“Ben demedim mi size? Bu kız kâtibe değil çengiye benziyor… A vallahi işlerine yarayacak malı içimizden nasıl seçiyorlar…”
Çilli karı, gözlerini gidene dikerek: “A a a a korkmadan nasıl gidiyor? Hani ya sözleştikti. Oh şimdiki kızlar, bir şeyden pervaları yok…”
Vehbiye hışımla Hüsniye’ye baktı. Ona cevap vermeye tenezzül etmeyerek çilliye döndü:
“Neden korkacakmışım? Burası dağ başı mı? Irzından bu kadar korkuyorsan buraya neye geldin? Erkeklerin karşısına çıkacağını bilmiyor muydun? Onların arasında çalışacağından haberin yok muydu? Sen bana ne karışıyorsun? Kendi hesabına ne istersen yap… Ben seni tanımıyorum. Seninle birlikte gelmedim… Göbeklerimiz birlikte kesilmedi. Seni çağıraydılar beni peşine takıp da öyle mi içeri girecektin? Hem burada senin benim keyfimizle iş olmayacak… Yazıhane sahipleri ne derlerse öyle davranmak zorundayız…”
Çilli Kadın: Haydi… Haydi git… Yazıhane sahipleri ne buyururlarsa peki, de!”
Hüsniye: “A hanımlar, bu kadını tanıdınız mı? Bu, kaç defa Şehzadebaşı’nda sahneye çıktı…”
Vehbiye: “Sahneye de çıkarım bara da giderim. Oralara da siz benden önce koşacaksınız ama bakılacak suratınız yok…”
İzzet Saim, sözün daha çok parlamasına meydan vermemek için Vehbiye’yi incecik pelerin altında bıngıldayan yumuşacık, beyaz omzundan içeri itti…
Kapı kapandı. Yine yarım saate yakın bir zaman geçti. Giren çıkmıyor. İçeride ne esrar dönüyordu? Kadınların merakı kabardıkça kabarıyordu… Yine bir nöbet tuvalet aynaları çıktı. Acaba bu sefer kim çağrılacaktı? Şüphesiz en genç ve güzellerden biri… Şimdi içeriye çağrılmak, övünmeyi gerektiren bir üstünlüktü. Gidecek olanı bütün kadınlar kıskanacaklar, arkasından türlü dedikodu koparacaklardı. Hanımların hepsi, kendilerini orada bulunanların en güzeli sandığından bütün yürekler çağrılmak umuduyla çarpıyorken yine girişin önünde İzzet Saim’in bu kez çatıkça duran yüzü göründü.
Hep gözler oraya dikildi. Bütün kulaklar, delikanlının ağzından çıkacak adı işitmek için yürek çarpıntısında iken tiyatro darbesi çeşidinden bir durum oluverdi. İzzet’in sesi, bir bedesten tellalı gibi şöyle çınladı:
“Hanımlar, seçim oldu bitti. Başka kâtibe lüzum kalmadı… Dağılınız…”
Şimdi umutlar birden öfkeye, tiksintiye döndü. Bütün seslerin üstünde Şehreminili Hüsniye’nin iğrentisi dalgalandı:
“İş olmuş bitmiş… Haydi gidelim hanımlar… Böyle mesleği, niyeti şüpheli bir idarehaneye kapılanmayanlara ne mutlu! Ulu Tanrı bizi korudu…”
Öbür sesler:
“Dört saat bizi bu aralıkta boşuna beklettiler…”
“Vaktin nakit olduğu daha bu memlekette anlaşılamadı… Bir insanın vaktini boşa geçirmek parasını çalmaktır…”
“Öyle ya hırsızlar…”
“Yüzlerini koyuca boyayanlar kazandılar…”
“Yeni Cami metaları…”
“Yıl uğursuzundur.”
Küçük kardeşini elinden tutarak birlikte getirmiş olan bir kadın, çocuğu girişin bir köşesine işetmekle içini serinletti.
Böyle söylene söylene dağıldılar. Lakin Şehreminili Hüsniye, bir hafiye gibi dış koridorun bir köşesine sindi. Bu “oldubitti” komedyasının derinliğine ermeye ant içmişti.
7
İçeride de gerçekten “şaheser” dedikodular, işitilmeye değer şeyler olup bitiyordu.
Her biriyle ayrı görüştükten sonra kızların üçünü de birleştirdiler. Mürvet Abit her zamanki gibi masum ve üzüntülü idi. Nükhet Feyyaz serbest, Vehbiye Şevket serbestin üstünde bir şey… Affedersiniz, oynaktı…
Semih Atıf Bey bir eli sigarada, öteki ceketinin cebinde, kuş kanadı taralı saçları, taze tıraş olmuş pudralı yanaklarıyla odanın ortasında piyasa ederek her biri ayrı tip yüz ve güzellikte, buyruğuna hazır, bu üç genç kızın idarehanede olacak görevleriyle ilgili uzunca bir söylev çekti.
“Hanımlar!” dedi. “Araştırmaksızın, incelemeksizin, görenek ve bilgisizlik üzerine söylenen sözlere, verilen yargılara çok kızarım. Bizim memlekette bin gerçek söyleseniz, anlayarak can kulağıyla bir tek dinleyene rastlamazsınız. Fakat eski kafada ahmağın biri, ‘Bekleyiniz, yakında kurbağa deve doğuracaktır…’ dese hemen birçok ağızlardan ‘Amenna… Amenna!’ sesleri yükselir… Bugüne kadar kadınlar hakkında ne boş hükümler verildi, ne haksız şeyler söylendi: Kadın, yaradılıştan zayıf imiş; fikir ve işe yararlık bakımından ve her bakımdan erkekten aşağı imiş… Bugün bu gülünç düşüncelerin, bu sanıların temelini ortaya çıkarmak için kanıtlar arar isek gözlerimizin önünde meselenin aksi ortaya çıkar. Ve bu gerçek, ‘mütearife’ gibi apaçık bir şekilde gözlerimizin önünde duruyor. Hürriyetin ilanından beri kâh ilerleyerek kâh gerileyerek iyi kötü birçok akımın çarpışan etkileri arasında çırpınıyoruz. Her şeyde ağır, hızlı bir değişme var. Lakin en ileri giden, en çok uyanan, en mutlu umutlar veren sınıf hangisidir? Biliyor musunuz? Kadınlar, kadınlık, Türk kadınlığı! Avrupalıların yüzyıllarca yürüdükleri yükseliş yolu üzerinde beş on yıl içinde uçtu. Uçuyor… Eskiden sizin gibi genç hanımların alışveriş için çarşıya, pazara gitmeleri ayıptı. Şimdi tüccarlık yapıyorlar. Her meslekte erkeklerle omuz öpüşüyorlar. Eskiden bir kadının nazik sesini kafes arkasından bile işittirmesi, o aileyi utandıracak bir hoppalıktı. Böyle bir hafiflik karşısında analar babalar yerlere geçerlerdi. Şimdi hanımlar, musiki fasıllarında ruh okşayan sesleriyle dinleyenleri mest ediyorlar… Evli kadınlar oyunlarda, gezinti yerlerinde bile kafes arkasında otururdu. Şimdi sahneye çıkıyor… Daha yakın zamanlara kadar Türk kadını balonun, suarenin, dansın adını işitirdi. Şimdi karşısına dizilen delikanlıların adlarını omuzdan parmaklarına kadar dekolte kollarıyla oyun sırası için karnesine yazıyor. Erkekler, bu şaşılmaya değer hızlı ilerleyişte kadının arkasında koşamadı. Geri kaldı. Eğer şu saatte uygarlık alanında kadınlarımızın adım atmaya çekindikleri basamaklar varsa yine buna engel olan erkektir. Çünkü erkekler, birçoğumuz, hâlâ yerimizde sayıyoruz. En ileri, en serbest fikirlilerimiz, kadınlarla ilgili sorunlarda kaba düşünceli birer koyu gericiyiz. Hanımlar, artık eşit, özgür bir vicdanla yan yana çalışacağız!”
Bu konferansımsı sözler, eski masallarda kurdun kuzuyu kandırmak için kendisinin ottan başka bir şey yemediği hakkında ağıl dışından verdiği söylev çeşidindendi. Çünkü o, partisi düşmezden önce, orada dinlettiği hazırlıksız söylenmiş parlak sözleriyle ün almıştı. Lakırtı hokkabazlığında ustalığı vardı. Ne yazık ki savurduğu siyasi idari kâhinliklerinin hiçbiri çıkmamış değil; hemen hepsinin tersi görülmüştü. Memleketimizde böyle lakırtı, makale madrabazlarının eski söyleyip yazdıklarıyla yeni iddialarını karşılaştıracak dikkatli kimselerin yokluğu yüzünden böylelerinin at oynatmalarına engel olunamıyor. Bunların kendi çıkar ibreleri üzerine ayar edilen bozguncu sözleri, yeniden yeniye sürüm kazanıyor. Ah ah halk, eskiden çektiği belaların kimlerin yüzünden geldiğini ve nasıl sözlerden, iddialardan doğduğunu aklından çıkarmayacak kadar unutkan olmasa!
Zavallı Mürvet, pek bilgece ve iyiliksever bulduğu bu sözlerde derin anlamlar arayarak olanca dikkatiyle dinliyor; Nükhet Feyyaz, böyle nutuklara karnı tok bir durgunlukla gözleri görünüşte beyde lakin gönlü, kulakları pek uzaklarda olduğunu belli etmemek için arada bir sahte gülümsemeler gösteriyor; Vehbiye Şevket, çekici teninin sıcaklığını seçtiren ince çoraplı ayaklarını hiç sıkılmadığı bir çevrede oturduğunu anlatır bir aldırışsızlıkla birbiri üzerine atmış, Şehzadebaşı seyircileri gibi hemen hemen el çırpmak için parlak bir geçit bekliyor gibiydi…
Bu sırada tık tık oda kapısı vuruldu. İzzet Saim, kimin geldiğini anlamak için kanadı pek az araladı. Malik Tayyar ile Nesip İhsan’ı gördü. Beye haber verdi. Yabancı olmadıkları kâtip hanımlara anlatılarak gelenler odaya alındı… Koridora, ilanın kokusuna gelen yine yeniden yeniye birkaç kadın birikmişti. Aranılan kâtibin bulunduğunu söyleyerek İzzet Saim bunları savdı ve yeniden geleceklerin savulmasını Mansur Efendi’ye bırakarak odaya girdi. Şimdi orada eş dost bu kâtip hanımlarla, gündüzün kına gecesi yapacaklardı… Cümbüş keka… Lakin ilk saldırışta kızlar boyun eğecekler miydi? Böyle bir soru acemiler için sorulabilirdi. Her şeyin yolu, usulü vardı. Tecrübeli Semih Atıf Bey, bu işin ustasıydı.
***Konuklarla kâtipler birbirlerine takdim edildiler. Öğle yemeği zamanı olmuştu. Semih Atıf Bey, hoş bir şey söyleyeceklere özgü bir tutumla iki avcunu birbirine sürterek: “Bugün kâtip hanımlarımızın işe başlamaları şerefine bir ziyafet vereceğim… Şimdi buradan hepimiz geniş bir otomobile dolarız. Doğru bizim Madam Savaro’ya… Yemekleri nefis, salonları temizdir. Yer, içer, eğleniriz. Bir saatin içinde yine buraya döneriz…”
İleri sürülen bu düşünce, bütün yüzlerde bir sevinç dalgası yarattı. Yalnız masum Mürvet’in biraz benzi attı. Korkuyordu. Fakat niçin? Bilmiyordu. O, bütün ömründe hiçbir yabancı ile öyle yerlere ziyafete gitmemişti. Yemekleri nefis, salonları temiz bu Madam Savaro’nun lokantası nerede idi? Semih Bey’in daha ilk gün, ilk saatten kâtip hanımlar hakkındaki bu denli tatlı davranışını, cömertliğini fazla buluyordu. Lakin büyük bir iyilik belirtisi gördüğü ve geçimine büyük bir yardım beklediği böyle yerin ilk teklifini kabul etmemek pek soğuk düşecekti. Sonra düşündü: Öyle bir idarehaneye sahip, saygıdeğer bir aileden ciddi bir beyin kötü niyetle o teklifte bulunması kabil miydi? Zihnini, böyle bir fena düşünceye sapıtmış olduğu için kendi kendinden utandı… Yanındaki iki kıza dikkat etti. Onların sevinçli yüzlerinde hiçbir şüphe izinin belirdiğini seçemedi. Nükhet’le Vehbiye’nin güvenle ve sevinçle kabul ettikleri bu cömertliği, kendisinin böyle ağır bir şüphe gölgesi altında anlayışı ayıp değil miydi?
On dakika sürmedi. İzzet Saim geldi. Otomobilin han kapısında hazır olduğunu söyledi. Hepsi daireden çıktılar. Kadınlar, erkekler çoktandır birbirlerini tanıyorlarmış gibi konuşa gülüşe koridorlardan geçtiler. Merdivenlerden indiler. İzzet Saim şoförün yanına oturdu. Üç kadın, üç erkek karmakarışık arabaya doldular… Küçük bir geri kıpırdanıştan sonra oto, beyaz dumandan arkasına ince bir kuyruk bırakarak manda sesiyle bağıra bağıra süzüldü. Köşeyi döndü, kayboldu.
Semih Atıf Bey, hanım kâtiplerini Madam Savaro’ya uçururken arkalarından açılmış iki tehlikeli gözün izlediğini seçemedi…
Şehreminili Hüsniye, kapıların süvelerine sinerek, köşelere gizlenerek, helalara kapanarak onların kadın erkek vücut vücuda karamboller yapa yapa arabaya dolduklarını görmüş, şoförün yüzüne, otonun numarasına dikkat etmişti.
Hemen sokağa fırladı. Sağına baktı, soluna döndü. Muhbir karı o fesatçı kafasıyla birden ne yapacağını kararlaştıramadı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Her duraksama saniyesinin otomobili kendinden daha çok uzaklaştırdığını düşünerek kuduruyordu.. Bir ikinci otomobile atlayıp arkalarından saldırmak için yanındaki parayı hesapladı. Bunun yetmeyeceğini görerek bütün bütün sinirlendi. Ah, ah bu öyle bir işti ki, eğer açıkgözlülük edebilirse kâtiplikten kaybettiği aylığın birkaç katını o günü ve sonra çıkarabilirdi. Bu serüvene karıştıracağı adıyla ün kazanmaya da bir adım atmış olacaktı. Aman ya Rabbi, nasıl etsin? Ne yapsın?
Hüsniye, yürek çırpıntılarıyla böyle kendi kendini yiyip bitirmekte iken sokağın başından iki çocuğun ellerinden tutmuş bir kadın göründü. Oraya, hana doğru geliyorlardı.
Şehreminili, bu dişi kurt, böyle fitneciliklerde düşen fırsat noktalarından en küçüğünü bile ihmal etmezdi. Fesatçı yüreğinin esinlemesiyle durdu, iki çocuğun ortasında gelen kadını bekledi.
Bu, Semih Atıf Bey’in hizmetçisi Kâmile idi. Yürüdü. Hana girdi. Hüsniye, onları merdivenlerden birkaç basamak ara ile izledi.
Kâmile, çocuklarla birlikte, aralık bulduğu idarehane kapısından içeri yürüdü. Kapıyı yine aralık bıraktı. Ancak iki dakika sonra Hüsniye de içeri daldı. Mansur Efendi’nin odasında iri iri konuşuluyordu. Muhbir kadın, bu seslere kulak verdi.
Kadın sesi: “Beyefendi bu sabah gelmedi mi?”
Erkek sesi: “Geldi.”
“Nerede?”
“Sokağa çıktı…”
“Şimdi… Mutlak kendisini görmek isterim… Nereye gittiğini bilmiyor musun?”
“Yemeğe gitti sanırım…”
“O her zaman yemeğini lokantadan buraya getirtirdi…”
“Kimi de lokantaya gider. Belli olmaz… Misafirleri vardı…”
“Tayyar ile Nesip değil mi?”
“Evet…”
“İkisinin de boynu altında kalsın. Tanrı’nın günü ikisi de burada, misafir mi onlar? Kişi refikinden azar… Beyefendiyi baştan çıkarıyorlar. Hem masrafa sokuyorlar hem ahlaksız ediyorlar. Vallahi Hanım Efendi bir gün gelip onları buradan kovacak… Hakkı yok mu canım? Bu iki herifin çapkınlıkları hakkında işitmediğimiz rezalet kalmıyor. Gittikleri lokantayı biliyor musun? Söyle… Şimdi gider bulurum… Lazım… Pek lazım…”
Turgut mızmızlanarak: “Kâmile Dadı, haydi lokantaya gidelim… Ben krema isterim…”
Mihriban: “Ben de isterim dadı…”
Kâmile: “Arsız mahalle çocukları gibi ellerimi eteklerimi çekmeyiniz öyle… Sanki evde hiç tatlı yemiyorsunuz? Bilmiyor musunuz? Anneniz hasta… Bizi mutlak şimdi babanızı bulmak için gönderdi.”
Bu sırada dışarıdan oda kapısı vurulur. Mansur Efendi başını dışarı çıkarır. Yabancı iki genç kadınla burun buruna gelir…
“Ne istiyorsunuz?”
“İlanı okuduk geldik.”
“Ha anladım. Lüzum kalmadı hanımlar…”
Kâmile söze karışarak: “Ne ilanı?”
Yaşlı memur, yaylı gözlüğünü birkaç defa burnunun üzerine yerleştirip yine kaldırarak: “Bir şey değil canım… Bir şey değil…”
Gelen kadınlar küçük bir yaygara ile: “Nasıl bir şey değil? Herkesi uzun yollardan buraya kadar çağırınız da sonra bir şey değil, diye savınız…”
Mansur Efendi’nin gözü bu aralık girişte Şehreminili Hüsniye’ye ilişti:
“A hanım, sen hâlâ burada mısın?”
Muhbir kadın, iki büklüm yerlerde bir şey arayarak: “Ah Efendi, başıma gelenleri sormayınız. Ben gittim de yine geldim…”
“Niçin?”
“Babadan kalma bir gümüş kurşun kalemim vardı. Düşürmüşüm… Belki buradadır diye geldim. Arıyorum, arıyorum. Başım dönüyor, bulamıyorum…”
Birçok uygunsuz sözlere cevap vermeye katlanan Mansur Efendi, yeni gelen kadınları savar… Fakat Kâmile’ye laf anlatamaz… Kadın ağzını açar:
“Ne ilanı bu? Söylesene Efendi!”
Yaşlı adam lahavleler çekerek: “Canım burası idarehanedir, her türlü iş olur. Gazetelere her türlü ilan verilir…”
Kâmile, lokantaya gidip tatlı yemek için vızıldanan çocukları azarladıktan sonra: “O çapkın İzzet Saim, beyefendinin nesidir? Bilirsin ya Mansur Efendi?”
“Ben böyle münasebetsiz lakırtılar sevmem. Sus Kâmile Hanım…”
“Sevmezsin ama işin tam can alacak noktasında susarsın… O İzzet oğlan, beyefendinin genelev kılavuzudur. Muhabbet tellalıdır. Sen bilmiyorsan ben söyleyeyim işte… Mansur Efendi, siyahından ziyade ak bitmiş sakalınla sen bu çapkınlıkların arasında tuhaf bir durumda kalıyorsun…”
“Vallah hepinizden tiksiniyorum. Bir gün elimden kalemi bırakıp savuşacağım…”
“Savuşma… Savuşma babacığım. Bizden yana ol… Hanımefendi döşeklerde inim inim inliyor. Zavallıyı diri diri mezara sokacaklar… Vallah dünyada eşi bulunmaz tahammüllü kadındır. Bütün rezillikleri biliyor, işitiyor… Her duyduğunu içine koya koya işte böyle oldu.”
İhtiyarın sesi öfkeden ağlayan bir çocuk gibi incelip titreyerek: “Ben bu yaştan sonra böyle işlerde kimseden yana olamam… Benim vicdanım var. Terbiyem var… Ben altmış beş yaşında bir erkeğim. Mahalle karısı değilim… Ben bu idarehanenin ticaret işleriyle uğraşırım. Beyefendinin özel işlerinden, davranışlarından asla sorumlu değilim… Bakınız burada şimdi kimse yok. Burası bana teslimdir. Burası kavga, dedikodu yeri değildir… Hanımlar, haydi bakalım. Arş dışarıya… Kapıları kapayacağım.”
Kâmile, iğrenç bir şey görmüş gibi yüzünü ekşiterek: “Ay aman, senin ne pinpon olduğunu ben bilmez miyim? Hep bu işler senin başının altından çıkıyor. Bütün bu rezilliklerde senin parmağın var… Beyefendinin işine yaramasan o kadar dolgun aylıkla seni burada tutar mı? Siyah, ak sakallılar, sakalsızlar… Yaşlısı genci bütün dünya bir lokma ekmek için her rezilliği kabul eder oldu. Fakat dur sen… Gidip hanımefendiye söyleyeceğim. Hepinizi buradan kovdurtacağım…”
“Haydi git söyle… Hanımefendi, hanımefendi… Hay boynu altında kalsın kaltağın… Onun da ne çekilmez bombok bir mahluk olduğunu ben bilmez miyim?”
“A a a velinimetine karşı bu iyilikbilmezlik… Vallah kör kötürüm olursun Mansur! Yediğin ekmek gözüne dizine durur…”
“Benim kendi kafamdan başka velinimetim yoktur. Ben böyle defterlerin başında iki büklüm sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra buradan aldığımı her yerde kazanırım. Sen kendi derdine bak. Beni buradan kovdurtacakmışsın… Ben giderim ama sen de o evin gediklisi değilsin. Beyefendinin bir sinirli gününe rastlarsa belinin ortasına tekmeyi indirince, seni kapı dışarı eyleyiverir… Çünkü Beyefendi, hanımefendi denilen o yapma hastanın, o deli karının esiri değildir…”
“Ya hanımefendi, beyin esiri midir?”
“Beyin hanımından hiçbir istediği yok… Bilirim onun hiçbir davranışına karışmaz. Karısı dünyada var mı imiş yok mu imiş… Onun varlığına asla önem vermez… O da ona önem vermesin, bitsin gitsin.”
“A hiçbirbirine karışmadan karılık kocalık olur mu?”
“Bu hanımefendi derecesinde karışmaya da hiçbir erkek dayanamaz. Bu arsız çocuklarla kısa günde buraya on defa gelir gidersin… Beyin önemli bir işi mi var? Ciddi bir adamla mı konuşuyor? Kafası yorgun mudur? Hiç buralarını düşünmek yok… Karagöz oyunu gibi vakitli vakitsiz küt damlarsınız buraya…”
“Çocuklar arsızsa bunları ben peydahlamadım ya!”
“Bunları böyle terbiyesiz eden anneleri ve sen, ikinizsiniz… Öyle idaresiz bir kadının yanında siz hizmetçiler de yüze çıkıyor, yarımşar hanımefendi oluyorsunuz.”
Bu fırtınadan sonra Kâmile, oğlanla kızın ellerinden çekerek idarehaneden çıktı… Fakat Şehreminili Hüsniye, bütün fesatçı dikkatiyle bu sahnenin seyircisi olmuştu. İki taraftan dinlediği sözlerden mükemmel bir fitne dalaveresi çevirmeye yetecek kadar aile sırları toplamıştı. Hanımefendi, kocasını çok seven kıskanç, dırdırcı, bunaltıcı, belki de çehre düşkünü zayıf, sarartma, çekilmez bir kadın… Beyefendi genç, güzel, yanaklarından kan damlayan, karısını hiç umursamayan; zevkinden, sefasından başka şeylere metelik vermeyen; bütün tatlı eğlencelerini evinin dışında, ailesinden uzaklarda arayan hayırsız bir koca… Eşine hiç önem vermiyor fakat her nedense boşanarak bu belayı omzundan büsbütün de silkip atmıyor.”
Tastamam kıvamına, kolpasına gelmiş bir iş ki Hüsniye “püf” dese bu serüvenin rüzgârına karışacak ve Kâmile’nin Mansur Efendi’ye teklif ettiği gibi, hanımefendiden yana olunca, istediği kâtipliğin kazancından daha çok kendisine faydalar kapısı açmış bulunacak…
8
Kâmile, çocuklarla birlikte idarehaneden çıkıp dış koridorda on beş yirmi adım ilerleyince Hüsniye arkalarından yetişti. Merdivenlerden yere indiler. Hatta dik taş basamakların kazasından korumak için çocukların küçüğünü, Mihriban’ı dadısının elinden alarak kendisi indirdi. Bu iki kadının yaradılışlarında, öz kardeşlermiş gibi bir benzerlik, bir yakınlık vardı. Göz göze çabuk kaynaştılar…
Muhbir kadın, hizmetçiyi tenhaca bir sokağa çekti. Çarpıntısını yatırmak için birkaç kez eliyle göğsünü sıvadıktan sonra: “Ah hanım… Ah kardeş… Ben yedi kat el iken dayanamıyorum… Allah, hanımefendiye sabırlar versin. Can dayanır dert değil…”
Yabancı kadının hanımefendi adını karıştırarak gösterdiği bu üzüntü karşısında Kâmile şaşaladı. Dikkatle onun göz bebeklerine bakarak: “Ne var Hanım? Ne oldu?”
“Ah öyle bir şey oldu ki… Söyleyeyim mi? Söylemeyeyim mi? Ne yapacağımı ben de şaşırdım…”
“Bizimle ilgili mi?”
“Evet…”
“Söyle… Niye söylemeyecekmişsin?”
“Dedikodu olur. Ben öyle şey sevmem. Belki de karı koca arasında bir felaket oluverir.”
Kâmile, yüzünü merakla burun buruna bu muhbir kadına yaklaştırarak: “Söyle sinirden gözlerim seğiriyor. İçim titriyor.”
“Sizin hanımefendi hiç gazete okumaz mı?”
“Okumaz… O, kocasının derdinden başka bir şey düşünmez…”
“Vah zavallı kadın…”
“Zavallıların zavallısı…”
“Bu ilanı İstanbul’da okumayan kalmadı. Sizi ilgilendirdiği hâlde bundan hiç haberiniz olmamasına pek şaşılır doğrusu…”
“Hanım, ne ilanı? Bu nasıl şey? Söyle diyorum…”
Turgut bir yandan, Mihriban öbür yandan Kâmile’nin eteklerini çekiştirerek: “Dadı haydi… Lokantaya gidelim. Beybabamı bulalım…”
Hizmetçi kadın, çocukların ikisini birden tartaklayarak: “Susunuz. Durunuz bakalım… Beybabanızın yediği … yedi deryanın suları temizlemez… Dinleyiniz, bakınız bu hanım ne söyleyecek? Öyle herife ananız koca, siz baba diyorsunuz… (Hüsniye’ye dönerek) Hanım, siz bu arsızların vızıldamalarına bakmayınız… Söyleyiniz… Analarının bunları düşünmeye hiç vakti yoktur. Babaları dersen kırk yıl görmese aklına gelmez… İşte ben bu doymazları akşama kadar yemişle avuturum. Bunların yediklerini vallah büyük adam yiyemez… (Cebinden iki tablet çikolata çıkarır, ellerine tutuşturarak) Alınız da bakalım susunuz…”
Mihriban, çikolatasını kardeşine göstererek: “Ağabey bak… Benim tabletim daha büyük…”
Oğlan kapmaya atılarak: “Ver onu bana…”
Kız sesinin çıktığı kadar bağırarak: “Vermem… Vallah vermem…”
Turgut, Kâmile’yi yumruklayarak: “Cadı karı… (Tepine tepine) Ona büyüğünü veriyorsun da (ağzını yaya yaya, arsız arsız ağlayarak) bana küçüğünü… Anneme söylerim billah…”
Kâmile: “Söyle… Annen senin çikolatanı düşünüyordu… Bunun büyüğü, küçüğü yok. İki tablet de birbirinin aynı. Vurma bacaklarıma. Soysuzun çocuğu… A küçük ama kurşun gibi ağır yumrukları var… Bu kadar emeklerime karşılık daha bu yaşta beni dövmeye kalkıyorsunuz… Eğer babanızın derdinden ölmez ise büyüdüğünüz vakit ananız kim bilir sizden de neler çekecek? Damarları bozuk piçler… Yumurcaklar lakırtı söyletmiyor ki… Hanım, anlat bu ilanı bana…”
“Hanım, sizin beyefendi gazetelere bir ilan verdi. İstanbul’un ne kadar aşüftesi varsa sabahleyin buraya topladı…”
“A üstüme iyilik sağlık, hanım duymasın. Çıldırır… Deli olur… Ölür…”
“Ah ben de o kadına acıyorum ya. Yüreğim hun15 oluyor…”
“Ah kimseler duymasın. Bizi tefe korlar da çalarlar…”
“Ah zavallılar, bu rezaleti sizden başka duymayan kalmadı…”
“Utanmaz herif, ne yapacak o kadar orospuyu? Genelev mi açacak?”
“Kendi için… Eşi dostu için…”
“Hanım, akıllara ziyan… Beynimin içinde karınca yuvası gibi bir şeyler kaynıyor… Sıkılmadan, arlanmadan o ilanı nasıl verdi? Gazeteler nasıl kabul ettiler? İstanbul’un bütün fahişelerini davet ediyorum diye mi yazmış?”
“Yok hanım yok… ‘Yazıhanemize genç bir kâtip hanım arıyoruz, çok iş yok, aylık dolgun.’ diye yazmış… Irzlısı ırzsızı hepsi buraya koştu. Bilemedim. Ben de geldim…”
“A vah zavallı, onların arasında seni de kötü karı sanmışlardır…”
“Sorma hanım, sorma, kızardım. Terledim, yerlere geçtim.”
“E, sonra? Buradan nereye cehennem oldular? İki gözüm anlat… Seni bize Allah gönderdi. Sen söylemesen bizim bir şeycikten haberimiz olmayacak…”
“Benim buraya gelip de bu şeyleri öğrenişimi hanımefendinin güzel kalbinin kerametine veriyorum.”
“Doğru, doğru… O kadın veli gibidir. Ona kötülük eden sonunda ettiğini bulur…”
“Hanım, dinle; şimdi en can alacak noktaya geliyorum…”
“Ah canları çıksın! Söyle…”
“Dedim ya ilana aldandım. Ben de geldim. Bu giriş yeri yavaş yavaş boyalı karılarla doldu. Bir delikanlı var. Beyin kâtibi midir nedir?”
“Ah bildim. Onu kâtipler götürsün, yaşı yerlerde sayılsın…”
“İşte o oğlan buradan en genç, en güzel, en oynak şırfıntıları seçti, seçti içeri götürdü. Bir iki defa sırıtarak çağırmak için bana da çapkın çapkın göz etmesin mi? Elimi yumdum. Kafasına doğru salladım vallahi…”
“Ah kıraydın kafasını puştun…”
“Genç karıları içeri aldılar. Kapıları sımsıkı kapadılar… Saatlerce halvet oldular… Bekleriz, bekleriz çıkmazlar. A, vakitler çok fena oldu hanım. İstanbul’un böyle civcivli göbek yerinde bu rezalet… Eski kafadaki Türkler olaydı, ortalık birbirine girerdi. Allah hepsini kahretsin. Ne hâlleri varsa görsünler… Neme gerek âlemin günahı, rezaleti de, çık git; değil mi ya? Hayır şeytanlar içime vesvese getirdi. ‘Durayım bakayım bu kepazeliğin sonu nereye varacak?’ dedim, bekledim. Bu da hanımefendimizin içine doğuşundan anlaşılıyor; yüreği tertemiz bir kadın. Ben bütün bu kötülükleri göreceğim, size anlatacağım… Beyin hıyaneti örtülü kalmayacak… Bu da Tanrı’nın hikmeti…”
“Hanım söyle… Öfkemden çatlayacağım… Kepazeler hâlâ çıkmadılar mı dışarıya?”
“Çıkmadılar… İki gözümün elifi çıkmadılar…”
“Hayâsız reziller… O Mansur Efendi olacak herif ne yapıyor?”
“Odasında oturuyor…”
“Ak sakallı pezevenk…”
Turgut’la Mihriban Kâmile’nin eteklerini çekerek: “Dadı, çikolata bitti, bir daha ver…”
Kâmile, iki çocuğun didiklemesi arasında sinirli sinirli çırpınarak: “Durunuz. Susunuz bakayım. O beybabanız olacak kerata orospularla odaya kapanmış… Dinleyiniz ibret alınız yumurcaklar… Yarın öbür gün siz de onun gibi hayâsız olacak değil misiniz? Ah hanımefendi, zavallı kadın işitmesin… İşitmesin hop diye yüreğine iner… Ölümüne sebep oluruz.”