Ümitsizce, öfke ile yerimden fırlayarak:
“Bu emriniz bence yerine getirilemez! İhtimali yok… Sözünüzde ısrar ederseniz siz de beni yok biliniz… Kıza o kadar acıyorsanız bari ben kendimi kuyuya atayım da mesele kapansın! Başka sevdiği bulunan bir kızı ben karılığa kabul edemem. Böyle önemli bir meselede ana baba ısrarı para etmez…”
Bu son sözlerime karşı annemin ağzı açık kaldı. Şüpheli bir bakışla beni süzerek:
“Allah’tan kork hayâsız… Tek sözüm olsun diye elin bakir kızına iftira etmeye utanmıyor musun?”
“İftira etmiyorum. Yanınızda söyleyeyim. Hep işitiniz. Benden hoşlanmadığını açıkça söylüyor. İşte burada yenge hanım da işitti.”
“Bir kız Çingene çadırından gelse ilk gecede yine bu sözü söylemez. Yenge hanımı tanık tutma, inanmam… Şu odadaki kanepeler, sandalyeler, bütün eşya dile gelip tanıklık etse yine inanmam. Kızın mensup olduğu ailenin soyluğunu, namusunu, terbiyesini bilmiyor musun? Hiç onların kızından öyle şey umulur mu?”
“Efendim, Halep orada ise arşın burada… Şimdi babam, sen, bütün ailemiz fertleri kızın yanına gideriz. Hepinizin önünde ben kendisinden sorarım. Vereceği cevabı hep işitirsiniz. Ondan sonra vereceğiniz hükme razıyım. Bu ayıbıyla kızı kabul et derseniz ederim. Artık buna bir diyeceğiniz kaldı mı?”
Bu teklifim kabul edildi. Büyük salonda babam, annem, bütün akrabamızdan olan kimselerle bir divan kuruldu.
Ortaya biri davacı, öteki dava edilen için iki sandalye kondu. Tanınmış, kibar aile düğünlerinde gerdek gecesi kızın annesi ve akrabalarından olan kimselerin güvey evinde kalması âdet olmadığından o gece orada gelin hanım tarafından ihtiyar bir dadı kalfa ile bir çeyiz halayığı, bir de hanımın tuvaletçisi sıfatıyla bulunan bir matmazelden başka kimse yoktu.
Salonda bulunan bütün lambalarla beraber tavanın ortasındaki büyük avizeyi de yakmışlardı.
Gittim. Ortada hazırlanan sandalyelerden birine oturdum. Gelini getirtmek için haber gönderildi. Nazlanmadan geldi. Deminden bir Samanyolu gibi pırıltılar saçarak önümden akıp giden o gelin bu defa çok parlak, ışıklı bir ateş parçasına bürünmüş, bir güneş görüntüsü ile kapıdan göründü.
Duvağını sol tarafına atmış, elinde ipek dantel mendil, avizeden dökülen ışık yağmuruna karşı her hareketiyle bin pırıltı saçarak yürüdü. O göz kamaştıran salınarak edalı yürüyüşü hepimizi âdeta büyüledi. Olağanüstü güzelliğine ben değil oradaki bütün kadınlar bile hayran oldu.
Ağır ağır, salına salına geldi, yanımda oturacağı sandalyenin önünde biraz durdu. Ne kadar nazik bir tarzda olduğunu anlatmaktan âciz kaldığım saygılı bir temenna ile salonda hazır bulunanları selamladı. Yerine oturdu. Yemin ederim ki böyle bir selamı, Fransızların varlığı ile iftihar ettikleri yüksek sahne sanatçısı Sara Bernar bile veremezdi.
Bu mahkemenin başkanlığını üzerine alan babam bana hitap ederek:
“Oğlum. Hanım kızımız aleyhinde bazı iftiralara cüretle bu gece kendisini gelin odasından kovmuş olduğunuz, görünüşte ve annenizin ifadesiyle sabit oluyor. Sen nasıl oğlumsan, o da kızımdır. Gerçeğin ispat edilmesi için bu gece ikinizi de söyleteceğim. Önce sen macerayı hikâye et bakalım. Sonra da hanım kızımı dinlerim.”
Ben: “Efendim, sözlerimde zerre kadar iftira yok. Mesele de karışık değil, çok açıktır. Birkaç cümle ile gerçeği anlatabilirim. Yanımdaki nikâhlım, bu evlenmeyi kendi isteğiyle değil, babasının zorlamasıyla çaresiz kabul etmiş. Benden de hoşlanmamış. Birinci zorlamaya bir ikinci zorlama eklemedense kendilerini babalarının evine geri yollamak elbette hayırlı olur zanneder, babalık lütuf ve merhametinizden bunu rica ederim. Böyle yüz yüze iftira alçaklığını kabul edecek yaratılışta değilim. Kendilerinden sorunuz, cevap versinler.”
Bu sözlerim üzerine salonda “Allah esirgesin, bu nasıl şey?” gibilerden bir fısıltıdır başladı.
Gelin hıçkırıklarını engellemek için dantel mendilini gözlerine götürdü. Bu gözyaşları bir tür suçunu itiraf etmesi demekti.
Babam, gelinin gözyaşlarının dinmesini, sükûnet bulmasını bir süre bekledi. Nihayet “Bu iddiaya karşı cevabınız nedir?” sorusunu sordu.
Karım mendili yüzünden çekti. Zayıf bir sesle söze başladı. Fakat rica ederim, savunmasına cankulağıyla dikkat buyurunuz. Tıpatıp hatırımdadır. Bilmem ki bu sözleri hangi avukat mektebinde öğrenmiş? Savunmaya işte şöyle girişti:
“Yüksek huzurunuzda ağlamak küstahlığında bulunduğum için önce beni affetmek büyüklüğünü göstermenizi diler, eğer bu bir kabahatse onu şu gözyaşlarımın masumluğuna bağışlamanızı rica ederim.”
Şu başlangıç, babamın dikkatini çekip gözlerini fal taşı gibi açtı. Çünkü o ömründe bir kadın ağzından böyle kurallara uygun bir giriş yaparak düzgün bir konuşma işitmemişti. Hatta ben de…
Bedia sözlerine devamla:
“Yüksek sorunuza gereken cevabı verebilmek için biraz daha önceki duruma göz atmak zorunda bulunuyorum. Zannederim ki bu konuda benden müsaadenizi esirgemezsiniz.”
Salondaki kadınlar: “Ne diyor? Ne diyor? Anlayabiliyor musunuz?” sorularıyla birbirlerinden meseleyi anlama fısıltısına giriştiler.
Bedia: “Bir kızın en önemli hayat olaylarından olan şu gerdek gecemde kocam beyefendiyle yüz yüze böyle suçlu sandalyesine benzer bir yere oturtulmuş olmam, şu zayıf sesimle kulaklarınıza ulaştırmaya çalışacağım savunmamın büyük önemini ihtar ile beni titretiyor. Bunun için sözlerimin bu büyük öneme uygun bir anlayış görmesi gereğini belirtmeyi fazla buluyorum.
Oğlunuz beyefendinin suçlaması üzerine teliyle duvağıyla huzurunuza getirtmiş olduğunuz şu gelinin hâlinden yakınan sesi, bu gece üç kadın hukukunu savunma ile görevlidir. O kadınların ikisi biraz önce içinden kovulduğum gelin odasını gelinlik elbiseleri ve saf, temiz kızlıklarıyla süsleyerek sonunda boşanma felaketine uğrayan eski gelinlerinizdir. Üçüncüsü de bu felakete aday olan (ufak bir reverans yaparak) bu cariyeleri…
Efendi hazretleri, önceki bu iki gelininiz ne oldu? Bu çok tuhaf bir soru değil mi efendim? Oğlunuzun bir sözü ile evinizden kovulan, yakınlığınızdan uzaklaştırılan o talihsizlerin durumundan söz etmek artık gereksizdir. Onlar beyefendinin gözlerini oyalamak, arzularınızı yerine getirmek için yaratılmış birer çiçektiler. Zavallıların manzarasından bıkıldı. Kokusuna doyuldu. Artık beyefendinin gönlünde onların çiçeklenmesini, serpilip gelişmesini sağlayacak sevdadan eser kalmadı. Her yanlarını bir soğukluk bürüdü. Onların güneşleri demek olan beyin sıcaklığından yoksun kalarak karanlık ufuklarda, o felaketli yerde kim bilir ne acıklı saatler geçirdiler.
Gerçekte değil yalnız beyin gönlünde kurumuş oldukları için siz bu saksıları kapıdan dışarı silkiverdiniz. Gelin odasının süsleri içine benim için de sakladığınız son bu değil midir?”
Bedia her cümleyi jestleriyle kayıtlandırarak, sesine bazen hüzünlü, bazen sert, bazen uzun, bazen kısa bir söyleyiş ahengi vererek bu deklamasyon dersini öğrendiği mektebin mucibi öğretimine bizi hayrette bırakıyordu.
Sızlanış hücumları birbirini izleyen dalgalar gibi fikir ufuklarına doğru ulaştıkça yüzü ateş kesiliyor, gözlerinin yaşı kuruyor, fırlattığı alaylı bakışlarıyla artık üzüntü gözyaşlarını kendisini dinleyenlerin gözlerinde arıyordu.
Şu başlangıçtan savunma sonucunun alacağı dehşetli rengi sezerek karşılık vermek için bazı zayıf noktalar yakalamak zihnimden bunların gerekli dağarcıklarını hazırlamak fikrine düştüm. Fakat ne mümkün? O sözlerin en amansız büyüleneni ben oluyordum.
Babam bütün bütün şaşırdı. Bana: “Ne dersin? Neticeyi beklemeden bu kızı susturmalı mı? Çok ileri varıyor!” manasını anlatan bakışlar fırlatıyordu. Ama ben kesin yenilgimizi bilmekle beraber sonuna kadar dinlemek istiyordum. Benim için bu müziğin sözleri müthiş fakat nağmesi çok güzeldi.
Bedia: “Sizin için hatırlanması şimdi gereksiz görünen o iki gelin birer zulüm görmüş geçmiş; fakat benim için birer geleceğin aynasıdır. Bilinen neticeye kadar şu konak içinde acılarla geçireceğim hayatın bütün ayrıntılarını o aynalarda dehşetle seyredebilirim. Arabanın ön tekerleği nereye giderse art tekerleği de oraya gideceği atasözü bildiğiniz şeydir. Bu aynalarda artık siz bir şey görmek istemezsiniz. Onlar sizin için tozlara bürünmüş, unutulmuştur. Fakat müsaade buyurunuz, şu telli duvağımla bu tozları sileyim. O aynaları şimdiye kadar ilgisiz duran gözlerinize karşı tutayım. Hep birden seyredelim.
Birinci gelininiz, oğlunuz beyefendinin derdinden, ona karşı duyduğu sevgi ve özlemden verem olup ölmüştür. Belki bundan haberiniz yoktur. Kovulmuş bir gelinin ölümünü düşünmeye mecbur musunuz? Bu hâl can alıcılara ait bir meseledir.”
(Ben artık hikâyenin limonata içilecek zamanı geldi zannıyla elimi sürahiye uzatarak Naki Bey’in yüzüne baktım. “Arzu buyrulmaz mı efendim?” dedim. Muhatabım bana dalgın dalgın bakarak ve elini sallayarak daha oralara çok vakit olduğunu anlattı. Doğrusu ben dayanamadım. Bir bardak içtim.)
“Bu mutsuz kadının ne biçimde öldüğünü, acıklı ölümünü dilim döndüğü kadar anlatacağım.”
Savunmanın sınırı aşan bu noktasında babam şehadet parmağını ağzına götürerek bu gelin kılığındaki avukata susma işareti verdi.
Bedia acı bir gülümseme ile:
“Aman efendi hazretleri, pek yufka yürekli imişsiniz! Sözlerimin sonunu dinlemek istemiyor, buna da aşırı bir teessür rengi veriyorsunuz. Bu acımalı kalbinize inanayım mı? Bu üzüntünüz ve acımanız ciddi olaydı oğlunuzun terbiyesini düşünür, yine o yola kurban edilmek için bir üçüncü kız buldurup bencil kucağına atıvermezdiniz.”
Babam artık dayanamadı. Bağırarak:
“Gelin misin avukat mısın, nesin?! Sus artık! Gayen, maksadın nedir? Onu söyle… Oğlumun bıraktığı iki kadının biyografilerine varıncaya kadar araştırmış, her şeyi öğrenmişsin de bile bile ona neye vardın?”
Bedia ses tonunu yükselterek mağrurca:
“Affedersiniz efendi hazretleri, maksat karşılıklı konuşma ise azarlamaya hakkınız yoktur. Gerçeği anlatmak gücünde olan her konuşmacı avukat mı sayılır? Ben size adalet kanunlarının gizli inceliklerinden söz etmiyorum. Hukukun bu belirttiğim sade yönlerini herkes bilir. Bundan söz edenlere toptan avukat denmek gerekseydi dünyada her ferdin o unvana nisbeti icap ederdi. Bu iş benim hayatımın felaketine taalluk ediyor. Sizin için bir kızı kapı dışarı atıvermek yeter. Her sorumluluğu da onunla beraber üzerinizden atmış oluyorsunuz. Benim için durum öyle değildir. Sözlerimi sonuna kadar dinlemek zorundasınız.
Söz, gerçeği bile bile oğlunuza niçin varmış olduğum meselesine gelince, bunda da açıklanmasına ihtiyaç gösteren önemli bir iki nokta vardır.
Babam benim eğitim ve öğrenimime çok özen gösterdi. Fikirlerimin aydınlanmasına uğraştı. Fakat bundaki maksadı, özel fikri ne idi? Ne olacak? Falan efendinin kızı ne güzel okuyup yazıyor. Ne mükemmel söz söylüyor desinlerden başka bir maksadı yoktu. Bana düşünme gücü verecek şeyler öğretirdi. Fakat düşündüklerimi hayatta uygulamamak kararıyla…
Ben her şeyi bileyim. Ama yine onların baskısı altında kalıp yargıları dışına çıkmayayım, işte bu iddiamın en korkunç bir misali oğlunuzla evlenmem konusunda görüldü. Ben bu evliliğe razı değilim. İsteyip istemediğimi dikkate almadılar. Bunu gerekli bulmadılar. Beni zorla buraya gönderdiler. Onlar nasıl inatlarında direndilerse ben de öyle maksadımı elde etmeye, yani geldiğim gece buradan kendimi kovdurmaya yemin ettim.
Bu işte namusa, şerefe dokunur bir şey yoktur. Ben ne size gelinlik ne de oğlunuza karılık edebilirim. Beni bu gece evime gönderiniz. Yalnız baba isteğiyle yapılan düğün böyle olur. İşte bu olay babama da size de bir ders olsun…”
Babam öfkesinden morardı. Fakat öfkesini yenmeye uğraşarak sordu ki:
“İsteğiniz bundan ibaret mi?”
“Evet efendim.”
“Öyleyse şimdi sizi dadınızla, halayığınızla, matmazelinizle bir arabaya koyup babanızın konağına götürsünler. Yarın da eşyanızı göndeririz. Fakat bu davranışınızın size karşı ne kötü zanlara ve ne dedikodulara yol açacağını da düşününüz. Artık sizin için yeniden kocaya varmak bitmiş demektir.”
“Beğenmeyen oğluna almasın! Zaten ben bakir kalmak fikrindeyim.”
Babam: “Susunuz, yetişir!”
Bedia’yı o gece kendi konaklarından öteki üç kadınla birlikte bir arabaya koyup babasının konağına galdır gıldır gönderdiler.
Ailemiz fertlerinin hepsine olağanüstü bir şaşkınlık geldi. Henüz hepimizin kulaklarında yankısı kaybolmayan o sözlerin bir kızın ağzından nasıl çıkabildiğine bir türlü inanamıyorduk.
O gece gelin odasında tek başıma kaldım. Yaldızlı sütunlar arasında kuşu uçmuş yuva gibi boş duran çiçeklerle süslü gelin kanepesine baktım. Bu gördüğüm acayip rüya ne idi? Bir kızdan böylesine atılganlık umulur mu? Bedia’yı bu biçimde harekete zorlayan gerçek sebep acaba nedir? Gerçekten ilk karılarımın hatıralarından ürkerek mi bu kurtuluş yolunu göze aldı?
Başımı ellerimin arasına aldım, uzun bir düşünceye daldım. Kızın her sözünün kulağımdaki yankısını arayarak, her hâlini, bütün jestlerini hayalimde, gözlerimin önünde yeniden canlandırmaya uğraşarak beni istediğim gerçeğe ulaştıracak bir ipucu arıyordum.
Ara sıra süzük bakışları ne kadar manalıydı. Fakat bu konuşur gibi canlı bakışlardan ben niçin bir mana çıkaramıyorum? Gelin odasından çıkarken fırlattığı bakışları âdeta hem kaçıyor hem davul çalıyor gibiydi.
Yok, yok… Onlar sadece öfkeli bakışlardı. Onlarda bana karşı bir zerre okşayış yoktu. Fakat ben niçin bu bakışların ta canevime kadar işlediğini hâlâ hisseder gibi oluyorum? Kızın hep bu hareketleri ciddi miydi? Yoksa bazılarında yapmacık eseri mi vardı? O gözler parladığı zaman binbir renkli yanardöner kumaşlara benziyordu. Onların her pırıltılı renginden bir mana çıkarabilmek mümkün müdür?
Babamın huzurunda artık temyizi gereksiz bir savunmada bulundu. “Buraya gelmeden böyle yemin ettim, işte yeminime uyarak hareket ediyorum.” dedi. Hem öyle bir söyleyişle maksadını anlattı ki bir daha buraya gelin niteliğiyle geri gelmesine ihtimal bırakmadı. Demek öncesinden düzenlenmiş bir planı varmış? Onu uyguladı. Kimse ile evlenmemek fikrinde olduğunu da anlattı. Kendini yalnızlığa mahkûm edecek bir kız mı o? Bunda bir sır var. Anneme söylediğim bir sözü hatırlayarak birdenbire dimağımı bir gerçek ışığı aydınlattı. Acınıp sızlanarak elimi dizime vurdum. Eyvah, bu gece ne çocukça daha doğrusu ne delice bir davranışta bulunmuşum, dedim. Bunda anlaşılmayacak ne var? Bu kız kesin başka bir delikanlıyı seviyor. Ailesi her ne sebeple ise kızlarını bu delikanlıya vermeyi uygun görmemişler, işi örtbas etmek için o aralık tarafımızdan gelen isteği cana minnet bilerek zorla kızı bize göndermişler.
Kız çok hırçın, şımarık bir şey… O da her türlü rezalete meydan okuyarak velilerinden bu suretle intikam aldı. Anası babası gerçekten intikama hak kazanmışlarsa da bu işte benim ne kabahatim var? Talihe bakınız. Ah ben bu gece çok yanlış hareket etmişim. Kız bana ne kadar hakaret ederse etsin ben bunların hiçbirine hiddet göstermemeliydim. İş konağın içinde böyle açığa vurulmamalıydı. Babamla annemin durumdan haberleri olmamalıydı. O zaman ben ona, benim gibi bir kocaya karşı daha ilk gecede böyle planlı bir komedya oynamayı gösterirdim!
Ama iş bütün bütün çıkmaza girmedi ki… Daha kızı boşamadım. Şu anda nikâhımın altında bulunuyor. Sonuna kadar boşamam vesselam… Ben o telin duvağın haracını ondan almazsam insanlıktan istifa ederim. Dur bakalım Bedia Hanımefendi, ben de bir komedya planı düzenleyeyim de eğer oyunun ikinci perdesi oynadığınız birinci perdeden daha parlak olmazsa sen de beni kocalığa layık görme…
Şimdi bir plan… Mükemmel bir plan… Bilmem ki tiyatro yazarları planlarını nasıl düzenlerler? Hazırlanmış bir plana göre olayları yaratmak kolay… Olay kahramanlarını istediğin yaratılışta icat edebilir, bütün olayları gönül isteğiyle durdurup kalemin ucuna takar, sürükler götürürsün. Fakat gerçek dünyasında iş bu kadar sade mi? Olaylar sana değil, sen olayların gereğine tabisin.
Hanımefendi bize oyununu oynadı gitti. Şimdi efendim nerede, ben nerede? Aramızda bu kadar mesafe var. Komedya mukabelesi öyle pek kolay olmayacak. Ne ise… Olayların akışına bakıp ilk fırsatlardan yararlanmaktan başka çare yok.
Planımın esası şunlar olmalı:
Önce Bedia’yı boşamamak. İkincisi karım hanımefendinin sevdasını çektiği delikanlıyı bulmak… İşte burada mesele olağanüstü bir önem kazanıyor. O herifi bulmayı başarırsam karımla olan sevişme maceralarını uzaktan serinkanlılıkla seyretmeye nasıl katlanabileceğim? Naki Bey’in karısı falan beyi seviyormuş. Ailesinin adını bir rezalet sermayesi gibi sevda pazarına çıkarmış, ayaklar altına alıyor da herif karıyı niçin boşamıyor? Galiba şiddetle kadında gönlü varmış, gibilerden aleyhimde hep bu dedikodular olacak. İş önce ailemizin namusuna, sonra da babamın kulağına intikal edecek. Bizim plan sarpa saracak…
2
O gece, sonu bulunmaz bir düşünce denizi içinde döne dolaşa yorgun düştüm. Sabaha karşı yatak odama çekildim. Sevişme sahnelerinden uzak o süslü döşek, tülü atlaslı, bürümcüklü, salkım salkım ipek kordonlu, püsküllü cibinliğiyle birtakım gerdek gibi karşıma çıktı. Gözlerimi yumdum. İçine atladım. Uyuyor muyum, uyanık mıyım? Gözlerimin önünde dolaşan şeyler hayalet midir, gerçek midir, fark edemiyorum ki…
Gözlerimi kapasam da kapamasam da Bedia gelinlik elbisesiyle pırıl pırıl karşıma geliyor… Yalnız gelse iyi… Ama koltuğunda bir de delikanlı var…
Bütün dikkatim işte onun üzerinde… Rakibim olacak bu herifi görür gibi oluyorum. Fakat fal açan Çingenelerin bilinmeyen âlemlerden haber verişleri gibi esmer mi desem? Sarışın mı desem? Endamca, yüzce nasıl? Buralarını pek seçemiyorum. Bu belirsiz görüntüler içinde bir süre yorulduktan sonra rakibim hayalimde, tıpkı aynalı bakıcının aynanın derinliklerinde gördüğü kişiler ve kayıp eşyalar gibi, belirli bir biçime girer gibi oldu.
Kısa boylu, tombalakça, az sarı bıyıklı, açık mavi gözlü, şık kıyafetli, civelek bozması bir şey… Bu gece benim yerime Bedia’ya, dünyada neler olmaz, güvey giren herifi bu biçimde tasavvur ettim.
Gerdek yuvasından uçan kumru, bu tapındığı sevgilisiyle buluşmak için beni acıklı gelin odasında avare bıraktı, diyordum.
Ne kadar kovmaya, uzaklaştırmaya uğraşsam bu iki sıkıcı, rahatsız edici hayalin gözlerimin önünde belirmesinden kendimi kurtaramıyordum. Hayalimin huzurunu yalnız vücutlarıyla değil davranışlarıyla, hareketleriyle de bozuyorlar. Tek durmuyorlar ki… Hayalimizdeki rakibim olan herif alaylı bir gülümseme ile Bedia’nın kolundan “Anlat bakalım, gerdek maceran nasıl oldu?” diye çekiyor. Bedia, babamın huzurunda gözyaşlarını sildiği dantel mendili bu defa kahkahalarını engellemek için ağzına götürerek “Oradaki savunmamı işiteydin beni alkışlamaktan avuçların şişerdi.” cevabını veriyor, sonra bu güzel başarılarını kutlamak için birbirlerini kucaklıyorlar…
Bu çekilir görüntü müdür? Kışşşş!.. Ya şeytan kışşş!.. Şeytan dışarıda değil ki beynimin içinde… Kıştan mıştan anlamıyor.
İşte bu iki hayal, bir de ben, bazen rüyada, bazen de gözler açık boğuşa boğuşa sabahı ettik.
Bu rüyaları iyiye yoracak bir rüya tabircisi bilmiyorum ki ona başvurayım… Gece hayalimde karşıma geçip varlığını belirten kötü rakibimi acaba gündüz nerede bulabileceğim? Çingenelere mi fal açtırayım? Remilci hocalara mı başvurayım? Yoksa Eyüp’deki niyet kuyusuna mı gideyim? Aynalı bakıcı sağ mı? O pek iyi idi. Sen ne kaybedersen et, korkma. O aynada derhâl bulur, kaybolan eşya hangi hırsızların eline geçmiş, nerelere sokulmuşsa sana noktası noktasına haber verir. Fakat sen git, artık oralarda mal ara… En ufak bir şey bulabilirsen aşk olsun…
Sonra yeniden git, başvur… Dediğiniz yerlerde bir şey bulamadım, de… Buna alacağın birinci cevap fal ücretinin ikinci defa istenip ödenmesidir. Çünkü para ödenmedikçe fal açılmaz. Beyoğlu mağazaları gibi fiyat kesin… Hile yok. Sermaye nedir, kâr, zarar neden ibarettir, onu bakıcı da bilmez…
“Lâ Y’alem ül gayb-ı illâllah” ücret toka edildi mi aynayı eline alır, hoh diye bir kere hohlar. Aynanın parlak yüzü bulanır. “Adın nedir?” sorusunu sorar.
Karşısındaki biraz ahmakça ise (Bu da fazla söz. Çünkü akıllıların oralarda ne işi var?) kaybedilmiş eşyayı da sorar. Kaybın çeşidini anlar. Sonra ustalıkla yine sana bilinmeyen âlemden öğrenmiş gibi satar. Mesela Naki adını verdin değil mi? “Naki’nin perisi gel. Dağda isen gel, bayırda isen gel. Derede isen gel, denizde isen gel.” kelimeleriyle perini çağırır. Kahvesiz, şerbetsiz kuru bir çağrı… Bunun bir de ziyafetlisi vardır ki o çağrılan, aslı olmayan şeyi doyurmak herkesin harcı değildir. Siz dağ bayır dolaşmadığınız hâlde perinizin ne kadar gezme meraklısı olduğuna şaşarsınız.
Nihayet aynada panorama başlar. Galiba periniz lütfen aynayı şereflendirir. Ama onu aynada yalnız bakıcı görür. Siz göremezsiniz. Bu bakıcılarda her şey zihinde yaratılmış, belirsizdir. Mangır dedin mi? Yalnız o belirli, madenden ve yuvarlak olmalı, ele avuca dokunmalı…
Anneme işi açsam Bedia’nın âşığını araştırma yolunda bütün bakıcılara çok para kazandırırım ama ayna içinde, kuyu dibinde bulacağımız âşık benim rüyada gördüğümden pek farklı olmaz. Onu ben şimdi sizi gördüğüm gibi görmeli, çalyaka etmeliyim.
O gün öğleye yakın babamın odasına çağırıldım. Zavallıyı pek üzüntülü, annemi de üzüntüden hasta buldum. Bu üzüntülerini bana da geçirmemek için ikisi de zoraki bir neşe göstermeye uğraşıyorlardı. Babam beni görünce zoraki bir gülümseme ile:
“Gel bakalım küçük bey… Neydi o akşamki bora? Hepimize geçmiş olsun. Dün gece bundan başka acayip bir rüya görmedin ya?”
Plan hükümlerine uymak benim için işte buradan başlıyordu. Akşamki gördüğüm kulunç muskası gibi erkekli dişili hayalleri, rüyaları anlatsam uymaz. Kız hakkında peyda olan şüphelerimi açsam bu hiç hesabıma gelmez. O saatte kızı boşamam için beni zorlamaya kalkarlar. Ben onu öyle kolayca bırakır mıyım? İşi idare etmek için zihnimde hazırlanmış hiçbir akıllıca cevap da yok… İşin enini boyunu hesaba henüz vakit olmadı. Planımı yürütebilmek için olabildiği kadar annemle babamı Bedia’dan yana çekmek gerek.
İşte bu vadiye bir giriş yolu bulmak için babamın sorusuna cevap olarak dedim ki:
“Hayır efendim, dün gece hiçbir acayip rüya görmedim. Rahat bir kalple uyudum. Hatta sizin, dün geceki bora, nitelemesiyle andığınız olayda bora denilecek bir fevkaladelik görmedim.”
Babamın hayretler içinde:
“O kahpenin hepimiz hakkındaki sözleri, kullandığı o dil kayıtsız bir kulakla dinlenecek herzelerden miydi?”
“Kabahat onda değil… Asıl tedbirsizlik kulunuzda oldu.”
“Nasıl?”
“Duvağını açtığım zaman yüzüne baktım. Kendisine işittirecek bir sesle, ‘Pek güzel değil ama neyse!’ dedim. Bunu duydu. İfrit kesildi. Boşadığım kadınlar hakkında sitemlere girişti. ‘Onlara yaptığınızı bana da mı yapmak fikrindesiniz?’ dedi. Ben de ‘İhtimal…’ cevabını verdim. O söyledi, ben söyledim. Nihayet canım sıkıldı. Oda kapısından dışarı kovuverdim. Nazlı, kıymetli büyütülmüş. Bu hakarete tahammül edemedi. İş o gördüğümüz sonuca kadar vardı. Artık kendini tutmaya gücü yetmedi. Ettiğim muameleye göre bir dereceye kadar mazurdur zannederim.”
“Senin soyluluk ve terbiyenden beklenen şey ilk geceden geline bu yolda muamele etmek miydi? Öyleyse kız eski karıların hakkındaki yargılarında öyle pek de haksız değilmiş. Ailemizin haysiyetini kıran böyle bir harekete cüretten sıkılmadın mı?”
“Vallahi efendim, bu hareketlerim hemen elimde olmadan denecek bir surette meydana geldi. Neye uğradığımı anlayamadım. Bana büyü mü yapıyorlar? Ne yapıyorlar bilmem ki…”
“Sus! Sana kim büyü yapacak? Haydi buna eski karıların yaptı diyelim. Ya onlara kim yapmıştı? Onları niçin bıraktın?”
Annem elini alnına götürüp düşünerek dedi ki:
“Doğru, doğruuuu… Bu işte büyü var. Dün geceki gelinin dediği gibi eski karılarından birincisi ölmüş. Fakat ikincisi daha ölmemiş. Yeniden sana varmak için hoca hoca dolaşıyormuş. Ben de diyordum. Bunlar akla sığacak işler değil… Tevekkeli değil, efendi, efendi, yarın oğlanı okutalım. Odasının kapısına da bir tavşan başı astırayım. Yedi dükkân süprüntüsü, güneş doğmadan alınmış güvercin tersi, çörekotu, üzerlik, kilise buhurdanından artmış günlük, daha bilmem neler… Bu tertibi, bizim kalfaların hocası Molla Hanım bilir. Ona hazırlatayım da Naki’nin çamaşırlarını tütsüleyeyim…”
Babam hiddetle:
“Beş yüz dükkân süprüntüsü tonlayıp da yaksan, bütün çöp arabalarını buhurdan hâline koysan yine bu oğlan akıllanmaz! Anladın mı sade fikirli hanımcığım? Akıllanmaz! Ama kabahat onda değil bizde… Kızın dün geceki sözleri beni şimdi etkiliyor. Çünkü hepsini doğru, hepsini haklı buluyorum. Hiçbir kabahat bulmadan karıdan bıkıp boşuyor. Biz de düşünüp taşınmadan, gerekli incelemeleri yapmadan hemen bir ikincisini getiriyoruz. Kimine alık diyor kimine okuması yazması olmadığı kusurunu buluyor. Akıllısı, yazarı da işte sana böyle yapar.
Kızın söylediği sözlere hepimiz layığız. O suçlamalardan hiçbiri yabana atılacak lakırtı değil. Yine çok şanslı imiş o kız ki ilk gecede hepimizi hayrette bırakacak bir atılganlıkla bu konaktan çıktı gitti. Kurtuldu… Anasına babasına, ‘Kabahat bizim beyefendi oğlumuzdadır. Kızınızın hiçbir hatası yoktur. Haksız yere sakın onu azarlamayınız.’ diye haber göndereyim. Bu haberle beraber buradaki eşyasıyla nikâhını da yollayacağım. O kız da kurtulsun, biz de kurtulalım… Beyefendi canı nerede isterse orada evlensin. Ağzı süt kokan bir kızdan dün gece gördüğüm yerinde hakaret artık bana bir ibret dersi oldu. Bir daha bu eve gelin adıyla bir kız getirmeye tövbeler olsun!..”