Книга Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Чарльз Диккенс. Cтраница 6
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt
Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt

“On bir gibi kapıda olsunlar.” dedi Mr. Pickwick.

“Hayhay, efendim.” diye yanıtladı garson.

Garson çekildi, kahvaltı sona erdi ve yolcular yaklaşmakta olan seferleri için birer kıyafet almak için kendi odalarına çekildiler.

Mr. Pickwick ön hazırlıklarını yapmıştı ve garson içeri girip arabanın hazır olduğunu bildirdiğinde dinlenme odasının penceresinden sokaktaki yolculara bakıyordu. Bu bildiriyi aracın kendisi de bir anda, az önce sözü geçen dinlenme odasının penceresinin önünde belirerek doğruladı.

Araba, müthiş bir kemik yapısına sahip, muazzam kahverengi bir at tarafından çekilen, arkasında şaraplık gibi alçak, iki kişilik bir yer ve önde de bir kişilik yüksek bir tünek olan dört tekerlekli, tuhaf, yeşil bir şeydi. Yakınlarda, belli ki arabaya bağlı atın yakın bir akrabası olan atı da Mr. Winkle için eyerlemiş bir seyis tutmaktaydı.

“Üstüme iyilik sağlık!” dedi Mr. Pickwick, eşyaları yerleştirilirken kaldırımda dururlarken. “Üstüme iyilik sağlık! Kim sürecek? Bunu hiç düşünmedim.”

“Ah! Siz elbette.” dedi Mr. Tupman.

“Elbette.” dedi Mr. Snodgrass.

“Ben mi?” diye bağırdı Mr. Pickwick.

“Hiç korkmayın, efendim.” diye lafa girdi seyis. “Uslu olduğunu garanti ederim, efendim. Onu kundakta bebek bile sürebilir.”

“Ürkek değil, değil mi?” diye sordu Mr. Pickwick.

“Ürkek mi, efendim? Bir vagon dolusu kuyruğu tutuşmuş maymun görse bile ürkmez.”

Son övgü su götürmezdi. Mr. Tupman ve Mr. Snodgrass arkaya geçtiler; Mr. Pickwick tüneğine çıktı ve ayaklarını aşağıda ayak konulsun diye yerleştirilmiş kumaş kaplı rafa yerleştirdi.

“Pekâlâ, Cilalı William.” dedi seyis, yardımcı seyise. “Beyefendiye şeritleri ver.” “Cilalı William” lakabı muhtemelen dümdüz saçı ve yağlı suratı yüzünden kendisine verilmiş olan seyis, dizginleri Mr. Pickwick’in sol eline verdi ve baş seyis de sağ eline bir kırbaç sokuşturdu.

“Wo-o!” diye bağırdı Mr. Pickwick, dört ayaklı uzun canlı dinlenme odası penceresine doğru kararlı biçimde meyledince. “Wo-o!” diye tekrarladı Mr. Tupman ve Mr. Snodgrass, arkadan. “Yalnızca oyun oynuyor, beyler.” dedi başseyis cesaret verircesine. “Onu sıkıca tut, William.” Yardımcı seyis hayvanın taşkınlığını kontrol altına alırken, başseyis de Mr. Winkle’a atın üstüne çıkması için yardım etmek üzere koştu.

“Arzu ederseniz öbür taraftan çıkın.”

“Eğer beyefendi yanlış taraftan çıkmaya çalışırsa çok kızar.” diye fısıldadı sırıtan seyis, ifade edilemeyecek kadar memnun garsona.

Mr. Winkle, talimat üzerine birinci sınıf bir askerle karşı karşıya kalmış olsa yaşayacağı zorluk kadar bir zorlukla eyere çıktı.

“Oldu mu?” diye sordu Mr. Pickwick, içten içe bir şeylerin yolunda olmadığını sezerek.

“Oldu.” diye yanıtladı Mr. Winkle hafifçe.

“Sal onları.” diye bağırdı seyis. “Sıkı tutunun, efendim.” ve önce araba, sürücü koltuğunda olan Mr. Pickwick ve binek atı da sırtına oturan Mr. Winkle’la birlikte bütün han avlusundakilerin keyifli ve memnun bakışları altında yola koyuldular.

“Nasıl yana doğru gider?” dedi arkadaki Mr. Snodgrass, eyer üstündeki Mr. Winkle’a.

“Hiçbir fikrim yok.” diye yanıtladı Mr. Winkle. Atı oldukça gizemli bir şekilde yolu arşınlıyordu. Yandan gidiyordu, kafası yolun bir tarafına kuyruğu da öteki tarafına bakıyordu.

Mr. Pickwick’in ne bunu ne de başka bir şeyi gözlemleyecek fırsatı vardı. Zihninin tamamını, yoldan geçenlerin ilgisini çeken ama hiçbir şekilde tam arkasında oturana komik gelmeyen çeşitli tuhaflıklar sergileyen arabaya bağlı bu hayvanı yönetmeye adamıştı. Çok sevimsiz ve rahatsız edici bir şekilde sürekli başını kaldırmasının ve dizginlerini Mr. Pickwick’in tutmasını zorlaştıracak derecede çekmesinin yanında, arada sırada yolun bir o tarafına bir bu tarafına atılıp sonra bir anda durup birkaç dakika boyunca kontrol etmesi güç bir hızla koşmak gibi tuhaf bir eğilimi vardı.

“Bu ne anlama geliyor olabilir?” dedi Mr. Snodgrass, at yirminci kez manevra yaptığında.

“Bilmiyorum.” diye yanıtladı Mr. Tupman. “Ürküyor gibi görünüyor, değil mi?” Mr. Snodgrass cevap vermek üzereydi ki lafı Mr. Pickwick’in bağırmasıyla birlikte yarıda kaldı.

“Haaay!” dedi beyefendi. “Kırbacımı düşürdüm.” “Winkle.” dedi Mr. Snodgrass, binici uzun atın üstünde, sanki egzersizin şiddeti yüzünden parçalara ayrılacakmış gibi tir tir titreyerek yanlarına hızla gelince. “Kırbacı al, aziz dostum.” Mr. Winkle yüzü simsiyah olana kadar atın dizginlerinden çekti ve sonunda atı durdurmayı başarınca indi, kırbacı Mr. Pickwick’e verdi ve yuları sıkıca tutarak atın üstüne çıkmaya hazırlandı.

Belki uzun at, yaradılışının oyunbazlığı sebebiyle Mr. Winkle’la biraz masumane şakalaşma arzusu içindeydi ya da üstünde biri olmadan da yolculuğu keyfine göre tamamlayabileceğini anladı, bunu elbette kesin ve açık biçimde bilemeyiz ancak hayvanın amacı her neyse kesin olan bir şey vardı ki Mr. Winkle’ın dizginleri tutması ve hayvanın başından geçirmesiyle atın öne atılması bir olmuştu.

“Zavallı dostum.” dedi Mr. Winkle rahatlatırcasına. “Zavallı dostum, güzel, sadık at.” “Zavallı dostum” boş iltifattı; Mr. Winkle hayvanının yanına yaklaşmaya çalıştıkça hayvan daha da uzaklaştı ve bütün tatlılık ve yaltaklanmalara rağmen Mr. Winkle ve at birbirlerinin çevresinde on dakika ya da daha uzun süre dönüp durdular. Sonunda başladıkları yere dönmüşlerdi ki bu her koşul altında tatminsizlik yaratabilecek bir durum olsa da hiçbir yardım alınamayacak yalnız bir caddede özellikle rahatsız ediciydi.

“Ne yapacağım?” diye bağırdı Mr. Winkle, kovalamaca kayda değer bir süre boyunca devam edince. “Ne yapacağım? Üstüne çıkamıyorum.”

“En iyisi geçide gelene kadar onu yönlendirmek.” diye yanıtladı Mr. Pickwick, arabadan.

“Ama gelmiyor!” diye kükredi Mr. Winkle. “Gelin ve onu tutun.”

Mr. Pickwick âdeta nezaket ve insaniyetin vücut bulmuş hâliydi: Atın dizginlerini attı ve dikkatle yere indikten sonra yoldan birileri geçer diye arabayı kenara çekti ve Mr. Tupman’la Mr. Snodgrass’ı araçta bırakıp dertli yoldaşının yardımına koştu.

At, Mr. Pickwick’in araba kırbacıyla yanına yaklaştığını çok geçmeden algıladı. Daha önce benimsediği dönme hareketini gerileme hareketiyle o kadar hızlı değiştirdi ki hâlâ dizginin ucunda olan Mr. Winkle’ı az önce geldikleri yöne doğru hafif koşudan daha hızlı biçimde çekmeye başladı. Mr. Pickwick yardıma koştu koşmasına ama o ne kadar hızlı koşarsa at da o kadar hızlı geriliyordu. Epey ayak sürüme, toz kaldırmadan sonra kolları neredeyse yuvalarından çıkan Mr. Winkle dizgini büsbütün bıraktı. At duraksadı, baktı, başını salladı ve sessizce eve, Rochester’a koşarak ifadesiz kederle birbirlerine bakmakta olan Mr. Winkle ve Mr. Pickwick’i arkasında bıraktı. Yakın mesafeden gelen bir tıkırtı sesi dikkatlerini çekti. Başlarını kaldırdılar.

“Üstüme iyilik sağlık!” diye bağırdı acılı Mr. Pickwick. “Diğer at da kaçıyor!”

Olan tam olarak buydu. Hayvan sesten korkmuştu ve dizginleri de boştaydı. Sonuç tahmin edilebilirdi. Dört tekerlekli araba, içinde Mr. Tupman ve Mr. Snodgrass’la birlikte fırladı. Her şey bir anda oldu. Mr. Tupman kendini aşağı attı, Mr. Snodgrass onu taklit etti, at dört tekerlekli arabayı ahşap köprüye vurdu, tekerlekleri gövdeden ve oturağı da tünekten ayırdı ve en sonunda yarattığı kargaşaya bakmak için hareketsizce durdu.

Olaydan etkilenmeyen iki arkadaşın ilk yaptığı şey talihsiz yoldaşlarını çit çalısının içinden kurtarmak oldu. İkisinin de giysilerinin çeşitli yerlerindeki yırtıklar ve çalılardan kaynaklanan çeşitli kesikler dışında yaralanmadığını görünce kelimelerle ifade edilemeyecek bir tatmin duygusu hissettiler. Yapılacak sonraki şeyse atı koşum takımlarından kurtarmaktı. Bu karmaşık süreçten etkilenmiş olan ekip, atı yanlarına alıp yavaşça ilerledi ve arabayı da kaderine terk ettiler.

Bir saatlik yürüyüş gezginleri, önünde tuhaf bir dizilimle yerleştirilmiş iki karaağaç, at için yalak ve işaret direği olan ve arkasında da bir ya da iki eskimiş otluğu, yanında bir sebzeliği ve çürümüş barakaları küf tutmuş müştemilatları olan ufak bir yol kenarı barına getirdi. Kızıl saçlı bir adam bahçede çalışıyordu ve Mr. Pickwick tam olarak da ona kuvvetle seslendi.

Kızıl saçlı adam doğruldu, elleriyle gözünü kapattı ve uzun ve sakin biçimde Mr. Pickwick ve yoldaşlarına baktı: “Merhabalar!”

“Merhabalar!” diye tekrarladı Mr. Pickwick.

“Merhaba!” diye yanıtladı kızıl saçlı adam.

“Dingley Dell ne kadar uzaklıkta?”

“En az 12 kilometre.”

“Yol düzgün mü?”

“Hayır, değil.” Bu kısa yanıtı dile getiren ve belli ki kendini son bir inceleyici bakışla tatmin eden kızıl saçlı adam geri döndü. “Atı burada bırakmak istiyoruz.” dedi Mr. Pickwick. “Bırakabiliriz sanıyorum, değil mi?”

“Atınızı buraya bırakmak istiyorsunuz öyle mi?” diye tekrarladı kızıl saçlı adam, küreğine yaslanarak.

“Elbette.” diye yanıtladı, o sırada elinde atın dizgini bahçe çitine yaklaşmakta olan Mr. Pickwick.

“Hanım!” diye kükredi kızıl saçlı adam, bahçeden çıkıp pürdikkat ata bakarak: “Hanım!”

Uzun boylu, bütün vücudu dümdüz, zayıf bir kadın koltuk altının birkaç santim aşağısında biten kalın, mavi bir kürklü bir paltoyla çağrıya yanıt verdi.

“Bu atı burada tutabilir miyiz, sevgili hanımcığım?” dedi Mr. Tupman, öne atılıp en ayartıcı ses tonuyla konuşarak. Kadın ekipteki herkese dikkatle baktı ve kızıl saçlı adam kulağına bir şeyler fısıldadı.

“Hayır.” diye yanıtladı kadın fazla düşünmeden. “Ondan korktum.”

“Korkmak mı?” diye bağırdı Mr. Pickwick. “Kadın neden korkuyor?”

“Geçenlerde başımızı belaya soktu.” dedi kadın eve dönerek. “Size diyecek başka bir şeyim yok.”

“Hayatımda gördüğüm en sıra dışı şey.” dedi şaşkın Mr. Pickwick. “Ben, ben de gerçekten inanamıyorum.” diye fısıldadı Mr. Winkle, arkadaşları yanına gelince. “Bu atı namussuz bir yöntemle edindiğimizi düşündüklerine…”

“Ne!” diye bağırdı Mr. Pickwick, öfkeyle. Mr. Winkle alçak gönüllülükle fikrini tekrarladı.

“Baksana, arkadaşım.” dedi öfkeli Mr. Pickwick: “Atı çaldığımızı mı düşünüyorsun?”

“Çaldığınıza eminim.” diye yanıtladı kızıl saçlı adam, yüzünü kulaktan kulağa ekşiten bir sırıtışla. Bunu söyledikten sonra eve girip kapıyı arkasından çarptı.

“Rüya gibi.” deyiverdi Mr. Pickwick. “Korkunç bir rüya. Bir insanın bütün gün atsa atamayacağı satsa satamayacağı rezalet bir atla dolaşması!” Üzgün Pickwickçiler karamsar bir ruh hâliyle, tam diplerinde bütünüyle iğrendikleri uzun boylu dört ayaklıyla yola koyuldular.

Dört arkadaş ve dört ayaklı yoldaşları Manor Çiftliği’ne giden patikaya ulaştıklarında saat akşamüstünü geçiyordu; varış yerlerine çok yaklaşmış olsalar da görünüşlerinin tuhaflığını ve içinde bulundukları durumun abesliğini düşündüklerinde normal şartlar altında hissedecekleri keyif suya düştü. Yırtık kıyafetler, çizik suratlar, tozlu ayakkabılar, bitkin görünüşler ve her şeyden öte bir at. Ah, Mr. Pickwick o ata ne lanet ediyordu: Soylu hayvana ara ara nefret ve intikam dolu manalı bakışlar atmıştı; birden fazla defa da hayvanın boğazını kesmiş olsa doğacak masrafı hesaplamıştı ve şimdi hayvanı yok etme ya da onu salma arzusu beyninde on kat daha fazla dolaşıyordu. Bu dehşet hayallerden patikanın başında beliren iki silüeti görmesiyle birlikte sıyrıldı. Gördükleri Mr. Wardle ve sadık hizmetlisi şişman çocuktu.

“Vay canına, nerede kaldınız?” dedi misafirperver yaşlı beyefendi. “Bütün gün sizi bekledim. Doğrusu, sahiden yorgun görünüyorsunuz. Ne! Çizikler! Yaralanmamışsınızdır umarım, ha? Doğrusu bunu duyduğuma sevindim çok. Demek kaza yaptınız, ha? Boş verin. Bu bölgede böyle kazalar bol olur. Joe, yine uyukluyor! Joe, beylerden o atı al ve ahıra götür.”

Şişman çocuk atla birlikte ağır ağır arkalarından geldi. Yaşlı beyefendi, misafirlerini günün maceralarını paylaşmayı uygun gördükleri kadar kısmıyla ilgili cana yakın biçimde teselli ederek onları mutfağa götürdü.

“Sizi kendinize getireceğiz.” dedi yaşlı beyefendi. “Sonra sizi oturma odasındaki insanlarla tanıştıracağım. Emma, vişne brendisini getir. Pekâlâ Jane, buraya iğne iplik getir. Havlu ve su, Mary. Haydi, kızlar, acele edin.”

Üç ya da dört balıketi kız istenilen çeşitli gereçleri getirmek için farklı yönlere dağılırken birkaç koca kafalı, yuvarlak yüzlü erkek de şöminenin yanından kalktılar. (Mayıs ayı olmasına rağmen odun ateşine bağlılıkları sanki Noel vakti gibi candandı.) Bir şişe siyah ayakkabı boyası ve yarım düzine fırça bulup çıkardıkları gibi gizli köşelere gittiler.

“Çabuk!” dedi yaşlı beyefendi bir kez daha ama uyarı gereksizdi. Çünkü kızlardan biri vişne likörünü döküyordu ve diğeri de havluları getirmişti ve adamlardan biri Mr. Pickwick’in bacağını olası bir denge kaybı tehlikesiyle yakalamış, pırıl pırıl olana kadar ayakkabılarını fırçalamıştı. Bir diğeriyse Mr. Winkle’ın elbisesini seyislerin at fırçalamaya dalmışken çıkarmaya alışkın oldukları o tıslama eşliğinde fırçalıyordu.

İşi biten Mr. Snodgrass, sırtını ateşe vermiş dururken ve vişne likörünü yudumlarken içten bir keyifle odayı inceledi. Burayı kırmızı tuğladan zemin ve geniş bacalı; çatısından et, domuz pastırması ve sıra sıra soğanlar sarkan büyük bir ev olarak tarif ediyordu. Duvarlar birkaç av ganimeti, bir iki dizgin ve altında en azından yarım yüzyıldır aynı kişiye ait olduğunu belirten bir yazma olan eski, paslı, alaybozan tüfeğiyle süslüydü. Bir köşede usulca ilerleyen heybetli ve sakin görünümlü eski bir kurmalı saat ve büfeyi süsleyen pek çok kancadan birinden sarkan eşit derecede eski gümüş bir saat vardı.

“Hazır mısınız?” diye sordu yaşlı beyefendi merakla, misafirleri yıkanıp paklanıp, fırçalanıp, likörlendikten sonra.

“Oldukça.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.

“Gelin öyleyse.” dedi. Emma’dan bir öpücük çalmak için geride kalan ve karşılığında çeşitli iteklemeler ve tırmalamalarla layığını bulan Mr. Tupman’ın da katılımıyla ekip, birkaç karanlık koridordan geçtikten sonra oturma odası kapısına ulaştı.

“Hoş geldiniz.” dedi misafirperver ev sahipleri, kapıyı sonuna kadar açıp onları karşılamak için öne atılırken. “Manor Çiftliği’ne hoş geldiniz, beyler.”

Altıncı Bölüm

Eski Moda Bir Kart Oyunu Partisi – Rahibin Ayetleri – Mahkûmun Dönüşünün Hikâyesi

İçeri girmeleriyle birlikte, eski oturma odasında bir araya gelmiş olan birkaç konuk Mr. Pickwick ve arkadaşlarını karşılamak için ayağa kalktı ve gerekli tüm formalitelerin gerçekleştirildiği takdim merasimi sırasında Mr. Pickwick, etrafını sarmış olan insanların görünüşünü gözlemleyip kişilikleri ve ilgi alanları konusunda tahminde bulunma fırsatı buldu. Bu; pek çok yüce adamla ortak olan bir özelliği, keyif aldığı bir alışkanlığıydı.

Görkemli bir şapkası olan ve rengi atmış ipek elbiseli çok yaşlı bir hanım -ki bu Mr. Wardle’ın annesinden başkası değildi- şöminenin sağ köşesindeki onur köşesine yerleştirilmişti. Gençliğinin yetiştiriliş tarzının ve yaşlılığında da bu yoldan ayrılmamış oluşunun çeşitli belgeleri, fi tarihinden kalma nakışlar ve eşit derecede eski, yünle işlenmiş doğa manzaraları ve daha modern döneme ait kırmızı ipekten çaydanlık kılıfları şeklinde duvarları süslemekteydi. Hala, iki genç hanım ve Mr. Wardle, yaşlı hanımın koltuğunun etrafına toplanmış, ona gayretli ve aralıksız ilgi gösterme konusunda birbirleriyle yarışıyorlardı. Birinin elinde işitme borusu, diğerinin elinde bir portakal ve üçüncünün elinde ise amonyak ruhu şişesi varken, dördüncüyse kadın rahat etsin diye yerleştirilmiş yastıkları düzeltmek ve havalandırmakla meşguldü. Karşı tarafta kel kafalı, güler yüzlü, cömert ifadeli yaşlı bir beyefendi oturmaktaydı. Bu kişi Dingley Dell’in rahibiydi. Onun yanındaysa ev yapımı likör yapma sanatı ve gizemi kendisine bahşedilmiş ve bu likörleri yalnızca başkaları için değil ara sıra kendi tadımı için de yapıyor gibi görünen, iri yarı ve ürkütücü yaşlı bir hanım olan karısı vardı. Bir köşede dik başlı, Ripston elması suratlı adam, şişman yaşlı bir adamla konuşuyordu ve iki ya da üç beyefendiyle iki ya da üç hanımefendi daha koltuklarında dimdik ve hareketsiz oturmuş, Mr. Pickwick ve gezgin yoldaşlarına bakıyorlardı.

“Mr. Pickwick, anne.” dedi Mr. Wardle, avazının çıktığı kadar bağırarak.

“Ah!” dedi yaşlı kadın başını iki yana sallayarak. “Seni duyamıyorum.”

“Mr. Pickwick, büyükanne!” diye bağırdı iki genç hanım tek bir ağızdan.

“Ah!” diye bağırdı yaşlı kadın. “Çok da önemli değil, bence benim gibi yaşlı bir kadın onun umurunda değildir.”

“Sizi temin ederim ki hanımefendi…” dedi Mr. Pickwick, yaşlı hanımın elini tutup, gösterdiği çabadan müşfik yüzü al al olacak kadar yüksek sesle konuşarak: “Sizi temin ederim ki hanımefendi, beni hayatta sizin kadar ilerlemiş yaşta bir hanımın böylesine hoş bir aileye önderlik yaptığını görmek ve sizin de bu kadar genç ve iyi göründüğünüze şahit olmak kadar memnun eden hiçbir şey olamaz.”

“Ah!” dedi yaşlı hanım, kısa bir aradan sonra. “Diyeceğim şu ki her şey iyi güzel ama onu duyamıyorum.”

“Büyükannem biraz yoruldu.” dedi Miss Isabella Wardle alçak sesle. “Ancak sizinle birazdan konuşacaktır.”

Mr. Pickwick yaşlılığın zafiyetlerine karşı anlayışla başını salladı ve ortamdaki diğer kişilerle genel bir sohbete girdi.

“Çok keyifli bir ortam.” dedi Mr. Pickwick.

“Çok keyifli!” diye tekrarladı Snodgrass, Tupman ve Winkle.

“Yani bence de.” dedi Mr. Wardle.

“Bütün Kent’te bundan daha iyi bir yer daha yok, efendim.” dedi elma suratlı, dik başlı adam: “Gerçekten de yok, efendim. Olmadığına eminim, efendim.” Dikbaşlı adam sanki birileri ona karşı gelmiş de sonunda kendini kanıtlamış gibi çevresine zafer dolu bakışlar attı.

“Bütün Kent’te bundan daha iyi bir yer daha yok.” dedi yine dikbaşlı adam, biraz ara verdikten sonra.

“Mullins’in Çayırı haricinde.” diye yorumda bulundu şişman adam, ciddiyetle.

“Mullins’in Çayırı ha!” diye bağırdı diğeri derin bir küçümsemeyle.

“Ah, Mullins’in Çayırı elbet.” diye tekrar etti şişman adam.

“İyi, düzgün bir arazi orası.” diye araya girdi başka bir şişman adam.

“Öyledir sahiden de.” dedi üçüncü şişman adam.

“Bunu herkes bilir.” dedi şişman ev sahibi.

Dikbaşlı adam inanamayarak etrafına baktı ama azınlıkta olduğunu görünce sevecen bir havaya büründü ve başka laf etmedi. “Neden bahsediyorlar?” diye sordu yaşlı hanım torunlarından birine, epey duyulabilir bir sesle; öyle ki pek çok diğer sağır insan gibi söylediklerini başkalarının duyabileceğini akıl edemiyordu.

“Araziyle ilgili, büyükanne.”

“Araziye n’olmuş? Sorun yok, değil mi?”

“Hayır, hayır. Mr. Miller, bizim arazinin Mullins’in Çayırı’ndan daha iyi olduğunu söylüyordu.”

“O ne bilecekmiş?” diye sordu yaşlı kadın öfkeyle. “Miller, kibirli bir züppe ve bunu söylediğimi aynen iletebilirsin.” Lafını tamamlayan yaşlı hanım bir fısıltıdan çok daha yüksek sesle konuştuğunun bilincinde olmayarak yerinden kalktı ve dikbaşlı kabahatliye delici gözlerle baktı.

“Haydi, haydi.” dedi telaşlı ev sahibi, konuyu değiştirmeye yönelik olağan bir tedirginlikle. “Briç oynamaya ne dersiniz, Mr. Pickwick?”

“Çok hoşuma gider.” diye yanıtladı beyefendi. “Ama lütfen sırf benim için oyun kurmayın.”

“Ah sizi temin ederim ki annem de briç oyununu çok sever.” dedi Mr. Wardle. “Öyle değil mi anne?”

Bu konuda diğer konularda olduğundan çok daha az sağır olan yaşlı hanım, olumlu bir yanıt verdi.

“Joe, Joe!” dedi beyefendi. “Joe, lanet olasıca çocuk. Ah, işte orada; kart masalarını hazırla.”

Uyuşuk genç daha fazla teşviğe ihtiyaç duymadan biri Papa Joan biri de iskambil için olmak üzere iki masa kurdu. İskambil oyuncuları Mr. Pickwick ve yaşlı hanım, Mr. Miller ve şişman beyefendiydi. Diğer oyun da grubun geri kalanı içindi.

Kart oyunları bütünüyle hareket ciddiyeti ve davranış ağırbaşlılığıyla sürdürülüyordu ki bu da “iskambil” adındaki bu uğraşa yaraşıyordu. Bize kalırsa “oyun” saygısız ve resmî bir merasime verilmiş aşağılayıcı bir lakaptır. Diğer taraftan, yuvarlak oyun masası maddeten olaya kendini gerektiği kadar verememiş şişman beyefendinin fena hâlde gazabını çekerken aynı oranda da yaşlı hanımın da güler yüzlülüğüne sebep olarak, çeşitli ağır suçları ve kabahatleri işlemeyi tasarlayan Mr. Miller’ın derin düşüncelerini bölemeyecek kadar şamatalı bir neşe içindeydi.

“İşte!” dedi kabahatli Miller, zafer edasıyla bir elin sonunda kozu çıkararak. “Kendim diye söylemiyorum, daha iyi oynanamazdı, bunu da kazanmış olamam!”

“Miller’ın karoyu alması gerekirdi, değil mi efendim?” dedi yaşlı hanım.

Mr. Pickwick başıyla onayladı.

“Gerekir mi?” dedi şanssız adam partnerine şüpheci bir çağrıda bulunarak.

“Gerekir, efendim.” dedi şişman beyefendi, boğuk bir sesle.

“Çok üzgünüm.” dedi yılgın Miller.

“Katılıyorum.” diye homurdandı yaşlı beyefendi.

“İki onör, bize sekiz puan kazandırır.” dedi Mr. Pickwick.

“Başka bir el daha çıkar mı?” diye sordu yaşlı hanım.

“Çıkar.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Kontur, singleton ve onör puanı.”

“Hiç böyle şanslı olmadım.” dedi Mr. Miller.

“Hiç böyle kartlar denk gelmedi.” dedi şişman beyefendi.

Ciddi bir sessizlik; Mr. Pickwick esprili, yaşlı hanım ciddi, şişman beyefendi titizdi.

“Bir kontur daha.” dedi yaşlı hanım, zafer dolu bir edayla durumu bildirerek. Ardından altı penilik bir bozuklukla, yıpranmış bir yarım peniyi şamdanın altına bıraktı.

“Kontur, efendim.” dedi Mr. Pickwick.

“Oldukça farkındayım, efendim.” dedi şişman beyefendi sertçe.

Benzer sonuçlu başka bir oyun, şanssız Miller’ın geri çekilmesiyle devam etti; şişman beyefendi aynı oyunun sonuna gelene kadar büyük bir kişisel heyecan içindeydi ki sonunda bir köşeye çekildi ve en sonunda sessizliğinden sıyrılıp alınan yaralara karşı Hristiyanlığa yaraşır bir bağışlayıcılık göstermeye karar veren bir adam edasıyla Mr. Pickwick’e enfiye ikram edene kadar tam olarak bir saat yirmi yedi dakika boyunca tek kelime etmedi. Yaşlı hanımefendinin işitmesi epey düzelmiş olduğundan şanssız Miller kendini ancak sudan çıkmış balık kadar rahat hissediyordu.

Bu arada diğer oyun gayet keyifli devam ediyordu. Isabella Wardle ve Mr. Trundle “partner olmuş” ve Emily Wardle ile Mr. Snodgrass da aynını yapmış; hatta Mr. Tupman ve evde kalmış hala, zarf atmak ve iltifat etmekten oluşan anonim bir ortaklık bile kurmuşlardı. Yaşlı Mr. Wardle keyfin doruk noktalarındaydı ve oyunu o kadar komik yönetiyor ve kadınlar kazançlarından sonra o kadar canlanıyorlardı ki bütün masa sürekli olarak cümbüş ve kahkaha içindeydi. Bir tane yaşlı hanım vardı, sürekli olarak elden çıkarması gereken yarım düzine kartı oluyordu. Herkes buna gülüyordu çünkü bu her elde oluyordu ve yaşlı hanım aynı şey olduğu için sinirli göründüğünde herkes daha yüksek sesle gülüyordu. Sonra yaşlı hanımın yüzü yavaş yavaş aydınlanıyor ve en sonunda o da herkesten daha yüksek sesle gülmeye başlıyordu. Evde kalmış halaya “kupa kızı” çıktığında genç kızlar keyifle gülüyor ve evde kalmış hala huysuzlaşıyor gibi oluyordu ama sonra Mr. Tupman’ın masanın altından elini sıkmasıyla birlikte o da keyifleniyor ve sanki kupa kızı kartı insanların düşündüğü kadar gerçek dışı değilmiş gibi bilmiş bir tavırla bakıyordu ki bu herkesi, başta en az gençler kadar şakadan hoşlanan Mr. Wardle olmak üzere herkesi yeniden güldürüyordu. Mr. Snodgrass’a gelince o, partnerinin kulağına şairane fikirler fısıldamak dışında bir şey yapmıyordu ki bu, yaşlı beyefendilerden birini hayat arkadaşlığı ve oyun arkadaşlığıyla ilgili şakayla karışık yaramaz yorumlar yapmaya itiyordu. Bu durum Mr. Snodgrass’ı kimi göz kırpışlar ve kırkırtılar eşliğinde birtakım yorumlar yapmaya itmişti ve bu da yaşlı beyefendinin eşi başta olmak üzere tüm ekibi epey neşelendirdi. Mr. Winkle da şehirde çok iyi bilinen ama taşrada pek duyulmamış espriler yapıyordu çünkü herkes bu şakalara çok içten biçimde gülmüş ve Mr. Winkle’ın böylesine onur ve ihtişam dolu olmasından dolayı çok mutlu olduklarını söylemişlerdi. Müşfik rahip de keyifle önüne bakıyordu çünkü masanın etrafındaki mutlu yüzler onu da mutlu ediyordu ve cümbüş epey taşkın olsa da dudaktan değil kalpten geliyordu ve bu zararsız bir cümbüştü sonuçta.

Akşam bu eğlencelerle yavaşça sona erdi ve zengin ancak gösterişsiz akşam yemeği servis edildiğinde ve ufak ekip şöminenin etrafına toplandığında Mr. Pickwick hayatında daha önce hiç bundan daha mutlu olmadığını ve kendini keyfe hiç bu kadar vermediğini düşünerek geçen zamanın tadını çıkardı.

“İşte bu.” dedi, elini sıkıca tuttuğu yaşlı hanımın koltuğunun yanında tüm heybetiyle oturan misafirperver ev sahibi. “ Bu keyif aldığım şey, hayatımın en mutlu anları bu ateşin başında geçti ve ona çok bağlıyımdır. Burası dayanılmaz sıcaklığa gelenek kadar her akşam ateş yaktırırım. Zaten benim garip yaşlı annem de kızken bu şöminenin karşısında bir şöminede otururmuş, değil mi anne?”

Eski zamanların anıları ve pek çok yıl öncesinin mutluluğu bir anda hatırlandığında davetsiz gelen gözyaşı, kadın melankoli dolu bir gülümsemeyle başını iki yana sallarken yüzünden aşağı süzüldü.