Книга İnsanlar Maymun muydu? - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İnsanlar Maymun muydu?
İnsanlar Maymun muydu?
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İnsanlar Maymun muydu?

Başyazar: “Vakıa, dinlerde safça sözler vardır. Bunlar o zamanlardaki insanların düşüncelerine göre söylenmişti. Onlara başka türlü din telkini yapılamazdı.”

Feylesof: “Peki, cahiliyet devirlerinde pişirilip kotarılan bu kokmuş aşları yirminci asır insanlarının önlerine nasıl koyuyorlar? Âdem’in yeryüzüne inişlerinin tarihlerinin son rakamlarına bakıyor musunuz? 84 ve 16… Ne bir eksik, ne bir ziyade. Bu uydurma vakanın tarihlerini göstermekteki bu katilik kadar gülünç ne düşünülebilir? Tarihten evvelki zamanlardan söz edecek tarihçiler, prehistorienler tam bilgin olmalıdırlar. Bunların jeoloji, botanik, etnografi, antropoloji, anatomiyi iyi bilmeleri lazımdır. Cennetten kovulan çamurdan yapılma bu bir çift insan hangi dilden konuşurlardı? Tabiatın en çapraşık sırlarını anlayıvermekte dinler için hiç güçlük yoktu. Onlar bir üfürükle çamurları canlandırırlar, başka bir üfürükle istedikleri dilden konuştururlar.”

Başyazar: “Evet, dinlerin bu anlattıkları pek safçadır. Fakat ilimler, tabiatın esrarı hakkında son sözlerini söyleyebilecekler mi?”

Feylesof: “Söyleyemeseler de uydurmayacaklardır. İncelemelerinde derin tecrübe usulleri, büyük ihtiyatlarla yürüyeceklerdir. İnsaniyet, herhangi bir hakikat derecesine ancak bu sayede varacaktır. Çamurdan adam ve kadını dinler mitolojisinin müzesine kaldırdıktan sonra, kurulu itikatlardan hiçbirine iltifat etmeden, şimdi bağlantısız, serbest serbest düşünelim. Biz kimiz? Şurada burada kendi kendine yetişir gibi biten ebegümecinin bile kâinat kadar eski bir tarihi vardır. Biz, kendi yaradılış tarihimizi bilmiyoruz. Biz, ne cennetten kovulduk ne gökten indik. Biz, bu toprağın üzerinde doğduk. Bizi yapanlar erkek kadın, iki insandır. Bu insanlar da yine kendileri gibi insanlardan doğmuştur. Şimdi biz cinsimizin başını arayacağız. Nereden başlıyor?”

5

Enis Buharî Efendi bu kâfirce sözler karşısında sakalını sıvazladı, sıvazladı. Yüreğinde kıvrılan bir acaba? sualiyle düşünüyor, fakat yine hemen taassup tarafı üstün gelerek düştüğü bu ufacık duralamadan dolayı kendi kendini lanetliyor, içinden tövbeler, istiğfarlar ediyordu.

Nihayet yine dayanamadı, sordu: “Demek ki, gökten gelen haberlerin hiçbirine itibar etmeyip, kendi kendimizin ne olduğunu arayacağız?”

Feylesof: “Şüphesiz. Eğer bir dinin yasak ettiği şeylerden tamamıyla çekinmiş olsaydık, bugün çöllerde yaşayan bedevilerden hiç farkımız kalmazdı. Resim yasak, heykel yasak, müzik günah, güzel sanatlara ve eğlencelere dair her ne varsa bunlar oyun adı altında toplanarak uğraşanlarını, Allah saklasın cehennemlik eden şeylerden sayılır. Din sopalarının insanları kakıştırdığı bu töreye gidilseydi bütün dünya miskinler tekkesine dönerdi. Hâlbuki bugün medeniyetin eğlencelere ne kadar geniş yer verdiğini görüyorsunuz.”

Başyazar: “Efendim, dinlerin bu şeyler hakkındaki yasakları, buyurduğunuz derecede şiddetli değildir. Sonradan sonraya kaba sofular haddi aşırarak işi azıtmışlardır.”

Feylesof, sesini yükselterek: “Halkı cehennemle korkuta korkuta nefes alamayacak hâle getiren bu vaiz efendiler değil mi?”

Enis Buharî Efendi, cehennemden, zebanilerin ateşli tozlarından gırtlağını yırtarcasına haykırarak söz ettiği zaman, karşısında istiğfarlarla titreyen bir cemaat görmeye alışmıştı. Çok dar ve kaba din konusundaki bildikleri, bu işte çene yarışına çıkmaya pek elverişli olmadığı için sıkılıyor, elinden gelse hemen oracıkta feylesofu boğuvermek şiddetlerine düşer hâller geçiriyordu.

Feylesof, bu din umacılarından öç almak fırsatını kaçırmayarak sözünü kesmedi:

“İnsanların dinî masallarla oyalandırıldığı artık yetişir. Bu dünya ne bir haftada yaratılmıştır ne altı ayda ne on senede… Hocam, kulağını bana ver. Aç gözünü, ilk nebülözün Güneş’ten ayrıldığı zaman, aşağı yukarı bir trilyon yıldan fazla tahmin olunuyor. Bu rakamların anlattıkları kadar şeyi kavrayabilecek kadar sayı bilgisinde kuvvetli misiniz, bilmiyorum. Düşününce bu sayı insana baş dönmesi getirir. Ve sonra, güneşten kopan bu ateş parçasının çevresinin soğuyup kabuk bağlamaya başlaması için de iki milyar sene hesap olunuyor. Bu hesaplar ne gökten inmiş ne de Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla bildirilmiştir. Bu işe ait ilimler, fenler üzerinde çalışılarak bulunmuş şeylerdir. Jeoloji bilginleri bu toprağın tarihini birbirine eş olmayan beş bölüğe ayırırlar. Ben size jeoloji dersi verecek değilim. Kısaca söyleyeyim ki, bu devirlerin de araları milyonlar ve yüz binlerce yıllar sürmüştür. Her devrin tabakalarında rastlanan eserler ve fosillerin gösterdikleriyle hükümler veriliyor. Birinci devirde balıklar, ikincide kurbağalar, yerde sürünen hayvanlar, üçüncüde kuşlar ve memeliler, dördüncüde insan görülüyor. Yeryüzünde hayatın ne zaman başladığını aşağı yukarı bile kestirmek imkânı yoktur. Bu hususta kabul edilecek bir şey varsa, o da soğumaya başlamış olan suların, yetmiş derece sıcaklığa yaklaşmış olduğu zamandan önce arz üzerinde hayat olamayacağıdır. Yeryüzünde hayat en basitten, en küçükten başlıyor. Organizmada gittikçe tamlaşarak nevilere, cinslere ayrılıyor. Böyle böyle insan vücuda geliyor. Biz, bu ilk adamları yaşadıkları mağaralarda bıraktıkları eserlerden, kullandıkları şeylerden ve bulduğumuz iskeletlerinden tanıyoruz. Bunlar üzerine konuşmak için, insanla maymun organizasyon ve iskeletlerinin anatomice olan farklarını, ana karnındaki döllerin teşekkül ve birbirine benzerliklerini, kanların tabiatlarını iyice bilmeliyiz. Tabiat ölçüsünde maymun, insana en çok benzeyen bir mahluktur. Neviler arasında insana en çok yaklaşan maymun tipine de antropoit denilir ki, manası âdeta ‘yarım adam’ demektir. Biz bu antropoitlerden gelişerek ayrılıp da mı insan olduk? Mesele bu hâlde iken, 1891’de Eugène Dubois adında Hollandalı bir asker doktoru, Java adasında ve üçüncü ile dördüncü devir arasındaki toprakta bir kafatasıyla bir uyluk kemiği ve üç diş bulur. Yapılan araştırmalar sonunda bunların antropoit maymunuyla insan arasındaki ortalama üçüncü bir mahluka ait olduğu anlaşılır. Ve buna da pithecanthropus erectus, yani, ‘iki ayak üzerinde dik yürüyen maymun adam’ adı verilir. Anthropoide’lerden daha çok insanlara yaklaşan bu tipe ne diyeceğiz? Bu ‘maymun adamın’ nesli yeryüzünden büsbütün kalkmış mıdır? Yoksa hâlâ yaşayanları var mıdır? Büyük ormanlardan geçenlerin ara sıra böyle insana benzer tüylü bir mahluka rastladıkları işitilmiyor değil… İşte ben bunu arıyorum. İnsan, kemal bula bula doğruca kendine mahsus bir soydan mı geliyor, yoksa kendine çok yaklaşan bu hayvanlardan mı ayrılıyor? Adına primatlar denilen memeli hayvanlardan, maymunlara dair olan gruba bugünkü sınıflamada insanları da sokuyorlar. Meseleyi ne taraftan alırsak alalım, yeryüzündeki bitkinin olsun, hayvanın olsun ilk hayatı, tek hücreden başlayıp, sonradan çevrelere göre gelişerek hesapsız nevilere ayrılmış olduğu için solucan, salyangoz, kertenkele, köpek balığı, ayı, maymun, domuzla hep bir asıldan gelme kardeşleriz.

Müzeleri gezmezden, anatomi ve fizyoloji kitapları karıştırmazdan, toprak altlarını kazarak fosillerle uğraşmazdan önce, kendi vücudumuzu yoklayalım. Hiç şüphe yok ki, soyumuzun ilk çıktığı zamanda biz tamamıyla bugünkü şekilde değil idik. Birçok başkalaşmalardan sonra bu hâli bulduk. Parmaklarımızın uçlarındaki tırnaklara bakalım. Bunlar nedir? Tabiat bunları bize vahşilik zamanımızda canavarlar gibi silah olarak kullanmak için vermiştir. Bugün de birbirimizi tırmaladığımız olmuyor değil. Zekâmızla saldırma ve koruma aletleri icat ettikten sonra, eski surette kullanılmalarına ihtiyaç kalmayan tırnaklı pençe bugünkü el şeklini almıştır. Bununla beraber, bazı hanımlar, uçlarını sivriltip kan rengiyle cilaladıkları bu aletleriyle ilk vahşetlerden çok ayrılmamış olduklarını lütfen hatırlatıyorlar. Medeni bir kadın, yırtıcı bir kedi sembolünü işte kızıl sivri tırnaklarında taşıyor. Köpekteki azı dişleri bizde de vardır. Eski kitaplarda bunlara esnan-i kelbiye demekten çekinmemişler, Fransızlar da canine sözüyle bu benzerliğe açık açık işaret etmişlerdir.

Bir de kuyruk sokumumuza el atalım. İsim şık değil mi? Şimdi, düşerek koptuğu yeri bırakan bu eski ‘kuyrukluluğumuzun’ söylenişi acaba hangi geleneklerden döne dolaşa zamanımıza kadar geliyor? İçimizi dışımızı şöyle bir yoklarsak bugünkü cinsliliğinden gurur duyan insanın dünkü hayvan olduğuna dair hiçbir su götürmez çok delillere rastlarız. Büyükler kadar tam terbiye almamış olan çocuklar, hayvan cinsine daha yakındırlar. Kavga ederken birbirini ısırırlar. Kuyruktan kurtulduğumuz için kendimizi onlardan çok uzaklaşmış sanmayalım. Maymunların büyük cinslerinden kuyruksuzları da vardır.

İnsana benzeyenlerin dişleri de bizim gibi otuz ikidir. Hayat sicilinde maymunların, bizim öz amca oğullarımız olduklarını yine tekrarlıyorum. Malais dilinde orangutan, ‘orman adamı’ demektir.

6

Enis Buharî Efendi, kızgın alev karışık dumanı çarpık tüten inkârcı konuşmadan âdeta bir baş dönmesiyle ayrılmıştı. Kâfir feylesofu mat edemediğine esef ederek çatlıyor, hele insanın domuzla akrabalığı iddiasına bir türlü dayanamıyordu. Feylesofu yerden yere çarpmak için ne yapsın? Kimlere başvursun. Bu yalnız, kendinin başaramayacağı bir işti. Yardımcılar lazımdı… İnsanlığın şerefini kurtarmak için bu savaşmada kendisiyle birleşecek kafadarlar bulmalıydı.

Birdenbire aklına kendi ayarında şiddetli bir makale yazmış olan Ruşen Zamir geldi. Fakat bu zat kimdi? Nerede idi? Bunu nasıl anlasın? Matbaa koridorunda biraz düşündükten sonra yine yazarların odasına başvurarak kapıda sordu: “Efendim, Ruşen Zamir imzalı makalenin sahibini tanıyor musunuz?”

Yazı müdürü işten başını kaldırarak cevap verdi: “Bahis gittikçe şiddetlendiğinden, ortaya haysiyete dokunur ileri geri münasebet almaz sözler saçılıyor. Bu yüzden, bahse karışanların semtlerini, kim olduklarını kaydetmek istiyoruz. İlk önce siz kendinizi açıklayın.”

“Bendeniz Mollazade Enis Buharî’yim. Karagümrük’te Narlı Sokağı’nda 17 numarada otururum.”

Yazı müdürü bu sözleri kaydettikten sonra: “Ruşen Zamir imzası takma bir ada benziyor. Araştırdık. Bu zat, Unkapanlı imiş. O semtte bu isimle kendini herkes tanırmış.”

“Pekâlâ… Teşekkür ederim efendim… Ya o dinsiz herifin semtini sorabilir miyim?”

“Dinsiz herif kim?”

“Feylesof olacak o mervan…”

“Affedersiniz Enis Efendi, bahis, insanın dünya yüzündeki ilk çıkışı üzerindedir. Bu iş ilim çerçevesi içinde münakaşa edilebilir. Buna din karıştırmanın münasebeti yoktur. Herkes kendi vicdanınca peyda edebildiği bir itikat üzerine yürür gider. Şuna inan buna inanma diye kimseye karşı zorba vaziyeti alınamaz.”

“Ya maymunu bana baba, domuzu amca yaparsa?”

“Bu bir teoridir. Hayvan, insan hepimiz iman ettiğiniz o vahdaniyetin eseriyiz. Cenabı Halik, menfur bir şey yaratmaz. Bu, kendi kısa düşüncemizce sapıttığımız büyük bir yanlışlıktır. Kendimizi bütün mahluklardan üstün görmek yanlışı…”

“Aramızda büyük yanlışlık var, ama bu hatanın asıl hangi tarafa ait olduğunu Allah bilir. Feylesofun semtini biliyorsanız lütfediniz.”

“Bilmiyorum…”

“Bahse karışanların kim olduklarını kayıt buyurduğunuz hâlde, asıl elebaşının semtini bilmemek, açık bir bilmez görünmek olmaz mı?”

“Feylesof oldukça tanınan bir kişidir. Ne zaman olsa semti, kim olduğu kolayca anlaşılabileceği için bu ciheti ihmal ettik.”

“Onun ilmiyle amel etmediğim için, bu bahis açılıncaya kadar şöhreti bizce belli değildi. Neyse bu Allahsız’ın ne idiği belirsizi arar öğreniriz.”

Enis Buharî çekildikten sonra, yazı müdürü arkadaşlarına dönerek: “Dikkat ettiniz mi, meseleden bahsederken herifin gözleri sansar gibi parlıyor. Feylesofun semtini öğrenip de ne yapacak? Herhâlde hayra yorulacak bir niyette olmamalı. Mualla Efendi’yi görüp de haber versek… Kendini sakınsın.”

7

Enis Buharî Efendi matbaadan çıkınca Balıkpazarı, Keresteciler, doğru Unkapanı yolunu tutturdu. Tıpkı hazmolunamaz ağır şeyler yiyip de kusmak isteyen bozuk mideliler gibi işittiklerini hemen dışarı dökmek telaşındaydı.

Unkapanı’na geldi. Sokakta bir iki kişiye sordu. Ruşen Zamir ismini tanıyan olmadı. Nihayet birisi, “Ha, anladım. Siz Hayrullah Efendi’yi arıyorsunuz.” dedi.

Enis Buharî biraz şaşırarak: “Ruşen Zamir ile Hayrullah Efendi arasında çok fark var.”

“Öyledir, fakat onun asıl adı Hayrullah’tır. Gazetelere yazdığı makalelerde Ruşen Zamir takma adını kullanır… Hayrullah Efendi, insanın maymundan azman olduğu meselesinden dolayı şimdi çok sinirli bir hâldedir. Eğer siz de bu fikrin taraftarlarından iseniz peşin söyleyeyim, yersiniz dayağı… Güçlü kuvvetli bir adamdır.”

Enis Buharî Efendi, Hakk’a müracaat eder gibi kollarını havaya kaldırarak bağırdı: “Haşa haşa… Ben de bu dertle sinirlenmişlerdenim. Şiddetli cevap yazan Enis Buharî, işte o benim…”

“Öyle ise âlâ… Gidiniz Hayrullah Efendi’yle kucaklaşınız, dertleşiniz.”

“Bu zat-ı ali-kadri12 nerede bulabilirim?”

“Pek kolay yerde, şuracıkta, Cafer’in kahvesinde…”

Enis Buharî kendisine işaret olunan Unkapanı Köprüsü’nün sağ cihetindeki kahveye doğru yürüdü.

Kahvenin önüne atılmış iskemlelerde oturan müşterilerden kimi gazete okuyor, kimi nargile çekiyor, birkaçı da iki tavla oyuncusunun başına birikerek, vururdu vurmazdı diye gürültü ediyorlardı.

Enis Buharî, elindeki maşayı şak şak yaparak ortada gezinen çıraktan sordu:

“Bu müşterilerin içinde Hayrullah Efendi hangisi?”

Çırak gösterdi: “Nah işte. Kenarda gazete okuyan şu efendi…”

Enis Buharî, büyük bir huzura çıkanların aldıkları saygı tavrını andırır bir göğüs kavuşturuşuyla Hayrullah Efendi’ye doğru ilerleyerek: “Efendim, zatı kemalat semirinize kendimi takdime geldim.”

Hayrullah Efendi biraz şaşaladı. Bu hürmetkâr adamın yüzüne bakarak ne diyeceğini bekledi.

“Enis Buharî bendeniz…”

Beriki, sevinç telaşı ile elindeki gazeteyi attı. Ayağa kalktı. Küçük bir helecanla: “Vay fezail-mendim,13 sizi gökte ararken yerde buldum.”

Enis Buharî hararetle başladı:

“Efendim, mesele malum. Bir futbol topuna yanlış bir tekme atılsa gazetelerde, her ağızda kıyamet kopuyor da, herif-i naşerif14 bütün mübeccel15 insaniyeti maymun zürriyetinden getiriyor, dudağını kıpırdatan olmuyor. İnsani şerefimizi bu dereceye kadar kaybettik mi? Sizin makalenizi gazetede görmemiş olsaydım, artık her şeyden ümit kesecektim. Eliminnetülillah dedim, Hak yolunda söyleyenler de daha varmış.”

“O, İnsan Maymundu kitabını, o menfur eseri okuduğum zaman bütün irademi kaybettim. Şiddetle, nefretle ona karşı söylendikçe etrafımdakiler sözlerimi ciddiye almayarak gülüşüyorlar, meseleyi âdeta bir eğlence mevzuu yapmak istiyorlardı.”

Misafirine bir iskemle uzatarak “Hele şöyle buyurunuz.” dedikten sonra, çırağa seslendi: “Gel Cemal, sor bakalım, efendi hazretleri ne emir buyuruyorlar? Kahve mi, çay mı?”

Karşısına dikilen Cemal’e Enis Buharî: “Şekeri karar bir kahve…”

Arkasından Hayrullah Efendi ilave etti: “Kestane suyu olmasın.”

Bu tembihi içeriden işiten kahveci, bir taş sayarak, “Kestane suyu Sarıyer’dedir. Burada ne gezer?” dedi.

Bu iki fikir dostu birbirine kavuşmak sevincinin coşkunluğuyla kahvecinin bu cevabını duymadılar. Karşı karşıya iskemlelere oturdular. Şimdi, birbirinin ağzına bakıyorlardı.

Yazdıkları makalelerin şiddetlerinde birbirinin gururunu kabartmak için söz ararlarken, Hayrullah Efendi sordu: “Mir-i muhterem,16 ona karşı evvelkinden şiddetli birkaç makale daha yazmak fikrinde misiniz?”

“Sade yazmak fayda vermez.”

“Daha ne yapılabilir?”

“Çok şey…”

“Ne gibi mesela?”

“Nazariyattan fiiliyata geçmek…”

Hayrullah Efendi tuhaf bir sırıtışla: “Herifi pataklamak mı?”

“Sözlerini geri aldırtarak, başka türlü onu susturmak kabil olmaz. Dikkat matbaasında konuşurken, en son yediği haltı bilseniz o mervan için dayağı bile az görürsünüz.”

“Bütün o hezeyanların üzerine daha ne herze karıştırdı?”

“Herzeden çok öteye bir şey… Âdeta necaset karıştırdı.”

“Vay imansız habis…”

“Hazreti Âdem’i çamurdan yoğrulma kaba bir heykel diye tarifi ile reddettikten sonra maymunun ebülbeşer17 olduğu hakkında yine birçok deliller getirdi. Ve nihayet domuz bizim cetbecet muhterem amcamızdır.” dedi.

Hayrullah Efendi iskemlesi üzerinde bir karış yükselip oturduktan sonra: “Vay yezit herif… O, kendi hesabına domuzun amcalığını kabul edebilir. Fakat biz Hazreti Âdem safiyullah nesliyiz. Bunda asla şüphemiz yoktur.”

8

Bu sırada, bakıra çalar kırmızı yanık yüzlü tombalak kısa bir zat, iskemlesini bu konuşan iki yeni dostun yanına çekerek: “Hararetli hararetli ne konuşuyorsunuz? Yine maymun baba meselesi mi?” dedi.

Hayrullah Efendi: “Ne yapalım efendim? Bizim ağız sporumuz da bu… Derdimizi dışarı dökmesek zehirlenip verem olacağız. Rastgele bir adama ‘Köpoğluköpek’, ‘eşşoğlueşek’ desek kızar, herif bütün insanlığı maymun yapıyor da aldıran yok… Arada bir fıslana fıslana galiba halkı âlem bu akrabalığı hoş görmeye alıştı. Biz maymuna zor tahammül ediyorduk. Fakat iş domuza dayanınca, sabrımız büsbütün tükendi.”

Hayrullah Efendi ufak çarpıntı geçirir gibi biraz dinlendikten sonra: “İkinizi birbirinize tanıştırayım. Enis Buharî Efendi Haşa, Ceddi Beşer Maymun Olamaz makalesinin yazarı… Bahriyeden tekaüt, çok gezmiş, çok görmüş, birkaç dil bilir Ali Hulki Bey… Mahalle komşumuz…”

Bu alaturkamsı takdimde, Enis Buharî Efendi kısa bir temennadan sonra baş keserek dervişvari elini göğsüne bastırdı. Ali Hulki Bey sadece bir boyun kırdı.

Şimdi iki softa eskisi, bahse karışmak için yanlarına yaklaşan bu üçüncü zatın ne diyeceğini anlamak merakıyla yüzüne bakıyorlardı.

Ali Hulki Bey gülümsedi. Biraz düşünür gibi durduktan sonra: “Efendim, ben bu bahiste bu kadar sinirlenmeye değer bir şey görmüyorum…”

Bu söz, biraz daha sinirlenmesine sebep olan Enis Buharî hemen ağız açarak: “Şerafet-i beşeriyeye18 karşı yapılan bu mülhidane19 hakarete nasıl tahammül olunur?”

Ali Hulki Bey: “Bu teori, daha esaslı olarak sabit olmamıştır ve olacağa da benzemez. Buna sizinki kadar taassup göstermeye mahal yoktur. İngiliz bilgini Darwin, 1859’da Nevilerin Orijini adıyla çıkardığı eserinde bu teoriyi ileriye sürdü. O zaman da çok gürültüler oldu. Teoriyi şevkle aşkla karşılayanlar bulundu. Fakat çalışmalar ilerledikçe bu hüküm, sonraları kuvvetini kaybetti. Bazı sıkı benzerliklere karşı insanla maymunun arasında, umumi bakımdan uzviyet yaradılışınca uçurumlar vardır.”

Hayrullah Efendi: “Bu nazariyenin bir katakulli olduğu işte ilimce de görülüyor demektir.”

Enis Buharî: “Cenabıhak, Kur’an-ı Kerim’inde, Âdem’i topraktan yarattığını açık açık buyurdu. Artık bu nassa iman etmeyip de meseleye ayı, maymun karıştırmak küfür değil midir?”

Biraz kaşları çatılan Ali Hulki Bey: “Böyle, ilim ve fenne, varlığa ait meselelere din karıştırılmamalıdır. Ta Orta Çağ’dan beri bu iki şey birbiriyle boğuşmakta, hatta birbirinin canına susamış durumdadır. Bu muharebede adım adım ilerleyen ilim, cehalet bulutlarını yırtarak nurlarını saçabilmek için çok kurbanlar vermiştir. Dinler, bulundukları şekillerde kabul olunmuşlardır. Bugün onları ilimle muharebeye çıkarmak yine iman hesabına çok tehlikelidir. Çünkü ilimler, bütün kurulmuş itikatları yıkacak derecede kuvvetlenmişlerdir. Dini, bir kalkan gibi ilmin top tüfek ateşine karşı tutmayınız. Böyle şeylere karıştırmayarak, göklerdeki kadrini korumak için onu bulunduğu yüksek mevkisinde korumaya çok dikkat ediniz. Bugün dine gösterilecek en büyük saygı budur. Onun tarafını tutarak veya ona karşı olabilecek birtakım saygısız araştırmalara meydan vererek, dindar yürekleri de yaralamaktan korumuş olursunuz.”

Hayrullah Efendi, bakışı diklenmiş bir çehre ile: “Ali Hulki Bey, affedersiniz, ben sizi bizden biliyordum. Meğer siz de ötedenmişsiniz.”

Ali Hulki Bey: “Hayır, ben ne ötedenim ne beridenim. Ben ikisi ortasıyım.”

Enis Buharî: “İkisi ortası olmaz. Olunca tam imanlı olmalıdır. İşin içine zerrece şek20 girince iman kalmaz.”

Hayrullah Efendi: “Frenkçe öğrenenlerin hep böyle dinleri zayıflıyor veyahut ki maazallah büsbütün kızıl bir münkir olup çıkıyorlar ortaya…”

Ali Hulki Bey: “Hocalarım, yanılıyorsunuz. Frenklerde imanlılar çoktur. Kiliseler henüz kapanmamıştır. Hristiyan hükûmetlerin din için bütçelerine koydukları masraf korkunç bir raddededir. Dinlerle ilimler arasında çıkan zıtlıkların uzlaştırılması işini siz üzerinize almayınız. Bu, akıl almayacak kadar güç bir iştir. İşin bu tarafını tefsircilere bırakınız. Onlar türlü yollardan her şeye bir kulp takarak, bu anlaşmazlıkları yumuşatmak fennini bilirler.”

Enis Buharî: “Aman beyefendi, ne söylüyorsunuz? Hak, kulp takılmaya muhtaç mıdır? Gökten inmiş kitaplara kulp takılır mı? Mesela İnne rabbikümullahi ayet-i kerimesi dururken dünyanın yaratılışı hakkında Frenk kitaplarının, jogoloci mogoloci, kokoloci kakaloci filan diyerek karıştırdıkları milyonların, milyarların, kıtipiyozların saçmalarına inanılır mı hiç? Kakalociyi söyleyenler Mösyö Corcaki veya Baron Kofticiyan yahut Sinyor Morşalaki değil mi? İnsaf ederek biraz düşünelim, ötekini söyleyen kimdir? İman nuruyla aydınlanmış aklıselim, hangisine inanır? Allah kimseyi şaşırtıp da imandan ayırmasın.”

Ali Hulki Bey, bu sözleri dudaklarını ısırıp gözlerini büyülterek dinledi dinledi, sonunda avucunu hocanın ağzına dayarcasına bir susma işareti vererek:

“Susunuz Molla Efendi, pabuçlarınızı yanı başlarınıza saklayıp da yüksek kürsüde yumruğunuzu tahtaya vura vura enine boyuna taassup kabartmaktan sizi alıkoydukları günden beri birikmiş vaiz zehirlerinizi dökmek için galiba vesile buldunuz. Kur’an’da, gerektiği zaman zamanın yeniliklerine uymak için de çok işaretler vardır. Fakat kör taassupla yumulan gözleriniz bu izinleri görmüyorlar. Trablusgarp’tan tutunuz da Fas’a kadar gidiniz, içerilere ininiz. Bütün Afrika’yı, Hicaz’ı, Yemen’i, Hint’i, Cava’yı dolaşınız. Hep oradaki Araplar, Müslümanlar Kur’an’a sizin gibi mana verdikleri için kendi kendilerini afyonlayarak uyuştular. Beğenmedikleri keferenin elinde yarı esir hâline düştüler. Muharebede sığındırıldıkları haç gölgesi altında hilale kurşun atmak zorunda kaldılar. Peygamberin maksadı ise bu değildi. Bugün birçok Müslüman krallıklar, sultanlıklar, İngiliz, Fransız ağları içinde kıpırdanamaz bir kötürümlüktedirler. Yine bugün radyolardan, telefonlardan, şimendiferlerden, otomobillerden, tayyarelerden, şaşırılıp kalınacak türlü fabrikalardan tutunuz da evlerimizdeki dikiş ve kıyma makinelerine kadar hepsi ‘gâvur icadı’ diye hor gördüğünüz ellerin, hayatı kolaylaştırmak için meydana getirdikleri hayırlı eserlerdir. Yabancı dil bilmeyi yalnız hakir görmekle kalmıyor, âdeta günah sayıyorsunuz. Bu kaba taassuba karşı insan ne diyeceğini şaşırıyor. Taassup, cehaletin öz ve kör oğludur. Kendi göremediği için, kimsenin doğruyu seçmesine, bilmeye uğraşmasına dayanamaz, ister ki insanlar yirmi asır evvelki geriliklerinde demir atıp kalsınlar…”

Enis Buharî: “Beyefendi, artık yetişir… Biz fikrimize uyar bir kimse ararken yine karşımıza bir itirazcı çıktı. Biz, sizi imana getiremeyeceğimizi anladık. Fakat siz de bizi tanrıtanımazlığa düşürebilmeyi aklınızdan geçirmeyiniz. Çok dil bilenin, çok gezenin neticesi buna varıyorsa bırakınız biz kendi köşemizde Hak ile yüz yüze yalnızlıkta kalalım.”

Ali Hulki Bey sabırsızlıkla: “İşte bu kadar. Zaten almış olduğunuz dinî afyonun miktarı, bir daha ondan uyanabilmenin derecesini çoktan geçmiştir.”

“Siz de Furkan-ı Azim’in21 ‘Biz, onların Hakk’a idraklerini kapadık, ebediyen doğruyu göremeyerek asi, münkir kalacak ve yanacaklardır!’ dediği cehennemliklerdensiniz.”

“İlim, akıl, mantık çevresinde bahsi kazanamayınca, hasmınıza bu ateşli cehennem sopalarıyla saldırmak âdetinizdir. Birbirimizi inandırmaya imkân olmayan bu bahsi geçiyorum. Size ehemmiyetli başka bir ihtarda bulunacağım. Ben, yanınıza gelmeden evvel ikiniz baş başa konuşurken, Feylesof Mualla Efendi’yi pataklamak kararına dair aranızda söz ediyordunuz, işittim. Gizli veya aşikâre böyle bir işe kalkıştığınız zaman en önce şiddetle karşınıza çıkacaklardan biri de ben olduğumu unutmayınız.”

İki hoca bozuntusu ile hakiki bir ilim dostu arasında yavaştan başlayan bahis kızışa kızışa bu son kerteye gelmişti. Sürdüğü hâlde de bir tarafın ötekini inandıracağı yolunda bir fayda beklenmedikten başka, fazla kızışmak istidadını alan kafalardan esef verici bir hâl çıkması ihtimali de vardı. Onun için, Ali Hulki Bey, Feylesof Mualla’yı koruma hakkındaki sözünü bir daha tekrarlayarak çekildi.

Hocalar, mülhit saydıkları bu ikinci muarızlarının arkasından kindar gözlerle bakakaldıkları sırada, Enis Buharî lahavle yollu başını sağa sola çevirip yüzünü buruşturarak: “Mevlana, insanların maymundan gelme bahsini bizim kadar ciddiye alan yok. Kimse buna kızmıyor, gülüp geçiveriyorlar. İçime büyük bir şüphe düştü.” dedi.