“Tiyatro meseleleriyle biraz bile ilgili olan herkes büyük kuruluşların sahnesinin dibinde ne tür kılıksız, yokluk çeken insanların olduğunu bilir. Sürekli iş bulan aktörler değil ama bale insanları, geçit insanları, cambazlar gibi bir pandomim ya da paskalya gösterisinde kullanılmış sonra da büyük izleyici kitlesine sahip bir yapımda yeniden hizmetlerine ihtiyaç olana kadar salınmış insanlardır bunlar. Adam böylesi bir hayata sığınmaya mecbur bırakılmıştı ve düşük bir tiyatroda her akşam bir rol almak ona haftalık birkaç şilin kazandırdı ve kendini eski eğilimlerine kaptırmasına neden oldu. Bu kaynak bile kısa süre sonra suyunu çekti; düzensizlikleri normal şartlarda kazanabileceği sempatiye meyil vermeyecek kadar büyüktü ve ara sıra dostlardan ödünç alarak ya da en düşük tiyatrolarda ufak tefek roller kaparak kazandığı üç beş kuruş dışında resmen açlık sınırına kadar düşmüştü ki zaten eline geçen her kuruşu eski alışkanlıklarına harcıyordu.”
“Bu aşamada bir senedir ayakta kalmayı başarmıştı ve kimse bunu nasıl başardığını bilmiyordu. Ben suyun Surrey’ye kıyısı olan kısmındaki bir tiyatroda kısa bir işe girmiştim ve bu adamı da orada gördükten sonra bir süre izini kaybettim. Ben taşrayı geziyordum, o da Londra’nın geçitlerine ve ara sokaklarına sığınıyordu. Bir gün ben eve gitmek için üstümü değiştirmiş çıkarken de sahneden geçerken omuzuma dokundu. Arkamı döndüğümde gözümün önündeki o iğrenç görüntüyü asla unutmam. Pandomim yapmak için giyinmişti ama bir palyaçonun tüm absürtlüğünü yansıtıyordu. Dance of Death oyunundaki hayaletimsi figüranlar, muktedir ressamların tuvale çizdikleri en korkutucu resimler bile bu kadar dehşet verici bir görüntüyü sunmamıştır. Şişkin vücudu ve küçülmüş bacakları, -bu kısımlardaki deformasyonlar saçma kostümle yüze katlanıyordu-cam gibi gözler, yüzünün resmen bulandığı kalın beyaz boyayla tezatlık oluşturuyor; anlamsızca süslenmiş, kontrolsüzce titreyen baş, beyaz tebeşirle ovalanmış uzun incecik eller… Bunların hepsi ona hiçbir tanımlamanın tam anlamıyla bir fikir veremeyeceği ve bugüne kadar her düşündüğümde içimi ürperten o gudubet ve doğaya aykırı görünümü veriyordu. Beni kenara çekip uzun bir liste hâlinde, yarım yamalak biçimde hastalıklarını, sıkıntılarını anlattığı sesi boş ve titrekti ve her zamanki gibi önemsiz bir miktarda borç isteğiyle sonlanıyordu. Eline birkaç şilin bıraktım ve arkamı döndüğümde kükrercesine bir kahkaha ve sahnedeki ilk taklasını duydum. Birkaç gece sonra, bir oğlan çocuğu elime adamın üzerinde kurşun kalemle çok kötü hasta olduğunu ve oyundan sonra onu tiyatroya hiç de uzak mesafede olmayan filanca caddedeki -adını şimdi unuttum- evinde ziyaret etmem için yalvardığını bildiren pis bir kâğıt parçası sıkıştırdı. Elimden gelen en kısa sürede gideceğime söz verdim ve perdeler indikten hemen sonra duygusal görevime koyuldum.”
“Saat geç olmuştu çünkü sahneye en son çıkan bendim ve bu yardım kuruluşu adına düzenlenen bir gece olduğu için performanslar normalden uzun sürmüştü. Karanlık, soğuk, ürpertici, yağmuru sertçe evlerin ön cephesindeki pencerelere çarpan, rutubet yüklü, rüzgârlı bir geceydi. Dar ve kalabalık olmayan caddelerde su birikintileri oluşmuştu ve sık biçimde dikilmiş yağ lambalarının çoğu rüzgârın şiddeti yüzünden söndüğünden yürüyüş yalnızca rahatsızlık verici değil aynı zamanda belirsizdi de. Neyse ki doğru yoldaydım ve nasıl olduysa biraz uğraştan sonra tarif edilen evi, arayışımın öznesinin arka odasında bulunduğu iki katlı bir kömür deposunu buldum.”
“Sefil görünümlü bir kadın olan adamın karısı beni merdivenlerde karşıladı ve adamın uyur gibi olduğunu söyledikten sonra beni usulca onun yanına götürdü ve yatağın yanındaki bir sandalyeye oturttu. Hasta adam yüzü duvara dönük yatıyordu. Ben de o, varlığımın farkında olmadığı için içinde bulduğum mekânı rahatlıkla incelemeye başladım.”
“Gün içinde kapatılan eski bir karyolada yatıyordu. Rüzgârı kesmek için yatağın başına sarılan ekoseli bir perdeden geriye kalan paçavralar sarkıyordu ama rüzgâr yine de bir yolunu bulup kapıdaki deliklerden mütemadiyen odanın içine girip çıkıyordu. Paslı, tamir edilmemiş ızgaradaki ateş kor hâlinde yanıyordu; onun önünde üzerinde birkaç ilaç şişesi, kırık bir bardak ve birkaç başka eşyanın da olduğu üç köşeli, eski ve lekeli bir masa vardı. Ufak bir çocuk yerde kendisi için yapılmış geçici yatakta uyuyordu. Kadın da yatağın yanındaki sandalyede oturuyordu. Üzerinde birkaç tabak, fincan ve fincan altlığının olduğu birkaç raf vardı ve altında da bir çift sahne ayakkabısıyla birkaç levha duruyordu. Odanın çeşitli yerlerine özensizce atılmış paçavra yığınları dışında evdeki eşyalar bunlardı.”
“O benim varlığımın farkına varmadan önce bütün bu ufak ayrıntıları not etmek ve hasta adamın derin nefeslerini ve ateşten ileri gelen irkilmelerini fark etmeye zaman bulmuştum. Başını rahat ettirmek için gösterdiği birkaç huzursuz çaba sonucunda elini yataktan dışarı attı ve benimkine değdirdi. Aniden doğruldu ve hevesle yüzüme baktı.”
“ ‘Mr. Hutley, John.’ dedi eşi. ‘Bu akşam çağırdığın Mr. Hutley, biliyorsun.’ ”
“ ‘Ah!’ ” dedi hasta, elini alnına götürerek. ‘Hutley, Hutley, dur bakalım.’ Birkaç saniye boyunca düşüncelerini toparlamaya çabalıyormuş gibi göründü, sonra bileğimi sıkıca kavrayarak: “Beni bırakma, beni bırakma, eski dostum. Bu kadın beni öldürecek. Biliyorum öldürecek.’ dedi.”
“ ‘Uzun zamandır böyle mi?’ diye sordum ağlamakta olan eşe.”
“ ‘Dün geceden beri.’ diye yanıtladı. ‘John, John, beni tanımıyor musun?’ dedi eşi. ‘Bana yaklaşmasına izin verme.’ dedi adam ürpertiyle, kadın üstüne eğilince. ‘Onu uzaklaştır. Yanımda olmasına tahammül edemiyorum.’ Dehşet dolu gözlerle, ölümcül bir kaygıyla karısına baktı ve kulağıma fısıldadı: ‘Onu dövüyorum, Jem. Onu dün ve ondan önce pek çok kez dövdüm. Onu ve oğlanı aç bıraktım ve şimdi zayıf ve çaresizim, Jem, bu yüzden de beni öldürecek; yapacağını biliyorum. Eğer sen de benim gibi onu ağlarken görmüş olsan bunu bilirdin. Onu uzak tut.’ Bileğimi bıraktı ve bitkinlikle yastığına geri gömüldü. Bütün bunların ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum. Eğer bir an bile bundan bir şüphe duymuş olsam, kadının solgun yüzüne ve bitkin bedenine bir kez bakmamla olayın gerçek hâlini anlamam yeterdi. ‘Sen bir kenarda dursan iyi olur.’ dedim zavallı biçareye. ‘Ona bir faydan dokunmaz. Belki seni görmezse sakinleşir.’ Kadın adamın gözünün önünden çekildi. Adam birkaç saniye sonra gözlerini açtı ve endişeyle etrafına bakındı.
“ ‘Gitti mi?’ diye sordu hevesle.”
“ ‘Evet, evet!’ dedim. ‘Sana zarar veremeyecek.’ ”
“ ‘Sana ne anlatacağım, Jem.’ dedi adam alçak sesle. ‘Beni incitiyor. Gözlerindeki bir şey kalbimde öyle rezalet bir korku uyandırıyor ki beni deli ediyor. Daha geçen gece, kocaman, takip hâlindeki gözleri, solgun yüzü benimkine yakındı; ben nereye dönsem o gözler de dönüyordu ve ben ne zaman korkuyla uykudan uyansam onu yatak ucunda beni izler buldum.’ Beni kendine daha çok çekti ve derin, paniklemiş bir fısıltıyla: ‘Jem, o kötücül bir ruh olmalı, bir şeytan! Sessiz ol! Öyle olduğunu biliyorum. Eğer kadın olsa çoktan ölürdü. Hiçbir kadın onun taşıdığı yükü taşıyamaz.’ ”
“Böylesine bir adamda böylesine bir izlenim yaratacak kadar uzun süreli bir zulüm ve ihmali düşünmek midemi bulandırdı. Cevaben hiçbir şey söyleyemedim çünkü karşımdaki adiye kim bir umut vadedebilir, bir teselli sunabilirdi ki?”
“Orada oturur vaziyette iki saat durdum. O da bu sırada savrulup durdu, acı ve sabırsızlıkla bağırdı, kollarını huzursuzca oraya buraya attı ve sürekli bir o yana bir bu yana döndü. En sonunda kısmen bilincini kaybetti ki böyle hâllerde akıl, mantığın kontrolü olmadan ama yine de hâlihazırda var olan acının tarif edilemez hissinden kurtulamadan kendini kolaylıkla bir sahneden, bir yerden, başka bir yere, başka bir sahneye atar. Tutarsız sayıklamalarından hâlin böyle olduğunu anlayınca ve ateşinin bir anda kötüleşme ihtimalinin olmadığını bildiğimden karısına onu önümüzdeki akşam da ziyaret edeceğimin ve gerekirse gece hastanın başında duracağımın sözünü vererek onu bıraktım.”
“Sözümü tuttum. Son yirmi dört saat korkutucu bir değişime sebep olmuştu. Gözleri derine çökmüştü ve ağır olsa da bakılamayacak kadar korkunç bir ışıltıyla parlıyordu. Dudakları kurumuş ve yer yer çatlamıştı, kuru cildi yüksek ateşle parlıyordu ve adamın yüzünde hastalığın tahribatlarını daha da belli eden, neredeyse doğaüstü bir endişe havası vardı. Ateş en üst seviyesindeydi.”
“Bir önceki akşam doldurduğum sandalyeye yine oturdum ve saatler boyunca, en duygusuz yürekleri bile derinden etkileyebilecek o sesleri, ölmekte olan bir adamın berbat sayıklamalarını dinledim. Hekimden duyduğuma göre onun için hiçbir umut yoktu: Onun ölüm yatağının yanında oturuyordum. Eriyip bitmiş uzuvlar gördüm. Daha birkaç saat önce taşkın seyircinin eğlencesi için şekilden şekle sokulmuş, yüksek ateşin işkencesi altında kıvranan uzuvlar. Palyaçonun, ölen adamın mırıltılarıyla harmanlanan tiz kahkahasını duydum.”
“Zihnin sıradan işlere ve sağlık arayışına gerilemesini duymak dokunaklı bir şey. Beden yanında zayıf ve âciz yatarken ama o uğraşlar vahim ve heybetli fikirlerle ilişkilendirdiklerimize en güçlü biçimde karşıt gelmekteyse elde edilen izlenim sonsuz derecede daha güçlüdür. Tiyatro ve meyhane adamın uğraşlarının ana maddelerini oluşturmaktaydı. Akşam olmuştu. Hayal kurdu; o gece oynayacağı bir rol vardı, geç kalmıştı, evden anında çıkması gerekiyordu. Onu neden tutuyorlar ve gitmesine engel oluyorlardı? Parayı kaybedecekti, gitmeliydi. Hayır! Ona izin vermiyorlardı. Yüzünü alev alev yanan elleriyle örttü ve kendi zayıflığına ve zorbalarının zalimliğine zayıfça sızlandı. Kısa bir ara verdi ve bağırarak birkaç komik şiir dizesi sayıkladı. Bunlar en son öğrendiği şiirlerdi. Yatakta doğruldu, cansız uzuvlarını toparladı ve şekilden şekle girmeye başladı; rol yapıyordu, tiyatrodaydı. Bir anlık sessizlikten sonra gürültülü bir şarkının nakaratını mırıldandı. Sonunda eski eve ulaşmıştı, amanın oda ne sıcaktı. Hasta olmuştu, çok hasta ama şimdi iyiydi ve mutluydu. Kadehi doldur. Kimdi o kadehi dudaklarından çekip alan? Bu onu daha önce takip eden zorbanın aynısıydı. Yastığına geri düşüp yüksek sesle inledi. Bir an olanları unuttu, sonra alçak tavanlı bıktırıcı odalarda yürümeye başladı. Tavanlar o kadar alçaktı ki bazen ilerleyebilmek için elleri ve dizlerinin üzerinde sürünmesi gerekiyordu; dar ve karanlıktı ve hangi tarafa dönse bir engel ilerleyişine sekte vuruyordu. Böcekler de vardı, iğrenç, sürünen, ona dikili gözleri olan ve her bir yeri dolduran ve mekânın yoğun karanlığına rağmen korkunç biçimde parlayan şeyler. Duvarlar ve tavan sürüngenlerle canlanıyordu, mahzen kocaman oldu, ürkütücü şekiller bir oraya bir buraya gitmeye başladı ve tanıdığı adamların yüzü, alay ederek ve ağızlarına geleni söyleyerek korkutucu hâle geldi, böceklerin arasından ona bakıyordu; onu kızgın demirlerle dağlıyorlardı ve başını kan akana kadar sıkıca iplerle bağladılar; o ise deli gibi canı için uğraşıyordu.”
“Bu ani krizlerden birinin sonunda, onu büyük bir zorlukla yatağa sabitlemişken uyku gibi görünen bir şeye teslim oldu. Sürekli takip ve çabanın etkisiyle gözlerimi birkaç dakikalığına kapatmıştım ki omuzlarımın sarsıldığını hissettim. Anında uyandım. Kendi kendine kalkmış ve yatakta oturmuştu. Yüzünde ürkütücü bir değişim vardı ama bilinci de geri dönmüştü çünkü belli ki beni tanıyordu. Adamın sayıklamalarından dolayı uzun süredir huzursuzlanan çocuk, ufak yatağında doğruldu ve korku dolu çığlıklar eşliğinde babasına doğru koştu. Annesi de babası deliliği sırasında çocuğa zarar verir diye onu kolundan yakaladı ama çocuk zaten adamın yüz hatlarındaki değişimlerden korkmuş olacak ki yatağın yanında donakaldı. Adam omuzunu gergince tuttu ve diğer eliyle de göğsünü döverek çaresizce derdini anlatmaya çabaladı. Nafileydi, kolunu odadakilere uzatıp çaresiz bir çaba daha sarf etti. Boğazında tıkır tıkır bir ses, gözlerde bir parıltı, kısa boğuk bir inilti ve geri düştü. Ölmüştü!”
Anlatılmakta olan hikâye hakkında Mr. Pickwick’in fikirlerini kayıt altına alabilmiş olmak bize en büyük memnuniyeti yaşatırdı. Bunu okurlarımıza sunmamız gerektiği konusunda en ufak şüphemiz yok ancak ne yazık ki durum bu değil.
Mr. Pickwick, öykünün son birkaç cümlesi boyunca elinde tuttuğu bardağı masaya geri bıraktı ve sonunda konuşmaya karar verdi. Sahiden de Mr. Snodgrass’ın not defterinin yetkisine dayanarak söyleyebiliriz ki tam ağzını açmışken garson içeri girdi ve:
“Bazı beyefendiler, efendim.” dedi.
Tahmin edileceği üzere Mr. Pickwick kimi görüşlerini bildirmek üzereydi ve bu, dünyayı olmasa bile Thames’i aydınlatırdı ancak lafı bölünmüştü; sert biçimde garsona bakıyordu ve sonra da sanki yeni gelenlerle ilgili bir bilgi istermişçesine gözlerini genel olarak ekibin üstünde gezdirdi.
“Ah.” dedi Mr. Winkle ayağa kalkarak. “Benim arkadaşlarım. Onları içeri al. Çok hoş insanlar.” diye ekledi Mr. Winkle ve garson çekildikten sonra da “Bu hafta tuhaf biçimde tanıştığım 97. Alay subayları. Onlardan epey hoşlanacaksınız.”
Mr. Pickwick’in ılımlı hâli anında geri geldi. Garson geri döndü ve üç beyefendiye odaya kadar eşlik etti.
“Teğmen Tappleton.” dedi Mr. Winkle. “Teğmen Tappleton, Mr. Pickwick. Doktor Payne, Mr. Pickwick. Mr. Snodgrass’la daha önce görüştünüz. Dostum Mr. Tupman, Doktor Payne. Doktor Slammer, Mr. Pickwick. Mr. Tupman, Doktor Slam.” Mr. Winkle bu noktada bir anda duraksadı çünkü hem Mr. Tupman hem de Doktor’un yüzünde ciddi bir ifade vardı.
“Bu beyefendiyle daha önce tanıştım.” dedi Doktor, bariz vurguyla.
“Sahiden mi!” dedi Mr. Winkle.
“Hem de o kişiyle de eğer yanılmıyorsam.” dedi Doktor, yeşil paltolu yabancıya irdeleyici bir bakış bahşederek. “Bence o kişiye dün gece çok ısrarcı bir davette bulundum ve o da davetimi reddetmeyi uygun gördü.” Doktor bunu söyleyip yabancıya açıkça kötü kötü bakarak arkadaşı Teğmen Tappleton’a bir şeyler fısıldadı.
“Deme ya.” dedi beyefendi, fısıltı sonucunda.
“Gerçekten de öyle.” diye yanıtladı Doktor Slammer.
“Onu şuracıkta tekmelemen gerek.” diye fısıldadı kamp taburesinin sahibi, büyük bir ciddiyetle.
“Sessiz ol, Payne.” diye itiraz etti Teğmen. “İzin verirseniz sorabilir miyim, efendim.” dedi, tüm bu nezaketsiz durumu kayda değer bir şaşkınlıkla izleyen Mr. Pickwick’e hitaben. “İzin verirseniz sorabilir miyim, efendim, o şahıs sizin ekibinize dâhil midir?”
“Hayır, beyefendi.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “O bizim misafirimiz.”
“O kulübünüzün bir üyesi değil mi, ben mi yanılıyorum?” dedi Teğmen, sorgular biçimde.
“Kesinlikle değil.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
“Yani sizin kulüp düğmenizi asla takmaz mı?” diye sordu Teğmen.
“Hayır, asla!” diye yanıtladı şaşkın Mr. Pickwick.
Teğmen Tappleton sanki bu bildirimin doğruluğundan şüphe ediyormuş gibi belli bir omuz silkme eşliğinde arkadaşı Doktor Slammer’a döndü. Ufak tefek Doktor sanki bu bildirimle ilgili kimi şüphelere sahip olduğunu ima edermiş gibi hiddetli görünüyordu; Mr. Payne gaddar bir ifadeyle olanların farkında olmadan ışıl ışıldı.
“Beyefendi.” dedi Doktor, bir anda gözle görülür biçimde, sanki baldırına gizlice bir iğne saplanmış gibi irkilerek. “Dün gece buradaki balodaydınız!”
Mr. Tupman nefes alırken belli belirsiz ve bütün dikkatiyle Mr. Pickwick’e bakarak onayladı.
“O kişi sizin yanınızdaydı.” dedi Doktor hâlâ sakin görünen yabancıya bakarak.
Mr. Tupman bu gerçeği kabul etti.
“Şimdi efendim.” dedi Doktor yabancıya. “Size bu beyefendilerin önünde bir kez daha soruyorum, bana kartınızı verip bir beyefendinin hak edeceği muameleyi mi hak ettiniz; yoksa beni sizi oracıkta cezalandırmaya mı zorladınız?”
“Durun efendim.” dedi Mr. Pickwick. “Bu meselenin bir açıklama olmadan daha fazla uzamasına izin veremem. Tupman, lütfen olanları anlatın.”
Mr. Tupman, böylece ciddiyetle olanları anlattı; ceketin ödünç alınmasına varla yok arası değindi; bunun “yemekten sonra” gerçekleştiğine etraflıca değindi; kendi adına biraz tövbe ettiğinden söz etti ve lafı elinden geldiğince adını temize çıkarması için yabancıya verdi.
Yabancıyı merakla izleyen Teğmen Tappleton belirgin bir küçümsemeyle, “Sizi tiyatroda görmedim mi efendim?” dediğinde yabancı açıkça bunu yapmak üzereydi.
“Kesinlikle.” dedi arsız yabancı.
“O bir gezici aktör!” dedi Teğmen kibirli bir tavırla Doktor Slammer’a dönerek. 52. Alay’daki subayların yarın akşam gidecekleri oyunda bir rolü var. Bu mevzuya devam edemezsiniz Slammer, bu imkânsız!”
“Epey!” dedi onurlu Payne.
“Sizi bu uygunsuz duruma dâhil ettiğimiz için özür dileriz.” dedi Teğmen Tappleton, Mr. Pickwick’e hitaben: “Eğer tavsiyemi kabul ederseniz, gelecekte böylesi olaylardan kaçınmanın en iyi yolu arkadaş seçiminde daha dikkatli olmanız olacaktır. İyi geceler, efendim!” diye ekledi ve böylece Teğmen odayı terk etti.
“Benim de tavsiyede bulunmama izin verirseniz efendim.” dedi huysuz Doktor Payne. “Ben Tappleton olmuş olsam ya da Slammer olsa burnunuzu cimciklerdim, efendim ve bu ekipteki herkesin burnunu da çimdiklerdim. Yapardım, efendim, herkesin. Benim adım Payne, efendim. 43. Alay’ın Doktor Payne’i. İyi akşamlar, efendim.” Bu konuşmayı bitiren ve son üç kelimeyi yüksek sesle söyleyen Payne, arkadaşının hemen ardından çıktı ve hiçbir şey söylemeyen ama ekibe dondurucu bir bakış atan Doktor Slammer ise onu takip etti. Az önceki meydan okuma sırasında yaşadığı artan öfke ve aşırı şaşkınlık Mr. Pickwick’in asil göğsünü neredeyse ceketini patlatacak kadar şişirmişti. Olduğu yerde boşluğa bakarak donakaldı. Kapının kapanması onu kendine getirdi. Bütün varlığını kaplayan bir öfke ve gözlerindeki ateşle ileri atıldı. Eli kapı kolundaydı ve eğer Mr. Snodgrass saygıdeğer liderinin ceketinin kuyruğunu yakalamamış ve onu geri çekmemiş olsa bir an sonra eli, 43. Alay’ın Doktor Payne’inin boğazına yapışmış olurdu.
“Tutun onu.” diye bağırdı Mr. Snodgrass. “Winkle, Tupman… Böylesine bir olay için seçkin yaşantınızı tehlikeye atmamalısınız.”
“Bırakın beni.” dedi Mr. Pickwick.
”Onu sıkıca tutun.” diye bağırdı Mr. Snodgrass ve bütün ekibin ortak uğraşıyla Mr. Pickwick’i zorla koltuğa oturttular. “Onu yalnız bırakın.” dedi yeşil paltolu yabancı. “Brendi ve su… Sevgili yaşlı beyefendi, çok yiğitsiniz. İçin bunu. Ah! Harika işte.” Daha önce kederli adam tarafından doldurulmuş bir bardağın meziyetlerini denemiş olan yabancı, bardağı Mr. Pickwick’in ağzına götürdü ve içindeki sıvı hızla yok oldu.
Kısa bir duraklama oldu, brendi ve su görevini tamamladı. Mr. Pickwick’in sevimli yüzü alışılmış ifadesini hızla geri kazanıyordu.
“İlginizi hak etmiyorlar.” dedi kederli adam.
“Haklısınız, efendim.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Etmiyorlar. Böylesi bir yakınlık hissiyatına kandığım için utanç duyuyorum. Lütfen sandalyenizi masaya çekin, efendim.”
Kederli adam hemen boyun eğdi, masanın etrafındaki daire yeniden oluşturulmuştu ve uyum bir kez daha yakalanmıştı. Mr. Winkle’ın göğsünde, muhtemelen ceketinin çalınmasından ileri gelen bir tür rahatsızlık yer edinmişti. Gerçi böylesine önemsiz bir olayın bir Pickwickçinin göğsünde geçici bir kızgınlık hissine bile sebep olması neredeyse imkânsızdı. Bu istisna dışında hoş mizaçları tümüyle yerine geldi ve gece, günün başladığı şekilde şamatayla son buldu.
Dördüncü Bölüm
Felekten Bir Gün ve Kamp – Daha Fazla Yeni Arkadaş – Taşraya Bir Davet
Pek çok yazar, onca değerli bilgiyi elde ettikleri kaynakları beyan etmek gibi yalnızca aptalca olmakla kalmayan bir de aldatıcı olan bir hataya düşer. Biz böyle hissetmiyoruz. Bizim tek gayretimiz nezih bir tutumla sorumlu olduğumuz yayıncılık işini gerçekleştirmek. Başka türlü koşullarda bu maceralarının kaynaklarını belirtmek gibi bir zorunluluk hissedebilecek olsak da gerçeğe dair saygımız bizi tedbirli düzenlemelerin ve tarafsız anlatının dışına çıkmaktan alıkoyuyor. Pickwick günceleri bizim New River Head’imiz ve biz de New River Company’yle kıyaslanabiliriz. Başkalarının uğraşları bizde önemli gerçeklere dair muazzam bir birikim oluşturdu. Biz yalnızca bunları anlaşılır ve nazik bir akışla, bu sayfalar aracılığıyla ortaya koyuyoruz ve Pickwickçi bilgisine susamış bir dünyaya iletiyoruz.
Bu ruhla ilerleyip danıştığımız yetkililere karşı yükümlülüklerimizi kabul etmeye dair kararlılığımızla tereddütsüzce devam ederek açıkça söylüyoruz ki bu ve bir sonraki bölümde kaydedilen detayları -artık vicdanlarımızı rahatlattığımıza göre üzerinde daha fazla yorum yapmadan devam edeceğimiz detayları- Mr. Snodgrass’ın not defterine borçluyuz.
Bir sonraki sabahın erken saatlerinde Rochester kasabasının ve civar kasabalarının bütün nüfusu, olabilecek en büyük telaş ve heyecanla yataklarından kalkmıştı. Taburlar büyük bir teftişten geçmek üzereydi. Yarım düzine alay, keskin gözlü başkomutan tarafından denetlenecekti; geçici surlar dikilmişti. Bir hisara saldırılacak, o hisar ele geçirilecek ve bir tünel patlatılacaktı.
Chatham hakkında ilettiğimiz bu kısa tanımdan anlayacağınız üzere, Mr. Pickwick orduya gönülden hayranlık duyuyordu. Onu başka hiçbir şey bu kadar keyiflendiremezdi. Hiçbir şey her bir yoldaşının özgün hissiyatıyla ordunun karşısında olmak kadar güzel uyum içinde olamazdı. Buna uygun olarak da zaman kaybetmeden ayaklandılar ve hareketin yaşandığı, her yönden kalabalığın aktığı yöne doğru yola koyuldular.
Taburların görünümü, yaklaşmakta olan törenin en büyük görkem ve öneme sahip olduğunu ifade ediyordu. Birlikleri korumak için atanmış nöbetçiler ve topların üstüne oturarak hanımlarına yer ayıran hizmetliler, kollarının altında parşömen kaplı defterlerle oradan oraya koşan çavuşlar ve tören üniformasıyla at sırtında dörtnala bir o yana bir bu yana giden kalabalığın önünde, aniden atını durdurarak şaha kaldıran ve ortada hiçbir sebep yokken sesini kalınlaştırıp yüzünü kıpkırmızı yaparak en korkutucu şekilde bağıran Albay Bulder vardı. Subaylar bir ileri bir geri koşuyor, önce Albay Bulder’la konuşuyor sonra da çavuşlara emir veriyor ve hep birlikte oradan uzaklaşıyorlardı. Korsanlar arkalardan bir tür ciddiyet havasıyla bakıyorlardı ki bu, durumun önemini yeterli biçimde açıklar nitelikteydi.
Mr. Pickwick ve üç yoldaşı kalabalığın ön tarafında yerlerini aldılar ve sabırla merasimin başlamasını beklediler. Kalabalık her an daha da artıyordu ve hak ettileri yeri korumak için göstermeye mecbur bırakıldıkları çaba, ilerleyen üç saati yeterince doldurdu. Bir an arkadan gelen ani bir baskı sonucu Mr. Pickwick genel hâlinin ağırbaşlılığıyla aşırı derecede tutarsız olan bir hız ve esneklikle birkaç metre ileri fırladı, başka bir zamansa önden “geri durma” emri geldi ve bir tüfeğin dipçiği emri hatırlatmak adına ya Mr. Pickwick’in ayak parmağına düşürüldü ya da emre uyulduğuna emin olunmak için dipçikle göğsüne bastırıldı. Sonra sol taraftaki kimi sulu beyefendiler Mr. Snodgrass’ı yandan sıkıştırıp insan tahammülümün en üst noktasına kadar sıktıktan sonra “Neryi gösteriydin?” diye sordular ve Mr. Winkle bu nedensiz saldırıya karşı öfkesini ziyadesiyle ifade ettiğindeyse arkadan biri şapkasına vurduktan sonra alıp başını buralardan gitmesini söyledi. Bunlar ve diğer muziplikler Mr. Tupman’ın gizemli ortadan kayboluşuyla birleşince (adam bir anda ortadan kaybolmuştu ve hiçbir yerde yoktu), ekibi hiç de hoş ve makul olmayan bir duruma soktu.
En nihayetinde, insanların bekledikleri şeyin geldiğini duyuran o kalın uğultu kalabalıkta yayılmaya başladı. Bütün gözler kışla kapısına yönelmişti. Birkaç dakikalık hevesli bekleme sonrası renkler neşeyle havada salındı, silahlar güneşte parıl parıl parladı ve bölük ardına bölük ovaya döküldü. Birlikler durdu ve düzene girdi; taburda komutlar çınladı; tüfekler birbiriyle çarpıştırıldı ve Başkomutan, yanında Albay Bulder ve sayısız subayla birlikte ön sırada konumlandı. Ordu bandosu çalmaya başladı; atlar iki ayakları üstünde durup geriye doğru eşkin giderek kuyruklarını her yöne salladılar; köpekler havladı, kalabalık bağırdı, bölükler geri çekildi ve iki tarafta da göz alabildiğine sabit ve hareketsiz duran kırmızı ceket ve beyaz pantolon dizisi dışında hiçbir şey görünmez oldu.
Mr. Pickwick oraya buraya düşmek, kendini mucizevi biçimde atların bacaklarının arasından kurtarmakla o kadar meşguldü ki karşısındaki sahne şimdiki hâlini alana kadar, olup bitenden keyif alma fırsatı bulamadı. Sonunda ayakları üstünde sağlam durabildiğinde memnuniyeti ve keyfi sınırsızdı.
“Bundan daha hoş ve keyifli bir şey olabilir mi?” diye sordu Mr. Winkle’a.
“Olamaz.” diye yanıtladı son on beş dakikadır iki ayağına da kısa bir adamın basmakta olduğu beyefendi. “Gerçekten de soylu ve nefis bir şey.” dedi yüreğinde sürekli bir şiir aşkı alevlenmekte olan Mr. Snodgrass. “Ülkesinin güvenli savunucularının huzurlu halkı önünde böylesine harika biçimde sıralanması, yüzlerinin savaşçı gaddarlığıyla değil de medeni nezaketle ışıldaması, gözlerinin yağmacılık ve intikamın kaba ateşiyle değil insaniyet ve aklın yumuşak ışığıyla parlaması yok mu!”