Charles Dickens
Mister Pickwick’in MaceralarıII. Cilt
Charles Dickens, 7 Şubat 1812 tarihinde İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria Devri’nin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.
Yirmi Dokuzuncu Bölüm
Gulyabanilerin Kaçırdığı Kilise Hademesinin Hikâyesi
Ülkenin bu taraflarında, eski bir manastır kasabasında; uzun, çok uzun zaman önce, öyle uzun zaman önce ki büyük büyükbabalarımız buna inandılarsa mutlaka doğru olduğunu düşündüğümüz bir hikâyenin kahramanı olan, Gabriel Grub adında bir kilise hademesi ve mezar kazıcısı yaşarmış. Bir insan sırf bir kilise hademesi ve etrafı sürekli ölümü çağrıştıran sembollerle çevrili olduğu için somurtkan ve melankolik olacak diye bir şey yoktur. Cenaze levazımatçıları dünyanın en neşeli insanlarıdırlar. Bir zamanlar yakinen tanıma fırsatına eriştiğim, cenazelerde parayla yas tutan bir arkadaşım olmuştu. Özel hayatında, yani iş başında değilken upuzun bir şarkıyı tek bir kez bile takılmadan okuyan, nefes bile almadan koca bir bardak içkiyi kafasına diken şakacı ve esprili bir adamın tekiydi. Ancak Gabriel Grub, bu kadar aksi örneğin yanında; kötü huylu, sinirli, suratsız herifin biriymiş. Suratsız ve yalnız biriymiş, kendi ve cebinde taşıdığı büyükçe bir içki şişesi dışında kimseye tahammül edemezmiş. Eğer yanından gülümseyerek geçerseniz size öyle kötü, öyle ters bakarmış ki kendinizi kötü hissedermişsiniz.
Bir Noel arifesi, alaca karanlıktan kısa bir süre önce Gabriel küreğini sırtına yüklemiş, lambasını yakmış ve eski avluya doğru yollanmış çünkü sabaha kadar kazması gereken bir mezar varmış ve kendini çok güçsüz hissettiğinden, eğer bir anda işe koyulursa neşesi yerine gelir belki diye düşünmüş. Tarihî yoldan gideceği yöne yürürken bir çift eski pencere kanadının ardından parlayan harlı ateşin neşeli ışığını görmüş ve bu ateşin etrafında toplanmış oturanların kahkahalarını ve neşeli bağırış çağırışlarını duymuş. Ertesi günün neşesine yönelik telaşlı hazırlıkları ve bunun sonucu oluşan ve pencerelerden bulutlar hâlinde yükselen sayısız lezzetli yemeğin kokusu burnuna gelmiş. Bunların hepsi Gabriel Grub’ın kalbinde yaraymış. Sonra çocuklar gruplar hâlinde evlerden çıkmış, karşıya geçmiş ve karşı yoldaki evin kapısını henüz çalamadan etrafları yarım düzine kadar kıvırcık saçlı çocuk tarafından sarılmış ve hep birlikte yukarı kata Noel oyunları oynamaya çıkarlarken Gabriel; fukara tesellisi olarak kızamık, kızılcık, pamukçuk, boğmaca gibi hastalıkları düşünüp yüzünde beliren korkunç bir sırıtışla küreğine daha da sıkı sarılmış.
Bu keyifli düşünceler eşliğinde yoluna devam eden Gabriel, kilise avlusuna giden karanlık yola sapana kadar karşısına çıkan komşuların iyi niyetli kutlamalarına hep bir homurtuyla karşılık vermiş. Zaten Gabriel de karanlık yola sapmayı iple çekiyormuş çünkü burası genelde gayet hoş, kasvetli ve hüzünlü, kasaba ahalisinin güneşin en tepede ve güçlü bir şekilde parladığı saatler dışında pek sapmak istemediği türden bir yermiş. Bu nedenle tarihî manastır ve dazlak kafalı keşişlerin zamanından beri Tabut Yolu olarak anılan bu sığınak gibi yerde, ufak bir bacaksızın kutlu Noel’le ilgili neşeli bir şarkı tuttuduğunu duyduğunda hissettiği öfke azımsanacak gibi değilmiş. Gabriel yürümeye devam ettikçe ve ses yakınlaştıkça sesin kaynağının eski caddedeki veletlere katılmak için acele etmekte olan ve hem kendine yoldaş olsun hem de eğlentiye hazırlık olsun diye avazının çıktığı kadar şarkı söylemekte olan ufak bir oğlana ait olduğunu görmüş. Bu nedenle Gabriel, oğlanın yanına gelmesini beklemiş ve onu köşeye kıstırıp sesini kıssın diye feneriyle kafasına beş altı kere vurmuş. Oğlan eli kafasında, az öncekinden çok farklı bir tını tutturmuş hâlde koşarken Gabriel Grub içten bir kahkaha attıktan sonra, kilise avlusuna girip kapıyı ardından kapatmış.
Paltosunu çıkarmış, fenerini yere bırakmış ve kazımı tamamlanmamış mezara girerek bir saat kadar istekle çalışmış. Ancak toprak, kırağıyla birlikte sertleşiyormuş ve artık toprağı kırıp kürekle dışarı atmak kolay bir iş olmaktan çıkmış. Hem zaten ay çıkmış olsa da çok cılızmış ve kilisenin gölgesinde kalan mezara çok az ışık veriyormuş. Başka zaman olsa Gabriel Grub bundan dolayı karamsar ve sefil bir duruma düşermiş ancak küçük çocuğun sesini kestiğine o kadar memnunmuş ki azıcık aşama kaydetmiş olsa da bu gecelik işini bitirdiğinde kazdığı yere keyifle bakmış ve eşyalarını toplarken bir mırıltı tutturmuş:
Tek kişilik cesur pansiyonu, tek kişilik cesur pansiyonu,Yaşam bitince çekerler üstüne bir metrelik soğuk toprak;Kafana bir taş, ayağına bir taş,Oldun mu kurtlara kallavi bir sofra;Üstünde sıra sıra ot, çevrende nemli kil,Tek kişilik cesur pansiyonudur, bu kutsal topraklardır yeri!“Ah aman!” diye gülmüş Gabriel Grub, en sevdiği dinlenme yeri olan düz bir mezar taşının üstüne oturmuş, cebinden içki şişesini çıkarırken. “Noel’de bir tabut! Noel kutusu! Ho! ho! ho!”
“Ho! ho! ho!” diye tekrarlamış kulağa hemen arkasındaymış gibi gelen ses.
Gabriel tam içki şişesini dudaklarına götürmek üzereyken tedirgin olup duraksamış ve etrafına bakınmış. Yanı başındaki en eski mezarın dibi cılız ay ışığında en az kilise avlusu kadar sessiz ve sakinmiş. Buz gibi kırağı mezar taşlarının üstünde parıldıyormuş ve eski kilisenin taş oymaları üstünde sanki bir dizi değerli taş gibi ışıldıyormuş. Toprağı kaplayan kar, çıtır çıtırmış ve ara ara küçük tepeler oluşturmuş. Öyle ki sanki o tepelerin altında yalnızca kefenlerine sarılmış cesetler var gibi görünüyormuş. Bu sakin görüntünün huzurunu bozacak tek bir çıtırtı bile yokmuş. Sanki ses bile donmuş gibiymiş, her şey öylesine soğuk ve kıpırtısızmış ki.
“Sadece yankıydı herhalde.” demiş Gabriel Grub şişeyi yeniden dudaklarına götürerek.
“Değildi.” demiş kalın ses.
Gabriel ürkmüş, şaşkınlık ve korku karışımı bir duyguyla olduğu yerde kalakalmış çünkü gözlerinin önünde görüntü kanını dondurur nitelikteymiş.
Yakınındaki dik mezar taşında oturmuş, garip, olağanüstü bir varlık varmış. Gabriel bunun bu dünyaya ait bir şey olmadığını hemen hissetmiş. Yerlere kadar uzanabilecek kadar uzun olan bacakları tuhaf ve sıkışık, düğümlenmiş, adaleli kolları da çıplak ve elleri dizlerinin üstündeymiş. Güdük, yuvarlak hatlı bedeninin üstünde dar, yırtık pırtık bir elbise; sırtındaysa kısa bir pelerin varmış. Pelerinin yakası değişik bir biçimde kesilmiş olduğundan sanki bir yaka bağı gibi görünüyormuş. Ayakkabılarının uçları ise içe doğru kıvrılıyormuş. Başındaki kocaman kenarlı, sivri tepeli şapkanın tek süsü bir tüymüş. Üstü kırağıyla kaplıymış ve gulyabani sanki mezar taşının üstünde iki üç yüzyıldır çok rahat biçimde oturuyor gibi görünüyormuş. Hiç kıpırtısız oturuyormuş ve dili sanki alay eder gibi dışarı sarkıkmış. Gabriel Grub’a yalnızca bir gulyabaninin başarabileceği biçimde gülümsüyormuş.
“Yankı değildi.” demiş gulyabani.
Gabriel Grub, donmuş kalmış ve yanıt verememiş.
“Noel arifesinde burada ne işin var?” demiş gulyabani ciddiyetle.
“Mezar kazmaya geldim, efendim.” diye kekelemiş Gabriel Grub.
“Bir adamın böyle bir gecede mezarlar ve kilise avlularında ne işi olur?” diye bağırmış gulyabani.
“Gabriel Grub! Gabriel Grub!” diye bağırmış bir anda kilise avlusunu doldurmuş görünen koro hâlindeki ses. Gabriel korkuyla etrafına bakmış ama bir şey görememiş.
“Şişede ne var?” diye sormuş gulyabani.
“Cin, efendim.” diye yanıtlamış kilise hademesi, öncekinden daha da titreyerek. İçkiyi kaçakçılardan almış ve soru sahibinin belki de gulyabanilerin sorgulama biriminden olduğu aklına gelmiş.
“Böyle bir gecede kilise avlusunda tek başına kim cin içer yahu?” demiş gulyabani.
“Gabriel Grub! Gabriel Grub!” diye bağırmış çılgın sesler korosu yeniden.
Korku içindeki kilise hademesine bakan gulyabanin yüzünü kötücül bir gülümseme kaplamış, sonra yüksek sesle:
“Öyleyse hakkımızla kazandığımız ödülümüz nedir?” demiş.
Bu soru karşısında görünmez koro sanki eski bir kilise orgunun kutsal sesi, kulaklarından gelip geçen ve ölüme giden bir rüzgâr gibi gelen bir sesle olsa da yine omuzlarda aynı yüke sebep olan bir biçimde “Gabriel Grub! Gabriel Grub!” diye yanıtlamış.
Gulyabani öncekinden daha geniş bir gülümsemeyle: “Ee Gabriel, buna ne diyorsun?” demiş.
Kilise hademesi âdeta nefessiz kalmış. “Bunun hakkında ne düşünüyorsun Gabriel?” demiş gulyabani bacaklarını mezar taşının iki yanına uzatarak ve sanki Bond Caddesi’ndeki en güzel Wellington botların sahibi kendisiymiş gibi bir hoşnutlukla uçları kıvrık pabuçlarına bakarken.
“Bu çok, bu çok ilgi çekici, efendim.” diye yanıtlamış kilise hademesi, korkudan aklını yitirmiş hâlde. “Çok ilginç ve çok güzel ancak ben müsaadenizle gidip işimi bitireceğim, efendim.”
“İş mi!” demiş gulyabani. “Ne işinden bahsediyorsun?”
“Mezar, efendim; mezarı kazmaktan bahsediyorum.” diye kekelemiş kilise hademesi.
“Ah, mezar, ha?” demiş gulyabani. “Bütün herkes kutlama yaparken kim mezar kazıp bir de bundan zevk alır?”
Gizemli sesler yeniden cevaplamış: “Gabriel Grub! Gabriel Grub!”
“Korkarım dostlarım seni istiyorlar Gabriel.” demiş gulyabani dilini yanağına daha da bastırarak, dil de ne dilmiş ama. “Korkarım dostlarım seni istiyorlar, Gabriel.”
“Siz nasıl isterseniz, efendim.” diye yanıtlamış korku içindeki kilise hademesi. “Bunu yapabileceklerini sanmıyorum, efendim, beni tanımıyorlar, efendim; bana kalırsa beni daha önce görmemişlerdir, efendim.”
“Ah, evet gördüler.” diye yanıtlamış gulyabani. “Biz asık suratlı ve çatık kaşlı, geceleri caddeleri arşınlayıp çocukları şeytani bakışlarıyla ürküten ve mezar küreğini daha da sıkı kavrayan o adamı tanıyoruz. Biz sırf çocuk neşeli olabiliyor da kendisi olamıyor diye kıskançlıktan kafasına yumruk geçiren adamı tanıyoruz. Biz onu tanıyoruz, onu tanıyoruz.”
Bu noktada gulyabani, yankısı aslından yirmi kat güçlü olan yüksek ve tiz bir kahkaha atmış ve ayaklarını havaya kaldırarak başının üstünde ya da daha doğrusu külaha benzeyen şapkasının ucunda, mezar taşının ince kısmında amuda kalkmış. Sonra da olağan dışı bir atiklikle takla atıp hademenin ayaklarının dibinde durmuş ve terziler mağaza tezgâhında nasıl otururlarsa öyle bir edayla durmuş kalmış.
“Kor-kor-korkarım sizden ayrılmam gerekiyor, efendim.” demiş kilise hademesi kıpırdamak için çapa göstererek.
“Bizden ayrılmak mı!” demiş gulyabani. “Gabriel Grub bizden ayrılacakmış. Ho! ho! ho!”
Gulyabani gülerken kilise hademesi bir anlığına sanki kilisenin tamamı aydınlanmış gibi bir ışıltı görmüş. Işıltı kaybolmuş. Sonrasında orgun canlı bir hava çalmasıyla birlikte ilk gulyabanin aynı olan bir gulyabani ordusu kilise avlusuna akın etmiş ve mezar taşlarının üstünde uzun eşek oynamışlar. Nefes almak için bile bir an bile durmayıp en yüksek taşları şaşılacak bir atiklikle birbiri ardına “aşmışlar”. İlk gulyabani çok harika bir atlayıcıymış ve diğerleri onun yanından bile geçemiyormuş. Hademe içinde bulunduğu dehşetin fenalığına rağmen arkadaşları sıradan boyuttaki mezar taşlarının üstünden atlamaktan memnunken ilkinin aile mezarlarını, demir parmaklıkları, sanki çit gibi kolaylıkla aşıyor olmasına dikkat etmeden edememiş.
Sonunda oyunda heyecan doruğa ulaştığında org sanatçısı hızını artırmış, gulyabaniler daha hızlı ve daha hızlı atlamışlar, sarmal olmuşlar, toprakta yuvarlanmışlar ve mezar taşlarına futbol topu gibi dalmışlar. Karşısındaki görüntüler hademenin başını döndürmüş ve gözünün önünden ruhlar uçuşurken bacakları çözülüvermiş. Gulyabani kralı birden öne atılıp yakasından tuttuğu gibi onunla birlikte toprağa batmış.
Gabriel Grub’ın düşüşten dolayı bir süreliğine kesilen nefesi sonunda normale döndüğünde kendini büyük bir mağara gibi görünen bir yerde, her bir yanı çirkin ve nemrut gulyabanilerle çevrili hâlde bulmuş. Mekânın ortasında, kilise avlusundan arkadaşı, yerden yüksek bir sandalyede oturmakta ve onun hemen arkasında hareket kabiliyeti olmayan Gabriel Grub’ın kendisi durmaktaymış.
“Bu gece de soğukmuş.” demiş gulyabaniler kralı. “Çok soğuk. Buraya iç ısıtacak bir yudum bir şeyler getirin!” Bu emir üzerine Gabriel Grub’ın hükümdarın adamları olduğunu düşündüğü yüzlerinde ebedî bir gülümseme olan yarım düzine işgüzar gulyabani acelacele ortadan kaybolmuş ve ellerinde bir kadeh sıvı ateşle dönüp krala sunmuşlar.
“Ah!” diye bağırmış yanakları ve gırtlağı şeffaf olan gulyabani, alevi içerken. “Bu gerçekten de iç ısıtıyor ha! Mr. Grub için de bir bardak getiriverin.”
Bahtsız hademenin geceleri sıcak bir şey içmek gibi bir alışkanlığı olmadığıyla ilgili itirazda bulunması faydasızmış, gulyabanilerden biri onu tutarken diğeri de boğazından aşağı harıl harıl alevi dökmüş. Yakıcı içkiyi içtikten sonra nefesi kesilip öksürünce ve gözlerinden oluk oluk akan yaşları silerken bütün ekip kahkahadan kırılmış.
“Şimdi de.” demiş kral, kâküllü şapkasını tuhaf bir biçimde hademenin gözüne sokup ona müthiş bir acı yaşatırken. “Şimdi de kendi büyük ambarımızdan sefalet ve kasvetin adamına ait birkaç fotoğrafı gösterin!”
Gulyabani bunu söylerken mağaranın daha uzaktaki bir kısmını örten bulut yavaşça uzaklaşmış ve epey uzaklıktaki ufak ve az eşyalı bir daireyi açığa çıkarmış. Bir grup çocuk parlak bir ateşin etrafına toplanmış, annelerinin eteğini çekiştiriyor, sandalyesinin etrafında hoplayıp zıplıyorlarmış. Anne ara sıra yerinden kalkıyor ve sanki beklediği bir şey varmış gibi perdeyi açıp bakıyormuş. Masa hâlihazırda mütevazı bir yemekle donatılmış ve ateşin yanına da bir sallanan sandalye yerleştirilmiş. Kapı çalınmış, anne kapıyı açmış ve çocuklar babaları içeri girerken ellerini heyecanla çırparak annelerinin etrafına toplaşmışlar. Baba ıslak ve yorgunmuş ve kıyafetlerinin üstüne biriken karları silkelemeye çalışıyormuş. Çocuklar babanın etrafına toplanıp pelerinini, şapkasını, bastonunu coşkuyla çekiştirerek çıkarıp koşarak başka odaya götürmüşler. Sonra adam ateşin yanındaki sofraya oturunca çocuklar kucağına tırmanmış ve anneleri de yanına oturmuş. Her şey tam bir mutluluk ve huzur tablosuymuş.
Ancak ufukta neredeyse hiç beklenmedik bir değişim varmış. Sahne değişmiş, en güzel ve en küçük çocuk ölüme yatmaktaymış, yüzündeki can solmuş, gözlerindeki ışık uçmuş, daha önce varlığından haberdar olmadığı bir ilgiyle hademe bile çocuğu izlerken çocuk ölmüş. Abla ve abileri yatağının başında toplanıp artık çok soğuk ve ağır olan elini tutmuşlar ama irkilerek geri çekilip çocuğun yüzüne merakla bakmışlar. Çünkü bu yüzde bir sakinlik ve huzur varmış. Güzel çocuk sanki huzur içinde uyuyor gibi görünüyormuş ama onun öldüğünü görmüşler ve artık onları parlak ve mutlu cennetten izleyen ve onları kutsayan bir melek olduğunu biliyorlarmış.
Bu sahnenin önünden hafif bir bulut geçmiş ve görüntü yine değişmiş. Baba ve anne artık yaşlı ve çaresizlermiş; yanlarındakilerin sayısı yarı yarıyadan fazla düşmüş olsa da ateşin yanında toplaşmış eski ve artık geçip gitmiş günlere dair hikâyeler anlatırlarken memnuniyet ve neşe her yüzde sabitlenmiş, her gözden okunur hâldeymiş. Yavaşça ve huzurlu biçimde baba mezara batmış ve kısa zaman sonra dertlerinin ve tasalarının ortağı da onu dinlence yerine kadar takip etmiş. Hayatta kalan birkaç yakını mezarın yanında diz çöküp toprağı gözyaşlarıyla sulamışlar, sonra üzgün ve yaslı biçimde ancak acı çığlıklar ve ağıtlar olmadan kalkıp gitmişler çünkü bir gün buluşacaklarını biliyorlarmış. O yüzden kendilerini dünya hâllerine vermişler, memnuniyetleri ve neşeleri geri gelmiş. Görüntünün önüne bir bulut gelmiş ve hademenin görüşünü engellemiş.
“Bu konuda ne düşünüyorsun?” demiş gulyabani kocaman suratını Gabriel Grub’a döndürerek.
Gabriel çok güzel olduğuna dair bir şeyler mırıldanmış ve gulyabani keskin bakışlarını üzerinde gezdirirken biraz utanır görünmüş.
“Seni alçak herif!” demiş gulyabani, aşırı bir nefretle. “Seni!” sanki bir şeyler daha ekleyecek gibi görünse de öfke ağzından çıkanları maskelemiş. O yüzden bükülebilir bacaklarından birini iyi hedef alabilmek için başına kadar kaldırıp Gabriel Grub’ı bir güzel tekmelemiş. Bunun ardından alçak hademenin yöresinde bekleyen bütün gulyabaniler aynı yeryüzündeki saray mensuplarının, kral kimi tekmelerse sen de onu tekmele ve kral kime sarılırsa sen de ona sarıl şeklindeki kuralına uygun olarak hademeyi acımadan tekmelemişler.
“Ona biraz daha gününü gösterin!” demiş gulyabanilerin kralı.
Bu son sözün üstüne bulut dağılmış; çok verimli ve güzel bir manzara görünür olmuş. Bu, bugünlerde bile eski manastır kasabasına bir kilometre ötedeki bir araziye aitmiş. Güneş; bulutsuz gökyüzünde parlıyor ve onun etkisi altında ışınların altında su parıl parıl parıldıyor, ağaçlar daha yeşil, çiçekler daha neşeli görünüyormuş. Su hoş bir sesle akıyor, ağaçlar yapraklarının arasından geçen hafif rüzgârla hışırdıyor, kuşlar dallarda şakıyor ve çayır kuşları güneşi selamlıyorlarmış. Evet, sabah olmuş; parlak ve ılık yaz sabahıymış. En minik yaprak, en ince çimen bile hayatla birmiş. Karınca günlük işleri için yola çıkmış, kelebek kanat çırpıp güneşin tadını çıkarıyor; sayısız böcek şeffaf kanatlarını açmış ve kısa ancak mutlu yaşamlarının keyfine varıyormuş. Adam bu manzara karşısında mest olmuş biçimde yürüyormuş, her şey aydınlık ve görkemden ibaretmiş.
“Seni alçak adam!” demiş gulyabani kralı öncekinden daha da nefret dolu bir tonla. Sonra ayağını kaldırmış ve yine hademenin omuzuna indirmiş. Elbette yardımcı gulyabaniler de başlarının izinden gitmişler.
Bulut çok kez gelip gitmiş ve omuzları gulyabaninin bacaklarının sıklıkla inen tekmeleri nedeniyle ağrıyor olsa da hiçbir şeyin yok edemeyeceği bir ilgiyle sahneleri izleyen Gabriel Grub’a pek çok ders öğretmiş. Çok çalışan ve işçilikle bir lokma ekmek kazananların neşeli ve mutlu olduklarını; doğanın en saf ve tatlı yüzünün de asla yanılmayan bir neşe ve mutluluk kaynağı olduğunu görmüş. Narin biçimde büyütülmüş ve dikkatle yetiştirilmişlerin yokluk karşısında neşeli olduğunu ve çok daha güçlülerini parçalara ayıracak acılar karşısında yıkılmaz olduklarını çünkü gönüllerinde mutluluk, memnuniyet ve huzur taşıdıklarını görmüş. Kadınların, Tanrı’nın en narin ve hassas yaratıklarının, çoğunlukla acı, sıkıntı ve üzüntüye karşı en dayanıklılardan olduklarını ve bunun sebebinin de kalplerinde asla tükenmeyen bir merhamet ve bağlılık kaynağı taşımaları olduğunu görmüş. Her şeyin ötesinde kendi gibi şenlik ve neşe karşısında öfkelenenlerin yeryüzünün en kötü ayrık otları olduğunu görmüş ve eğer iyilikle kötülük karşılaştırılırsa dünyanın sonuçta aslında gayet dürüst ve saygıdeğer bir yer olduğu kararına varmış. Bu fikre varmışken son görüntünün üzerini örten bulutlar, sanki hislerini de örtüyor ve onu uykuya yatırıyor gibi gelmiş. Gulyabaniler birer birer silinmişler ve sonuncusu ortadan kaybolduğunda uykuya dalmış.
Gün doğduğunda ve kendini kilise avlusundaki düz mezar taşının üstünde, yanında etrafa yayılmış ve üstü dün geceki kırağıyla kaplanmış hâlde boş içki şişesi, paltosu, küreği ve feneriyle boylu boyunca yatar bulduğunda gün epey aydınlanmış. Dün gulyabaninin üstünde oturduğunu gördüğü mezar taşı dimdik duruyormuş ve yine dün üzerinde çalıştığı mezar da fazla uzak değilmiş. İlk başta maceralarının gerçekliğinden şüphe duymaya başlasa da doğrulmaya kalktığında omuzlarında hissettiği şiddetli acı, gulyabaniler tarafından tekmelenmenin kesinlikle hayal ürünü olmadığına ikna etmiş. Gulyabanilerin mezar taşlarıyla uzun eşek oynadıklarına dair bir iz olmamasına şaşırmış olsa da hemen sonrasında bunu ruhların görünürde iz bırakamayacak olmasına yormuş. Böylece Gabriel Grub sırtı ağrıdığı için elinden geldiğince doğrularak ayağa kalkmış ve paltosunun üstündeki kırağıyı silkeleyerek giymiş ve yüzünü kasabaya çevirmiş.
Ama o değişmiş bir adammış ve pişmanlığıyla alay edilecek ve değişimine inanılmayacak bir yere dönme düşüncesine katlanamamış. Bir süre tereddüt etmiş ve sonra ekmeğini nerede kazanabileceğini bulmak üzere geldiği yola geri dönmüş.
Fener, kürek, içki şişesi o gün kilise avlusunda bulunmuş. Başlarda hademenin kaderiyle ilgili pek çok tartışma varmış ancak kısa sürede onun gulyabaniler tarafından kaçırıldığı fikrine varılmış. Güvenilir tanıklar onun tek gözü kör, aslan butlu ve ayı kuyruklu, kahverengi bir atın sırtında uçup gittiğini çok net biçimde gördüklerini iddia etmişler. Sonuç olarak tüm bunlara yürekten inanılıyormuş ve yeni hademe de meraklılara önemsiz bir ücret karşılığında sözü geçen at tarafından hava uçuşu sırasında kazara düşürülmüş ve bir ya da iki sene sonra kendi tarafından bulunmuş kilise rüzgâr gülünü gösteriyormuş.
Ne yazık ki Gabriel Grub’un pejmürde, hâlinden memnun, romatizmalı yaşlı bir adam olarak on sene sonra beklenmedik biçimde ortaya çıkmasıyla bu öyküler bozulmuş. Hikâyesini rahibe ve valiye anlatmış ve zamanla bugüne kadar geldiği şekliyle bir tür tarihî gerçek olarak nitelendirilmeye başlanmış. Rüzgâr gülü hikâyesine inananlar bir kez güvenoylarını kaybetmişler ve kolay kolay geri kazanacak gibi değillermiş, o yüzden ellerinden geldiğince bilge görünmüş, omuz silkmiş, alınlarına dokunmuş ve Gabriel Grub’ın bütün cini içip sonra yatay mezar taşında uyuyakalmasıyla ilgili bir şeyler mırıldanmışlar. Onun gulyabani mağarasında şahit olduğu şeyleri aslında dünyayı gezdiği ve bilgeleştiği fikriyle açıklıyorlarmış. Ancak zaten hiçbir zaman tutmamış olan bu fikir zamanla unutulmuş.
Artık gerçek her neyse ne, en iyisini bilemesek bile bu hikâyenin öğreteceği bir şey vardır ki o da Gabriel Grub, yaşamının sonuna kadar romatizma çektiğine göre, eğer bir adam Noel zamanı huysuzlaşır ve kendi kendine içerse ve daha iyisini yapmayı akıl edemezse ruhlar nasıl gulyabani mağarasında Gabriel Grub’a gününü gösterdilerse öylesini ya da daha kötüsünü yapabilecekleridir.
Otuzuncu Bölüm
Pickwickçilerin Nasıl Serbest Meslek Erbabı Bir Çift Gençle Tanışıp Yakınlık Kurdukları, Buzla Nasıl Oyalandıkları ve Ziyaretlerin Nasıl Sonuca Ulaştığıyla İlgili Bölüm
“Söyle bakalım Sam.” dedi Mr. Pickwick, çok sevdiği hizmetkârı Noel sabahı elinde ılık suyla yatak odasına girerken. “Hava hâlâ buz gibi mi?”
“Su kabındaki su donmuştu, size öyle diyeyim.” diye yanıt verdi Sam.
“Hava kötü Sam.” diye yorumda bulundu Mr. Pickwick.
“Sıkı giyinenler için hava hoş, aynı kutup ayısının kaymayı öğrenirken kendi kendine dediği gibi.” diye yanıtladı Mr. Weller.
“On dakika içinde inerim, Sam.” dedi Mr. Pickwick uyku takkesinin bağını çözerken.
“Pekâlâ, efendim.” diye yanıtladı Sam. “Aşağıda iki kesgeç var.”
“İki ne var?” diye bağırdı Mr. Pickwick, yatakta doğrularak.
“İki kesgeç.” dedi Sam.
“Kesgeç de ne demek?” diye sordu Mr. Pickwick, sözü geçen şeyin canlı bir hayvan mı yoksa yenilecek bir şey mi olduğundan emin olmayarak.
“Ne! Kesgeç nedir bilmiyor musunuz, efendim?” diye sordu Mr. Weller. “Ben herkesin kesgeç demenin, cerrah demek olduğunu bildiğini sanırdım.”