“Biraz, efendim.” diye yanıtladı o beyefendi.
“Hoş uğraş, efendim, hoş uğraş. Köpek var mı, efendim?”
“Şimdilik yok.” dedi Mr. Winkle.
“Ah! Köpek edinmelisiniz. Hoş hayvanlar, bilge yaratıklar. Bir keresinde benim de kendi köpeğim oldu, puanter. Şaşırtıcı içgüdü. Bir gün dışarıda atıştayım, kuşatmaya giriyorum. Islık çaldım, köpek durdu. Yeniden ıslık çaldım. Ponto gitme! Hareketsiz çağırdım. Ponto, Ponto! Kıpırdamadı. Köpek donakalmış, bir tahtaya bakıyor. Başımı kaldırdım, bir yazıt gördüm: “Kolcu, bu alandaki bütün köpekleri vurma emri almıştır.” O yazıyı geçmedi muhteşem köpek. Değerli köpek, çok.”
“Nadir bir örnek bu.” dedi Mr. Pickwick. “Not almama izin verir misin?”
“Elbette, efendim, elbette. Aynı hayvanın yüz tane daha anekdotu var. Hoş kız, efendim.” (Yolun kenarındaki genç hanıma Pickwickçiliğe uymayan bakışlar atmakta olan Mr. Tracy Tupman’a hitaben.)
“Çok!” dedi Mr. Tupman.
“İngiliz kızları, İspanyol kızları kadar hoş değil. Asil yaratıklar. Gür saçlar, siyah gözler, güzel vücutlar, tatlı yaratıklar. Güzel.”
“İspanya’da bulundunuz mu, efendim?” diye sordu Mr. Tracy Tupman.
“Orada yaşadım, çok uzun süre.”
“Çok fetih yaptınız mı, efendim?” diye sordu Mr. Tupman.
“Fetihler! Binlerce. Don Bolaro Fizzgig, asilzade. Evin tek kızı Donna Christina, şahane varlık, bana sırılsıklam âşıktı. Kıskanç baba, onurlu kız, yakışıklı İngiliz… Siyanür asidi… Benim bavulumda mide yıkama tulumbası… Operasyon gerçekleştirildi. Yaşlı Bolaro havalara uçtu, birlikteliğimize rıza gösterdi. Eller birleşti ve gözyaşları sel oldu. Romantik öykü. Oldukça.”
“Hanımefendi şimdi İngiltere’de mi, efendim?” diye sordu, kadının güzellik tasvirinin üstünde büyük etki bıraktığı Mr. Tupman.
“Öldü, efendim, öldü.” dedi yabancı, sağ gözüne çok eski pamuktan bir mendili hafifçe dokundurarak. “Mide yıkamasından sonra hiç iyileşemedi. Zayıf bünye, kurban düştü.”
“Peki ya babası?” diye sordu şairane Snodgrass.
“Pişmanlık ve perişanlık.” diye yanıtladı yabancı. “Ani kayboluş… Bütün şehrin diline düştü, her yer aransa da nafile… Ana meydandaki halk çeşmesi bir anda akmayı bıraktı. Haftalar geçti, hâlâ tıkanıklık var. Temizlesinler diye işçiler tutuldu, su boşaldı. Kayınbaba sağ ayağında itirafnameyle birlikte başını ana boruya sokmuş hâlde keşfedildi. Adamı çıkardılar ve çeşme her zamanki kadar iyi akmaya başladı.”
“Bu kısa aşkı not etmeme izin verir misiniz, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass, derinden etkilenmiş hâlde.
“Elbette, efendim, elbette. Dinlemek isterseniz bunun gibi elli tane daha var. Benim hayatım tuhaf. Oldukça ilginç bir geçmiş, olağan dışı değil ancak nadir.”
Yabancı, araba at değiştirdiğinde parantez niyetine ara sıra attığı birer bardak bira eşliğinde bu gayretle konuşmaya Rochester Köprüsü’ne ulaşana kadar devam etti, ki zaten o zamana kadar hem Mr. Pickwick’in hem de Mr. Snodgrass’ın not defterleri yabancının maceralarından seçkilerle tamamıyla dolmuştu.
“Fevkalade harabe!” dedi Mr. Augustus Snodgrass, hoş, eski bir kale karşılarına çıkınca; onu farklı kılan o şairane hararetle.
“Bir tarihî eser meraklısı için nasıl bir manzara!” Mr. Pickwick teleskopunu gözüne götürürken ağzından dökülen kelimeler tam da bunlardı.
“Ah! Hoş mekân.” dedi yabancı. “İhtişamlı yığın… Kasvetli duvarlar, sarsak kemerler, karanlık kuytular, dağılmaya yüz tutmuş merdivenler… Eski bir katedral de var. Toprak kokusu… Hacıların ayakları eski basamakları aşındırmış. Minik Saxon kapılar… Tiyatrolardaki ufak maymun kutuları gibi günah çıkarma hücreleri… Bu keşişler de tuhaf insanlar. Papalar ve din görevlileri ve binbir çeşit adam, müthiş kırmızı yüzleri ve kırık burunlarıyla, her gün gelirler. Askerî ceketler de… Fitilli tüfekler, sandukalar, hoş mekân… Eski efsaneler de tuhaf hikâyeler: İhtişamlı.” dedikten sonra faytonun durduğu ana caddedeki Bull Inn Hanı’na ulaşana kadar yabancı monolog yapmaya devam etti.
“Siz burada mı kalıyorsunuz, efendim?” diye sordu Mr. Nathaniel Winkle.
“Ben burada değilim ama siz kalsanız iyi edersiniz. İyi handır, güzel yatakları var. Wright’s, hemen yanındaki han hoş, çok hoş. Garsona baksan bile hesap yarım kron geliyor. Arkadaşların yerinde yemek yiyince insana kahvehanede çıkaracaklarından daha çok masraf çıkarıyorlar. Tuhaf insanlar… Oldukça…”
Mr. Winkle, Mr. Pickwick’e döndü ve birkaç kelime mırıldandı; Mr. Pickwick’ten, Mr. Snodgrass’a bir fısıltı geçti, Mr. Snodgrass’tan da Mr. Tupman’a ve kafalar onayla sallandı. Mr. Pickwick yabancıya hitaben konuştu: “Bize bu sabah önemli bir hizmet sundunuz, beyefendi.” dedi. “Akşam yemeğinde sizin de bize katılma lütfunda bulunmanızı rica ederek minnettarlığımızın ufak bir işaretini size takdim etmemize izin verir misiniz?”
“Benim için büyük zevk.Tahminde bulunmak ya da zorla kabul ettirmek gibi olmasın ama ızgarada pişmiş kuş ve mantar müthiş şey! Saat kaçta?”
“Bir bakayım.” diye yanıtladı Pickwick, saatine hitaben. “Şimdi saat neredeyse üç. Beş diyelim mi?”
“Bana müthiş uyar.” dedi yabancı. “Tam beşte. O zamana kadar kendinize iyi bakın.” ve cebinden sarkan kese kâğıdı paketle yabancı, başındaki fötr şapkayı birkaç santim kaldırıp sonra da umursamazca oldukça yanda olacak şekilde yeniden yerine bırakarak hızlı adımlarla bahçeyi geçti ve ana caddeye döndü.
“Belli ki pek çok ülkeyi gezmiş ve insanlara yönelik her şeyi yakından incelemiş.” dedi Mr. Pickwick.
“Şiirini görmek isterim.” dedi Mr. Snodgrass.
“Ben de o köpeği görmek isterim.” dedi Mr. Winkle.
Mr. Tupman hiçbir şey söylemedi ama Donna Christina’yı, mide yıkama tulumbasını, çeşmeyi düşündü; gözleri yaşlarla doldu.
Özel bir oturma odası tutulup yatak odaları incelendikten ve akşam yemeği siparişi verildikten sonra grup şehri ve civar mahalleleri görmek için dışarı çıktı.
Mr. Pickwick’in isimleri Stroud, Rochester, Chatham ve Brompton olmak üzere bu dört kasabayla ilgili aldığı notların dikkatle incelemesi sonucu görünümlerine dair izlenimlerinin aynı bölgeye giden diğer gezginlerden elle tutulur herhangi bir farkı olduğuna dair bir bulgu bulamadık. Kasabanın genel görünüşü kolaylıkla özetlenebilir.
“Bu kasabaların esas ürünleri…” diyor Mr. Pickwick. “Askerler, denizciler, Yahudiler, tebeşir, karides, memurlar ve tersane çalışanları gibi görünüyor. Halka açık caddelerde satışa çıkarılan malların çoğunu denizcilik ürünleri, bademli tatlı, elma, yassı balıklar ve istiridye oluşturuyor. Sokaklar başlıca ordunun şenliğinden kaynaklanan canlı ve hareketli bir görünüme sahip. Bu yürekli adamların hem hayvani hem ateşli ruh hâlinin etkisi altında sendelemelerini görmek özellikle de onları takip edip onlarla şakalaşmanın çocuk nüfusu için ucuz ve masum bir eğlenti sağladığını akla getirmek yardımsever bir zihin için gerçekten keyifli.” “Hiçbir şey…” diye ekliyor Mr. Pickwick. “Onların neşesini aşamaz. Daha benim geldiğim günden bir gün öncesinde onlardan biri bir bar sahibesinin evinde saldırıya uğramıştır. Kadın barmen adama daha fazla içki vermeyi kesin olarak reddetmiştir; karşılığında o da (yalnızca şakayla) süngüsünü çekmiş ve kızı omuzundan yaralamıştır. Her şeye rağmen bu hoş bey ertesi gün hana gidip olayı görmezden gelmeye ve olanları unutmaya hazır olduğunu ilk belirten kişi olmuştur!”
“Bu kasabalardaki tütün tüketimi…” diye devam ediyor Mr. Pickwick. “Çok yüksek ve sokakları istila eden koku sigara içmeyi aşırı seven insanlar için epey keyif verici olmalı. Sığ bir gezgin kirliliğe itiraz edebilir ki bu kasabaların ana özelliğidir ama bunu gidiş gelişin ve ticari refahın bir belirtisi olarak görenler için bu gerçekten tatmin edicidir.”
Yabancı dakik biçimde beşte ve çay saatinden kısa süre sonra geldi. Kendini kese kâğıdı kaplı paketten kurtarmıştı ama kılığında hiçbir değişiklik yapmamıştı ve sanki bu mümkün olabilirmiş gibi her zamankinden daha çenebazdı.
“O nedir?” diye sordu, garson kapaklardan birini kaldırırken.
“Dil balığı, efendim.”
“Dil balığı… Ah! Özel balıktır… Londra menzil araba sahiplerinden gelenlerin hepsi siyasi yemeklere gidiyor… At arabası dolusu dil balığı… Kurnaz arkadaşlar.”
“Bir kadeh şarap, efendim?”
“Zevkle.” dedi Mr. Pickwick ve yabancı kadehini önce onunla, sonra Mr. Snodgrass’la, sonra Mr. Tupman’la, sonra da Mr. Winkle’la ve sonra da bütün grupla birlikte, neredeyse konuştuğu hızla tokuşturdu.
“Merdivende müthiş karmaşa var, garson.” dedi yabancı. “Kalıplar yukarı çıkıyor, marangozlar aşağı iniyor, lambalar, camlar, harplar… Neler oluyor?”
“Balo efendim.” dedi garson.
“Toplantı, ha?”
“Hayır, efendim, toplantı değil. Bir yardım kuruluşunun yararına düzenlenen balo, efendim.”
“Bu kasabada çok fazla hoş kadın var mı, biliyor musunuz, efendim?” diye sordu Mr. Tupman, büyük bir ilgiyle.
“Olağanüstü… Önde gelenleri. Kent efendim, herkes Kent’i bilir: elma, vişne, şerbetçi otu ve kadınlar… Bir kadeh şarap, efendim!”
“Büyük keyifle.” diye yanıtladı Mr. Tupman. Yabancı kadehini doldurdu ve bitirdi.
“Gitmeyi çok isterim.” dedi Mr. Tupman, balo konusunu sürdürerek. “Çok.”
“Biletler barda, efendim.” diye araya girdi garson. “Her bir bilet on şilin, efendim.”
Mr. Tupman bir kez daha kutlamada bulunmaya dair içten dileğini dile getirdi ancak Mr. Snodgrass’ın kararmış gözleri ve Mr. Pickwick’in boş bakışlarıyla karşılaşınca kendini müthiş bir ilgiyle az önce masaya gelmiş olan porto şarabı ve tatlıya verdi. Garson çekildi ve ekip, yemek sonrası birkaç samimi saatin tadını çıkardı.
“Affedersiniz, efendim.” dedi yabancı. “Şişe duruyor, aramızda paylaştıralım. Işığın yolu sohbetle iyi gider. Dibinde kalmasın.” Sonra yaklaşık olarak iki dakika önce doldurmuş olduğu kadehini bitirdi ve tüm bunlara alışkın bir adam edasıyla bir kadeh daha doldurdu.
Şarap paylaşıldı ve yenisi sipariş edildi. Ziyaretçi konuştu ve Pickwickçiler dinledi. Mr. Tupman her an baloya gitmeye daha çok heveslendi. Mr. Pickwick’in çehresi evrensel insan sevgisiyle parlıyorken Mr. Winkle ve Mr. Snodgrass ise çoktan uyumuştu.
“Yukarıda hareket başladı.” dedi yabancı. “Ziyaretçiler duyuluyor, kemanlar akort ediliyor. Şimdi de harp… İşte başlıyor.” Aşağıya ulaşan çeşitli sesler ilk kadrilin başlangıcını duyuruyordu.
“Gitmeyi ne kadar da çok isterdim.” dedi Mr. Tupman bir kez daha.
“Ben de öyle.” dedi yabancı. “Kahrolası bagaj, ağır tekneler. Giyecek hiçbir şeyim yok. Tuhaf, değil mi?”
Genel cömertlik, Pickwick kuramının önde gelen özelliklerinden biriydi ve kimse bu prensibi Mr. Tracy Tupman’dan daha büyük gayretle uygulayamazdı. Dernek kayıtlarında bu harika adamın diğer üyelerin evlerine kullanılmayan eşya ya da maddi yardım gönderdiği zamanlara ait veriler neredeyse inanılmaz sayıdadır. “Sana bu amaç için kıyafet ödünç vermekten çok memnun olurum.” dedi Mr. Tracy Tupman. “Ama sen oldukça incesin ve ben…“
“Pek şişman… Yetişkin Baküs, yaprakları kesilmiş, fıçıdan indirilmiş ve kalın yünlü kumaşlara bürünmüş, ha? Çifte damıtılmamış da çifte öğütülmüş. Ha! Ha! Şarabı uzat.”
Mr. Tupman şarabın yabancı tarafından epey lakayt bir tavırla, kendinden istendiği buyurgan tondan dolayı bir şekilde içerledi mi yoksa Pickwick Kulübünün nüfuzlu bir üyesi olarak aşağılayıcı bir şekilde devrilmiş bir Baküs’e benzetildiği için mi mahcup oldu, bu henüz tam anlamıyla doğrulanmış bir bilgi değildir. Mr. Tupman şarabı uzattı, iki kez öksürdü ve yabancıya sert bir keskinlikle birkaç saniye baktı; o şahıs Mr. Tupman’ın meraklı bakışının altında bütünüyle kendine hâkim ve oldukça sakin görününce Mr. Tupman yavaşça rahatladı ve balo konusuna geri döndü.
“Ben de tam söylemek üzereydim, efendim.” dedi Mr. Tupman. “Benim kıyafetim çok büyük olsa da arkadaşım Mr. Winkle’ın takımı belki de size daha iyi uyar.”
Yabancı, gözleriyle Mr. Winkle’ın ölçüsünü aldı ve “Tam olarak uygun.” derken bedeninin en üst kısmı tatminkârlıkla parıldadı.
Mr. Tupman etrafına baktı. Mr. Snodgrass üzerinde uyuşturucu etkisini ortaya çıkarmış olan şarap, Mr. Pickwick’in de duyularını çalmıştı. Beyefendi akşam yemeğinden ileri gelen o uyuşukluktan önce gelen çeşitli evreleri ve sonuçlarını kademe kademe aşmıştı. Eğlencenin doruklarından perişanlığın derinliklerine doğru ve perişanlığın derinliklerinden de eğlencenin doruklarına doğru olan olağan değişimleri yaşamıştı. Sokaktaki borusuna rüzgâr sızan gaz lambası gibi bir anlığına doğal olmayan bir ihtişam sergiledi, sonra da güç bela görülecek kadar derine battı; kısa bir aradan sonra bir anlığına aydınlanmak için yeniden yüzeye çıktı; sonra belirsiz, sarsak türden bir ışıkla parladı ve tümüyle söndü. Kafası göğsüne gömülmüştü, arada sırada gelen öksürüklerle birlikte sürekli olan horlama yüce adamın varlığının tek duyulabilir göstergeleriydi.
Mr. Tupman baloda olmaya ve Kentli hanımların güzelliğine dair ilk izlenimlerini edinmeye dair büyük bir arzu duyuyordu. Yabancıyı yanında götürme arzusu da en az bu kadar güçlüydü. Mekân ve sakinlerine tümüyle aşinaydı ve yabancı sanki küçüklüğünden beri burada yaşıyormuş gibi iki konu hakkında da büyük bilgiye sahipti. Mr. Winkle uyuyordu ve Mr. Tupman onun uyandığı anda doğanın olağan gidişatı uyarınca cumburlop yatağa atlayacağını biliyordu. Kararsızdı. “Kadehini doldur ve şarabı uzat.” dedi usanmak bilmeyen ziyaretçi.
Mr. Tupman kendinden istenileni yaptı ve son kadehin getirdiği fazladan uyarıcı etki kararını vermesine neden oldu.
“Winkle’ın yatak odası benimkinin içinde.” dedi Tupman. “Onu şimdi uyandırsam derdimi anlatamam ama heybesinde bir takım elbise olduğunu biliyorum ve o takım elbiseyi baloda giydiğini ve dönüşte çıkardığını varsayarsak takımı onu hiç rahatsız etmeden eski yerine koyabilirim.”
“Harika.” dedi yabancı. “Müthiş plan. Kör olasıca tuhaf bir durum, eşya sandıklarında on dört palto var ve başka bir adamınkini giymek zorunda kalıyorum. Çok iyi düşünce bu, çok.”
“Biletimizi almamız gerekiyor.” dedi Tupman.
“Bölüşmeye değmez.” dedi yabancı. “Kim iki bileti de ödeyecek diye yazı tura atalım. Ben belirleyeyim, sen fırlat. İlk seferde kadın, kadın, cazibeli kadın.” ve bozukluk, ejderha (kadın diye anılan) yukarıda olacak şekilde düştü.
Mr. Tupman zili çaldı, biletleri satın aldı ve oda mumu sipariş etti. Sonraki on beş dakika içinde yabancı baştan aşağı Mr. Nathaniel Winkle’ın takımlarına bürünmüştü.
“Yeni bir ceket.” dedi Mr. Tupman, yabancı kendini büyük bir rahatlıkla boy aynasında incelerken. “Bizim kulüp düğmemizle yapılan ilk ceket.” ve arkadaşına ortada Mr. Pickwick’in büstü ve bir yanında P, bir yanında K harfi olan büyük yaldızlı düğmeyi gösterdi.
“P.K.” dedi yabancı. “Tuhaf tasarım. Yaşlı arkadaşın tasviri ve ‘P.K.’… ‘P.K.’ ne anlama geliyor? Perişan Kabile mi, ha?”
Mr. Tupman, gittikçe artan kırgınlık ve büyük kibirle gizemli buluşu açıkladı.
“Biraz bel kısmı kısa sanki, değil mi?” dedi yabancı, sırt kısmındaki, sırtının ortasına kadar uzanan düğmelere aynada bakabilmek için sırtını dönerken. “Postacı ceketi gibi. Onlar tuhaf ceketlerdir. Rastgele dağıtılır, ölçü olmaz. Gizemli takdiriilahi. Kısa adamlara hep uzun ceketler denk gelir, uzun adamlara da kısa olanlar.” Bu konudan devam eden Mr. Tupman’ın yeni arkadaşı, takımını ya da daha doğrusu Mr. Winkle’ın takımını düzeltti ve yanında Mr. Tupman’la balo salonuna giden merdivenlerden indi.
“İsimleriniz nedir, edendim?” diye sordu kapıdaki adam. Yabancı onu durdurduğunda Mr. Tracy Tupman unvanlarını duyurmak için öne atılıyordu.
“İsim yok.” Sonra da Mr. Tupman’a fısıldadı: “İsimler işe yaramaz, bilindik değiller. Kendilerince çok iyi isimler ama müthiş de değiller. Ufak bir parti için harika isimler ama halka açık toplantılarda önemli izlenim bırakmaz. İşi anonimleştirelim. Londra’dan beyefendiler, seçkin yabancılar. Ne olursa.” Kapı açıldı ve Mr. Tracy Tupman ile yabancı, balo salonuna girdi.
Uzun bir salondu. Kırmızı kadife kaplı sandalyeler ve camdan şamdanlarda bal mumundan mumlar vardı. Müzisyenler yüksek bir alanda güvenli biçimde konuşlandırılmışlardı, ikili ya da üçlü şekilde dizilmiş dansçılarla sistematik biçimde kadriller yapılıyordu. Bitişikteki kumar odasında iki kumar masası kurulmuştu, bir çift yaşlı hanım ve aynı sayıda iri beyefendi orada işlerini icra etmektelerdi.
Final yapıldı ve dansçılar odayı gezinmeye başladı. Mr. Tupman’la arkadaşı, etraftakileri incelemek için köşede konuşlandılar.
“Çok hoş kadınlar.” dedi Mr. Tupman.
“Bekle biraz.” dedi yabancı. “Şimdi eğlenceli değil, henüz asilzadeler gelmedi. Tuhaf yer… Yüksek rütbeli bahriyeliler düşük rütbeli bahriyelileri tanımıyor. Düşük rütbeli bahriyeli orta sınıf eşrafı tanımıyor, orta sınıf eşraf esnafı tanımıyor. Hükûmet temsilcisi kimseyi tanımıyor.”
“O açık renk saçlı, pembe gözlü, çok şık giyimli ufak oğlan kim?” diye sordu Mr. Tupman.
“Yalvarırım sessiz ol. Pembe göz, şık giyim, ufak oğlan mı? Saçmalama. 97. Alay Teğmeni, muhterem Wilmot Snipe. Müthiş aile, Snipe ailesi. Çok…”
“Sör Thomas Clubber, Lady Clubber ve Misses Clubber!” diye bağırdı kapıdaki adam, gür sesle. Uzun boylu, parlak düğmeli mavi paltolu adam, mavi saten kıyafetli hanım ve aynı renklerde, eşit derecede modaya uygun giyimli iki genç hanımın girişiyle salona müthiş bir heyecan yayıldı.
“Hükûmet yetkilisi, tersanenin başı, harika adam. Kayda değer derecede harika adamdır.” diye fısıldadı yabancı, Mr. Tupman’ın kulağına, yardım derneği heyeti Sör Thomas Clubber ve ailesini salonun başköşesine götürürken. Muhterem Wilmot Snipe ve diğer tanınmış beyefendiler saygılarını sunmak için genç Clubber hanımlarının etrafını sardılar ve Sör Thomas Clubber dimdik durarak siyah fularının üstünden toplanan gruba baktı.
“Mr. Smithie, Mrs. Smithie ve Miss Smithieler” bir sonraki duyuruydu.
“Mr. Smithie ne?” diye sordu Mr. Tracy Tupman.
“Tersanede bir şey.” diye yanıtladı yabancı. Mr. Smithie saygıyla Sör Thomas Clubber’ın önünde eğildi ve Sör Thomas Clubber da selamı bilinçli bir lütufla kabul etti. Lady Clubber cam gözü aracılığıyla Mrs. Smithie ve aileye teleskopik bir bakış attı ve Mrs. Smithie de karşılığında aynı bakışı kocası tersaneye dâhil bile olmayan Mrs. Bir Başkası’na attı.
“Albay Bulder, Mrs. Colonel Bulder ve Miss Bulder” bir sonraki konuklardı.
“Garnizonun başı.” dedi yabancı, Mr. Tupman’ın meraklı bakışlarına karşılık.
Miss Bulder, Misses Clubber tarafından içtenlikle karşılandı; Mrs. Albay Bulder ve Lady Clubber arasındaki selamlaşma sıcakkanlılığın tanımıydı; Albay Bulder ve Sör Thomas birbirlerine enfiye kutularını sundular ve tam olarak bir çift Alexander Selkirks gibi durdular: “Göz gezdirdikleri herkesin hükümdarları.”
Mekânın aristokrasisi -Bulderlar, Clubberlar ve Snipelar- böylelikle salonun öte ucunda itibarlarını korurlarken toplumun diğer sınıfları da salonun diğer köşelerinde onları taklit ediyordu. 97. Alay’ın daha az aristokrat olan memurları kendilerini tersanenin daha az önemli belediye memurlarının ailelerine adamıştı. Avukat eşleri ve şarap tüccarları başka bir sınıfa yüzlerini dönmüşlerdi (biracının eşi Bulderlara gidip geliyordu) ve Mrs. Tomlinson, posta ofisi müdürü ortak rızayla ticari cemiyetin lideri olarak atanmış gibiydi.
Salonda bulunan kendi çevresindeki en popüler kişilerden biri, kafasının tepesinde daire şeklinde siyah saçı ve ortasında da kocaman bir keli olan ufak, şişman adamdı: Doktor Slammer, 97. Alay’ın cerrahı. Doktor herkesle enfiye çekiyor, sohbet ediyor, gülüyor, dans ediyor, şaka yapıyor, kart oyunu oynuyor, her şeyi yapıyordu ve her yerdeydi. Her ne kadar çeşitli olsalar da ufak tefek Doktor bu uğraşlara daha fazla bir şeyler katıyordu. Canlı elbisesi ve süslülüğü kısıtlı gelirine rağmen en cazip görünümü sunan ufak, yaşlı dula en yorulmak bilmez ve devamlı ilgiyi gösteriyordu.
Hem Mr. Tupman’ın hem de arkadaşının gözleri, yabancı sessizliği bozana kadar Doktor’un ve dulun üzerine bir süre sabit daldı.
“Epey para… Yaşlı kız, çalımlı Doktor… Fena fikir değil, iyi eğlence.” kelimeleri dudaklarından dökülen sözlerden anlaşılabilir olanlarıydı. Mr. Tupman sorgular biçimde yabancının yüzüne baktı. “Dulla dans edeceğim.” dedi yabancı.
“Kim o?” diye sordu Mr. Tupman.
“Bilmiyorum, onu hayatımda hiç görmedim. Doktor’u oyala, haydi bakalım.” Böylece yabancı gecikmeden salonun öbür ucuna gitti ve şömine rafına yaslanarak, saygı ve melankoli karışımı bir edayla ufak yaşlı kadının şişman çehresine bakmayı sürdürdü. Mr. Tupman suskun bir şaşkınlıkla bakmayı sürdürüyordu. Yabancı hızla ilerledi; ufak tefek Doktor başka bir hanımla dans etti; dul yelpazesini düşürdü, yabancı yelpazeyi yerden aldı ve kadına sundu. Gülümseme, eğilme, reverans, birkaç kelime sohbet… Yabancı cesurca arkasını döndü ve ustalık dolu bir resmiyetle, biraz giriş niteliğinde pandomimden sonra; yabancı ve Mrs. Budger kadrilde yerlerini aldılar.
Mr. Tupman’ın bu hızlı ilerleyişle ilgili şaşkınlığı her ne kadar büyük olsa da Doktor’un hayretinin yanında hiçbir şeydi. Yabancı gençti ve bu dulun gönlünü okşamıştı. Dul, Doktor’un ilgisine aldırış etmiyordu ve soğukkanlı rakibi, Doktor’un içerlediğinin farkında bile değildi. Doktor Slammer donakalmıştı. O, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ı, daha önce görmediği, kimsenin adını bile duymadığı bir adam tarafından yok edilecekti ha! Doktor Slammer, 97. Alay’ın Doktor Slammer’ı reddedilmişti! İmkânsızdı bu! Böyle şey olamazdı! Evet, olmuştu; işte oradalardı. Ne! Arkadaşını mı tanıştırıyor? Gözlerine inanamıyordu! Bir kez daha baktı ve gördüğü acı verici gerçekliği kabul etmek zorunda kaldı; Mrs. Budger, Mr. Tracy Tupman’la dans ediyordu; bu gerçeği inkâr etmenin imkânı yoktu. İşte dul karşısındaydı, alışılmamış bir dinçlikle, cesurca bir oraya bir buraya savruluyordu; Mr. Tracy Tupman da yüzünde en derin ciddiyet ifadesiyle, bir oraya bir buraya zıplayarak dans ediyordu (pek çok sayıda insanın yaptığı gibi). Sanki kadril gülünesi bir şey değilmiş de bükülmez bir azim gerektiren, duyguların sınanışıymış gibi.
Doktor sessizce ve sabırla bunlara nasıl da katlandı, devam etmekte olan negus likörü servisine, kadeh peşinde koşmalara, ikramlara atılmalara, işvelere nasıl dayandı belli değildi ama yabancı Mrs. Budger’a at arabasına giderken eşlik etmek için ortadan kaybolduktan birkaç saniye sonra, şimdiye kadar içinde biriktirdiği öfkenin her bir zerresi, yüzünün her bir tarafından tutku dolu ter damlaları aracılığıyla köpürerek fişek gibi odadan dışarı atıldı.
Yabancı dönüyordu ve Mr. Tupman onun yanındaydı. Yabancı alçak bir sesle konuştu ve kahkaha attı. Ufak tefek Doktor canına susamıştı. İçi içine sığmıyordu. Zafer kazanmıştı.
“Beyefendi!” dedi doktor korkunç bir sesle, kartını çıkarıp sonra da bir kenara çekilerek. “Adım Slammer, Doktor Slammer, beyefendi. 97. Alay, Chatham Kışlası. Kartım, beyefendi, kartım.” Daha fazlasını söylerdi ama öfkesi nefesini kesmişti.
“Ah!” diye yanıtladı yabancı sakinlikle, “Slammer… Minnettarım, çok naziksiniz. Şu anda hasta değilim, Slammer ama hasta olduğumda sana uğrarım.”
“Siz işgüzarsınız, beyefendi.” dedi öfkeli Doktor nefes nefese. “Bir alçak, bir korkak, bir yalancı, bir, bir… Hiçbir şey sizi bana kartınızı vermeye ikna edemez mi, beyefendi?”
“Ah! Anlıyorum.” dedi yabancı, şakayla karışık. “Negus likörü buralarda çok sert olmalı. Eli açık ev sahibi. Çok ahmakça, çok… Gazoz çok daha iyi. Sıcak odalar, yaşlı beyefendiler… İçtiklerinin acısını sabah çekecekler. Acımasızca, acımasızca…” dedi ve birkaç adım ilerledi.
“Siz buraya geleceksiniz, beyefendi.” dedi, öfkeli ufak tefek adam. “Şimdi sarhoşsunuz, beyefendi. Sabah benden haber alacaksınız, beyefendi. Sizi tespit edeceğim, sizi tespit edeceğim.”
“Eve gideceğime sizin beni bulmanızı tercih ederim.” dedi, olanlardan bir nebze olsun etkilenmemiş olan yabancı.
Doctor Slammer başındaki şapkayı öfkeli bir fiskeyle düzeltirken kelimelerle ifade edilemeyecek bir vahşilikle bakıyordu. Yabancı ve Mr. Tupman da ödünç alınmış smokini teslim etmek için kendinden geçmiş Winkle’ın odasına çıktılar.
Beyefendi derin uykudaydı kıyafet yerine çabucak yerleştirildi. Yabancı aşırı derecede şakacıydı ve Mr. Tracy Tupman da şarap, negus, ışıklar ve hanımlardan dolayı epey sersemlemiş olduğundan olan biten her şeyin büyük bir şaka olduğunu düşündü. Mr. Tupman yeni arkadaşı gittikten, yatak takkesinin aslen başının geçirilmesi niyetiyle yapılmış ağzını bulmakta ufak bir zorluk yaşadıktan ve en sonunda o hengâmede mumunu devirdikten sonra sonunda yatağa girmeyi başardı ve bir dizi karmaşık hareketten kısa süre sonra da sırtüstü yatağa gömüldü.
Ertesi sabah Mr. Pickwick’in kapsamlı zihni, uykunun derinlerine gömülü bilinçsizlik hâlinden kapının sertçe çalınması yoluyla çıktığında saat henüz yedi bile olmamıştı. “Kim o?” diye sordu Mr. Pickwick, yatağından irkilerek doğrularak.
“Uşak, efendim.”
“Ne istiyorsunuz?”
“Lütfen bana ekibinizdeki hangi beyefendinin, üzerinde ‘P.K.’ harfleri işli, altın yaldızlı düğmeli, parlak mavi smokin ceketi giydiğini söyleyebilir misiniz efendim?”