla misali idare etmiş olduğunuzu biliyorum. Fakat benim öyle onlar gibi hareket ve davranışlarının iplerini elinize teslim edecek bir kadın olmadığımı siz de bu saatten itibaren biliniz.” anlamında dehşetli bir ima vardı.
Asıl kanıma dokunan şey bu cümleyi benimle eskiden beri konuşmaya alışmış gibi bir metanetle sıkılmadan, gözlerini kırpmadan söylemesi olmuştu.
O şimdi duvağı başında bir gelindi. Biraz utanacak, sıkılacaktı. Ben onun sıkılganlığından, utancından hazlanarak zevkle kendimden geçecek, emel bulutları içinde örtülü bir bakir sevda keşfine uğraşarak aşkı dile getiren en güzel sözlerle onu konuşmaya davet edecek, ağzından bir söz almak için saatlerle uğraşacaktım.
Bu dik, kaba sözler gerdek gecemin bütün o güzel hayallerini kalbimle beraber kırdı geçirdi. Ben o duvağın altından ne bekliyordum? Talihime ne çıktı?..
Cevap vermeden üzüntü ile ben de bir köşeye çekildim. Meydana gelen durumu düşünmek, yargılamak istiyor fakat ne düşüneceğimi bilemiyordum.
İçimi önce şiddetli bir öfke, sonra sebebini pek yorumlayamayacağım acıklı bir duygu sardı. İlk hamlede gelinin terbiyesizliğine hükmettim. Bilmem neden? Sonra bu hükmüm kuvvetini kaybetti. Kendi kendime, Evet evet… Ben hakareti, bu cezayı hak ettim. Zavallı kızcağız kendinden önce yine bu köşeye elmaslara gark olmuş iki gelinin gelip gittiğini biliyor. Üçüncü olarak o yeri alan biraz ileriyi gören bir kimse olursa üzüntüye kapılmakta, duygularına yenilmekte mazurdur, dedim.
İşte öyle karşıdan karşıya bir süre ben ümitsizliğin verdiği dehşete, o, hüzünlere kapılmış olarak birbirimize bakıştık durduk. Birbirimizin kalbinde gizli kalan şeyleri keşfe uğraşır gibi bu çekingen bakışlarımız sırasında gelini ilk soğuk davranışından ötürü pişman olmuş bir hâlde gördüm, öyle hissettim. Üzerimde oyalanan bakışlarından, hafif hafif hareketlerinden, göğüs geçirir gibi nefeslerinden, bütün o hüzünlü, tasalı hâlinden öyle ince manalar uçuyordu ki bu canlı şiir muammasının her nüktesi elmasların parıltılarını tanık yerine koyarak kendini haklı, beni haksız çıkarıyordu.
Bu pırıltılı yanıp yakılma levhasını gönlüm, gözlerim kamaşarak seyrettim. Bir sevda sarhoşluğuna düşer gibi oldum. Kalbimden Bu kadar hırçın olmasan galiba ben seni seveceğim! dedim. Meğer sevmişim. O dakikadan itibaren mutsuz bir sevdalı olmuş, ne korkunç bir uçurumun kenarında dolaştığımdan haberim yokmuş.
Fakat yine de bundan da üç dört günde arzumu alırım sanıyor, bir şiddetli muhabbetle gönlümün ona bağlı kalacağına kesinlikle ihtimal vermiyordum. Böyle bir şey aklımın ucundan geçmiyordu. Geçse bile ne olur? Karım değil mi? İnsanın karısına karşı aşırı sevgisi dünyada en çok arzu edilen bir mutluluk değil midir?
Her şeyde kendimi haklı görür, attığım her adımı gururumu düşünerek atarken, bütün hareketlerimi bu açıdan ayarlarken bilmem bu meselede ne oldu? O ince kalpli geline bütün geçmişteki günahlarımı affettirmek için hemen irademin dışında denilebilecek bir hâlde ayağa kalktım. Yanına gittim. Ayaklarının önünde yere diz çökerek yalvardım.
“Meleğim, gerçeği bilmeden haksız yere beni suçlamayınız. Rumuzla anlatmak istedikleriniz hakkında kader bana acımadı. Her zanlıyı söyletirler. Sonra ondan yana veya ona karşı hüküm verirler. Adalet kanunu böyledir. Fakat bu gece kölenizi öyle acıklı sözler söyleme ızdırabına düşürmemek için bu yargılamamı geleceğe bırakınız. Vicdanınızın önünde temize çıkacağımdan şüphem yoktur. Artık talihimin bana güler yüz gösterdiğine siz büyük bir delil değil misiniz? Hayır, delil değil, siz o gülen talihin ta kendisisiniz. Talih, uygunsuzluktan döndükten sonra sizin lütuf ve acıma bakımından cömertlikte ondan geri kalacağınıza ihtimal veremem. Ah o güzel gözleriniz!..” dedim.
Olağanüstü bir aşk saldırısıyla bir elimle belinden, ötekiyle ellerinden yakaladım. Müspet menfi elektrikle yüklü, tutuşmaya hazır iki cisim gibi vücutlarımızın bu temasından gözden göze şimşekler çakan kıvılcımlar ikimizi de sınırına son düşünülemez bir haz titremesi içinde bıraktı. Gelinin gözleri süzüldü. Bana da bayılmak, hayır bayılmak değil, aşırı zevkten canım çekiliyor gibi bir hâl geldi.
Bütün vücudundan, kabarıp inen göğsünden gül bahçelerinden, bahar çiçeklerinden çıkar gibi yayılan tatlı koku, bu güzel kokulu havaya karışan sıcak nefesi birkaç saniye teneffüs ettim.
Bedia, o nazik vücudundan umulmaz bir kuvvetle birden bir silkindi. Kollarımın arasından kurtuldu. Ve baygın bakışları birdenbire değişti. Öfkeli bir renge büründü. Hışımla bana bakarak, “Beni bırakınız beyefendi! Sizin sıkça sıkça oyuncak kırar yaramaz bir çocuk olduğunuzu biliyorum. Fakat dikkat ediniz. Bu defa elinize geçen oyuncak demirdendir. Onu kırayım derken muhakkak bir tarafınızı incitirsiniz. Sonra size yazık olur.” dedi.
Bu ikinci hakaretin etkisi, şehvet ateşiyle gevşemiş sinirlerim ve bütün kalbimin sıcaklığı üzerine buzlar yağar gibi beni o sonsuz zevkten derin bir ızdıraba düşürdü. Şimdiye kadar Havva kızlarından hiçbirine karşı böyle bir küçülmeyi göze almamış, yine hiçbir kadın ağzından bu yolda hakarete uğramamıştım.
Birdenbire bir mutluluk rüyasından uyanır gibi kendimi toplamaya uğraşarak birkaç adım açıldım. Manalı bakışlarla gelini tepeden tırnağa süzerek:
“Affedersiniz hanımefendi, kendinizi oyuncaklığına layık görmediğiniz karşınızdaki erkek size eğlence olmaya tenezzül etmeyecektir. Vücudunuz bir kocanın okşamalarına tahammül edemeyecek kadar nazikse bunu önceden düşünüp evlenmekten kaçınmalıydınız.”
Gelin aynı mağrur tavırla:
“Beyefendi, siz de bilirsiniz ki evlenme konusunda genellikle kızın fikri sorulmaz. Bunu velileri uygun görür, onlar da zorunlukla kabul ederler.”
“Demek ki bu gelin odasını şereflendirmeniz zorla oldu?”
İnce pembe dudaklarını kıvırarak:
“Gerçeği biraz geç anladınız ama her hâlde zekânızı tebrik ederim.”
Bu son hakarete karşı artık olanca onurum, bütün erkeklik gururum isyan etti. Bu terbiyesizi daha fazla konuşturmaya lüzum görmeyerek neye uğradığımı bilmez bir hâlde zile bastım.
İşlemeli başörtüsü, koyu neftî ipekli entarisi ve güleç bir yüzle içeri giren yenge kadına elimle gelini göstererek “Hanımın içine sıkıntı bastı. Biraz hava almak istiyor. Kendisini dışarı çıkarınız. Anneme de söyleyin, buraya gelsin.” dedim.
Bu söz, beynine birkaç okkalık taş fırlatılmış gibi yenge hanım üzerinde şiddetli bir etki gösterdi. Neşesi derhâl dehşete dönüşerek gözleri büyüdü. Önce ne diyeceğini bilemeyerek birkaç “Aaaaa a a a a!” savurduktan sonra biraz kendini toplayıp:
“Üstüme iyilik sağlık!.. O nasıl lakırtı öyle? Ötekileri birer ikişer yıl sonra savmıştınız. Bu zavallıyı ilk geceden mi kovuyorsunuz? Ben ne gelini dışarı çıkarırım ne de annenizi çağırırım. Beyefendi, aklını başına topla! Bir kere şu karşındaki kızın yüzüne bak… Kıyamadan bu hakareti zavallıya nasıl ediyorsun? Artık böylesini bir daha bulamazsın. O da ana baba evladı… Elin kızına yazık değil mi? Öyle şey olmaz. Oturun, barışın. Aman Allah’ım, bunun neresini beğenmedin?” dedi.
Elleriyle yüzünü kapadı. Böylesine şiddetli bir hakarete uğrayacağını galiba beklemeyen gelin hanımın yüzü kırgınlıktan gül pembesi bir renk aldı. Kendisini korumak için yenge kadının söylediği sözleri onuruna karşı aynı hakaret sayarak gelin yerinden azametle kalktı. Bir gurur sembolü olduğunu temsil ettirmeye uğraşır bir aktris gibi pırlantalı başını havaya kaldırarak yüksek bir tavır aldı.
Bu son hakaret sözlerinin titreşimleri hiç kulaklarımdan gitmez. Yengeye hitap ederek dedi ki:
“Yenge hanım, yenge hanım!.. Ağzından çıkan sözleri kulakların işitsin! Beyefendi beni değil, ben beyefendiyi beğenmedim. Dışarı çıkmak için ayaklarım senin yardımına muhtaç değildir. Beyin annesini çağırın da dertleşsinler.”
Yenge hanım, “A a a”ların en büyüklerini asıl işte burada kopardı.
Ben büyük bir hiddet, yenge kadın anlatılmaz bir hayret içinde iken gelin, tatlı akışlı bir ırmak hâline girmiş saman uğrusu gibi pırıl pırıl, ışık dalgalarını andırır bir salınışla akıp yürüdü. Hareketli adımlarıyla çiğneyip geçtiği o feci gelin odasının kapısı önünde durdu. Başını çevirdi. Muzaffer bir eda ile bana derin, manalı bir bakış fırlattı. Meğer bu bakışla, “Kalbine açtığım sevda yarasını şimdi sen bir iğne deliği kadar bile hissetmiyorsun. Bak onu ben nasıl büyüteceğim. Ne derecede kana bulaşmış bir hâle getireceğim. Onun şifa bulmasını sağlayamayacaksın. Bir iyileşme yolu bulamayacaksın.” demek istermiş. O derin bakışın bu korkunç manasını o zaman değil çok sonra anladım. Gerçekten gönlüme öyle bir kapanmaz, şifa bulmaz yara açtı ki onu her gün bir iğne ile kurcalaya kurcalaya kapanmasını engellemekteki ustalığına şaştım kaldım, işte o yara (kalbini göstererek) işliyor, hâlâ işliyor…
Macerasını anlatan Naki Bey’in bu noktada rengine bir kızıllık geldiğini görerek “İsterseniz bir limonata takdim edeyim.” dedim.
“Hayır birader hayır… Başımdan geçenlerin daha limonata içilecek yerlerine gelmedim. Göreceksiniz ki oralarda ‘Aman Allah yanıyorum!’ diye bağıracağım.” cevabını verdi. Sonra hikâyesine devamla:
Bana o manalı bakışı fırlattıktan sonra gelin öyle bir gösteriş ve büyüklükle oda kapısından çıktı ki yenge kadın bana, ben yenge kadına şaşkın şaşkın bakakaldık.
Beş on dakika sonra o şaşkınlıktan biraz kendimizi kurtarınca yenge kadın sordu:
“Beyefendi, şimdi ne yapacağız?”
“Bu kızı şu saatte bir arabaya koyup babasının evine göndermekten başka bir yapacağımız yoktur.”
“Hiç aceleyle öyle şey olur mu? Durun bakalım, kızın fikrini, derdini anlayalım.”
“Artık pek anlaşılmayan bir yönü kaldı mı? İşte hepsini açıkça söyledi. Benden hoşlanmamış.”
“Ama siz hoşlanılmayacak bir delikanlı mısınız?”
“Tabiat bu ya… Hoşlanmayabilir. Zorla güzellik olur mu? Belki bir başkasını seviyor. Belki o sevdiği benden çok daha güzeldir. Çünkü buna başka mana veremiyorum.”
“Sus beyim sus!.. Ah şimdiki kızlar!.. Gideyim annenizi çağırayım da işi bir konuşunuz. Fakat şey… Siz bu kızı sevdiniz mi?”
“Benden hoşlanmayan bir kızın nesini seveyim? Dünyada kadın kalmasa yine de böylesine tenezzül etmem. Öteki karılarım bundan güzeldi. Sen çok iyi bilirsin.”
“Bilirim, bilirim… İşte onların ahı çıkıyor zannederim.”
“Şimdi benim tandırname dinlemeye vaktim yok! Ahı mahı ne olacakmış? Bu gece defederiz, biter gider! Hadi sen annemi gönder.”
Çağırmaya lüzum kalmadan o sırada annem alı al, moru mor bir hâlde odadan içeriye girdi. Yorgun, bitkin ve bezgin bir hâlde bir kanepenin üzerine yığıldı. Bir süre o bize baktı, biz ona baktık. Nihayet bana hitapla dedi ki:
“Bu ne demek olacak oğlum böyle? Babanı odasında hafakanlar boğuyor. Kızı dışarıda o hâlde görünce ben de öldüm öldüm, dirildim!”
“Nasıl hâlde?”
“Nasıl olacak? İki gözünün yaşı yağmur gibi akıyor!”
Yenge ile çok şaşırmış bir hâlde birbirimize baktık. Hayretimi bir türlü yenemeyerek sordum ki:
“O kız ağlıyor mu dışarıda?”
“Git de marifetini gör! Daha ilk geceden bu hakaretler reva mıdır? Babana, bana acımadınsa bari gelinin duvağına hürmet edeydin. Bunu da öteki bıraktığın kızlar gibi mi sandın? Bu, şöyle böyle bir adamın kızı değil ki… Onlar bizden kibar… Kızlarını dışarı vermiyorlardı. Bin türlü rica minnetle aldık. Elinden uçanla kaçan kurtulmuyor. Türkçe, Fransızca okuma yazma… Nakış, dikiş, biçme, kesme… Piyano, keman, her türlüsü…”
“Birinci sınıf artist olduğunu zaten görünce anladım.”
“Halt etmişsin! Niçin olsun arsız? Lakırtı söylerken yarı beline kadar kızarıyor. Gayet irfanca lügatli sözler söylüyor. Bazı lakırtılarını ben bile anlamıyorum…”
“İşte hep bu hâlleri artistliğinden ileri geliyor.”
“Niçin inat ediyorsun Naki? Sana arsız değil diyorum.”
“Anneciğim, ben arsız demiyorum! Artist diyorum! Fransızlar hünerli olanlara böyle derler.”
“Fransızlar hünerli olanlara arpis mi derler? Başka takacak ad bulamamışlar mı? Aman ne derlerse desinler! Şimdi bana o lazım değil. Aranızda ne geçti? Sen onu anlat bakayım.”
“Uzun uzadıya söze lüzum yok. Şu anda o kızı bir arabaya koyup babasının evine göndermeli. Anlıyor musun anne? Şu anda…”
“Öyle ya… Benim o kadar aylık emeğim, bunca masraf havaya gitsin… Âlemin dedikodusunu da düşünmeyelim. Beyefendi hoşlanmadı diye ilk gecesinde kızı arabaya koyup babasının evine gönderiverelim, öyle mi? Naki, burasını iyi bil… Bundan sonra karı diye damlara çıksan büyük sözüme tövbe, senin için görücü gezmem. İşte bu evlenmen son evlenmendir. Artık el kızlarının başlarını ateşte yakamam. Allah’tan korkarım. Şimdi bir arabaya koyup gönderin sözleriyle bört bört böbürlenme öyle… O da senin başına kusmadı ya… Zaten kız yalvarsan durmuyor. ‘Bir araba getirin, babamın evine gideceğim. Bu gece beni burada alıkoyarsanız kendimi kuyuya atarım!’ diyor.”
“İşte iyi ya… Mademki o da öyle arzu ediyormuş, kendini kuyuya atmasına meydan vermemek için gönderin gitsin.”
“Naki, doğru söyle, kıza ne yaptın? Az buz hakaret görmekle duvağı başında bir gelin bu sözü söylemez.”
“Hiçbir şey yapmadım.”
“Hiçbir şey yapmadan bu rezalet çıkmaz. Hele hele doğru söyle.”
“Anneciğim, siz şimdi onu gönderin. İşi sonra size anlatırım. Eğer beni haksız bulursanız vereceğiniz cezaya razıyım.”
Annem hiddetle gözlerini açarak şimdiye kadar kendisinden hiç görmediğim bir şiddetle:
“Halt etmişsin hayırsız! Ben öyle ilk geceden babasının evine kız göndermem. Hep senin sözün değil, bu defa benim sözüm olacak. Bu işi nasıl berbat ettinse gel yine kendin öyle temizle… Kız bizim sözümüzü dinlemiyor. Gel, yalvar yakar, ne yaparsan yap, bu gece kendisini alıkoy. Yarın ben âlemin, özellikle kız anasının yüzüne nasıl bakacağım? İşte ayak diriyorum, mutlak bu iş böyle benim dediğim gibi olacak. İnadından dönmezsen şimdi buraya baban da gelecek. Ona ne cevap vereceksin? Zavallı adamın yüreğine mi indireceksin? Baban bu emri verdi. Beni sana gönderdi. Bize itaat etmezsen ananı babanı yok bil. Başka lam cim yok! Bu akşam mutlak bizim sözümüz olacak… Mutlak, mutlak… İnatçı kafan işitiyor mu?”