Mr. Pickwick bu övgünün ruhunu tam olarak hissediyordu ama kendi diliyle ifade edemiyordu çünkü aklın narin ışığı savaşçıların gözlerinde epey zayıfça parlıyordu çünkü “Gözler ileri!” komutu verilmişti ve izleyicinin gördüğü tek şey herhangi bir ifadeden arındırılmış, yalnızca ileri bakan birkaç bin çift gözden ibaretti.
“Şu an çok iyi bir vaziyetteyiz.” dedi Mr. Pickwick etrafına bakarak. Kalabalık bulundukları noktadan dağılmıştı ve neredeyse yalnızdılar.
“Çok iyi!” diye tekrar etti hem Mr. Snodgrass hem de Mr. Winkle.
“Şimdi ne yapıyorlar?” diye sordu Mr. Pickwick gözlüğünü düzeltirken.
“Bana, bana kalırsa…” dedi Mr. Winkle, beti benzi atarak. “Bana kalırsa ateş edecekler.”
“Olur mu öyle şey!” dedi Mr. Pickwick, telaşla.
“Bana, bana kalırsa gerçekten öyle.” dedi Mr. Snodgrass ısrarla, bir nevi panik hâlinde.
“İmkânsız.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. Kelimeler ağzından henüz dökülmüştü ki yarım düzine alay sanki ortak bir hedefleri varmış ve bu hedef Pickwickçilermiş gibi tüfekleriyle nişan aldılar ve dünyayı ya da yaşlı bir beyefendiyi iliğine kadar sarsan en korkunç ve mahşerî şekilde ateş ettiler.
İşte, gurur kırıcı kurusıkı ateşine maruz kaldıkları ve ordunun birimleri tarafından tacize uğradıkları bu sıkıntılı anda, tam da karşı tarafı da birlikler doldurmaya başlamışken Mr. Pickwick müthiş bir beynin zaruri eşlikçileri olan kusursuz bir rahatlık ve öz kontrol sergiledi. Mr. Winkle’ı kolundan yakaladı ve öbür yanına da Mr. Snodgrass’ı alarak onlardan, ses yüzünden sağır kalmak dışında, bu ateşten başka hiçbir tehlikenin gelmeyeceğini anlamalarını içtenlikle rica etti.
“Ama… Ama ya askerlerden bazıları yanlışlıkla gerçek kurşun kullanırlarsa?” diye itiraz etti Mr. Winkle, kendi ortaya attığı varsayım yüzünden bembeyaz kesilerek. “Az önce bir şeyin havada uçuştuğunu duydum. Çok keskin, tam kulağımın dibinden.”
“En iyisi kendimizi yüzükoyun yere atmak, değil mi?” dedi Mr. Snodgrass.
“Hayır, hayır, artık bitti.” dedi Mr. Pickwick. Dudakları titreyebilir, yanaklarının rengi solabilirdi ama o ölümsüz adamın dudaklarından hiçbir korku ya da endişe ifadesi kaçmazdı.
Mr. Pickwick haklıydı, ateş durdu ama taburda bir hareketlilik yaşandığından kendini fikrinin doğruluğuyla ilgili kutlama şansı olmadı. Ardından boğuk bir komut çığlığı geldi ve ekipten herhangi biri bu yeni hamleye bir anlam veremeden yarım düzine alayın tümü, sabit süngülerle ve son hızla tam da Mr. Pickwick ve arkadaşlarının durdukları noktaya doğru gelmeye başladı. İnsanoğlu ölümlüdür ve insan cesaretinin ulaşabileceği belirli bir nokta vardır. Mr. Pickwick gözlüğünün ardından bir anlığına ilerleyen kalabalığa baktı, sonra büsbütün arkasına döndü. Topukladı demeyeceğiz, öncelikle bu cahilce bir terimdir ve ikincisi Mr. Pickwick’in fizik yapısı hiçbir şekilde böylesi bir geri çekilmeye uygun değildi. Bacaklarının elverdiği hızda yürümeye başladı aslında o kadar hızlıydı ki durumun tuhaflığını çok geç olana kadar fark edemedi.
Birkaç saniye önce dizilişleriyle Mr. Pickwick’i şaşkına çeviren karşı birlik, hisarın kuşatanların saldırısını taklit etmek için hazırlanan taklit kuşatmacılardı; bunun sonucu da Mr. Pickwick ve iki arkadaşının kendilerini, bir anda biri hızla yaklaşmakta ikincisi de düşmancıl dizilişle dimdik bulundukları yerde durmakta olan uçsuz bucaksız gibi görünen iki taburun arasında kıstırılmış bulmaları oldu.
“Hey!” diye bağırdı, yaklaşmakta olan taburun subayları.
“Yoldan çekilin!” diye bağırdı, beklemekte olan taburun subayları.
“Nereye gideceğiz?” diye bağırdı, telaşlı Pickwickçiler.
“Hey, hey, hey!” verilen tek yanıttı. Bir anlık yoğun şaşkınlık, kuvvetli ayak sesleri, şiddetli bir sarsıntı, boğuk bir kahkaha sonrası yarım düzine alay yarım metre ötede ve Mr. Pickwick’in çizmelerinin tabanlarıysa havadaydı.
Hem Mr. Snodgrass hem de Mr. Winkle kayda değer bir kıvraklıkla zorunlu takla attılar ve yere oturmuş burnundan akmakta olan yaşam pınarını sarı ipek mendille kesmeye çalışan ikincinin gözü, şen biçimde oradan oraya zıplayan şapkasının peşinden koşan saygıdeğer liderine takıldı.
Bir adamın yaşantısında, kendi şapkasının peşine düştüğü zamanlardaki gibi fazla miktarda gülünç üzüntü yaşadığı ya da çok az yardımsever teselliyle karşılaştığı az zaman vardır. Şapka yakalamak için muazzam miktarda soğukkanlılık ve alışılmadık derecede sağduyu gereklidir. Kişi aceleci olmamalıdır yoksa şapkasına basmak durumunda kalır, bunun tam tersini de yapmamalıdır yoksa şapkasını tümüyle kaybeder. En iyisi peşinden koşulan nesneyi nazikçe takip etmek, temkinli ve dikkatli olmak, fırsatları iyi kollamak, yavaş yavaş yaklaşmak sonra ani bir şekilde dalmak, şapkayı üst kısmından yakalamak; sağlamca kafaya geçirmek ve sanki aklında komik bir espri varmış gibi tüm bunları yaparken de gülümsemek gerekmektedir.
Hoş, nazik bir rüzgâr esmekteydi ve Mr. Pickwick’in şapkası oyuncu biçimde yuvarlanıp gidiyordu. Rüzgâr üfledi, Mr. Pickwick soluksuz kaldı ve şapka güçlü bir akıntıya kapılmış canlı bir yunus balığı gibi neşeyle yuvarlandı ve tam da beyefendi, işi oluruna bırakıp durmak üzereyken şans eseri durdu.
Bize kalırsa Mr. Pickwick tümüyle bitkin ve tam da takibi bırakmak üzereydi ki şapka adımlarının yönünde dizili yarım düzine at arabasından birinin tekerleğine doğru şiddetle uçtu. Durumun elverişinin farkında olan Mr. Pickwick öne atladı, malına sahip çıktı, kafasına yerleştirdi ve soluklanmak için durdu. Adının hevesle telaffuz edildiğini duyduğunda yarım dakikadır bile dinlenmiyordu ki sesin Mr. Tupman’a ait olduğunu hemen anladı. Bakışlarını yukarı kaydırdığında onu şaşkınlık ve keyifle dolduran bir görüntüyle karşılaştı.
Kalabalık alanda rahatsızlığa sebep olmasın diye atları çıkarılmış bir faytonda, mavi paltolu, parlak düğmeli, kadife pantolonlu ve uzun çizmeli, yaşlı, iri yarı bir beyefendi, eşarplı ve tüylü giysili iki genç hanımefendi, belli ki eşarplı ve tüylü hanımefendilerden birinin hayranı olan genç bir beyefendi, muhtemelen adı geçen hanımefendilerin teyzesi olan, yaşı şüpheli bir hanımefendiyle, sanki bebekliğinin ilk anlarından beri bu ailenin bir üyesiymiş gibi sakin ve aldırışsız görünen Mr. Tupman duruyordu. Faytonun arkasına bağlanmış geniş boyutlarda, düşüncelere dalmış bir zihnin aklına kümes kuşlarını, dilleri ve şişeler dolusu şarabı getiren bir sandık vardı ve sepetin üstünde şişman ve kırmızı suratlı, yarı uyku hâlinde bir çocuk oturuyordu ki hiçbir düşüncelere dalmış zihin sepetin içindekileri tüketmek için doğru zaman geldiğinde bu çocuğu yiyeceklerin resmî dağıtıcısı dışında herhangi bir görev için bir an olsun önemsemezdi.
Mr. Pickwick sadık müridi tarafından bir kez daha karşılanmadan önce bu ilginç nesnelere kısaca göz gezdiriyordu.
”Pickwick, Pickwick.” dedi Mr. Tupman. “Buraya gelin. Acele edin.”
“Gelin, beyefendi. Lütfen yukarı çıkın.” dedi iri yarı beyefendi. “Joe! Lanet çocuk, yine uyumuş. Joe, merdivenleri indir.” Şişman çocuk yavaşça kutudan atladı, merdivenleri indi ve fayton kapısını davetkâr biçimde açtı. Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle tam o anda gelmişlerdi.
“Hepiniz için yer var, efendiler.” dedi iri yarı adam. “İki içeri, bir dışarı. Joe, bu beyefendilerden biri için sandığın üstünde yer ayarla. Buyurun, efendim, benimle gelin.” ve iri yarı beyefendi elini uzatıp önce Mr. Pickwick’i, sonra Mr. Snodgrass’i faytona var gücüyle çekti. Mr. Winkle kutuya tünedi, şişman çocuk paytak paytak eski yerine çıktı ve anında uykuya daldı.
“Pekâlâ, beyler.” dedi iri yarı adam. “Sizi gördüğüme çok sevindim. Sizi çok iyi tanıyorum beyler, gerçi siz beni hatırlamıyor olabilirsiniz. Geçen kış, kulübünüzde birkaç akşam geçirdim. Dostum Mr. Tupman’la bu sabah burada karşılaştım ve onu gördüğüme ne çok sevindim anlatamam. Böyle işte, efendim, peki siz nasılsınız? Fevkalade görünüyorsunuz, orası kesin.”
Mr. Pickwick iltifatı kabul etti ve çizmeli, iri yarı beyefendiyle yürekten tokalaştı.
“Peki siz nasılsınız, beyefendi?” dedi iri yarı beyefendi Mr. Snodgrass’a ithafen, babacan bir kaygıyla. “Çok iyi ha? İyi o hâlde, iyi o hâlde. Peki siz nasılsınız, beyefendi (Mr. Winkle’a)? Doğrusu iyi olduğunuzu söylediğinize sevindim; çok sevindim, orası kesin. Kızlarım, beyefendiler… Kızlarım bunlar ve bu da kız kardeşim. Miss Rachael Wardle. O bir kız, öyle ama tam da kız sayılmaz, ha efendim, ha?” İri yarı beyefendi bununla birlikte dirseğiyle Mr. Pickwick’in kaburgasını şakacı biçimde dürttü ve içtenlikle güldü.
“Aman, abi!” dedi Miss Wardle, itiraz eden bir gülümsemeyle.
“Doğru, doğru.” dedi iri yarı beyefendi. “Bunu kimse inkâr edemez. Beyler, affedersiniz; bu benim arkadaşım Mr. Trundle. Şimdi herkes birbiriyle tanıştığına göre rahatlayalım ve mutlu olalım, neler olacak görelim; ben böyle derim.” Böylece iri yarı beyefendi gözlüğünü taktı ve birinin omuzunun üstünden ordunun denetimlerine baktı.
Bunlar hayret verici değerlendirmelerdi; bir rütbe grubu, başka bir rütbe grubunun başının üstünden ateş ediyor, sonra kaçıyordu; sonra başka bir rütbe grubu, bir başka rütbe grubunun başının üstünden ateş ettikten sonra kaçıyor; sonra ortada subaylar olacak şekilde kareler oluşturuyor; sonra merdivenle sipere inip siperin öbür tarafından aynı şekilde çıkıyorlardı. Ardından küfeler dolusu barikatı yıkıp olabilecek en heybetli tavırla hareket ediyorlardı. Sonra bir de silah deposundaki devasa silahları kocaman sopalara benzeyen aletlerle ateşleme olayı vardı. Kurşunlar dökülmeden önce öyle hazırlık yapmak gerekiyordu ve kurşunlar yere dökülürken öyle berbat bir ses çıkarıyorlardı ki hava hanımların çığlıklarıyla doldu. Genç Wardle hanımları o kadar korkmuşlardı ki Mr. Trundle birine sarılmak zorunda kalırken Mr. Snodgrass da diğerini desteklemişti ve Mr. Wardle’ın kız kardeşi öylesine korkutucu bir endişe hâline girmişti ki Mr. Tupman hanımefendiyi ayakta tutmak için kollarını beline dolamaya mecbur kaldı. Şişman çocuk dışında herkes çok heyecanlıydı zira o sanki topların kükremesi sıradan bir ninniymiş gibi huzur içinde uyuyordu.
“Joe, Joe!” dedi iri yarı beyefendi, hisar ele geçirildiğinde ve kuşatanlarla kuşatılanlar akşam yemeğine oturduklarında. “Lanet olasıca oğlan, yine uykuya daldı. Lütfen onu çimdikleme nezaketini gösterebilir misiniz, beyefendi, bacağından, zahmet olmazsa; onu başka hiçbir şey uyandıramıyor. Teşekkür ederim. Sepeti çöz, Joe.”
Bacağının bir kısmının Mr. Winkle’ın başparmağı ve işaret parmağı arasında sıkışmasıyla etkili biçimde uyanan şişman çocuk, kutudan bir kez daha indi ve önceki hareketsizliğine nazaran kendinden beklenmeyecek bir çabuklukla sepeti çözmeye başladı.
“Şimdi bitişik oturmamız gerekecek.” dedi iri yarı beyefendi. Hanımların kollarını sıkmakla ilgili pek çok şaka ve hanımefendilerin beyefendilerin kucaklarına oturmalarına yönelik türlü türlü yüz kızartıcı espriden sonra herkes oturdu ve iri yarı beyefendi, şişman çocuktan aldıklarını (bu amaç için geride kalmış olan) faytonun içine getirmeye başladı.
“Şimdi, bıçaklar ve çatallar.” Bıçaklar ve çatallar içeri alındı ve içerideki hanımefendiler ve beyefendilerle kutuda oturmakta olan Mr. Winkle’a birer tane sözü geçen kullanışlı gereçlerden temin edildi.
“Tabaklar, Joe, tabaklar.” Tabakların dağıtımında da aynı yöntem izlendi.
“Şimdi de Joe, güvercinler. Lanet olasıca çocuk, yine uyudu. Joe! Joe! (kafaya değnekle birtakım vuruşlar ve şişman oğlanın rehavetinden güçlükle kurtuluşu) “Hadi getir yemekleri.”
Son kelimedeki bir şey yaltakçı çocuğu uyandırmıştı. Zıpladı ve sepetten çıkarırken, kurşuni gözlerini, iri yanaklarının üstünden korkutucu bir parıltıyla yemeğe dikti.
“Hadi acele et.” dedi Mr. Wardle çünkü oğlan ayrılmakta güçlük çekiyor gibi göründüğü horoza sevgiyle bakıyordu. Oğlan derin bir iç çekti ve kuşun tombulluğuna ateşli bir bakış atıp istemeye istemeye efendisine teslim etti.
“Oldu işte, dikkatini topla. Şimdi dil, şimdi domuz turtası. O dana ve domuz etlerine dikkat et, ıstakozlara dikkat et. Salatanın üstündeki bezi sıyır, sosu bana ver.” Tarif edilen çeşitli malları alırken ve herkesin ellerine, dizlerine sayısız tabak verirken ağzından çıkan kelimeler bunlardı. “Şimdi bu, harika değil de ne?” diye sordu o neşeli şahsiyet, tüketim işi başladığı sırada.
“Harika!” dedi kutuda oturmuş Mr. Winkle, kuşu keserken.
“Şarap?”
“Büyük keyifle.”
“Size özel bir şişe şarap lazım, değil mi?”
“Çok naziksiniz.”
“Joe!”
“Evet, efendim.” (Az önce bir dana köfte götürmeyi başardığı için henüz uyumuyordu.)
“Kutudaki beyefendiye bir şişe şarap. Sizi gördüğüme memnunum efendim.”
“Sağ olun.” Mr. Winkle kadehini boşalttı ve şişeyi yanındaki arabacı bölmesine yerleştirdi.
“Bu keyfe nail olmama izin verir misiniz efendim?” diye sordu Mr. Trundle, Mr. Winkle’a.
“Büyük keyifle.” diye yanıtladı Mr. Winkle, Mr. Trundle’ın sorusunu. İki beyefendi şarap içtiler ve daha sonra şarabı hanımlar da dâhil olmak üzere paylaştılar.
“Sevgili Emily, yabancı beyefendiyle nasıl da flört ediyor.” diye fısıldadı abisi Mr. Wardle’a, evde kalmış hala; evde kalmış hala kıskançlığıyla.
“Ah, bilmiyorum.” dedi neşeli yaşlı beyefendi. “Tümü oldukça doğal, bana kalırsa sıra dışı bir şey yok. Mr. Pickwick şarap ister misiniz, efendim?” Domuz turtasının içini incelemekte olan Mr. Pickwick memnuniyetle kabul etti.
“Emily, canım.” dedi evde kalmış teyze, patronluk taslayan bir havayla. “O kadar yüksek sesle konuşma, canım.”
“Aman hala!”
“Halam ve ufak yaşlı beyefendi her şeyi kendilerine saklamak istiyorlar bana kalırsa.” diye fısıldadı Miss Isabella Wardle, kız kardeşi Emily’ye. Genç hanımlar içtenlikle güldüler ve yaşlı olan sevimli görünmeye çalıştı ama başaramadı.
“Genç kızların ruhları neşe dolu.” dedi Miss Wardle, Mr. Tupman’a. Sanki biraz acısını paylaşır gibi, sanki taşkın ruhlu olmak yasakmış ve izinsiz böyle bir ruh barındırmak büyük suç ve kabahatmiş gibi.
“Ah, öyle.” dedi Mr. Tupman, tam olarak ondan beklenmeyecek bir türden cevap vererek. “Oldukça keyifli.”
“Demek öyle!” dedi Miss Wardle, inanamayarak.
“İzin verir misiniz?” dedi Mr. Tupman, oldukça mülayim bir tavırla, büyüleyici Rachael’ın bileğini bir eliyle kavrayıp diğeriyle de şişeyi kaldırarak. “İzin verir misiniz?”
“Ah, efendim!” Mr. Tupman çok etkileyici görünüyordu. Rachael daha fazla silahın patlayacağına dair duyduğu korkuyu ifade etti ve eğer böyle bir durum olursa daha fazla desteğe ihtiyacı olacaktı.
“Sizce canım yeğenlerim güzel mi?” diye fısıldadı sevgi dolu halaları Mr. Tupman’a.
“Eğer halaları burada olmasaydı güzel olduklarını düşünürdüm.” diye cevapladı tetikteki Pickwickçi, arzulu bir bakış eşliğinde.
“Ah, sizi yaramaz adam… Ama gerçekten, eğer ten renkleri biraz daha iyi olsaydı sizce hoş görünümlü kızlar olurlar mıydı mum ışığında?”
“Evet, bence olurlardı.” dedi Mr. Tupman, umursamaz bir tavırla.
“Ah sizi çakal… Böyle diyeceğinizi biliyordum.”
“Nasıl?” diye sordu Tupman. Aslında aklında tam olarak bir şey söylemek olmayan Mr. Tupman.
“Diyecektiniz ki Isabel kambur duruyor. Biliyorum böyle diyeceğinizi. Siz erkekler çok gözlemcisiniz. Yani, evet kambur duruyor; bu inkâr edilemez ve eğer bir kızı çirkin gösteren bir şey varsa o da kambur durmaktır. Ona hep söylüyorum biraz daha yaşlanınca oldukça korkunç görünecek. Yani siz tam bir çakalsınız!”
Mr. Tupman bu kadar kolay bir unvan kazanmaya itiraz edecek değildi: Epey bilgiç bir tavır takınarak gizemli biçimde gülümsedi.
“Nasıl da kinayeli bir gülümseme.” dedi hayranlık dolu Rachael. “Sizden epey ürktüğümü bildirmem gerek.”
“Benden ürkmek mi?”
“Ah, benden hiçbir şey saklayamazsınız. O gülümsemenin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum ben.”
“Ne?” dedi en ufak fikri olmayan Mr. Tupman.
“Demek istiyorsunuz ki…” dedi sevimli hala, sesini daha da alçaltarak. “Isabella’nın kambur durmasının Emily’nin kelliği kadar kötü bir durum olduğunu düşünmüyorsunuz. Yani, evet, o kel! Bazen bu beni o kadar perişan ediyor ki aklınız almaz. Bazen saatlerce bu meseleye ağlıyorum. Benim canım abim o kadar iyi, o kadar saf ki bunu hiç görmüyor; eğer görseydi eminim kalbi kırılırdı. Keşke sorun yalnızca terbiye olsaydı, öyle olmasını isterdim.” (Burada sevgi dolu akraba derin bir iç çekti ve başını ümitsizce salladı).
“Eminim ki halam bizim hakkımızda konuşuyor.” diye fısıldadı Miss Emily Wardle, kız kardeşine. “Bundan oldukça eminim, şeytani görünüyor.”
“Öyle mi?” diye yanıtladı Isabella. “Aman! Halacım!”
“Evet, canımın içi!”
“Hasta olursun diye çok korkuyorum, hala. Yaşlıcık boynuna bir ipek mendil bağlayıver. Gerçekten kendine bakmalısın, yaşın düşünülürse!”
Bu misilleme her ne kadar hak edilmiş olsa da bir insanın başvurabileceği en kindar misillemeydi. Eğer Mr. Wardle farkında olmadan keskin bir şekilde Joe’ya seslenmiş olmasaydı halanın öfkesi ne yollarla ifade edilecekti tahmin etmek güçtü.
“Lanet olasıca çocuk.” dedi yaşlı beyefendi. “Yine uyumuş.”
“Çok olağan dışı bir çocuk, bu.” dedi Mr. Pickwick. “Hep böyle uyur mu?”
“Uyumak mı?” dedi yaşlı beyefendi. “O hep uyku hâlinde. Derin uykudayken ayak işlerine koşar ve sipariş beklerken horlar.”
“Ne kadar da tuhaf.” dedi Mr. Pickwick.
“Ah! Gerçekten de tuhaf.” diye yanıtladı yaşlı beyefendi. “O oğlanla gurur duyuyorum. Ondan hiçbir şekilde ayrılmam. O bir doğa harikası! Al Joe. Joe, bunları kaldır ve yeni bir şişe aç. Duydun mu?”
Şişman çocuk kalktı, gözlerini açtı, uyuyakalmadan önce çiğnemekte olduğu koca dilim turtayı yuttuktan sonra yavaşça efendisinin emirlerini uyguladı. Tabakları toplarken ziyafetten arta kalanlara son derece baygın biçimde baktı ve her şeyi sepete boşalttı. Yeni bir şişe çıkarıldı ve anında tüketildi. Sepet eski yerine yerleştirildi. Şişman çocuk bir kez daha kutuya tünedi, gözlükler ve okuma camları bir kez daha düzeltildi ve ordunun tatbikatı yeniden başladı. Silahlar vızıldadı ve patladı, hanımlar korktu ve sonra tünel herkese keyif verecek şekilde patlatıldı ve tünel yok olduğunda ordu ve ekip de aynını yapıp ortadan kayboldu.
“Öyleyse kendinize iyi bakın.” dedi yaşlı beyefendi, ara ara sürdürülen sohbetin sonunda, merasimin bitiminde Mr. Pickwick’le tokalaşarak. “Yarın görüşürüz.”
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Mr. Pickwick.
“Adresi aldınız mı?”
“Manor Çiftliği, Dingley Dell.” dedi Mr. Pickwick, not defterine başvurarak.
“Oldu o zaman.” dedi yaşlı beyefendi. “Sizi bir haftadan erken bırakmam, unutmayın ve görmeye değer her şeyi gördüğünüze emin olacağım. Eğer canınız kırsal yaşam çekerse bana gelin, size bolca yaşatırım. Joe, lanet olasıca çocuk, yine uyuyakaldı. Joe, Tom’a yardım et de atları getirsin.”
Atlar yerleştirildi, sürücü yerine geçti, şişman çocuk da yanına tünedi. Vedalar edildi ve fayton yola koyuldu. Pickwickçiler son bir kez bakmak için arkadaşlarına döndüklerinde, batmakta olan güneşin, onları bu kadar keyiflendiren kişilerin yüzlerine ve şişman çocuğun bedenine vurduğunu gördüler.
Beşinci Bölüm
Kısa Bir Tane – Başka Anılara Ek Olarak, Mr. Pickwick’in Nasıl Fayton Kullandığı, Mr. Winkle’ın Nasıl At Bindiği ve İkisinin de Bunu Nasıl Gerçekleştirdiğini Gösteren Bir Hikâye
Mr. Pickwick kahvaltıdan önce Rochester Köprüsü’nün parmaklıklarına dayanmış, doğayı izlerken gökyüzü aydınlık ve hoştu, hava ılıktı ve etrafı saran her nesne güzel görünüyordu. Manzara gerçekten de sunulduğu zihinden çok daha az düşüncelisini bile büyüleyebilecek türdendi.
İzleyicinin solunda yıkık, pek çok yerden kırılmış ve bazı kısımları kaba saba ve ağır kütleler hâlinde aşağıdaki dar sahile doğru sarkan bir duvar vardı. Sivri ve köşeli taşlardan her rüzgârla titreşen kocaman öbekler hâlinde yosunlar sarkıyordu ve yeşil sarmaşık kederle karanlık ve yıkık mazgallı siperlere dolanmıştı. Tüm bunların arkasında kuleleri çatısız ve koca duvarları dağılmakta olan ama bize yedi yüz yıl önce orduların çarpışmasıyla çınladığı, cümbüş ve şölenle yankılandığı eski kudret ve gücünü gururla anlatan tarihî kale vardı. Her iki tarafta da mısır tarlaları ve meralarla orada burada yel değirmenleri ya da uzak bir kiliseyle gözün alabildiğine uzanan, zengin ve bereketli manzarayı gözler önüne seren, ince ve belli belirsiz bulutlar gündüz güneşi üstlerinden sekip geçerken hızla değişen gölgelerle daha da güzel hâle gelmiş olan Medway Nehri’nin kıyıları uzanıyordu. Göğün berrak mavisini yansıtan nehir, sessizce akarken ışıldıyor ve parıldıyor, balıkçıların tablo gibi kayıkları akıntıyla birlikte yavaşça ilerlerken kürekleri suya anlaşılır ve sıvıyı çağrıştıran bir sesle batıp çıkıyordu.
Mr. Pickwick önündeki nesneler tarafından sürüklendiği kabul edilebilir dalgınlıktan, derin bir iç çekiş ve omuzuna dokunan bir elle çıkarıldı. Arkasını döndü ve kederli adamı yanı başında buldu.
“Manzarayı mı izliyorsunuz?” diye sordu kederli adam.
“Öyle yapıyordum.” dedi Mr. Pickwick.
“Ve kendinizi bu kadar erken kalktığınız için kutluyor muydunuz?”
Mr. Pickwick başını olumlu anlamda salladı.
“Ah! İnsanların güneşi bütün saltanatıyla görmeleri için erken kalkmaları gerek çünkü parlaklığı nadiren bütün gün sürüyor. Günün sabahıyla hayatın sabahı birbirine çok benzer.”
“Doğru söylüyorsunuz, beyefendi.” dedi Mr. Pickwick.
“Şu deyim ne kadar da uygun.” diye devam etti kederli adam. “ ‘Sabah kalıcı olamayacak kadar hoştur.’ Günlük hayatımıza ne kadar da güzel uygulanabilir. Tanrı’m! Çocukluğa ait günlerimi yok etmek ya da onları sonsuza kadar unutmak için nelerimi vermem!”
“Çok dert çekmiş olmalısınız, beyefendi.” dedi Mr. Pickwick, sevgiyle.
“Çektim.” dedi kederli adam aceleyle: “Gördüm. Benim şimdi tanıyanların mümkün olduğuna inanamayacağı kadar fazla şey gördüm.” Bir anlığına duraksadı sonra aniden: “Hiç aklınıza geldi mi, böylesi bir sabahta boğulmanın mutluluk ve huzur getireceği?”
“Tanrı aşkına, hayır!” diye yanıtladı Mr. Pickwick, kederli adamın onu meraktan aşağı itmesi ihtimali birden var gücüyle beynine dolunca parmaklıktan biraz uzaklaşarak.
“Ben sıklıkla düşünmüşümdür.” dedi kederli adam, Mr. Pickwick’in hareketinin farkına varmadan. “Sakin, serin su beni fısıltıyla yatmaya ve dinlenmeye davet ediyor gibi gelir. Bir atlayış, suyun sıçrayışı, kısa bir mücadele; bir anlığına var olan girdap, sonra yavaşça nazik bir dalgacığa dönüşür; sular kafanı ve dünya da bütün sefaletini ve şanssızlıklarını sonsuza dek örtmüştür.” Kederli adamın çökük gözleri, o konuşurken pırıl pırıl parlıyordu ama anlık heyecan hızla yok oldu ve adam sakince arkasına dönüp: “Pekâlâ, yeter bu kadar. Sizinle başka bir konuyla ilgili görüşmek istemiştim. Beni dünden önceki akşam öykümü okumak için çağırdınız ve ben okurken ilgiyle dinlediniz.”
“Öyle.” diye yanıtladı Mr. Pickwick: “Ve kesinlikle düşündüm ki…”
“Fikir sormadım.” dedi kederli adam lafını keserek. “Ve fikir istemiyorum. Siz keyif ve bilgi için seyahat ediyorsunuz. Size ilginç bir el yazması verdiğimi düşünün. Dikkatinizi çekerim, çılgın ya da imkânsız olduğu için değil; gerçek hayatın aşk hikâyesinden düşen bir yaprak olduğu için ilginç. Bunu dilinizden düşmeyen şu kulübe iletir miydiniz?”
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Mr. Pickwick. “Eğer isterseniz. Hem kulüp kayıtlarına da geçer.”
“Öyleyse sizindir.” diye yanıtladı kederli adam. “Adresiniz?” ve Mr. Pickwick’in uygun güzergâhı vermesiyle kederli adam dikkatlice yağlı not defterine not aldı ve Mr. Pickwick’in ısrarcı kahvaltı davetine karşı koyarak beyefendiyi orada bırakıp yavaşça yanından uzaklaştı.
Mr. Pickwick, üç yoldaşının kalktığını ve çoktan ağzı sulandırıcı bir biçimde servis edilmiş kahvaltıya başlamak için onun gelmesini beklediklerini gördü. Yemeğe oturdular ve ızgara et, yumurta, çay, kahve ve ıvır zıvırlar, yiyeceğin mükemmelliğine ve tüketicilerinin iştahına şahitlik eden bir hızla anında yok olmaya başladı.
“Pekâlâ, Manor Çiftliği’ne gelirsek.” dedi Mr. Pickwick. “Nasıl gitsek?”
“Belki de en iyisi garsona sormak.” dedi Mr. Tupman ve garson bu gereklilik doğrultusunda hemen orada belirdi.
‘Dingley Dell, beyler… On beş mil, beyler. Yolu geçince… Posta arabası mı efendim?”
“Posta arabası iki kişiden fazlasını almaz.” dedi Mr. Pickwick.
“Haklısınız, efendim. Affedersiniz, efendim. Çok güzel dört tekerlekli araba, efendim. İki kişi için arkada yer var, bir tane de sürücü için önde yer var. Ah! Affedersiniz, efendim, o da yalnızca üç kişi alır.”
“Ne yapacağız ki?” dedi Mr. Snodgrass.
“Belki beylerden biri at binmek ister, efendim?” diye öneride bulundu garson, Mr. Winkle’a bakarak. “Çok iyi binek atları var, efendim. Mr. Wardle’ın adamlarından herhangi biri Rochester’a gelirken atı geri getirebilir, efendim.” dedi.
“Çok mantıklı.” dedi Mr. Pickwick. “Winkle, at sırtında gider misin?”
Mr. Winkle kalbinin en derinliklerinde binicilik becerilerine yönelik kayda değer kuruntulara sahip olan biriydi ama onları hiçbir şekilde şüpheye düşüremeyeceğinden derhâl müthiş bir atılganlıkla yanıtladı: “Kesinlikle. En çok hoşuma gidecek şey o.” Mr. Winkle kaderine son hız gönderilmekteydi, dayanağı yoktu.