Mr. Pickwick ve arkadaşları Londra’ya döndükten on gün ya da iki hafta sonra, pirinç rengi düğmeleri olan kahverengi paltolu, uzun saçları titiz biçimde tüysüz şapkasının kenarına tutturulmuş, eski ve kirli pantolonu potin çizmelerinin içine dizlerinin her an gizlendikleri yerden çıkacakmış gibi görünmelerine sebep olacak şekilde sıkı biçimde sokuşturmuş bir şahıs; akşamın yedi buçuğunda, bu bürolardan birine aceleyle girdi. Paltosunun cebinden uzun ve ince bir parşömen parçası çıkardı ve memur da o kâğıda okunaksız siyah bir mühür bastı. Sonra her biri parşömenin bir kopyası olan, isim kısmı boş, benzer boyutlarda dört parça kâğıt çıkardı ve boşlukları doldurup beş belgeyi de cebine koyarak oradan aceleyle uzaklaştı.
Cebinde gizemli belgeler olan kahverengi paltolu adam, bizim eski tanıdığımız Freeman’s Mahkemesi; Cornhill’deki Dodson&Fogg Hukuk Bürosundan, Mr. Jackson’dan başkası değildi. Çıktığı büroya dönmek yerine adımlarını Sun Meydanı’na yöneltti ve doğrudan George and Vulture’a girip Mr. Pickwick’in içeride olup olmadığını öğrenmeyi talep etti.
“Mr. Pickwick’in hizmetkârını arayın, Tom.” dedi George and Vulture’ın barından sorumlu kadın.
“Zahmet etmeyin.” dedi Mr. Jackson. “İş için geldim. Eğer Mr. Pickwick’in odasını gösterirseniz ben kendim giderim.”
“İsiminiz nedir efendim?” dedi garson.
“Jackson.” diye yanıtladı yazman.
Garson Mr. Jackson’ı haber vermek için üst kata çıktı. Ancak Mr. Jackson onun hemen arkasından gidip adam daha tek bir kelime söyleyemeden odaya girdi.
Mr. Pickwick o gün üç arkadaşını yemeğe davet etmişti, hepsi ateşin karşısına oturmuş şaraplarını yudumluyorlardı ki Mr. Jackson kendini yukarıdaki şekilde açık etti.
“Nasılsınız, efendim?” dedi Mr. Jackson, başıyla Mr. Pickwick’e işaret ederek.
Bizim beyefendi başıyla selam verdi ve Mr. Jackson’ın dış görünüşü hafızasında bir şey canlandırmadığından biraz şaşırmış biçimde baktı.
“Dodson and Fogg’s’tan gelmiştim.” dedi Mr. Jackson, açıklar bir ses tonuyla.
Mr. Pickwick aynı anda kalktı. “Sizi avukatıma yönlendirdim beyefendi, Gray’s Hanı’ndan Mr. Perker.” dedi. “Garson, bu beyefendiye çıkışa kadar eşlik edin.”
“Affedersiniz, Mr. Pickwick.” dedi Jackson, şapkasını mahsus yere atıp cebinden bir parça parşömen çıkararak. “Ancak bu gibi durumlarda bire bir görüşmek gerekir efendim, ya yazman ya da aracı yoluyla. Siz de biliyorsunuz bu işler nasıldır, fazla tedbir göz çıkarmaz. Sonuçta söz konusu yasal belgeler, ha?”
Tam bu anda Mr. Jackson gözlerini parşömene dikti, ellerini masaya koyup kazanmış ve ikna etmişlere özgü bir gülümsemeyle: “Haydi ama bu kadar ufak bir durumu mesele hâline getirmeyelim. Aranızdan hangi beyefendinin adı Snodgrass?” dedi.
Bu soru üzerine Mr. Snodgrass öylesine gözle görülür şekilde irkildi ki daha fazla yanıta gerek yoktu.
“Ah! Ben de öyle olduğunu anlamıştım.” dedi Mr. Jackson, öncesine göre daha nazik biçimde. “Sizi zahmete sokacak bir maruzatım olacak, efendim.”
“Beni mi?” diye bağırdı Mr. Snodgrass.
“Sadece Bardell ve Pickwick davasıyla ilgili şahit olmanız istenecek.” diye yanıtladı Jackson, kâğıt parçalarından birini imzalayıp cebinden bir şilin çıkararak. “Bundan sonraki döneme denk gelecektir: 14 Şubat olacağını tahmin ediyoruz bunun özel bir jüri davası olmasına dikkat ettik ve listede onuncu sırada. Bu sizin, Mr. Snodgrass.” Jackson bunu söylediği gibi Mr. Snodgrass’ın gözüne gözüne bir parça kâğıt sokup eline de bir şilin verdi.
Mr. Tupman bu süreci sessiz bir şaşkınlıkla izliyordu ki Jackson aniden ona doğru dönüp:
“İsminizin Tupman olduğunu söylersen yanılmış olmam, öyle değil mi?” dedi.
Mr. Tupman, Mr. Pickwick’e baktı ve sözü geçen beyefendinin gözlerinde isminin Tupman olduğunu reddetmesine dair herhangi bir cesaretlendirmeye rastlamayınca:
“Evet, adım Tupman, beyefendi.” dedi.
“Diğer beyefendinin ismi de Winkle sanıyorum?” dedi Jackson. Mr. Winkle, olumlu cevap vermekte zorlansa da sözü en son geçen iki beyefendiye de maharetli Mr. Jackson tarafından birer kâğıt parçası ve şilin verildi.
“Pekâlâ.” dedi Jackson. “Korkarım benim çok zahmete sebep olduğumu düşüneceksiniz ancak eğer sizin için sıkıntı olmayacaksa bir kişiye daha ihtiyacım olacak. Elimde Samuel Weller’ın ismi var.”
“Hizmetkârımı buraya gönderin.” dedi Mr. Pickwick. Garson, epey şaşkın biçimde odadan çıktı ve Mr. Pickwick, Jackson’dan oturmasını istedi.
Acı verici uzunlukta bir ara oldu ve bu, masum davalı tarafından sonunda bozuldu. “Sanıyorum ki beyefendi…” dedi Mr. Pickwick, konuştukça siniri tepesine çıkarak. “Sanıyorum ki beyefendi, işverenlerinizin amacı beni öz dostlarımın tanıklığı aracılığıyla itham etmek, öyle değil mi?”
Mr. Jackson buradaki görevinin hapishane sırlarını paylaşmak olmadığını belli etmek istercesine başparmağını birkaç kez burnunun soluna vurup lafı yapıştırdı:
“Ne desem yalan olur şimdi.”
“Bu mahkeme davetlerinin…” diye ısrar etti Pickwick. “Bu insancıklara verilmesinin başka ne gibi bir sebebi olabilir?”
“Çok iyi bir taktik, Mr. Pickwick.” diye yanıtladı Jackson, yavaşça başını iki yana sallayarak. “Ama yemezler. Denemekten elbette zarar gelmez ancak benden laf çıkmaz.”
Bu noktada Mr. Jackson bir kez daha herkese gülümsedi ve sol başparmağını burnunun ucuna yerleştirip sağ eliyle de hayalî bir kahve değirmeni işleterek o zamanlar çok moda olsa da şimdilerde pek bir anlamı olmayan “değirmenden geçirmek” adında çok zarif bir pandomim icra etmiş oldu.
“Hayır, hayır, Mr. Pickwick.” dedi Jackson sonuç olarak. “Perker’ın ahbapları bizim bu mahkeme celplerini size verme sebebimizi tahmin etmek durumundalar. Eğer bunu başaramazlarsa mahkeme zamanına kadar beklemeleri gerekir çünkü o zaman her şey açığa çıkacaktır.” Mr. Pickwick beklenmedik misafirinin yüzüne büyük bir tiksintiyle baktı ve eğer Sam’in aniden içeri girişiyle lafı bölünmemiş olsaydı Dodson&Fogg’daki herkese lanet okurdu.
“Samuel Weller?” dedi Jackson, sorgular biçimde.
“Herhâlde senelerdir söylediğin tek doğru şey budur.” diye yanıtladı Sam, olabilecek en sakin tavırla.
“Alın size bir mahkeme celbi, Mr. Weller.” dedi Jackson.
“İngilizcesini de sen onun bana.” diye sorguladı Sam.
“İşte belgenin aslı da bu.” dedi Jackson, açıklama istediğini reddederek.
“Ney dedin?” dedi Sam.
“Bu işte.” diye yanıtladı Jackson, kâğıt parçasını sallayarak.
“Ah, aslı o mu hele?” dedi Sam. “Ah iyi ki aslını bana gösterdiniz çünkü bu tür şeyler çok heyecan vericidir, insanın omuzlarından yük alır.”
“İşte burada da bir şilin paranız var.” dedi Jackson. “Dodson and Fogg’s ikramı.”
“Beni tanımadıkları düşünülürse bu Dodson and Fogg çok nazikmiş. Üşenmeden bana hediyelik düşünmüşler.” dedi Sam. “Bunun büyük bir onur olduğunu düşünüyorum, efendim; bir yetenek gördüklerinde o yeteneği ödüllendirmeleri çok onur verici bir şey. Hem insanı durup dururken duygulandırıyorlar da.”
Mr. Weller bunu söylerken bir yandan da içler acısı bir hâle bürünmüş oyuncuların yaptığı üzere sağ gözünü paltosunun koluyla ovaladı.
Mr. Jackson, Sam’in davranışından dolayı epey şaşkına dönmüş görünüyordu ancak herkesin mahkeme celbini verdiği ve söyleyecek başka bir şeyi olmadığı için sırf laf olsun diye normalde elinde taşıdığı eldivenini taktı ve gidişatı haber vermek üzere bürosuna doğru yola koyuldu.
Mr. Pickwick o gece çok az uyudu çünkü beyni ona sürekli olarak Mrs. Bardell davasını hatırlatıyordu.
Ertesi sabah erken kahvaltı etti ve Sam’den Gray’s Hanı’na gitmekte kendisine eşlik etmesini istedi.
“Sam!” dedi Mr. Pickwick, Cheapside’ı aştıktan sonra etrafına bakınarak.
“Buyurun efendim.” dedi Sam efendisinin yanına giderek.
“Nereye gidiyoruz?”
“Yukarı Newgate Caddesi.”
Mr. Pickwick hemen ardına dönmedi, bunun yerine Sam’in yüzüne birkaç dakika boyunca bomboş bakıp sonra derin bir iç çekti.
“Sorun nedir, efendim?” diye sordu Sam.
“Bu davanın, Sam…” dedi Mr. Pickwick. “Önümüzdeki ayın on dördünde gerçekleştirilmesi planlanıyor.”
“Gerçekten de şaşırtıcı bir tesadüf, efendim.” diye yanıtladı Sam.
“Neden şaşırtıcı olacakmış, Sam?” diye sordu Mr. Pickwick.
“Sevgililer Günü efendim.” diye yanıtladı Sam. “Verilen sözün tutulmaması için yapılan dava için anlamlı bir gün.”
Mr. Weller’ın gülümsemesi efendisinin yüzünde hiçbir neşe belirtisine sebep olmadı. Mr. Pickwick aniden arkasını dönüp yolu gösterdi.
Mr. Pickwick derin düşüncelere bürünmüş hâlde ve Sam de yüzünde kıskanılası ve rahat bir nispet ifadesiyle tam arkasında olacak hâlde biraz yürümüşlerdi ki efendisine aklından geçen gizli düşünceleri açmak için dakika sayan Sam, Mr. Pickwick’in tam arkasında olana kadar adımlarını hızlandırdı ve yanından geçtikleri binayı gösterip:
“Burası da çok güzel kasaptır, efendim.” dedi.
“Evet, öyle görünüyor.” dedi Mr. Pickwick.
“Ünlü bir sosis fabrikası.” dedi Sam.
“Öyle mi?” dedi Mr. Pickwick.
“Sahiden de!” diye tekrarladı Sam biraz içerleyerek. “Bana kalırsa öyle. Siz de az masum değilsiniz. Burası dört sene önce saygıdeğer bir tüccarın kaybolduğu yer.”
“Adamın canına kıydılar mı demek istiyorsun Sam?” dedi Mr. Pickwick alelacele etrafına bakarak.
“Hayır, öyle demek istemiyorum.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Keşke öyle demek istemiş olsam; bu çok daha kötüsü. O dükkânın efendisi ve dumanı hep tüten bir sosis makinesinin patentli mucidiymiş. Öyle bir şeymiş ki kaldırım taşını versen tazecik bebek gibi bir şey çıkarmış diğer uçtan. Bu makineyle çok gurur duyuyormuş, zaten öyle olması da doğal değil mi? Makinenin olduğu mahzene gider, tam hız çalışırken onu izler, sonra da kendi neşesinden aklını yitirecek noktaya gelirmiş. Bir yandan makinenin işleyişi bir yandan da iki küçük çocuğu, çok mutlu bir adammış ama o cadaloz karısı yok muymuş! Adamın peşini bırakmaz, sürekli kulağının dibinde dırdır edermiş. Adam artık dayanamamış, ‘Bana bak canım!’ demiş. Bir gün: ‘Bu saçmalığa son vermediğin takdirde, Amerika’ya gitmezsem bana da adam demesinler. İşte o kadar.’ demiş. ‘Boş konuşuyorsun.’ demiş kadın. ‘Amerika da alsın seni, tepe tepe kullansın.’ Bunu dedikten sonra adamın başını yarım saat yemiş, sonra dükkânın arkasındaki küçük salona gidip ‘Bu adam benim ölümüm olacak.’ diye bağırmaya ve nöbet geçirmeye başlamış. Nöbetler bildiğin üç saat sürmüştür, hem de her biri sadece çığlık ve tekmelerden oluşuyormuş. Neyse ertesi sabah bizim koca ortalıkta yokmuş. Kasadan kuruş almamış. Sırtındaki ceketi bile almamış hatta. O yüzden Merriker’e gitmediği epey açıkmış. Ertesi gün de gelmemiş, ertesi hafta da gelmemiş. Karısı ilan astırmış her yere, yeter ki dönsün her şeyi affederim diye (ki bu da ayıp bir şeymiş çünkü adamcağızın zaten günahı yokmuş); su kanallarını araştırmışlar ve sonrasında iki ay boyunca ne zaman bir ceset bulunsa hiçbir şey yokmuş gibi taşınmış, hoop bizim kasaba getirilmiş. Ama hiçbiri bizimki değilmiş, o yüzden herhâlde kaçtı demişler, kadın da işin başına geçmiş. Neyse bir cumartesi akşamı ufak tefek, zayıfcana bir adam kasaba gelmiş ve büyük bir heyecanla: ‘Bu dükkânın hanımı siz misiniz?’ demiş. ‘Evet benim.’ demiş kadın. ‘O zaman hanımefendi.’ demiş adam, ‘Size şunu söyleyeyim, ben ve ailemi öyle bedavaya boğamazsınız; üstüne üstlük hanımefendi, şunu söyleyeyim size bir de tamam hadi sosis için etin en iyi kısmını kullanmıyorsunuz anladık! Ama düğme de danadan ucuz diye bu kadar da düşülmez!’ ‘Düğme mi dediniz beyefendi!’ demiş kadın. ‘Evet, düğme dedim hanımefendi.’ demiş ufak, cılız adam elindeki kâğıt parçasını açıp içinden yirmi ya da otuz düğme parçası çıkararak. ‘Herhâlde pantolon düğmesi iyi lezzet veriyor sosislere hanımefendi.’ ‘Bunlar benim kocamın düğmeleri!’ demiş dul kadın, bayılmak üzereyken. ‘Ne?’ diye bağırmış yaşlı beyefendi bembeyaz kesilerek. ‘Şimdi anlıyorum.’ demiş dul. ‘Bir anlık delilikle kendini sosise çevirmiş!’ ” “İşte böyle olmuş efendim.” dedi Mr. Weller, Mr. Pickwick’in dehşet dolu yüzüne doğrudan bakarak. “Ya da artık makineye takılmış, o bilinmez ama hayatı boyunca sosise bayılmış olan yaşlı beyefendi çıldırmış gibi bir tavırla dükkândan çıkmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış!”
Bu etkileyici olayın anlatımı, efendi ve adamını Mr. Perker’ın ofisine kadar oyaladı. Lowten, eliyle tuttuğu yarı açık kapının ardında, pejmürde, sefil görünümlü, ayakkabılarının ucu açık, eldivenleri ise parmak kısımlarından yoksun bir adamla sohbet ediyordu. Adamın ince uzun ve bakımsız suratında mahrumiyet ve acının -neredeyse çaresizliğin- izleri vardı; yoksulluğunun farkında olduğu, Mr. Pickwick yaklaşırken merdivenin karanlık kısmına çekilmesinden belliydi.
“Çok yazık.” dedi yabancı iç çekerek.
“Çok.” dedi Lowten, kapı çerçevesine ismini karalayıp sonra tüyle silerek. “Ona bir mesaj bırakacak mısınız?”
“Ne zaman döner dersiniz?” diye sordu yabancı.
“Pek emin değilim.” diye yanıtladı Lowten, yabancı gözlerini yere çevirdiğinde, Mr. Pickwick’e göz kırparak.
“Onu beklemek faydasız mı diyorsunuz şimdi?” dedi yabancı, umutla büroya bakarak.
“Ah, hayır.” diye yanıtladı yazman, kapıyı biraz daha ortalayarak. “Bu hafta dönmeyeceği kesin, haftaya döner mi dönmez mi o da belli değil. Perker şehir dışına çıktığında dönmekte pek acele etmez.”
“Şehir dışında mı?” dedi Mr. Pickwick. “Vay başıma gelenler, şanssızlığa bak!”
“Gitmeyin, Mr. Pickwick.” dedi Lowten. “Size bir mektubu var.” Yabancı ne yapacağını bilemez hâlde bir kez daha yere bakınca yazman sanki aralarında özel bir sır varmış gibi sinsice göz kırpmış olsa da Mr. Pickwick bunun altında yatan gerçeği kesinlikle anlamamıştı. “İçeri gelin Mr. Pickwick.” dedi Lowten. “Pekâlâ Mr. Watty, biz de isterseniz mesajınızı iletebiliriz ya da siz yine arar mısınız?”
“Benim davama ne oldu, o konuda bilgi vermesini isteyin ve Tanrı aşkına savsaklamayın Mr. Lowten.” dedi adam.
“Yok, yok, unutmam.” diye yanıtladı yazman. “İçeri girin Mr. Pickwick. Size iyi günler Mr. Watty, tam yürüyüşlük hava değil mi?” Yabancının hâlâ orada durduğunu görünce Sam Weller’a efendisini takip etmesini işaret etti ve kapıyı adamın yüzüne kapadı.
“Dünyanın başladığı günden beri böylesine yapışkan bir müflis olmamıştır bence!” dedi Lowten, sanki yanmış gibi bir tavırla kalemini elinden fırlatarak. “Davası temyiz mahkemesine geleli daha dört sene olmuştur olmamıştır ama her hafta buraya gelip mızmızlık ediyor. Şuradan gelin Mr. Pickwick. Perker burada sizinle görüşecek. Çok soğuk farkındayım.” diye ekledi hırçın biçimde. “Bir de o kapıda durmuş zamanımı berduşlarla harcıyorum!” Epey büyük bir ateşi epey küçük bir çubukla karıştırdıktan sonra yazman misafirlerini müdürün odasına götürüp Mr. Pickwick’in geldiğini bildirdi.
“Ah, sevgili beyefendiciğim.” dedi ufak tefek Mr. Perker, bir anda sandalyesinden ayağa fırlayarak. “Ee efendim, sizin olayla ilgili gelişmeler nedir?” Freeman’s Mahkemesi’ndeki dostlarımızdan haber var mı? Gece gündüz çalışıyorlardır, ondan eminim. Ah, ne akıllı onlar, ne akıllılar bir bilseniz.”
Ufak tefek adam lafını tamamlayınca Dodson and Fogg’un akıllılığına bir övgü sunmak istercesine enfiyesinden koca bir tutam aldı.
“Alçak adamlar.” dedi Mr. Pickwick.
“Öyle, öyle.” dedi ufak tefek adam. “Bu kişisel fikirdir ve biz de neyin ne olduğuyla ilgili tartışacak değiliz çünkü böylesi durumlarda profesyonel olmak beklenemez. Neyse, biz elimizden geleni yapıyoruz. Dava avukatı olarak Snubbin’i ayarladım.”
“İyi adam mıdır?” diye sordu Mr. Pickwick.
“İyi adam ne demek!” diye yanıtladı Perker. “Tanrı sizi inandırsın, efendim, Dava Avukatı Snubbin bu işin ehlidir. Mahkemede herkesten üç kat daha fazla iş bitirir, her davaya bağlıdır. Yine aramızda kalsın ama biz aramızda, yani bu meslekte olanlar aramızda deriz ki Dava Avukatı Snubbin mahkemeyi parmağının ucunda oynatır.”
Ufak tefek adam konuşmasına devam ederken tütününden bir tutam daha aldı ve gizemli bir edayla Mr. Pickwick’e başını salladı.
“Üç arkadaşımı şahit gösterdiler.” dedi Mr. Pickwick.
“Ah! Yapmışlardır tabii.” diye yanıtladı Perker. “Önemli şahitler. Sizi hassas vaziyette gördüler.”
“Ama kendi kendine bayıldı.” dedi Mr. Pickwick. “Kendini kollarıma atıverdi.”
“Çok muhtemel beyefendiciğim.” diye yanıtladı Perker. “Çok muhtemel ve çok da doğal. Bundan daha doğal bir şey yok, olamaz. Ama bunu kim kanıtlayacak?”
“Hizmetkârımı da şahit gösterdiler.” dedi Mr. Pickwick, Mr. Perker’ın sorusu onu biraz sarstığı için diğer konudan vazgeçerek.
“Sam’i mi?” dedi Perker.
Mr. Pickwick onayladı.
“Elbette beyefendiciğim, elbette. Bunu yapacaklarını biliyordum. Size bunu bir ay önce kendim söyledim hatta. Ancak şunu söyleyeyim beyefendiciğim, davanızı avukatınıza teslim ettikten sonra hâlâ yönetimi ele alacağım diye diretirseniz sonuçlarına da katlanırsınız.” Mr. Perker tam bu anda mahsus gurur yapmış gibi bir hava takınarak gömlek manşetlerine takılmış enfiye tozunu silkeledi.
“Peki ne kanıtlamak istiyorlar?” diye sordu Mr. Pickwick, iki üç dakikalık bir sessizlikten sonra.
“Davacıyla bir tür uzlaşma elde etmek istediğinizi kanıtlamaya çalışıyorlardır herhâlde.” diye yanıtladı Mr. Perker. “Önemli değil ama savcının onu kandırabileceğini sanmıyorum.”
“Ben de sanmıyorum.” dedi Mr. Pickwick, Sam’in şahit olarak kullanılması hâli gözünün önüne gelince üzüntüsüne rağmen gülümseyerek. “Nasıl bir yol izlemeliyiz?”
“Tek bir yol izleyebiliriz beyefendiciğim.” diye yanıtladı Mr. Perker. “Şahitleri karşılıklı sorgulayacağız, Snubbin’in hitabetine güveneceğiz, yargıcın pusulasını bozacak, jüriyi etkileyeceğiz.”
“Ya karar benim aleyhime çıkarsa?” dedi Mr. Pickwick.
Mr. Perker gülümsedi, tütünü uzun uzun içine çekti, ateşi karıştırdı, omuz silkti ve anlamlı biçimde sessiz kaldı.
“Yani o durumda tazminat ödemem gerekir mi diyorsunuz?” dedi Mr. Pickwick, bu kısa ve öz cevabı kayda değer bir ciddiyetle izledikten sonra.
Perker ateşi bir kez daha gereksizce dürttü ve “Korkarım ki evet.” dedi.
“Öyleyse size kati suretle tazminat ödemek gibi bir niyetim olmadığını bildirmek isterim.” dedi Mr. Pickwick vurgulayarak. “Hem de hiç, Perker. Tek bir kuruş, tek bir zırnık bile benim cebimden çıkıp Dodson ve Fogg’un ceplerine giremez. Bu benim kesin ve değişmez kararımdır.” Mr. Pickwick niyetinin değişmezliğinin altını çizmek adına önündeki masaya sertçe vurdu.
“Hayhay, beyefendiciğim.” dedi Perker. “Siz daha iyisini bilirsiniz elbette.”
“Öyle tabii.” diye yanıtladı Mr. Pickwick sabırsızlıkla. “Dava Avukatı Snubbin nerede yaşıyor?”
“Lıncoln’s Inn Old Square’de.” diye yanıtladı Perker.
“Onu görmek isterim.” dedi Mr. Pickwick.
“Dava Avukatı Snubbin’i görmek mi dediniz beyefendiciğim?” diye karşılık verdi Perker müthiş bir şaşkınlık içinde. “Ne yazık ki bu mümkün değil beyefendiciğim. Dava Avukatı Snubbin’i görmek mi? Siz de bir âlemsiniz, beyefendiciğim. Böyle bir şeyin danışmanlık ücreti önceden ödenmeden ve danışmanlık randevusu da alınmadan yapılması ne görülmüş ne de duyulmuş. Böyle bir şey olamaz beyefendiciğim, olamaz.”
Ancak Mr. Pickwick bunun olabileceğine dair kesin kararını vermekle kalmamış, böyle bir şeyin imkânsız olduğuna yönelik teminatı aldıktan on dakika sonra Dava Avukatı Snubbin’in ta kendisinin bekleme salonundaydı.
Bu, ateşin yanına çekilmiş ve üstündeki örtünün artık solup zaman ve tozla aslen yeşil olan rengini, mürekkep lekesiyle sonsuza kadar bozulan yerler dışında yerini griye bıraktığı bir yazı masasının bulunduğu, orta büyüklükte, halısız bir odaydı. Masanın üstünde kırmızı iple bağlanmış çeşitli kâğıt tomarları vardır ve o masanın arkasında duran yaşlıca yazmanın şık görüntüsü ve ağır altın zincirinden Dava Avukatı Snubbin’in çok geniş çaplı ve verimli işinin kanıtı niteliğindeydi.
“Dava Avukatı bu odada mı Mr. Mallard?” diye sordu Perker, enfiye kutusunu akla sığabilecek bütün kibarlıkla karşısındakine ikram ederek.
“Evet, öyle.” şeklinde oldu yanıt. “Ancak çok meşgul. Bakın, örneğin bu davaların hiçbiri henüz sonuçlanmadı ama hepsine önceliklendirme ücreti ödendi.” Yazman bunları söylerken gülümsedi ve enfiyeyi, enfiyeye yönelik zevk ve ücretlere karşı bir beğeninin karışımı olan bir keyifle içine çekti.
“Ne iş ama.” dedi Perker.
“Evet.” dedi dava avukatının yazmanı, kendi enfiyesini çıkarıp müthiş bir içtenlikle ikram ederek. “Hem en iyi kısmıysa benim dışımda yeryüzündeki kimse savcının el yazısını okuyamıyor. O yüzden kendisi bir fikir verdiğinde, ben temize çekene kadar beklemeleri gerekiyor, ha, ha, ha!”
“Bu da tabii savcı haricinde kimin işine geliyor ve müşterilerden biraz para koparmasını sağlıyor, ha?” dedi Perker: “Ha, ha, ha!” Bunun üstüne savcının yazmanı yine güldü ancak bu seferki şamatacı, gürültülü bir kahkaha değil daha çok içsel bir kıkırtıydı ve Mr. Pickwick böylesinden hiç hazzetmezdi. Bir insan içine içine kanarsa bu ona zarardır ancak bir insan içine içine gülüyorsa bunun kimseye bir faydası yoktur.
“Beni de o listeye alıp kendine borçlu kılmadın değil mi, ha?” dedi Perker.
“Hayır, yapmadım.” diye yanıtladı yazman.
“Keşke yapsaydın. Bırak gelsin borçlar. Sana bir çek gönderiveririm olur biter. Ama sen hazır parayı ceplemekle o kadar meşgulsün ki borçlular aklının ucundan geçmiyor, ha? Ha, ha, ha!” Bu espri yazmanda öyle müthiş bir gıdıklanma etkisi yaratmıştı ki biraz daha kendi kendine sessizce güldü.
“Sevgili dostum Mr. Mallard.” dedi Perker, bir anda ağırlığını koyarak ve ardından büyük adamın yakasından tuttuğu gibi bir kenara çekerek. “Snubbin’i, beni ve müvekkilimi görmesi konusunda ikna etmelisin.”
“Bak, sen.” dedi yazman. “Bu da iyiymiş ha! Snubbin’i görmek mi! Haydi ama bu saçmalık.” Bu teklifin saçmalığına rağmen yazman, Mr. Pickwick’in işitemeyeceği uzaklığa götürülmeye ses etmedi ve fısıltılarla gerçekleşen kısa bir sohbetten sonra yavaşça ufak bir koridoru aşarak kanuni bilgenin kutsal mekânına girdi ve kısa süre sonra parmaklarının ucunda yürüyerek Snubbin’in bütün kural ve âdetleri ihlal edecek şekilde olsa da onlarla derhâl görüşeceği konusunda Mr. Perker ve Mr. Pickwick’i bilgilendirdi.
Bay Savcı Snubbin, köşeli bir çene yapısına sahip, solgun benizli yaklaşık kırk beş yaşlarında ancak romanlarda söylendiği üzere pekâlâ ellili yaşlarında da olabilecek bir adamdı. Gözleri, genelde kendilerini uzun yıllar boyu süren yorucu ve zahmetli çalışmalara adamış insanların kafalarında görüldüğü üzere boynuna asılmış koyu renkli siyah kurdele olmadan da bir yabancının bu beyefendinin uzağı göremediğini anlamasına olanak verecek derecede donuktu. Saçları ince ve hacimsizdi ve bunun suçlularından biri saçını düzeltmeye hiçbir zaman yeteri kadar vakit ayırmamış olması ve bir diğeri de yanındaki basamakta duran adli peruğu yirmi beş senedir kafasında taşımasıydı. Ceket yakasındaki ve gömlek yakalığındaki saç pudrası mahkeme salonundan çıktığından beri üstünü başını düzeltmeye fırsat bulamadığını gösterirken kıyafetinin geri kalanının dağınıklığı böyle bir fırsatı olmuş olsa bile bunun görünümünde pek bir iyileşmeye sebep olmayacağını kanıtlar nitelikteydi. Hukuk kitapları, yığınlar dolusu kâğıt, açılmış mektuplar hiçbir düzenleme girişimi olmadan masaya yayılmıştı. Odadaki mobilyalar eski ve köhne, kitaplık kapaklarının menteşeleri çürüktü. Her bir adımda halıdan toz bulutları kalkıyordu. Perdeler eskilikten ve kirlilikten sapsarıydı.
Odadaki her şey yanılmaya yer bırakmayacak biçimde gösteriyordu ki Bay Savcı Snubbin, kişisel rahatına aldıracak ya da özen gösteremeyecek kadar mesleğine âşık biriydi.
Müvekkilleri içeri girdiği sırada savcı yazı yazmaktaydı; yardımcısı Mr. Pickwick’i tanıtınca belli belirsiz başını salladı, oturmalarını işaret etti. Kalemini dikkatlice mürekkep şişesine dayayıp sol bacağını okşayarak konuşulmayı bekledi.
“Mr. Pickwick, Bardell ve Pickwick davasındaki davalı, Savcı Snubbin.” dedi Perker.
“O işe ben bakıyorum, değil mi?” dedi savcı.
“Öyle efendim.” diye yanıtladı Perker.
Savcı başını salladı ve başka bir şey söylenmesini bekledi.
“Mr. Pickwick sizinle görüşmeyi çok istedi Savcı Snubbin.” dedi Perker. “Davayı ele almadan önce kendisine karşı yapılan ithamlarda herhangi bir dayanak ya da doğruluk payı olduğunu reddettiğini bildirmek ve eğer bu davaya temiz bir yüz ve davacının iddialarına karşı çıkmak için gerçek bir gerekçesi olmasa bu işe asla girişmeyeceğini söylemek istedi. Sanıyorum fikirlerinizi doğru biçimde aktarabildim, öyle değil mi beyefendiciğim?” dedi ufak tefek adam, Mr. Pickwick’e dönerek.
“Oldukça.” diye yanıtladı sorunun yöneltildiği beyefendi.
Bay Savcı Snubbin gözlüğünü aldı, gözlerine götürdü ve Mr. Pickwick’e büyük bir merakla birkaç saniye baktıktan sonra Mr. Perker’a dönüp belli belirsiz bir gülümsemeyle, “Mr. Pickwick’in sağlam bir savunması var mı?” dedi.
Avukat omuz silkti.
“Şahit çağıracak mısınız?”