Книга Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Сюэцинь Цао. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt

Tam o anda, yelpazesini kaybeden Dianer adındaki hizmetçisi araya girdi.

“Siz sakladınız, değil mi küçük hanım?” dedi neşeyle. “Geri verin lütfen.”

“Kendine gel!” dedi Baochai alışılmadık bir ses tonuyla ve kıza parmağını sallayarak. “Sana hiç böyle oyunlar yaptım mı ki şimdi benden şüpheleniyorsun? Seninle şakalaşma alışkanlığı olan hanımlara sorsan daha iyi edersin.”

Bu paylama Dianer’ı korkutarak kaçırdı.

Baoyu yine düşüncesizce konuşarak gaf yaptığını anladı; hem de bu sefer bir sürü insanın önünde olduğu için utancı daha da büyük oldu. Başını çevirip başkalarıyla sohbete başladı.

Baoyu’nün Baochai’e karşı kabalığı Daiyu’yü içten içe memnun etti. Tam Dianer yelpazesini sormaya geldiğinde, kendisi de Baochai’e bir şaka yapmak üzereydi ama Baochai’in patlaması hazırladığı şakadan vazgeçmesine neden oldu, onun yerine hangi iki oyunu seyrettiğini sordu.

Baoyu’nün lafı üzerine bozuntuya uğramasına Daiyu’nün sevinmesi Baochai’in dikkatinden kaçmadı. Sorusuna gülerek verdiği cevap biraz iğneleyici oldu.

“ ‘Li Kui, Song Jiang’a Hakaret Eder, Sonra da Af Diler’ oyununu seyrettim.” dedi.

Baoyu kahkaha attı.

“Çok isabetli! Eski ve modern edebiyat konusundaki bilginle o oyunun asıl adının Korkunç Bir Özür olduğunu biliyorsundur.”

Korkunç Bir Özür mü?” dedi Baochai. “Şüphesiz sizin gibi zeki insanlar korkunç bir özrün ne olduğunu bilirler. Ne yazık ki bu benim bilmediğim bir şey.”

Bu sözler Baoyu ile Daiyu’nün hassas noktasına dokundu; ikisi de utançtan kıpkırmızı oldular.

Xifeng bütün bunları anlayacak kadar eğitimli değildi ama konuşanların yüz ifadelerini görünce neden söz ettikleri konusunda bir fikir edindi.

“Çiğ zencefil yemek için oldukça sıcak bir hava, değil mi?” diye sordu.

Oradaki hiç kimse ne demek istediğini anlamadı.

“Çiğ zencefil yiyen yok ki!” dediler.

Xifeng çok şaşırarak iki elini yanaklarına koydu.

“Madem yemediniz, o zaman neden bu kadar kızardınız?”

Bu sözler Baoyu ile Daiyu’yü daha da rahatsız edip utandırdı. Baochai de bir şey ekleyecekti ama Baoyu’nün yüzündeki kötü ifadeyi görünce gülüp dilini tuttu. Odada bulunan diğer hiç kimse dördünün neden söz ettiğini anlamadı ve tüm bunlara şaka gözüyle baktı.

Kısa bir süre sonra Baochai ve Xifeng odadan çıktılar.

“Görüyor musun?” dedi Daiyu Baoyu’ye. “Benden daha sivri dilli birisine çattın. Eğer ben ağzı var dili yok ve basit biri olmasaydım, bu kadar sık benimle uğraşamazdın, dostum.”

Baoyu hâlâ Baochai’in kırgınlığının etkisindeydi. Şimdi de Daiyu’nün üstüne gelmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ama cevap vermek istemesine rağmen Daiyu’nün ne kadar kolay alındığını bildiğinden, kendine hâkim olmak için çaba gösterdi. Çok keyifsiz bir şekilde oradan çıkıp kendi odasına gitti. Günün en sıcak saatiydi. Öğle yemeği çoktan bitmişti ve her dairede hanımlar ve hizmetçileri bitkinliklerine yenik düşmüşlerdi. Ellerini arkasında kenetleyip, aylak aylak dolaşırken gittiği her yerde öğlenin soluksuz sessizliği hâkimdi. Büyük Hanımefendi Jia’nın dairesinin arkasında Xifeng’ın avlusundaki duvara kadar uzanan geçitten geçti. Kapı kapalıydı. Xifeng’ın hava sıcak olduğu zamanlar, gün ortasında iki saat kestirme âdeti olduğunu hatırlayarak içeri girmemenin daha iyi olacağını düşündü. Bunun üzerine kendi ailesinin avlusuna açılan köşe kapısından geçti.

Annesinin dairesine girince, birkaç hizmetçinin ellerinde nakışlarıyla uyuyakaldıklarını gördü. Wang Hanım da iç odadaki yazlık yatağında uzanmış uyuyordu. Yanında oturup bacaklarına masaj yapan hizmetçisi Jinchuan’ın da gözleri kapanmış, başı önüne düşmüştü. Baoyu parmak uçlarına basarak yanına gitti ve hafifçe küpesini çekti. Kız gözlerini açıp Baoyu olduğunu gördü.

“Seni uykucu!” diye fısıldadı Baoyu gülerek.

Jinchuan dudaklarını büzüp gülümsedi, eliyle gitmesini işaret etti, sonra tekrar gözlerini kapattı. Ama Baoyu oyalanmaya devam etti. Sessizce uzanıp annesinin gözleri kapalı mı diye kontrol ettikten sonra, belindeki işlemeli keseden naneli pastil çıkarıp Jinchuan’ın ağzına tıkıverdi. Kız gözlerini açmadan pastili alıp çiğnemeye başladı. Bunun üzerine Baoyu yanına sokulup elini tuttu.

“Hanımından senin için izin alacağım, böylece beraber olabiliriz.” diye fısıldadı, şakayla karışık.

Jinchuan cevap vermedi.

“Uyandığında onunla bu konuyu konuşacağım.” dedi Baoyu.

Jinchuan gözlerini açıp Baoyu’yü hafifçe itti.

“Acelen ne? ‘Altın tokan kuyuya düşse bile, senin olan şey senindir.’ demişler. Bu sözü bilmiyor musun? Canın eğlenmek istiyorsa, ben sana yapacağın şeyi söyleyeyim. Doğu avlusuna git de kardeşin Huan ile Caiyun ne yapıyorlar gör.”

“Onlardan bana ne?” dedi Baoyu. “Biz kendimizden söz edelim!”

O anda Wang Hanım doğrulup oturdu ve Jinchuan’ın suratına bir tokat attı.

“Utanmaz kaltak!” diye payladı öfkeyle. “Senin gibi alçak yaratıklar genç efendileri baştan çıkarıyorlar.”

Annesi kalkar kalkmaz Baoyu duman gibi sessizce ortadan kayboldu. Jinchuan’ın yanağı ateş gibi yanıyordu ama sesini çıkaramadı. Hanımlarının sesini duyan diğer hizmetçiler hızla içeri girdiler.

“Yuchuan!” dedi Wang Hanım. “Gidip anneni çağır hemen. Gelsin kardeşini alsın!”

Jinchuan ağlayarak kendisini yere attı.

“Hayır, hanımefendi, lütfen! İstediğiniz kadar dövün, sövün ama lütfen göndermeyin beni. Neredeyse on yıldır yanınızdayım. Beni kovarsanız, insanların yüzüne nasıl bakarım?”

Wang Hanım genel olarak hizmetçileri dövmeyecek kadar iyi kalpli ve uysal biriydi; her zaman yumuşak bir hanım olmuştu. Aslında hayatında ilk kez bir hizmetçiye vuruyordu. Ama kendi fikrince Jinchuan’ın yaptığı bu utanmazlık her zaman en nefret ettiği şeydi. Bu nedenle bu kadar öfkelenip tokat atmış ve hakaret etmişti. Şimdi Jinchuan ne kadar yalvarıp yakarsa da vazgeçmedi. Annesi yaşlı Bayan Bai geldiğinde, zavallı kızcağız utançtan yerin dibine girerek gitmek zorunda kaldı. Bu konuyu burada bırakalım.

***

Annesi uyanınca çok utanan Baoyu hızla Bahçe’ye kaçmıştı. Yakıcı güneş en tepedeydi ve kısalan gölgeler ağaçların arkasında yoğunlaşmıştı. Öğlen saatinin sükûneti ağustos böceklerinin tiz çığlıklarıyla dolmuştu ama hiç insan sesi yoktu. Gül çardağına yaklaştığında, sanki içeriden bastırılmış hıçkırık sesleri duyar gibi oldu. Bunun ne olduğunu bilemedi ve durup kulak kabarttı. İçeride birisinin olduğuna hiç şüphe yoktu. Yılın beşinci ayı olduğundan, sarmaşık gülleri açmıştı. Bütün çardağı kaplayan gül demetlerinin arasından içeri bakınca, bir kızın yere çömelmiş, kızların saçlarını topladıkları uzun bir tokayla yeri kazıdığını gördü.

“Bu da Daiyu gibi çiçekleri gömmeye gelen budala bir hizmetçi olabilir mi?” diye düşündü.

Güzeller güzeli Xi Shi’nin çirkin komşusu Dong Shi’nin hikâyesini hatırladı. Xi Shi’yi o kadar çekici yapan küçük kaş çatma ifadesini taklit etme çabaları o kadar korkunç bir görüntü oluşturuyordu ki insanlar dehşet içinde kaçışıyorlardı. Bu aklına gelince gülümsedi.

“Yaptığı gerçekten de buysa, ‘Taklitçi Kaş Çatan’ denir buna. Sadece sahte değil, aynı zamanda da iğrenç!” diye düşündü.

“Bayan Lin’i taklit etme!” diye bağıracaktı ama kızın yüzünü görünce onun hizmetçilerden biri olmadığını fark etti. Armut Ağacı Avlusu’ndaki on iki küçük oyuncudan biriydi. Ama sahnede onları makyajlı olarak gördüğü için hangisi olduğunu çıkaramadı. Yüzünü ekşiterek dilini çıkardı ve eliyle ağzını kapattı.

“İyi ki dilimi tutmuşum!” dedi kendi kendine. “Patavatsızlığımla Daiyu ve Baochai’in duygularını incittikten sonra, bugün yine başım derde girecekti az kalsın. Bir on iki oyuncuyu üzmediğim kalmıştı!”

Kızı tanımaya çalışırken ona daha da yaklaştı. Daiyu’nün taklitçisi olduğunu düşünmesi çok ilginçti; kız ince ve narin yüz hatları, zayıf bedeni, kavisli kaşları, sonbaharın durgun göllerini andıran berrak gözleriyle gerçekten de Daiyu’ye çok benziyordu. Hatta Daiyu’nün efsanedeki Xi Shi’yi akla getiren kaş çatışı bile aynıydı. Ayrılıp gidemiyordu bir türlü. Büyülenmiş bir şekilde kızı seyretti. Seyrederken de aslında çiçekleri gömmek için çukur kazmadığını, yazı yazdığını gördü. Elinin hareketlerini izledi, yaptığı her dikey ve yatay darbeyi, her nokta ve kıvrımı kendisi de parmağıyla avucunun içinde tekrarladı. Toplam on sekiz darbeydi. Bir an düşündü. Avucuna yazdığı kelime, çardağı kaplayan çiçeklerin adıydı: Japon gülleri.

“Demek güllerin görüntüsü ona şiir yazma ilhamı verdi.” diye düşündü. “Belki iyi bir beyit geldi aklına, unutmadan yazmak istedi; belki de zaten yazdı; şimdi üzerinde biraz daha çalışıyor. Bakalım başka ne yazacak.”

Kız yazmaya devam ederken, Baoyu de deminki gibi el hareketlerini izledi. Yine Japon gülü yazdı, sonra bir daha, bir daha. Sanki bir büyünün etkisi altında gibiydi. Birini bitirip diğerini yazıyordu. Arka arkaya onlarca kere yazmış olabilirdi. Tıpkı kız gibi Baoyu de çardağın öbür tarafında sanki aynı büyüye kapılmış gibiydi çünkü artık hangi hareketi yapacağını iyi bildiği hâlde gözlerini ayırmadan tokayı seyretmeye devam ediyordu.

“Böyle davranması için aklında kimselere söyleyemediği bir şeyler olmalı.” diye düşündü. “Dışarıdan davranışlarını gören, içten içe neler çektiğini anlar. Çok kırılgan görünüyor. Acı çekmek için fazla kırılgan. Ah keşke birazını senin yerine ben taşısam, canım!”

Yazın bunaltıcı günlerinde hava önceden tahmin edilemiyordu; berrakken birden bulanıveriyor, küçük bir bulut bazen bir sağanağın habercisi oluyordu. Baoyu kızı seyrederken, aniden serin bir rüzgâr esti, hemen arkasından tıslayan bir yağmur indirdi. Kızın saçlarından suların süzüldüğünü ve giysilerinin sırılsıklam olduğunu görüyordu.

“Yağmur yağıyor! Bu narin bedeniyle böyle bir sağanakta kalmamalı!” diye düşündü endişeyle. “Yazmayı bırak artık! Bak, ıslanıyorsun!” diye seslendi istemeye istemeye.

Kız sesi duyunca irkilip başını kaldırdı. Güllerin arkasında birisi olduğunu görebiliyordu ama kısmen Baoyu kız gibi güzel yüz hatlarına sahip olduğundan, kısmen de yüzünün ancak bir kısmını görebildiğinden onu hizmetçi sandı. Bu yüzden de Baoyu olduğunu bilseydi yapacağı gibi ondan kaçmak yerine, minnetle gülümsedi.

“Hatırlattığın için teşekkür ederim. Ya sen? Sen de ıslanmıyor musun?”

“Ay!” diye bağırdı Baoyu. Kızın bu sözleriyle bütün vücudunun buz gibi olduğunu fark etti. Islanmıştı da. “Olacak şey değil!” dedi.

Kızıl Neşe Avlusu’na doğru fırladı ama aklı yağmurda saklanacak yeri olmayan kızda kaldı.

***

Ertesi gün Dragon Teknesi Festivali olduğundan, Baoyu’nün yazı yazarken seyrettiği kız da dâhil, on iki oyuncu için tatil başlamış ve eğlenmek amacıyla Bahçe’ye gitmişlerdi. İçlerinden ikisi, genç delikanlıları canlandıran Baoguan ile genç hanımları canlandıran Yuguan, yağmur başladığında Xiren ile birlikte Kızıl Neşe Avlusu’nda neşeli zaman geçiriyorlardı. Hizmetçilerle beraber olukları tıkayıp, suyu avluda toplayarak eğleniyorlardı. Yeterince su birikince, yeşil başlı yaban ördeklerini, sunaları, mandarin ördeklerini ve diğer su kuşlarını yakalayıp kanatlarını bağladılar, sonra avlu kapısını kapatıp hayvanları yüzsünler diye suya bıraktılar. Hepsi verandada durmuş onları seyrederken, Baoyu geri gelip kapının kapalı olduğunu gördü ve birisi gelip açsın diye kapıya vurdu. Kızlar o kadar yüksek perdeden gülüyorlardı ki bu sesi duymalarına imkân yoktu. Baoyu birkaç dakika bağırıp, kapıyı sarsacak derecede yumruklamak zorunda kaldı ancak o zaman içeriden duydular. Xiren onun bu kadar erken dönmesini beklemiyordu.

“Acaba bu saatte kim geldi?” dedi. “Birisi gidip kapıyı açar mı?”

“Benim!” diye bağırdı Baoyu.

“Bayan Baochai mi o?” dedi Sheyue.

“Yok canım!” dedi Qingwen. “O bu saatte gelmez.”

“Şu aralıktan bir bakayım.” dedi Xiren. “Uygun görürsem alırım içeri. Bu yağmurda kimseyi geri çevirmek istemeyiz.”

Üstü kapalı koridordan kapıya doğru yürüdü, iki kapı arasındaki aralıktan bakıp Baoyu’nün üzerinden sular damlayarak, perişan bir tavuk gibi orada durduğunu görünce hem dehşete kapıldı hem de gülmeden edemedi. Hemen kapıyı açtı ve ellerini çırparak gülmekten iki büklüm oldu.

“Efendi Bao! Senin olduğun hiç aklıma gelmedi! Bu yağmurda neden geldin?”

Baoyu çok sinirliydi ve kapıyı açan kim olursa olsun haddini bildirmeye kararlıydı. Kapı açılır açılmaz, kim diye bakmadan tekmeyi savuruverdi. Kapıyı genç hizmetçilerden birinin açacağını sanmıştı. Xiren kaburgalarına gelen tekmeyle acı içinde çığlık attı.

“Alçak yaratıklar!” diye bağırdı Baoyu. “Size hep iyi davrandığım için her şeyi yapabileceğinizi sanıyor, saygı duygusunu kaybediyorsunuz! İyice maskaranız oldum!”

O anda başını eğip bakınca, ağlayan Xiren’i gördü ve yanlış kişiyi tekmelediğini anladı.

“Ay! Sen miydin? Nerene vurdum?”

O ana kadar Xiren, Baoyu’den hiç böyle kötü sözler duymamıştı. Yediği tekme ve onca insanın içinde işittiği azar yüzünden hissettiği utanç, öfke ve acı karışımı duygu katlanılacak gibi değildi. Yine de dayanmaya çalıştı çünkü yaygara koparmak, Baoyu’nün kendisine vurmak istediğini kabullenmek demekti; hâlbuki durumun kesinlikle öyle olmadığını biliyordu.

“Vurmadın. Bana isabet etmedi.” dedi. “Gel içeri de üstünü değiştir.”

Baoyu içeri girip kıyafetlerini çıkarırken, “Bunca yıldır ilk kez birisine öfkeyle vuruyorum. Bunun da sana rastlamış olması çok kötü!” dedi şakayla karışık.

Xiren dayanmak için çaba gösterdiği acısına rağmen Baoyu’nün üstünü değiştirmesine yardım ediyordu. Onun bu sözleri üzerine güldü.

“Her şeyi yapmaya hep benimle başlıyorsun zaten.” dedi. “Büyük ya da küçük, hoş ya da nahoş her şeyi ilk önce bende denemen çok doğal. Ama bu seferki farklı, umarım bundan sonra herkesi tekmeleyerek dolaşmazsın.”

“Biliyorsun sana vurmak istemedim!” dedi Baoyu.

“İstedin diyen oldu mu?” dedi Xiren. “Normalde kapıyı daha küçükler açıyor ama son zamanlarda o kadar küstahlaştılar ki herkesi çileden çıkarıyorlar. Onlardan birini tekmeleyip içlerine Tanrı korkusu soksaydın, çok iyi olurdu. Ama yok, hata bende. Kendim açacağıma onlara açtırmalıydım kapıyı.”

Onlar konuşurlarken yağmur durdu. Baoguan ve Yuguan gittiler. Xiren’in yan tarafındaki acı o kadar fazlaydı ki midesi bulandığından akşam yemeği yiyemedi. Yatma zamanı geldiğinde üstünü çıkarınca, göğsünün yan tarafına yayılan tas büyüklüğünde bir morluk gördü. Çok korktu ama kendine hâkim olup bağırmadı. Yattıktan sonra da acısı devam etti ve uykusunda inledi. Baoyu onu bilerek tekmelememişti ama Xiren’in hareket ederken ne kadar acı çektiğini görünce rahatsızlık duydu; çok sert vurduğunun farkındaydı. Yatağından kalktı, parmak uçlarına basarak bir lamba alıp bakmak istedi. Yatağının ayakucuna geldiğinde Xiren’in iki kere öksürdüğünü ve balgam tükürdüğünü gördü. Kız nefesi kesilerek gözlerini açınca Baoyu’yü karşısında buldu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu, irkilerek.

“Uykunda inliyordun. Canını çok yaktım galiba. Bir bakayım.”

“Başım dönüyor.” dedi Xiren. “Ağzımda acı bir tat var. Yere bir baksana.”

Baoyu lambayı yere doğru tuttu. Yatağın yanında, Xiren’in tükürdüğü yerde parlak kırmızı kan lekesi görünce dehşete kapıldı.

“Ne korkunç!” diye bağırdı.

Xiren de baktı ve kanı görünce içi fena oldu.

Sonra olanlar gelecek bölümde.

31. BÖLÜM

Parçalanan bir yelpaze gümüş bir kahkaha değerindedir.

Kayıp bir Tekboynuz mutlu bir evliliğin işaretidir.

Kanı göre Xiren fenalaştı çünkü hep insanların, “Gençken kan tükürürsen, erken ölürsün ya da hayatını hastalıklı olarak geçirirsin.” dediklerini duyardı. Şimdi bunu hatırlayıp geleceğe dair bütün parlak ve tutkulu umutlarının boşa gittiğini hissetti. Acı acı gözyaşı döktü. Bunu gören Baoyu’nün de yüreği sızladı.

“Ne oldu?” diye sordu.

“Yok bir şey.” dedi Xiren zoraki gülümseyerek. “İyiyim.”

Baoyu hizmetçilerden birini çağırıp biraz pirinç şarabı ısıtmasını ve keçi kanı hapı getirmesini isteyecekti ama Xiren gözyaşlarının arasından gülümseyerek elini tutup onu durdurdu.

“Eğer velvele koparırsan, herkes buraya doluşur ve caka satıyorum diye beni suçlar. Hem zaten kimse bir şeyin farkında değilken, dikkatleri üzerimize çekmemiz ikimiz için de iyi olmaz. Yapacağın en mantıklı şey, yarın çocuklardan birini Dr. Wang’a gönderip ilaç aldırman. Kimse anlamadan, birkaç dozdan sonra iyileşirim herhâlde. En iyisi bu, değil mi?”

Baoyu ona hak verdi ve başkalarını ayağa kaldırma fikrinden vazgeçti. Masanın üzerindeki çaydanlıktan bir fincan çay koyup, ağzını çalkalaması için Xiren’e verdi. Xiren efendisinin başında beklemesinden rahatsız oldu ama yardımını geri çevirirse herkesi ayaklandıracağından korkarak, yatağına yatıp delikanlının üzerine titremesine izin verdi.

Ertesi gün, şafak sökerken, Baoyu kıyafetlerini üstüne geçirdi, yıkanıp taranmayı bile beklemeden Bahçe’den çıktı, konağın ön tarafındaki çalışma odasına gitti. Doktor Wang Jiren’i çağırtıp soru yağmuruna tuttu. Doktor söz konusu kanamanın tekmeden kaynaklandığını öğrenince, durumu fazla ciddiye almadı; sadece bazı hapların adını verip lapanın içine katılmasını söyledi. Baoyu onun talimatlarını not etti ve yerine getirmek için Bahçe’ye döndü. Ama burası bizim hikâyemizin bir parçası değil.

***

Festival günü gelmişti. Eğir otları ve pelinler kapılara asılmış, herkes giysisine kaplan muskası takmıştı. Öğlen Wang Hanım küçük bir parti verdi, Xue teyze ve Baochai de davetliler arasındaydı. Baoyu kızın tavırlarının buz gibi olduğunu ve kendisiyle gönülsüz konuştuğunu görünce önceki gün ona karşı patavatsızlığı yüzünden olduğunu anladı. Wang Hanım da Baoyu’nün keyifsizliğini önceki gün Jinchuan ile yaşananlara atfedip ona aldırış bile etmedi. Baoyu’nün somurtkanlığını gören Daiyu ise Baochai’i gücendirdiği için böyle olduğunu düşünüp, bu konuya böylesine önem vermesine içerleyip kendisi de surat astı. Önceki gece Baoyu ile Jinchuan arasında olanları Wang Hanım’dan öğrenen Xifeng’a gelince, yengesinin hoşnutsuzluğunu düşünerek neşesi kaçtı, her zamanki gibi gülüp şakalaşmadı; böylelikle atmosfer daha da soğudu. Herkesin son derece keyifsiz olduğunu gören Yingchun, Tanchun ve Xichun de rahatsız oldular. Sonunda, çok kısa bir süre daha oturmaya devam eden grup dağıldı.

Daiyu normalde yalnızlığı toplantılara tercih ederdi. Bunun nedeni olarak da “Bir araya gelmenin kaçınılmaz sonucu ayrılmaktır ve insanlar birlikteliklerden ne kadar keyif alırlarsa, ayrıldıklarında kendilerini o kadar yalnız ve mutsuz hissederler. O zaman en başından bir araya gelmemek daha iyi. Aynı şey çiçekler için de geçerli. Açtıkları zaman insanları sevindirirler ama solduklarını görmek ekstra hüzün getirir; o zaman hiç açmasınlar daha iyi.” derdi.

Öte yandan Baoyu bunun tamamen tersini düşünüyordu. Partilerin sonsuza kadar devam etmesini, çiçeklerin de sürekli açmalarını isterdi. Sonunda partiler bittiğinde ve çiçekler solduğunda, tabii ki çok üzülürdü ama bunun bir çaresi yoktu.

Bugün de herkes kasvetli bir şekilde partiden ayrılınca, Daiyu bundan hiç etkilenmedi. Baoyu ise moral bozukluğu içinde, iç çekerek ve kendi kendine söylenerek odasına döndü. Maalesef üstünü değiştirmesine yardım etmek için Qingwen gelmişti. Can sıkacak derecedeki savrukluğu yüzünden bir yelpazeyi yere düşürüp, sonra da üstüne basarak kırdı. “Sakar!” diye azarladı Baoyu. “Kendi evin olduğunda da bu kadar dikkatsiz mi olacaksın?”

Qingwen alaycı bir şekilde burun kıvırdı.

“Son zamanlarda ne kadar huysuz oldunuz, Efendi Bao.” dedi. “Nereye dönsek ters bir bakışınızla karşılaşıyoruz. Dün Xiren bile payını aldı. Bugün de bende kusur buldunuz. Ben de tekme bekleyeyim mi? Vurun! Bir yelpazeye basıp kırmanın bu kadar korkunç bir şey olduğunu sanmıyorum. Geçmişte sayısız kâse ve fincan kırıldı ama kılınızı kıpırdatmadınız. O zaman şimdi bu yaygara niye? Benim hizmetimden memnun değilseniz, kovun ve daha iyisini alın. Lafı dolandırmaya lüzum yok.”

Onu dinlerken Baoyu o kadar sinirlendi ki tir tir titriyordu.

“Merak etme, yakında gideceksin zaten!” diye bağırdı.

Yan odadan bu konuşmaya kulak misafiri olan Xiren hemen içeri girdi.

“Yine ne oldu?” diye sordu, Baoyu’ye dönerek. “Arkamı döner dönmez bir sorun çıkıyor demiştim ben sana.”

“Bunu biliyordun madem, biraz daha erken gelip bu krizi önleseydin ne iyi olurdu!” dedi Qingwen. “Ona en iyi hizmet eden tek kişinin sen olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama hiçbirimiz bunu nasıl başardığını anlayamıyoruz. Sanırım bu işi o kadar iyi becerdiğin için dün kaburgalarına tekmeyi yedin. Bu kötü hizmetimin karşılığında beni neler bekliyor kim bilir!”

Xiren, duyduğu öfke ve utançla ters bir cevap verecekti ama Baoyu’nün sinirden mosmor kesilen yüzünü görünce kendini tuttu.

“Hadi şimdi iyi bir kız ol ve gidip dışarıda oyalan! Suçlu olan biziz.”

Qingwen, doğal olarak “biz” diyerek Baoyu ile kendisini kastettiğini düşündü ve kıskançlıktan kudurdu.

“Biz de ne demek?” diye sordu, alaycı bir şekilde gülerek. “Sizin adınıza ben utanıyorum. Bu şeytanca oyunlarınızla beni kandıramazsınız! Kimse görmediği zaman, aranızda neler olduğunu biliyorum. Biz diyerek neyin peşinde olduğunun da farkındayım. Ama daha odalık seviyesine bile gelemedin. Yani hiçbirimizden tek bir farkın yok. ‘Biz’ olma durumunu nereden çıkarıyorsun bilmem.”

Xiren onun bu patavatsızlığı karşısında kıpkırmızı kesildi. Dilinin sürçtüğünü çok geç anladı. Aslında “biz” demekle kendisiyle Qingwen’i kastetmişti, onun düşündüğü gibi Baoyu ile kendisini değil. Ama yanlış anlaşılmaya yol açmıştı.

Ters cevap veren Baoyu oldu.

“Eğer endişelendiğin şey buysa, sırf sana nispet olsun diye, yarın onu terfi ettirip odalığım yapacağım. Kıskançlığını buna sakla!” dedi Baoyu öfkeyle.

Xiren onu zapt etmek için elinden tuttu.

“Aptal bir kızla neden tartışıyorsun? Geçmişte bundan çok daha beter şeylere bile aldırış etmedin. Şimdi ne oldu?”

Qingwen cırtlak bir kahkaha attı.

“Evet ya! Ben sizinle konuşamayacak kadar aptalın tekiyim! Köleden başka bir şey değilim zaten.”

“Benimle mi tartışıyorsunuz, küçük hanım, yoksa Efendi Bao ile mi?” diye sordu Xiren. “Eğer garezin banaysa, benimle başka bir yerde konuşabilirsin. Efendi Bao’nın önünde kavga etmene gerek yok. Eğer Efendi Bao ile tartışmak istiyorsan, o zaman en azından biraz daha sakin olabilir, kimseye duyurmazsın. Ben herkesin iyiliği için, durumu yatıştırmak ve huzuru sağlamak üzere içeri geldim. Neden bana saldırıp kusurlarımı çıkarmaya başladığını anlayamadım. Bana mı, yoksa Efendi Bao’ya mı kızdığına kendin de karar veremiyor gibisin. Bir oraya, bir buraya saldırıyorsun. Neyse, başka bir şey demeyeceğim. Ben gidiyorum, artık meseleyi kendin hallet.”

Böyle söyleyip dışarı çıktı.

“Bu kadar öfkelenecek bir şey yoktu.” dedi Baoyu, Qingwen’e. “Senin canını sıkan şeyin ne olduğunu biliyorum. Artık eve gönderilmen gereken yaşa geldiğini söyleyeceğim anneme. Senin asıl istediğin bu, değil mi?”

“Ben gitmek istemiyorum. Neden isteyeyim ki?” dedi Qingwen, gözünde yaşlarla. “Benden kurtulmak için uyduruyorsunuz bunları, değil mi çünkü yolunuza çıkıyorum. Ama kolay kurtulamayacaksınız!”

“Bak, daha önce hiç böyle bir şeye katlanmak zorunda kalmamıştım.” dedi Baoyu. “Gitmeyi aklına koymuşsun sen. En iyisi gidip annemden bu meseleyi halletmesini isteyeyim.”

Gitmek üzere kapıdan çıkarken Xiren gelip yolunu tıkadı.

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu gülerek.

“Anneme anlatmaya.”

“Ne saçma!” dedi Xiren. “Hiç utanmayacak mısın? Qingwen gerçekten gitmek istiyorsa bile, bunu hanımefendiye söylemek için uygun çok zaman olacak; herkes biraz yatışsın, sen de sakinleş ve toparlan. Şu hâlinle koşup gidersen, hanımefendi bir şeylerden şüphelenir.”

“Hiçbir şeyden şüphelenmez.” dedi Baoyu. “Qingwen’in gitmek için can attığını açık açık söyleyeceğim.”

“Ne zaman can attım ki?” dedi Qingwen, hıçkırarak. “Çok öfkeli olduğunuzdan, beni alt etmek için lafımı çarpıtıyorsunuz. Gidin, söyleyin! Beynimi patlatsalar bu odadan çıkmam!”

“Gerçekten çok tuhaf!” dedi Baoyu. “Gitmek istemiyorsun ama sesini de kesmiyorsun. Bu iyi bir şey değil. Ben böyle tartışmalara gelemem. Anneme anlatıp konuyu halledeceğim.”

Bu sefer gitmeye çok kararlı görünüyordu. Onu durduramayacağını anlayan Xiren dizlerinin üzerine çöktü. Her zamankinden daha büyük bir kavga çıkacağının farkında olan Bihen, Qiuwen ve Sheyue dışarıda nefeslerini tutmuş bekliyorlardı. Xiren’in diz çöküp Qingwen için yalvardığını anlayınca, sessizce içeri girip onun arkasında diz çöktüler. Baoyu Xiren’i ayağa kaldırdı, içini çekip yatağının kenarına oturdu, diğerlerine de kalkıp dışarı çıkmalarını söyledi.

“Ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu Xiren’e. “Kalbim paramparça oldu, kimsenin umurunda değil.”

Gözlerine dolan yaşlar yanaklarından aşağıya süzüldü. Bunu gören Xiren de ağlamaya başladı. Ağlayarak yanlarında dikilen Qingwen bir şey diyecekti ama tam o anda Daiyu içeri girince kaçıp gitti.

“Bu festival gününde böyle ağlamak da ne?” diye sordu Daiyu alaycılıkla, ağlayan ikiliye bakıp. “Yoksa zongzi1 için mi kavga ediyordunuz?”