Книга Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Сюэцинь Цао. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt

“Pek kibar sayılmam, yine de teşekkürler.” dedi Baoyu. “Pisliğin tekiyim. Ayrıca böyle insanlarla bir arada olmak da istemiyorum.”

“Hiç değişmedin.” diyerek iç çekti Xiangyun. “Artık büyüyorsun, böyle mevki sahibi ve idareci insanlarla olabildiğince çok görüşmen lazım. Kendin memuriyet imtihanlarına girip idareci olmak istemesen bile, İmparatorluk’un nasıl ve kimler tarafından yönetildiği konusunda bu insanlarla konuşmakla, ileride kendi işlerini idare ederken ve toplumda yerini aldığında çok işine yarayacak bir sürü şey öğrenirsin. Bu şekilde bir iki tane düzgün ve saygıdeğer arkadaş bile edinirsin. Bütün zamanını biz kızlarla geçirerek hiçbir yere varamazsın.”

Baoyu bu konuşmadan hiç hoşlanmadı.

“Sen de gidip başka birinin yanında otur, küçük hanım.” dedi. “Senin gibi düzgün ve saygıdeğer birisinin burada kirlenmesini istemem.”

“Onu ikna etmeye çalışma, küçük hanım.” dedi Xiren. “Geçen sefer Bayan Bao da denedi, duygularına bile aldırmadan, ona da böyle kaba davrandı. Kızın daha lafı bile bitmeden kalkıp odadan çıktı. Zavallı Bayan Bao! Utancından kıpkırmızı oldu. Ne diyeceğini bilemedi. Neyse ki Bayan Lin değildi. Yoksa ağlamalar, meseleyi uzatmalar, neler neler olurdu! Bu gibi durumlarda Bayan Bao’nın tavrına gerçekten hayranım. Bir süre durup kendisini toparladı, sonra sessizce odadan çıktı. Ben kırıldığını düşünüp çok üzüldüm. Ama sonra hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Tam bir hanımefendi, iyi huylu ve hoşgörülü. İşin komik tarafı, o zamandan beri küçük bey ondan uzak duruyor. Hâlbuki her zaman tepeden bakan ve onu hiçe sayan Bayan Lin olsaydı, etrafında dolanıp özür üstüne özür dilerdi.”

“Sen hiç Bayan Lin’in böyle saçma sapan şeyler söylediğini duydun mu?” dedi Baoyu. “Yapsaydı, onunla olan ilişkimi çoktan keserdim.”

Xiren ve Xiangyun başlarını sallayarak güldüler.

“Demek ‘saçma sapan’ öyle mi?” dediler.

***

Daiyu, Xiangyun geldiğine göre, Baoyu’nün hiç zaman kaybetmeden ona altın Tekboynuz’dan söz edeceğini tahmin etti. Bu onu birtakım düşüncelere soktu. Son zamanlarda Baoyu’nün anlattığı ve kendisinin de hevesli bir müşterisi olduğu aşk hikâyelerinde, kahramanları bir araya getiren şey, her zaman ya bir süs eşyası ya küçük bir giysi ya bir çift muhabbetkuşu veya Zümrüdüanka takısı, bir yüzük, altın bir toka, ipek bir mendil ya da işlemeli bir kuşak oluyordu. Bu talihli kişilerin kaderi ve ilerideki mutluluğu bu tür ıvır zıvıra bağlı olduğundan, Baoyu’deki altın Tekboynuz’un da kendisinden ani bir şekilde kopup, Xiangyun ile birlikteliğinin başlangıcı için bir vesile olabileceğini sanması doğaldı. Baoyu ve Xiangyun de okuduğu o aşk hikâyelerindeki bütün güzel şeyleri yapacaklardı. Bu endişeler içinde gizlice Kızıl Neşe Avlusu’na doğru gitti; ikisinin birbirlerine nasıl davrandıklarını görmek ve kendi hareketlerini ona göre şekillendirmek niyetindeydi. Tam içeri girmek üzereyken, Xiangyun’ün Baoyu’ye toplumsal zorunluluklar üzerine verdiği dersi ve Baoyu’nün de ona “Kuzen Lin böyle saçma sapan şeyler söylemez; yapsaydı, onunla olan ilişkimi çoktan keserdim.” dediğini duydu. Mutluluk, dehşet, üzüntü ve pişmanlık karışımı duygular sardı her yanını.

Mutlu oldu çünkü demek ki onun hakkındaki düşüncelerinde yanılmamıştı. Onu her zaman gerçek dostu olarak görmüş ve haklı çıkmıştı.

Dehşete kapıldı çünkü eğer kendisini başkalarının yanında böyle açık açık övüyorsa, içtenliği ve sevgisi önünde sonunda şüphe uyandırıp, yanlış anlaşılacaktı.

Pişmanlık duydu çünkü eğer kendisinin gerçek dostuysa, o zaman kendisi de onun gerçek dostuydu ve ikisi mükemmel bir uyum oluşturuyorlardı. Madem öyle, neden hep “altın ve yeşim taşı” lafları ediliyordu? Bütün bu konuşmalar olmak zorundaysa, neden altın kolye Baochai yerine kendisinde değildi?

Üzgündü çünkü annesi ve babası çok erken yaşta ölmüştü ve kalbine gömdüğü duyguları konusunda danışabileceği hiç kimsesi yoktu. Ayrıca son zamanlarda başı dönüp duruyordu ve hastalığı onu giderek daha çok etkiliyordu; doktorlar zayıflığının ve kansızlığının bir verem başlangıcı olabileceğini söylüyorlardı. Dolayısıyla Baoyu’nün gerçek aşkı olsa bile, onu bekleyemeyeceğinden korkuyordu. Birlikte olsalar da Baoyu onun kaderini değiştiremezdi.

Böyle düşünürken yaşlar yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. İçeri girecek hâlde olmadığını hissederek, geri döndü.

Baoyu üstünü değiştirmiş, evden çıkıyordu. Daiyu’nün önünde ağır ağır yürüdüğünü görünce hareketlerinden gözyaşlarını sildiğini anlayıp hızla ona yetişti.

“Nereye gidiyorsun, kuzen? Yine mi ağlıyorsun? Bu sefer kim canını sıktı?”

Daiyu dönüp bakınca Baoyu olduğunu gördü.

“Çok iyiyim.” dedi zoraki gülümseyerek. “Niye ağlayayım ki?”

“Baksana hâline! Yüzün hâlâ ıslak. Neden yalan söylüyorsun?”

Gözyaşlarını silmek için içgüdüsel olarak elini uzattı. Daiyu birkaç adım geriledi.

“Delirdin mi sen? Kafanı kopartırlar! Ellerine hâkim ol!” dedi.

“Affedersin. Duygularıma kapıldım. Kafam hiç aklıma gelmedi!” dedi Baoyu, gülerek.

“Unutmuşum.” dedi Daiyu. “Kafanı kaybetmen bir şey değil. Asıl önemli olan altın kolyeyi ve Tekboynuz’u kaybetmemek!”

Bu sözler Baoyu’yü deli etti. İyice yanına yaklaştı.

“Beni lanetlemek için mi böyle konuşuyorsun? Yoksa kızdırmak mı istiyorsun?”

Son kavgalarını hatırlayan Daiyu düşüncesizce bu konuyu yeniden açtığına pişman olup, kendisini affettirmeye çalıştı.

“Tamam, sinirlenme. Öyle söylememeliydim, o kadar önemli değil! Şu hâline bak! Alnındaki damarlar şişmiş, yüzün ter içinde.”

Böyle diyerek uzanıp terini sildi. Baoyu bir an hiç kıpırdamadan ona baktı.

“Merak etme!” dedi sonra.

Daiyu de bir süre sessizce ona baktı.

“Neden merak edeyim?” dedi sonunda. “Seni hiç anlamıyorum. Ne demek istediğini açıklar mısın?”

Baoyu iç çekti.

“Gerçekten anlamıyor musun? Bunca zamandır sana karşı olan duygularımda yanılmış olabilir miyim? Ben de senin duygularına giremediysem, sürekli olarak bana kızıp durmana şaşmamak gerekir.”

“Ama ‘merak etme’ diyerek neyi kastettiğini gerçekten anlamıyorum.” dedi Daiyu.

Baoyu tekrar içini çekip başını salladı.

“Dalga geçme, sevgili kuzen! Benim ne dediğimi anlamadıysan, sadece sana olan duygularımda yanılmakla kalmam, senin duyguların da boşa gitmiş demektir. Öyle çok endişeleniyorsun ki kendini hasta ediyorsun. Her şeyi bu kadar ciddiye almasan, hastalığın da gün geçtikçe kötüleşmezdi.”

Daiyu yıldırım çarpmışa döndü. Âdeta zihnini okumuştu; iç organlarını çıkarıp önüne koysaydı, ancak bu kadar iyi görebilirdi. Şimdi ona söylemek istediği bin tane şey vardı ama çok istese de tek kelime bile edemiyor; sessizce yüzüne bakıp ahmak gibi dikiliyordu.

Baoyu’nün de söyleyeceği binlerce şey vardı ama o da sesini çıkarmadan Daiyu’ye bakıyor, nereden başlayacağını bilemiyordu. İkisi böyle birbirine bir süre baktıktan sonra, Daiyu derin bir iç geçirdi. Gözlerinden yaşlar süzüldü ve arkasını dönüp yürüdü. Baoyu arkasından koşup elbisesinden yakaladı.

“Kuzen, dur bir dakika! Bir şey söylememe izin ver.”

Daiyu bir eliyle gözlerini silerken, diğeriyle de Baoyu’yü itti.

“Söyleyecek bir şey yok. Ne diyeceğini biliyorum zaten.”

Böyle dedikten sonra hızla dönüp gitti; arkasına bile bakmadı. Baoyu hayretle ona bakarak, olduğu yerde kalakaldı.

Evden aceleyle çıktığı için yelpazesini almayı unutmuştu. Xiren o olmadan çok bunalacağını düşünerek, hemen arkasından fırladı ama biraz ileride Daiyu ile konuştuğunu görünce durdu. Kısa bir süre sonra Daiyu yürüyüp gitti, Baoyu ise olduğu yerde hareketsiz duruyordu. Xiren de yanına gidip konuşmak için o anı seçti.

“Yelpazeni almadan çıkmışsın.” dedi. “İyi ki fark ettim. Al. Sana vermek için koştum, geldim.”

Hâlâ şaşkın bir hâlde orada duran Baoyu, Xiren’in kendisiyle konuştuğunu gördü ama kim olduğunu algılayamadı. Gözlerinde yine aynı bakışla konuşmaya başladı.

“Sevgili kuzen! Sana karşı hislerimi daha önce söylemeye cüret edemedim. Şimdi bütün cesaretimi toplayıp söylüyorum, sonra ne olursa olsun. Senin yüzünden ben de kendimi hasta ettim; kimselere söyleyemedim, sessizce katlanmak zorunda kaldım. Sen iyileştiğin gün ben de iyileşeceğim, buna inanıyorum. Gece gündüz, uyurken ve uyanıkken, hep aklımdasın.”

Xiren bu itirafı şaşkınlık içinde dinledi.

“Merhametli Buda, beni koru!” diye bağırdı. “Bu beni öldürecek!” Baoyu’yü sarstı. “Neler diyorsun sen? Büyü mü yaptılar sana? Acele etsen iyi olur!”

Baoyu kendisine gelince, konuştuğu kişinin Xiren olduğunu gördü. Utançtan kıpkırmızı oldu ve yelpazeyi elinden kapıp kaçtı.

***

Baoyu gittikten sonra, Xiren az önce söylediklerini düşündü ve Daiyu için olduğunu anladı. Eğer ikisinin arasında olanlar Baoyu’nün sözlerinin ifade ettiği gibiyse, çirkin bir skandal çıkmasının muhtemel olduğunu hissetti ve bunu önlemek için ne yapabileceğini merak etti. Tıpkı Baoyu gibi, o da hiçbir şey görmeden ve kıpırdamadan durmuş düşünüyordu. O anda gelen Baochai onu bu hâlde buldu.

“Bu kızgın güneş altında durmuş ne düşünüyorsun?” diye sordu, gülerek.

Xiren de güldü.

“İki serçe kavga ediyordu. Öyle komiklerdi ki durup onları seyrettim.” dedi.

“Kuzen Bao sokak kıyafetlerini giymiş, hızla nereye gidiyordu?” diye sordu Baochai. “Seslenip soracaktım ama son zamanlarda o kadar aksi ki soramadım.”

“Beyefendi çağırmış.” dedi Xiren.

“Ya! Bu sıcakta neden acaba? Umarım bir şeye sinirlenip onu cezalandırmak için çağırmamıştır.”

“Yok, ondan değil. Sanırım bir misafir gelmiş.”

“Galiba düşüncesiz bir misafir.” dedi Baochai. “Böyle kavurucu bir günde, evinde kalıp serinleyeceğine gelip insanları rahatsız ettiğine göre.”

“Bunu ona söyle bakalım!” dedi Xiren, gülerek.

“Xiangyun senin orada ne yapıyordu?” diye sordu Baochai, konuyu değiştirerek.

“Biraz sohbet ettik.” dedi Xiren. “Benim yaptığım terlikleri biliyorsun, dikip tamamlamasını rica ettim ondan.”

“Sen akıllı bir kadınsın.” dedi Baochai, sağına soluna bakıp kimse olmadığından emin olunca. “Birkaç dakika onu rahat bırakacak kadar düşünceli olmanı beklerdim. Son zamanlarda Yun’ün hâline ve etraftan duyduklarıma bakılırsa, evde artık bir hanım gibi değilmiş. Ailesi masrafları kısmak için terzi çalıştırmıyormuş, bütün dikiş işlerini kendileri yapıyorlarmış. Eminim bu yüzden, son ziyaretlerinde benimle yalnız kaldığında, evde ne kadar yorulduğundan söz edip duruyordu. Onu konuşturmak için sıkıştırdığımda, gözleri yaşarıyor, kaçamak cevaplar veriyordu; söylemek istiyor ama cesaret edemiyordu. Bu kadar genç yaşta anne ve babasını kaybetmek çok zor olmalı. Bu kadar sömürülmesine çok üzülüyorum.”

“Anlıyorum!” dedi Xiren ellerini kavuşturarak. “Geçen ay on tane kelebek fiyongu yapmasını istediğim zaman, neden o kadar geç gönderdiği şimdi anlaşılıyor. Sadece şöyle bir tutturduğunu, işe yarayacağını umduğunu, yoksa kalmaya geldiğinde daha iyisini yapacağını söylemişti. Demek bundanmış. Ben rica edince reddedemedi ama sanırım zavallıcık onları yapmak için gece geç saatlere kadar uğraşmak zorunda kaldı. Ah, ne aptalım! Bilseydim hiç istemezdim.”

“Geçen sefer geldiğinde, gece yarılarına kadar oturup dikiş dikmesinin normal olduğunu söyledi.” dedi Baochai. “Eğer evdeki kadınlar onun başkaları için dikiş diktiğini görürlerse kızıyorlarmış.”

“Ama öyle aksi ve inatçı bir küçük beyimiz var ki kendi dikişlerinin evdeki terziler tarafından yapılmasını istemiyor. Büyük ya da küçük, her türlü iş illa ki kendi odasında yapılacak, ben hepsiyle başa çıkamıyorum.”

Baochai güldü.

“Neden onu dikkate alıyorsun ki? Ona söylemeden terzilere yaptırabilirsin, senin yaptığını söylersin.”

“Onu kandırmak o kadar kolay mı?” dedi Xiren. “Farkı hemen anlar. Hiç kaçış yok. Kendim yavaş yavaş yapmaya devam edeceğim.”

“Bir dakika!” dedi Baochai. “Bu konuda bir çare düşünelim. Ben sana yardım edeyim.”

“Gerçekten mi?” dedi Xiren. “Yaparsan çok memnun olurum. O zaman bu akşam getiririm.”

Onlar konuşurken yaşlı bir hizmetçi büyük bir heyecan içinde koşarak geldi.

“Korkunç bir şey!” dedi. “Jinchuan durduk yere kuyuya atlayıp boğulmuş!”

“Hangi Jinchuan?” dedi Xiren, irkilerek.

“Burada kaç tane Jinchuan var ki? Hanımefendiye hizmet eden Jinchuan tabii ki; önceki gün işten kovulmuştu. Evde ağlayıp durmuş ama kimse umursamamıştı. Sonra birden ortadan kaybolmuş. Şimdi birisi güneydoğudaki kuyudan su çekmeye gidince, kuyuda birini görmüş, hemen yardım çağırmış; çıkardıklarında Jinchuan olduğunu görmüşler. Onu kurtarmak için çok uğraşmışlar ama çok geçmiş. Ölmüş!”

“Ne tuhaf!” dedi Baochai.

Xiren başını sallayıp içini çekti. Yanaklarından yaşlar süzüldü. Jinchuan’la ikisi kardeş gibiydiler. O Kızıl Neşe Avlusu’na dönerken, Baochai de Wang Hanım’a başsağlığı dilemeye gitti.

***

Wang Hanım’ın dairesi tuhaf derecede sessizdi; hanımefendi de kendi odasında yalnız başına oturmuş ağlıyordu. Baochai ziyaret nedenini söylemek için uygun bir zaman olmadığını düşünerek, sessizce yanına oturdu.

“Nereden geliyorsun?” diye sordu Wang Hanım.

“Bahçe’den.”

“Bahçe’den demek. Kuzenin Baoyu’yü gördün mü?”

“Giyinmiş gidiyordu ama nereye olduğunu bilmiyorum.”

Wang Hanım başını sallayıp iç çekti.

“Bilmem duydun mu; bugün çok tuhaf bir şey oldu. Jinchuan kuyuya atlayıp intihar etti.”

“Çok şaşırtıcı!” dedi Baochai. “Neden böyle bir şey yaptı ki?”

“Önceki gün benim bir şeyimi kırmıştı; ben de bir anlık öfkeyle ona vurdum ve kovdum. Sadece bir iki gün cezalandırmak istemiştim. Sonra tekrar geri alacaktım. Kendisini kuyuya atacak kadar bana kızdığı hiç aklıma gelmedi. Benim suçum!”

“Senin gibi iyi yürekli birisinin böyle hissetmesi gayet doğal, teyze.” dedi Baochai. “Ama bence Jinchuan öfke yüzünden intihar etmedi. Muhtemelen kuyunun yanında oynuyordu ve kazayla kayıp içine düştü. Burada çalışırken istediğini yapamıyordu, dışarıdaki ilk günlerinde etrafta gezinmesi normal. İntihar edecek kadar sana kızmış olması için makul bir neden yok. Eğer öyleyse, o zaman aptalın teki olduğunu ve onun için üzülmene değmeyeceğini söyleyebilirim!”

Wang Hanım iç çekti ve şüpheyle başını salladı.

“Belki dediğin gibidir ama yine de içim rahat değil.”

“Bunun için bir neden yok, teyze!” dedi Baochai. “Eğer o kadar çok üzülüyorsan, cenazesi için ailesine fazladan birkaç tael verirsin. Böylelikle hanımı olarak manevi yükümlülüklerinden fazlasını yerine getirmiş olursun.”

“Annesine elli tael verdim zaten.” dedi Wang Hanım. “Kızların dolabından iki yeni kıyafet de vermek istemiştim ama kuzenin Lin’den başka hiçbirinin yeni bir şeyi yoktu. Ona yaş günü için iki yeni takım yaptırmıştık ama öyle hassas bir çocuk ve hayatında öyle hastalıklar, öyle talihsizlikler oldu ki onun yaş günü için dikilen bir kıyafetin bir ölüye giydirilmesinden batıl inanca kapılabilir diye korktum; onun için terzilerden hemen yeni bir şey dikmelerini istedim. Tabii başka bir hizmetçi olsaydı, annesine birkaç tael verir, konuyu kapatırdım. Ama Jinchuan sadece bir hizmetçi değildi, o kadar uzun zamandır benimleydi ki neredeyse kızım gibiydi.”

Böyle söylerken tekrar ağlamaya başladı.

“Terzileri acele ettirmeye gerek yok.” dedi Baochai. “Benim kendim için diktiğim iki kıyafetim var. Neden onları verip bu sıkıntıdan kurtulmuyorsun? Jinchuan geçmişte benim bir iki eski elbisemi giymişti, onun için bunlar ona tam gelir.”

“Çok düşüncelisin ama batıl inancın yok mu?” dedi Wang Hanım.

Baochai güldü.

“Merak etme, teyze. Böyle şeylere hiç aldırmam.”

Bunun üzerine kalktı ve kıyafetleri getirmeye gitti. Wang Hanım iki hizmetçisini peşinden gönderdi. Baochai geri gelince, Baoyu’yü annesinin yanında oturmuş ağlarken buldu. Belli ki Wang Hanım bir şey için onu azarlıyordu ama Baochai gelir gelmez susmuştu. Gördüğü manzara ve duyduğu bir iki kelimeden neler olduğu konusunda bir fikir sahibi oldu. Kıyafetleri Wang Hanım’a verdi, o da gelip alsın diye Jinchuan’ın annesini çağırttı.

Bundan sonra olanlar gelecek bölümde.

33. BÖLÜM

Kıskanç bir erkek kardeş kötü niyetli sözler söyler.

Hayırsız bir oğul korkunç bir dayak yer.

Hikâyemiz en son, Baochai’in cenaze için getirdiği kıyafetleri alsın diye Jinchuan’ın annesinin çağrıldığından söz etmişti. Kadıncağız gelince Wang Hanım onu içeri odaya aldı, fazladan bazı mücevherler de hediye ettikten sonra, merhum kızın ruhunu kurtarmak için sutra okumak üzere Budist rahipler getirtmeyi teklif etti. Jinchuan’ın annesi secde ederek teşekkürlerini sundu ve hediyeleri alıp gitti.

Baoyu, Jia Yucun’la görüşüp geri dönerken, Jinchuan’ın utançtan dolayı intihar ettiği haberi kulağına geldi. Büyük bir şok içinde annesinin yanına gittiğinde, kadının suçlamalarına ve azarlamalarına maruz kaldı; hiçbir şey diyemedi. Baochai’in gelişi sessizce oradan kaçması için bir fırsat yarattı. Hâlâ şaşkınlık içinde, nereye gittiğini bilmeden, ellerini arkasında kenetleyip, başı önünde, iç çekerek dolaşıp durdu. Sonra kendisini ana kabul salonunun önünde buldu; konağın girişini kapatan ruh perdesini dönünce, karşı taraftan gelen birisine çarptı.

“Dur bakalım!” dedi karşısındaki kişi, sert bir şekilde.

Baoyu kafasını kaldırıp bakınca, babasını gördü. Elinde olmadan korkuya kapılıp, elleri yanına düştü, hemen saygı duruşuna geçti.

“Evet.” dedi Jia Zheng. “Bu iç geçirmelerin, sıkkın ve perişan hâllerin ne anlama geldiğini açıkla bakalım. Yucun seni çağırdığında gelmen çok zaman aldı; sonunda lütfedip boy gösterdiğinde de neşeli tek kelime etmeden, cansız ve moralin bozuk bir hâlde durdun. Şimdi de iç çekiyorsun. Yüzünden düşen bin parça. Ne demek oluyor bunlar? Memnun olmadığın ne var? Gel, otur! Neden böylesin anlat.”

Baoyu normalde hazırcevaptı ama Jinchuan için duyduğu keder zihnini o kadar esir almıştı ki (o anda seve seve onunla yer değiştirebilirdi) babasının sözlerini duyduğu hâlde, anlamlarını kavrayamadı ve aptal aptal bakakaldı. Onun bu sersemlemiş sessizliği ve her zamanki çevikliğiyle cevap vermemesi, başta kızgın olmayan Jia Zheng’ı çok sinirlendirdi. Tam ters bir şey söylemek üzereyken, dış kapıdan bir hizmetkâr Zhongshun Prensi’nin başkâhyasının geldiğini haber verdi.

Jia Zheng çok şaşırdı.

“Zhongshun Prensi mi?” diye düşündü. “Onunla hiçbir ilgim yok ki. Neden şimdi bana birini gönderdi acaba?”

Sonra hemen kabul salonuna alınmasını söyleyip hızla üzerini değiştirmeye gitti. Salona girdiğinde, prensin sarayındaki başkâhya olduğunu gördü. Karşılıklı selamlaştıktan sonra, iki adam oturdular, çay servisi yapıldı. Başkâhya geleneksel incelikleri kısa kesip doğrudan konuya girdi.

“Soylu bir âlimi evinde böyle rahatsız ettiğim için cüretimi bağışlayın ama ziyaret amacıyla değil, Ekselanslarının emri üzerine geldim. Eğer lütfederseniz, sadece Ekselansları memnun olmakla kalmayacak, ben ve meslektaşlarım da size minnettar olacağız.”

Bu adamın neden gelmiş olabileceğini düşünemeyen Jia Zheng daha çok şaşırdı; Prens için saygıyla ayağa kalkıp kibarca gülümsedi.

“Benim için Ekselansları’ndan emir getirdiniz yani? Açıklayacak olursanız, yerine getirmekten memnuniyet duyarım.”

“Yerine getirilecek bir şey değil, Lordum.” dedi adam. “Sizden beklediğimiz sadece birkaç kelime. Sarayda kadın rolleri oynayan Qiguan adında genç bir aktör vardı; daha önce herhangi bir sorun çıkarmamıştı ama birkaç gün önce ortadan kayboldu. Aklımıza gelen her yere bakmamıza rağmen nerede olduğunu bulamadık. Şehrin içinde ve dışında geniş çaplı bir araştırma yapınca, konuştuğumuz insanların onda sekizi, son zamanlarda onun, ağzında değerli bir taşla doğan genç beyefendiyle çok yakın olduğunu söyledi. Tabii ki başka birisinin evine girdiğimiz gibi buraya gelip araştırma yapamazdık. Dönüp Ekselansları’na konuyu bildirdik. Ekselansları, yüz sıradan aktörün kaybolmasını sükûnetle karşılasa da bu Qiguan, kendisinin arzularını tahmin etme konusunda çok becerikli ve iç huzuru için çok gerekli olduğundan, ondan vazgeçmesinin mümkün olmadığını söyledi. Bu yüzden oğlunuzdan Qiguan’ın dönmesine izin vermesini istemeniz için geldim. Böylelikle sadece Prens’in sonsuz minnetini kazanmakla kalmayıp, beni ve meslektaşlarımı da yorucu ve nafile bir araştırmadan kurtarmış olacak.”

Başkâhya eğilip selam vererek konuşmasını bitirdi.

Duyduklarına çok şaşıran ve öfkelenen Jia Zheng hemen Baoyu’yü çağırttı. Nedenini bilmeyen Baoyu aceleyle geldi.

“Seni sefil serseri!” diye gürledi babası. “Evdeyken çalışmalarını aksattığın yetmedi, dışarıda da kabahatlerine devam ediyorsun demek. Sürekli adını duyduğum bu Qiguan meğer Zhong-shun Prensi’nin hizmetindeymiş. Sen nasıl oluyor da korkunç bir arsızlıkla onu ayartıp, beni kabahatlerinin sonuçlarına muhatap ediyorsun?”

Baoyu bu soru karşısında afalladı.

“Bu konuda hiçbir bilgim yok gerçekten.” dedi ve ağlamaya başladı. “Onu ayartmak bir yana, kim olduğunu bile bilmiyorum.”

Jia Zheng konuşmaya devam edemeden, başkâhya alaycı bir gülümsemeyle atıldı.

“Gizlemeye gerek yok, genç beyefendi. Onu burada saklamıyorsanız bile, nerede olduğunu bildiğinizden eminiz. Her iki durumda da doğrudan söylemeniz ve bizi dertten kurtarmanız çok iyi olur. Size minnettar olurum.”

“Gerçekten bilmiyorum.” dedi Baoyu. “Yanlış bilgi almış olmalısınız.”

Başkâhya yine alaycılıkla güldü.

“Elbette ki söylediklerim konusunda kanıtlarım var ve beni babanızın önünde bunlardan söz etmeye zorlamakla iyi etmiyorsunuz. Qiguan’ı tanımadığınızı söylüyorsunuz. Çok güzel. O zaman söyler misiniz ona ait olan belinizdeki bu kırmızı kuşak buraya nasıl geldi?”

Baoyu ağzı açık adama bakakaldı, cevap veremeyecek kadar şaşkındı.

“Böyle özel bir konuyu bile biliyorsa, onu kandırma ihtimalim hiç yok demektir. En iyisi başka bir şey daha söylemeden, mümkün olduğunca çabuk ondan kurtulmak.” diye düşündü.

“Onun hakkında bu kadar çok şey bulmayı başardığınıza göre, ev almak gibi önemli bir şeyi kaçırmanıza çok şaşırdım.” dedi, dili çözülerek. “Duyduğuma göre, şehrin on kilometre doğusunda, Kızılağaç Kalesi denilen yerde bir ev ve birkaç dönüm arsa satın almış. Herhâlde oradadır.”

Başkâhyanın yüzü aydınlandı.

“Eğer öyle diyorsanız, o zaman kendisini orada bulacağımıza hiç şüphe yok. Hemen gidip bakacağım. Bulursam, bir daha karşınıza çıkmam ama eğer bulamazsam, gelip daha derin bir araştırma yapacağım.”

Böyle dedikten sonra dönüp hızla yürüdü.

Gözleri alev saçan, ağzı öfkeden yamulan Jia Zheng, onu geçirmek için arkasından gitti. Salondan çıkarken de Baoyu’ye dönüp, “Burada bekle! Dönünce seninle görüşeceğiz.” dedi.

Başkâhyayı yolcu ettikten sonra geri dönerken, Jia Huan iki üç hizmetkârıyla beraber karşısına çıktı. Zaten öfkeli olan adam, “Dövün şunu!” diye emretti adamlarına.

Babasını görünce korkudan pelte gibi titreyen Jia Huan zaten hemen durup başını önüne eğmişti.

“Bu da ne demek oluyor?” diye gürledi Jia Zheng. “Sana göz kulak olması gereken onca insan nerede? Sen etrafta koşuştururken onlar eğlenmeye mi gittiler?”

Okula giderken Huan’a eşlik eden hizmetkârlara seslenirken, Jia Huan babasının öfkesini kendi kötü niyeti için kullandı.

“Öncelikle bir yere koşuşturmuyorum, baba; intihar eden hizmetçinin cesedini gördüğüm kuyuya geri gidiyordum. Kafası kocaman olmuş, bütün vücudu sudan şişmişti. O kadar korkunçtu ki dayanamayıp kaçtım.”

Jia Zheng dehşete kapıldı.

“Ne diyorsun sen? Kim intihar etti? Ailemizde hiç görülmemiş bir şey bu! Ailemiz çalışanlarına karşı her zaman hoşgörülü ve nazik davranmıştır. Bu bizim geleneğimizdir. Galiba son yıllarda ev meseleleriyle ilgilenmeyi ihmal ettiğim için oluyor bunlar. Sorumluluğu olanlar yetkilerini kötüye kullanma cüreti gösteriyorlar ve sonunda böyle korkunç bir şey meydana geliyor, masum biri canından oluyor. Bu bir duyulsa, atalarımız için ne büyük bir utanç olur!” Sonra Jia Lian, Lai Da ve Lai Xing’i çağırdı.

Birkaç hizmetkâr onları getirmeye giderken, Huan ileri atılıp diz çöktü, babasının ceketinin eteklerine yapıştı.

“Bana kızma, baba!” diye yalvardı. “Wang Hanım’ın odasındaki hizmetçilerden başka kimsenin haberi yok. Annem dedi ki…”

Sustu ve etrafına baktı; Jia Zheng hemen anladı ve bir işaretiyle etraftaki hizmetkârları gönderdi. Jia Huan neredeyse fısıltıyla sözlerine devam etti.

“Annem, önceki gün Wang Hanım’ın odasında ağabeyim Baoyu’nün hanımefendinin Jinchuan adlı hizmetçisine tecavüz etmeye kalktığını söyledi. Kız izin vermeyince, Baoyu onu dövmüş. Jinchuan o kadar üzülmüş ki kendisini kuyuya atıp boğulmuş…”

Öfkeden yüzü korkunç bir altın varak rengine dönen Jia Zheng, Huan daha cümlesini bitiremeden haykırdı.

“Baoyu’yü getirin! Hemen!”

Çalışma odasına doğru giderken karşısına çıkan herkese bağırdı.

“Eğer bu sefer de biri beni durdurmaya kalkarsa, evimi, mülkümü, bakanlıktaki görevimi ve sahip olduğum her şeyi ona ve Baoyu’ye devredeceğim! Bundan sonra bu çocuktan ben sorumlu değilim! Bütün bu endişelerden ve perişanlıktan geriye kalan azıcık saçımı da kazıtıp, bir manastıra çekilecek ve ömrümün sonuna kadar orada kalacağım. Belki o zaman böyle canavar bir evlat yetiştirip atalarımı utandırmanın sorumluluğundan kurtulabilirim!”