Книга Sefiller I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 14
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller I. Cilt
Sefiller I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller I. Cilt

Favourite, onun bu sözlerini büyük bir dikkatle dinlemişti. “Félix.” dedi. “Ne güzel bir isim! Bu ismi çok severim! Latince mutlu anlamına geliyor.”

Tholomyès sözlerine devam etti:

“Sevgili dostlarım, beyler ve bayanlar! Sizler de her zaman mutluluğun doruklarında yaşamak, aşkı geliştirerek en yüce noktasına taşımak ve cesurca aşkınıza sahip çıkmak istemez misiniz? Bunu sağlamanın yolu çok basit! Limonata içmek, insan gücünü aşacak kadar çalışmak, son noktasına kadar ağır yükler taşımak, ölümüne çalışmak; uyumayın sevgili dostlarım, uyumayın! Azotlu içecekler için, haşhaş yaprağını kaynatıp suyunu için, bunu sıkı bir perhizle perçinleyin, kendinizi aç bırakın ve belinize ottan kuşaklar sararak, soğuk banyolar hem de kurşun banyoları alarak losyonlar ve oksikratlar ile yaşamınızı teşvik edin.”

“Ben bir kadını tercih ederim.” dedi Listolier.

“Kadın mı?” diye devam etti Tholomyès. “Onlara güven olmaz. Bir kadının kararsız yüreğine teslim olanın vay hâline! Kadınlar hain ve nankördür dostum. Yılandan nefret eder bu yaratıklar çünkü kıskanırlar yılanı, yılan kadar ustaca kandıramazlar zira insanoğlunu.”

“Tholomyès!” diye bağırdı Bachevelle. “Sarhoşsun sen!”

“Ah, hem de nasıl.” dedi Tholomyès.

“O zaman çok mutlu olmalısın.” diye devam etti Blachevelle.

“Merak etme, mutluyum zaten.” diye yanıtladı Tholomyès.

Ve bardağını yeniden doldurarak ayağa kalktı.

“Şarap şerefine! Nunc te, Bachhe, canam!7 Affedersiniz hanımlar, bu İspanyolca idi. Bunun kanıtı da şöyledir: Şarap fıçısının büyüklüğü her yerde farklıdır. Mesela Kastilya arrobası on altı litredir, Alicante cantarosu on iki litre, Kanarya adalıların almudesi yirmi beş, Balear Adaları’nın cuartini yirmi altı ve Deli Petro’nunki otuz litredir. Yaşasın Büyük Çar ve çok yaşasın ondan da büyük olan fıçısı! Hanımlar, dostunuzun vereceği tavsiyeye uyun; hiçbir şey kusursuz değildir. Aşkın en büyük kusuru hata yapmaktır. Bir aşk ilişkisi, dizlerinin üzerinde ovalamaktan nasır olan elleriyle bir İngiliz hizmetçisi gibi çökerek kendini güçsüz göstermekle yapılmaz. Hiçbir şey kusursuz olmadığı gibi kusursuz aşk da yoktur. Hatalar, insani unsurlardır; aşk da hata yapmak demektir. Hanımlar, ben hepinize tapıyorum. Ah, Zéphine, ey Joséphine; yüzünü kırışıklıklar basmaya başlamış, eski güzelliğini yavaş yavaş kaybediyorsun. Ancak yine de bu kırışıkların altında bile gören gözler için büyük bir anlam yatıyor. Favourite’a gelince ey periler ve ilham perileri! Kıskanır onun güzelliğini. Bir gün Blachevelle, Guérin-Boisseau Sokağı’ndaki dereden geçerken bacaklarını gösteren, beyaz çorap giymiş güzel bir kız görür. İşte bu kızın görüntüsüne ilk görüşte âşık olan da Blachevelle’in kendisidir. Âşık olduğu kişi, Favourite’dan başkası değildir. Ah Favourite, İyonyalı güzeller kadar güzel olan kadın, dudakların tıpkı Euphorion adında eski bir ressamın portrelerinde yer verdiği Yunan tanrıçalarınınki kadar dolgun. Şimdilerde bu ressam yaşıyor olsaydı, senin o dudaklarını resmetmek için yalvarıyor olurdu; sen de dudaklarının güzelliği ile bütün dünyaya ün salardın. Elmayı Venüs gibi kabul etmek için ya da Havva gibi yemek için yaratıldın, güzellik seninle başlar. Az önce bahsettiğim Havva’ya atıfta bulunuyorum, onu yaratan sensin. Güzel kadın, benim ismimi çok sevdiğini söyledin. Şimdi seninle senli benli konuşmaktan vazgeçiyorum çünkü şiirden düzyazıya geçiyorum. Biraz önce benim adımı sevdiğinden bahsediyordun. Bu beni gerçekten etkiledi ama kim olursak olalım isimlere güvenmeyelim. Onlar insanı yanıltabilirler. Benim adım Félix ancak anlamı gibi hiç de mutlu değilim. Kelimeler yalancıdır. Bize verdikleri işaretleri körü körüne kabul etmenin anlamı yok. Mantar için Liège,8 eldiven için Pau9 yazmak bir hata olur. Bayan Dahlia, sizin yerinizde olsam ismimi Rosa olarak değiştirirdim. Çünkü bir çiçekte koku ne kadar önemliyse kadında da akıl o kadar önemlidir. Fantine için de birkaç kelam etmek isterim. Göklerde uçuşan bir hayalperesttir; düşünceli, utangaç, dalgın bir insandır; bu peri kızı tıpkı bir rahibe kadar masumdur, çekingendir, yanılsamalara sığınır, şarkı söyler, dua eder ve ne olduğunu çok iyi bilmeden masmavi gökyüzüne bakan bir hayalettir. Onun dünyası renklidir, tazecik çiçeklerle doludur, onun cennet gibi hanesi kendine has kapalılığa sahip olan iç açıcı bir bahçeye benzer. Ah Fantine, sadece şunu bil! Ben, Tholomyès, tamamen bir yanılsamayım ama sen güzel sarışın kadın, beni duymuyorsun bile! Senin adına gelince tatlılık, tazelik, gençlik, neşeli sabah güneşi gibi senin adın papatya ya da inci olmalıydı; ey Doğu’nun en güzel kadınından daha güzel olan Fantine! Hanımlar, size ikinci bir tavsiyem daha olacak; sakın evlenmeyin, evlenmek belki de hiç kalkamayacağınız bir hastalığa benzer, bu riskten kaçının. Ama ah! Neler söylüyorum ben? Sözlerimi boşa harcıyorum. Evlilik konusunda kızlar çaresizdir ve biz bilge adamların tüm söyleyebilecekleri, yelek yapımcılarının ve kunduracıların elmaslarla süslenmiş koca hayalini kurmalarına engel olamaz. Öyle olsun ama güzellerim, şunu sakın unutmayın; çok şeker yiyorsunuz. Ey kadın, tek bir kusurun var; o da çok şeker yemek. Bembeyaz dişleriniz bu şekerden mahvolur. Tıpkı tuz gibidir şeker de. Şeker, tüm tuzlar arasında en çok kurutandır. Damarlardaki kanı emer; dolayısıyla pıhtılaşmaya, kanın katılaşmasına neden olur. Dolayısıyla akciğerlerde tüberküloza ve sonrasında ölüme neden olur. Bu nedenle kızlar şeker tüketimini sınırlandırmalısınız, şeker yemediğiniz takdirde çok yaşarsınız. Şimdi size gelelim erkekler; beyler, hiçbir pişmanlık yaşamadan gönlünüzü kaptırmaya çekinmeyin. Kim olursa olsun sevin, aşkta dostluk yoktur; güzel kadının olduğu yerde onu elde etmek için her şey mübahtır. Güzel bir kadının olduğu yerde kavga eksik olmaz, güzel bir kadın bariz bir mücadeledir. Tarihin tüm büyük savaşları bir kadın etekliği tarafından belirlenmiştir. Romulus, Sabinleri; William, Sakson kadınlarını; Sezar, Romalı kadınları kaçırmıştır. Sevilmeyen bir adam, diğer adamların metresleri üzerinde bir akbaba gibi uçar. Ben kendi adıma, kadınsız erkeklere Napolyon’un savaşlarda askerlerine söylediğini tekrarlıyorum: ‘Askerler; sizin her şeye ihtiyacınız var, düşmanın ise her şeyi var.’ ”

Tholomyès bir süre durakladı.

“Biraz nefes al, Tholomyès.” dedi Blachevelle.

Aynı anda, Listolier ve Fameuil tarafından desteklenen Blachevelle de düşünceli bir hâle bürünmüştü. İçkinin vermiş olduğu sarhoşluk, yanlarındaki güzel kızların varlıklarıyla kendinden geçmiş hâlde bir şarkının sözlerini mırıldanmaya başladı. Bu şarkı ayrıca grubun, Tholomyès’in nutkuna yanıt verdiği beyit niteliğini taşıyordu:

Bir baba hindi çok ciddi,Etrafındakilere paralar verdi,Ustalar ustası Clermont-Tonnerre,Aziz John Günü’nde papa olabilirdiAma bu iyi yürekli Clermont bir papa olamazdıÇünkü daha bir rahip bile değildi.İşte o zaman yaktı kavurdu onun gazabıSaçtığı tüm paraları iade edildi.

Bu, Tholomyès’in doğaçlama yorumlarını sonlandırmaya yetmemişti. İçkisini yenileyip bardağını bir dikişte boşalttıktan sonra, bardağını bir kez daha doldurup yeniden konuşmaya devam etti:

“Bilgeliğin canı cehenneme! Tüm söylediklerimi unutun. Hazımsızlığı bir tarafa bırakalım, yemeğin zevkine varalım. Neşe için kadeh kaldırıyorum, hepiniz neşeli olun. Bırakın gülelim, eğlenelim, dans edelim. Sevincimizi derinlerde yaşayalım. Yaşasın içki! Dünya harika bir elmas. Ben çok mutluyum. Kuşlar cıvıl cıvıl. Her yerde bayram havası var! Bülbüller neşeyle şakıyor, her yer yemyeşil, yazı selamlıyor! Ey Lüksemburg! Ey Madam Sokağı ve Observatoiere’in Georgics Meydanı! Ey dalgın piyade askerleri! Ah, çocukları korurken kendilerini eğlendiren tüm o sevimli hemşireler! Selam olsun sana ey tabiat, tabiatın en sevgili kızı güzel ilkbahar! Ruhum en bakir ormanlara doğru uçuyor. Ah, her şey ne güzel; sinekler bile mutlu bugün, güneşin ışıltılarını kucaklıyor. Sen de beni kucakla, Fantine!”

Ve işte tam bu sırada yanlışlıkla Favourite’ın boynuna sarılı-verdi.

VIII

Bir Atın Ölümü

“Edon’da akşam yemekleri, Bombarda’dakinden çok daha iyi.” dedi Zéphine.

“Bombarda’yı Edon’a tercih ederim.” dedi Blachevelle. “Burası daha lüks. Ayrıca daha Asyalı bir tarzı da var. Alt kattaki salonu gördün mü? Bütün duvarları aynalarla kaplı.”

“Ben tabağımdaki buzdan aynayı tercih ederim.” dedi Favourite.

Blachevelle ısrar ediyordu:

“Bıçaklara bakın. Bombarda’da onların kulpları gümüşten, Edon’da ise kemikten. Herhâlde gümüşün kemikten daha değerli olduğunu söylemeyeceksiniz.”

“Çenesi gümüşten olmadığı zaman elbette.” dedi Tholomyès.

Bombarda’nın pencerelerinden görünen Invalides’in kubbesine bakıyordu. Kısa bir duraksama oldu.

“Tholomyès!” diye haykırdı Fameuil, ortamdaki sessizliği bozarak. “Listolier ile tartışmaya başladık az önce.”

“Tartışmak iyidir.” diye yanıtladı Tholomyès. “Ama kavga daha iyidir.”

“Felsefe konusunda tartışıyorduk.”

“Öyle mi?”

“Sen hangisini seviyorsun, Descartes mı yoksa Spinoza mı?”

“Désaugiers.” dedi Tholomyès. Kadehinden bir yudum içki alarak yeniden konuşmaya başladı:

“Ben yaşama bağlı bir insanım. Aklın almadığı olaylar hâlâ olmaya devam ettiğine göre dünyada her şey bitmiş değil. Bunun için ölümsüz tanrılara inanırım ben. İnsanoğlu yalan söyler ve yalan söylerken gülmeyi de başarır. İnsanoğlu her şeyi onaylamalıdır ancak bir taraftan şüpheci de olmalıdır. Bu kıyastan, çok beklenmedik şeyler çıkar ve bu da iyidir. Aşağıda hâlâ paradoksun sürpriz kutusunu nasıl neşeyle açıp kapatacağını bilen insanlar var. Hanımlar; böyle sakin bir havada içtiğiniz, bu deniz seviyesinden üç yüz on yedi kulaç yükseklikteki Coural das Freiras Bağı’ndan gelen Madeira şarabıdır, bunu bilmelisiniz. İçerken dikkat edin! Üç yüz on yedi kulaç! Ve muhteşem yemekler sunan Mösyö Bombarda size üç yüz on yedi kulaçtan gelen bu şarabı dört frank ve elli sente veriyor.”

Fameuil yine onun sözünü kesti:

“Tholomyès, fikirlerin kanununu düzeltiyor. En sevdiğin yazar kim?”

“Ber.”

“Quin?”

“Hayır. Choux.”

Ve Tholomyès devam etti:

“Bombarda’nın şerefine! Bana Kızılderili bir dansöz bulabilseydi, Elephanta’nın Munophis’i ile yarışabilirdi; Yunan bir fahişe getirebilseydi, Chaeronealı Thygelion’a eşit olurdu. Ah, hanımlar! Eski Yunan’da ve Mısır’da da Bombardalar vardır. Bundan bize Apuleius bahsediyor. Ne yazık ki hep aynı şey oluyor, yaratıcının yaratışına ait bilinmedik başka bir şey kalmadı ki! ‘Güneşin altında yeni bir şey yok.’ yok diyor Süleyman. ‘Hepsine aynı sevgi.’ diyor Virgil ve Aspasia, Pericles ile birlikte, Samos donanması ile denizlere çıkıyor. Son bir sözüm daha olacak. Aspasia’nın ne olduğunu biliyor musunuz, hanımlar? Kadınların henüz ruhunun olmadığı bir çağda yaşamasına rağmen o bir ruhtu; pembe ve mor bir ruh, ateşten daha ateşli, şafaktan daha taze. Aspasia, kadınlığın iki ucunun buluştuğu bir yaratıktır; hem bir fahişe hem bir tanrıçaydı; Sokrates ile Manon Lescaut’nun birleşimiydi. Aspasia, Prometheus’a bir eşe ihtiyaç duyulması durumu için yaratılmıştı.”

Tholomyès bir kez konuşmaya başladığında susması zordu; tam o sırada sokaktaki bir at, çektiği arabadaki yükün ağırlığını kaldıramayarak düşmeseydi daha da konuşmaya devam ederdi. Bu olay, hem arabacıyı hem de bizim delikanlıyı şaşkına uğratmıştı. Bir Beauceron kısrağıydı, yaşlı ve çok zayıftı ve ağır bir arabaya koşulmuş olduğundan çok yorulmuştu. Bitap düşmüş bitkin yaratık, Bombarda’nın önüne geldiğinde daha fazla ilerlemeyi reddetmişti. Bu olay, büyük bir kalabalığın da dikkatini çekmişti. Arabacı ise bu duruma çok öfkelenmiş, küfürler ederek zavallı ölen hayvanı kamçılamaya devam ediyordu. Yoldan geçenlerin gürültüleri Tholomyès’in dinleyicilerinin başlarını da o tarafa çevirmesine neden olmuş, ona sözlerini şu kederli şiirle bitirme fırsatını vermişti:

Yük arabası ya da süslü fayton sürsün,İkisi de aynı kaderi paylaşıp gittiler bu dünyadan.Beygir bu zaman zarfında,Aynı diğer beygirler gibi yaşadı.

“Zavallı at!” diye iç geçirdi Fantine, duruma çok üzülmüştü.

“Atlar için bile ağlamaya hazır olan Fantine! Bir insan nasıl bu kadar acınası bir aptal olabilir!” diye haykırdı Dahlia.

O anda Favourite kollarını kavuşturup başını arkaya atarak Tholomyès’e kararlılıkla baktı ve şöyle dedi: “Haydi ama ne oldu bizim sürprize?”

“Doğru diyorsunuz. Tam vakti.” diye yanıtladı Tholomyès.

“Beyler, bu hanımlara sürprizimizi açıklama zamanımız geldi.

Bizi biraz bekler misiniz hanımlar?”

“Bu sürpriz bir öpücükle başlamalı.” dedi, Blachevelle başta olmak üzere erkekler.

“Alınlarından!” diye ekledi Tholomyès.

Her biri, ciddi bir edayla sevgililerinin alnına birer öpücük kondurdu; sonra hepsi birden parmaklarıyla sus işareti yaparak koşa koşa kapıdan dışarı çıktılar. Onlar dışarı çıkarken Favourite, ellerini çırpıyordu.

“Şimdiden pek eğlenceli olmaya başladı.” dedi.

“Geç kalmayın.” dedi Fantine. “Sizi bekliyoruz.”

IX

Mutlular İçin Mutlu Bir Son

Genç kızlar yalnız kaldıklarında ikişer ikişer pencere pervazına yaslanarak sohbet ediyor, başlarını uzatıyor ve bir pencereden diğerine konuşuyorlardı.

Delikanlıların Bombarda’dan kol kola çıktığını görmüşlerdi. Sonra köşeye doğru yönelmişler, gülerek onlara el sallamışlar ve daha bir dakika bile geçmeden onları Champs-Élysées’yi pazar günleri işgal eden tozlu kalabalığın arasında gözden kaybetmişlerdi.

“Geç kalmayın!” diye bağırdı Fantine.

“Bize ne getirecekler acaba?” dedi Zéphine.

“Kesinlikle güzel bir şey olacaktır.” dedi Dahlia.

“Umarım altın olur.” dedi Favourite.

Dikkatleri, çok geçmeden büyük ağaçların dallarının arasından görebilecekleri ve onları büyük ölçüde başka yöne çeviren gölün kıyısındaki hareketlerle dağıldı. Posta arabalarının kalkış saati gelmişti. Güneye ve batıya giden yolcular, taşraya herhangi bir şey gönderecek olanlar, bulvarın diğer ucunda hızla gidip geliyorlardı. Çoğunluk rıhtımı takip ediyor ve Passy bariyerlerinden geçiyordu. Sarıya ve siyaha boyanmış ağır yükler, gürültülü koşumlu sandıklar, mektuplar, valizler, insan kafalarıyla dolu posta arabaları kalabalığın içinden geçiyor; arkasında büyük bir toz bulutu bırakarak gözden kayboluyordu. Bu uğultulu karmaşa kızları pek mutlu etmişti.

“Ne kadar hızlılar! Uçup giden bir zincir yığını olduğu söylenebilir.” diye haykırdı Favourite.

Şans eseri kalın karaağaçların arasından güçlükle görebildikleri bu araçlardan biri bir an durdu, sonra tekrar dörtnala yola çıktı. Bu durum Fantine’i şaşırttı.

“Bu çok garip!” dedi şaşkınlıkla. “Posta arabalarının hiç durmadığını sanırdım.”

Favourite omuzlarını silkti.

“Şaşırtıcı olan sensin Fantine. Ben merakla sana bakıyorum. En basit şeylerden gözlerin kamaşıyor. Misal, ben bir yolcuyum ve arabacıya ‘Beni biraz ileriden alacaksın.’ dedim. Neden olmasın? Yola çıkar, beni görür, durur ve alır. Bu her gün yapılan bir şey. Sen gerçekten de hayata dair hiçbir şey bilmiyorsun, tatlım.”

Bu şekilde bir süre daha geçti. Favourite, sanki yeni uyanan biri gibi bir anda yerinden sıçradı.

“Eh.” dedi. “Sürprize ne oldu?”

“Evet, gerçekten.” diye katıldı Dahlia. “Şu ünlü sürpriz.”

“Gideli çok uzun zaman oldu.” dedi Fantine.

Fantine derin bir iç geçirdiği sırada, yemekte onlara hizmet eden garson içeri girdi. Elinde mektuba benzeyen bir şey tutuyordu.

“Nedir o?” diye sordu Favourite.

Garson cevap verdi:

“Bu, beylerin hanımlar için bıraktığı bir kâğıt.”

“Neden hemen getirmediniz?”

“Çünkü…” dedi garson. “Beyler, bir saat boyunca onu hanımlara teslim etmememi emrettiler.”

Favourite kâğıdı garsonun elinden kaptı; bu, aslında bir mektuptu.

“Durun!” dedi. “Üzerinde adres yok ama şöyle yazıyor: SÜRPRİZ BU.

Mektubu aceleyle yırttı, açtı ve okuma bildiği için sesli olarak okumaya başladı:

Sevgililerimiz,

Bizim anne ve babalarımızın olduğunu biliyor olmalısınız. Kelime anlamı olarak anne ve babanın ne demek olduğunu sizler bilemezsiniz. Onlar, medeni kanuna göre anne ve baba olarak adlandırılırlar. Şimdi bu kişiler bizi çok özlemişler, yaşlı olduklarından onları görmemiz için bize yalvarıyor bu iyi yürekli adam ve kadınlar. Dönüşümüzü o kadar çok arzuluyorlar ki bizim gelişimiz şerefine en şişman domuzlarını keseceklerini söylüyorlar. Erdemli gençler olduğumuz için de bizler onlara itaat edeceğiz. Bunu okuduğunuz dakikalarda, bizler beş güçlü kuvvetli atın çektiği bir posta arabasıyla anne ve babalarımıza gideceğiz. Bossuet’nin deyimi ile konak yerimizi değiştiriyoruz. Gidiyoruz, hatta gittik bile. Laffitte’in kollarında ve Caillard’ın kanatlarında kaçıyoruz. Toulouse şehri, bizi büyük bir felaketten kurtarıyor ve bu felaket sizlersiniz, bizim küçük sevgililerimiz! Saatte altı kilometre hızla, dörtnala toplumdaki yerimize, ailelerimize dönüyoruz. Dünyanın geri kalanı gibi bizim de kaymakam, aile babası, polis ve devlet meclisi üyesi olmamız ülkenin menfaati için gereklidir. Bizim için dua edin. Kendimizi feda ediyoruz. Bizim arkamızdan ağlayabilirsiniz ama sonrasında gözyaşlarınızı silerek yerimize başkalarını bulun. Bu mektup sizi yaraladı ise karşılık olarak onu yırtıp atın. Elveda.

Yaklaşık iki yıl boyunca sizleri mutlu ettik. Bunun için bizlere sakın kin tutmayın.

İmzaBLACHEVELLEFAMUEILLISTOLIERFELIX THOLOMYÈS

NOT: Akşam yemeğinin ücreti ödendi.

Dört genç kadın birbirlerine baktılar. Sessizliği ilk bozan Favourite oldu.

“Eh!” diye haykırdı. “Hiç de fena bir sürpriz sayılmaz.”

“Çok saçma.” dedi Zéphine.

“Bu kesinlikle Blachevelle’nin fikri olmalı.” diye devam etti Favourite. “Şimdi ben ona âşıkmışım gibi oldu. O, beni bıraktı gitti ve bir maceranın sonu geldi.”

“Hayır.” dedi Dahlia. “Bence Tholomyès’in fikriydi. Bu apaçık ortada.”

“O zaman…” diye karşılık verdi Favourite. “Blachevelle’e ölüm ve çok yaşa Tholomyès!”

“Çok yaşa Tholomyès!” diye haykırdı Dahlia ve Zéphine. Ve ardından da kahkahayı patlattılar. Fantine de diğerleriyle birlikte gülüyordu.

Ancak bir saat sonra odasına geri döndüğünde ağlıyordu. Dediğimiz gibi bu, onun ilk aşkıydı. Ona kendisini kocasıymış gibi vermişti ve zavallı kızcağız, bir de Tholomyès’ten bir çocuk sahibi olmuştu.

Dördüncü Kitap

Güvenmek Bazen Bir İnsanın Kurtarıcısıdır

I

Bir Anne Başka Bir Anneyle Tanışıyor

Bu yüzyılın ilk çeyreğinde Paris yakınlarındaki Montfermeil’de artık var olmayan, bir çeşit üstü han, altı meyhane olan bir mekân vardı. Bu mekânı, Thénardierler adında bir karı-koca işletiyordu. Boulanger hattı üzerinde yer alan mekânın kapısının üzerinde çivilenmiş, tahta bir resim vardı. Bu tahtanın üzerinde, bir generali sırtında taşıyan bir askerin resmi yer alıyordu. Kırmızı lekeler kanı temsil ediyordu, resmin geri kalanı dumandan oluşuyor ve muhtemelen bir savaşı tasvir ediyordu. Resmin altında ise şu sözler yazılıydı: WATERLOO ÇAVUŞU’NA.

Bir hanın kapısında, çoğunlukla araba ya da at resimleri görmeye alışık olan yolcuları şaşırtıyordu bu resim. Bununla birlikte, 1818 baharında bir akşam, oradan geçenler Waterloo Çavuşu’nun hanının önünde tekerlekleri yarı yarıya çamura gömülmüş, caddeyi tıkayan tenekeden bir bahçe arabası gördüklerinde, kendi kendilerine bunun ne işe yarayacağını soruyorlardı.

Ülkenin ormanlık arazilerinde kullanılan, kalın kalasları ve ağaç kütüklerini taşımaya yarayan bahçe arabalarından biriydi. Ağır bir şaft üzerine yerleştirilmiş, iki büyük tekerlek tarafından desteklenen, demir dingilli bir kasnaktan oluşuyordu. Sanki oraya büsbütün paslanması için bırakılmış gibiydi. Muazzam bir top arabası gibi görünecek kadar büyüktü. Yıpranmış tekerlekleri, katetmiş olduğu onca yolun izlerini taşır gibi sarımsı çamur tabakasıyla kaplıydı. Odundan yapılma kısmı çamur içerisindeyken demir kısımları pasın altında kayboluyordu. Aksının üzerinde sanki mahkûmları taşırken bağlamaya yarayan büyük bir zincir asılıydı. Bu zincir aslında taşıma görevi olan kirişlere değil, zamanında koşum takımlarına hizmet etmiş olmalıydı. Büyük bir geminin kadırgasından kopmuş büyükçe bir sandal görünümüne sahipti. Üzerindeki zincirlerle Homeros, Polyphemus’u; Shakespeare ise Caliban’ı bağlayabilirdi.

Sokağın resmen ortasına bırakılmış olan bu büyük bahçe arabası, orada ne işe yarayabilirdi ki? Ama çok geçmeden handan kucağında on sekiz aylık bir bebeği taşıyan iki buçuk yaşlarında bir kız dışarı çıkmış, arabaya tırmanmaya başlamıştı; çocuklar orada keyifle oynamaya koyulmuşlardı. Diğer yolcular, bu eski ve paslı arabanın onların oyuncağı olduğunu anlamışlardı. Güzel ve zarif giyinmiş iki çocuk, mutluluktan ışıldıyordu; eski püskü o paslı arabanın içinde, henüz açmış iki gül goncasına benziyorlardı. Gülüşüp neşeyle oynaşıyorlar, yanakları attıkları kahkahaların etkisiyle pespembe kesiliyordu. Biri sarışın, diğeri ise esmerdi. Masum yüzleri, tarlalardan gelen bahar kokusu onların nefesleriymiş gibi etrafa neşe saçıyordu. On sekiz aylık olan küçük, o bebeklere has saflığıyla bedenini saran küçücük elbisesini çıkarıp yere atmış; çırılçıplak hâlde oynamaya devam ediyordu. Bu iki masum çocuğun ışıl ışıl başları, cıvıltılı seslerinin yanında o eski bahçe arabası, kötü niyetli bir canavar gibi görünüyordu.

Birkaç adım ötede, hanın kapısının eşiğine oturmuş sert bakışlı bir kadın, anneliğe has o içgüdüsel koruma duygusuyla çocuklar düşmesin diye uzaktan onları izliyordu. Onlar arabanın üzerindeki zinciri her ileri geri salladıklarında, öfke dolu korkunç tiz sesiyle çocukları uyarıyordu. Küçük çocuklar neşe içinde oyunları sürdürüyor, batan güneş ise sanki onların eğlencesine eşlik ediyordu. Böylesi güzel bir manzara kesinlikle çok zor görülürdü.

Çocuklarını seyrederken sert bakışlı anneleri bir taraftan da oldukça bed sesiyle bir şarkı mırıldanıyordu:

Öyle olduğunu söylemiş, bir savaşçı.

Şarkısı ve kızlarının neşesi, sokakta olup biteni duymasını ve görmesini engelliyordu. Tam şarkısının sonuna vardığı sırada, ona doğru yaklaşan birisinin ayak seslerini duydu:

“Ne kadar güzel çocuklarınız var, Madam.”

“Peri kızı gibi güzel ve hassaslar.” diye yanıtladı kadın, bir taraftan şarkısını da sonlandırarak. Sonra başını çevirdi. Hemen birkaç adım ötesinde, kucağında çocuğunu taşıyan bir kadın duruyordu.

Ayrıca bir kolunda, oldukça ağır olduğu belli olan bir de çanta taşıyordu. Kucağında taşıdığı iki-üç yaşlarındaki kız çocuğu ise çok nadir görülebilecek, muazzam bir güzelliğe sahipti. Çok güzel ve temiz giyimliydi, fırfırlı elbisesi diğer iki çocuğun kıyafetlerinden çok daha güzeldi. Başında ince ketenden bir şapkası, belinde şirin kurdeleli kemeri, elbisesinin eteklerindeki zarif dantellerle öylesine şirindi ki! Eteğinin kıvrımlarının altından, bembeyaz tombul bacakları görünüyordu. Pembe yanaklarıyla çok sağlıklı bir ufaklıktı. Küçük güzelliğe bakan bir kişi, yanaklarından bir ısırık almamak için kendisini kesinlikle zor tutabilirdi. Çok iri gözleri ve muhteşem gür kirpikleri dışında, göz rengi hakkında hiçbir şey görünmüyordu. Çünkü o muhteşem ufaklık, uyuyordu.

Yaşına özgü o mutlak güven uykusuyla uyuyordu. Annelerin kolları şefkatten yapılma yumuşak bir yatak gibidir ve içlerinde çocuklar derin uykuya dalarlar.

Anneye gelecek olursak görünüşüne bakılacak olursa fazlasıyla üzgün ve yoksul biriydi. Köylü hayatına yeniden dönmeye hazır, bir işçi kadın hâli vardı üzerinde. Genç bir kadındı. Güzel miydi peki? Belki ama içinde bulunduğu kıyafetlerin arasında hiç belli olmuyordu. Altın gibi bukleli, gür saçları vardı ancak çene altından sıkıca bağlanmış çirkin, rahibeye benzemesine neden olan bir başlığın altına ciddi bir şekilde gizlenmişti. Bir gülümseme, güzel dişlere sahip olduğunu ortaya çıkarırdı ama hiç gülümsemiyordu. Uzun zamandan bu yana ağlamadan bir gün geçirmediği gözlerinden belli oluyordu. Fazlasıyla solgun, bitkin ve oldukça hasta bir görünümü vardı. Çocuğunu kendi emziren annelerin bakışıyla, kucağında uyuyan yavrusunu seyrediyordu. Üzerine takmış olduğu mavi bir önlük, vücudunun şeklini beceriksizce gizliyordu. Elleri güneşten kavrulmuş, üzerini çiller basmış, işaret parmağındaki nasırlardan sürekli olarak dikiş diktiği anlaşılıyordu. Kaba, kahverengi yünden bir pelerin, keten bir elbise ve kalın, kaba saba ayakkabıları vardı. Fantine idi bu genç kadın!

Gerçekten de Fantine idi ama öylesine değişmişti ki tanınması çok güçtü. Yine de onu dikkatlice incelediğinizde hâlâ o eski güzelliğini koruduğunu görebiliyordunuz. Hayatla alay eder gibi bir acının çizgisi belirmişti sağ yanağında. Danteller, ipek satenler, lavantalar içerisindeki Fantine değil de onun yerine tanınmayacak kılıkta, o göz kamaştırıcı güzelliği kaybolmuş, erkenden çökmüş genç bir kadın gelmişti. Üzerine eskiden kahkaha, neşe ve müzikten meydana gelmiş hissi yaratan; leylak kokulu, kurdelelerle süslü, muslin elbiselerinin yerine, eski püskü bir şeyler giymişti. O sözüm ona yaşanılan güzel sürprizin üzerinden on ay geçmişti.