Книга Sefiller I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 13
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller I. Cilt
Sefiller I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller I. Cilt

Genç kızlar sanki kafeslerinden kaçmış bülbüller gibi neşeyle şakalaşıp gevezelik ediyorlardı. Ne güzel şeydi gençlik, bunu sonuna kadar yaşıyorlardı. Zaman zaman genç delikanlılara küçük dokunuşlar yapıyorlardı. Gülüyor, konuşuyor, tazeliklerin keyiflerini çıkarıyorlardı; tıpkı yavru kuşlar gibiydiler. Ah, kim olursanız olun, siz de gençlik yıllarınızı hatırlamıyor musunuz? Sizler de başınızda esen kavak yellerinin sarhoşluğuyla, çayır çimen dolaşıp her şeye sevinmez miydiniz? Gülerek, yağmur altında sevdiğiniz kadının elini tutarak yokuş aşağı hiç koşmadınız mı? Yanınızdaki sevgiliniz “Ah, yeni pabuçlarım! Ne hâle geldiler!” deyip hayıflanmasına rağmen sizinle birlikte koşmaya devam etmedi mi?

Hemen şunu belirtelim ki bu gülen ve neşeyle dolaşan gençlerin tek eksikleri o an yağacak olan bir yağmurdu ve öylesine eğlenceye dalmış durumdaydılar ki Favourite’in anaç sesi onları durdurdu:

“Patikalarda sürünen bir dolu sümüklü böcek var; çocuklar, yağmur geliyor!”

Kızların hepsi o anda, en kederli insanı bile neşelendirecek kadar güzeldi.

Ne tesadüftür ki o dönemlerin ünlü şairlerinden olan M. le Chevalier Labouisse da o gün Saint-Cloud’daydı; ağaçların altında dolaştığı sırada, sabah on sularında onların oradan geçtiğini görmüş ve genç kızları eski Yunan güzellik ilahelerine benzetecek kadar onlardan etkilenmişti. “Gerçekten o tanrıçalardan olacak kadar güzeller, sadece bunların çok daha fazlalıkları var.” diye aklından geçirmişti.

Favourite bugün gerçekten bir çocuk gibiydi; yirmili yaşlardaki üç arkadaşının yanında en büyükleri olmasına karşın yeşilliklerin arasından ilk önce o koşuyor, hendeklerin üzerinden atlıyor, dikkati dağılmış olmasına karşın etrafta koşuşturarak genç bir dişi ceylan gibi yanındaki kızların eğlencelerine başkanlık ediyordu. El ele tutuşmuş olan Dahlia ve Zéphine, tıpkı bir Rönesans tablosunu andırıyorlardı ve belki de bunun gayet farkında oldukları için daha güzel olduklarını da bildiklerinden, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Zéphine ve Dahlia saçlarını topuz şeklinde toplamışlardı.

Listolier ile Fameuil, birkaç adım onlardan ileride gidiyor ve Fantine’e profesörleri, Mösyö Delvincourt ile Mösyö Blondeau arasındaki farkı anlatmaya çalışıyorlardı. Blachevelle ise sanki bu pazar gezintilerine, Favourite’in güzel şalını taşımak için çıkıyormuş gibi onu hiç elinden bırakmıyordu. Bunda elbette ki onun Favourite’e olan aşkının da büyük payı vardı.

Tholomyès, etrafına topladığı bir grubu, bir şeyler anlatarak güldürüyordu. Çok neşeliydi ama yine de gücünün farkındaydı. Üzerindeki başlıca süsü; örgülü bakır telden kayışları olan, fil ayağı desenli bir bastondu. Elinde iki yüz frank değerinde sağlam bir sigaralık taşıyordu ve her şeyine özen gösterirken ağzında puro denen tuhaf şeyi de tutmayı ihmal etmiyordu. Onun açısından herhangi bir şeyi beğenebilmesi pek güçtü, pahalı zevkleri vardı ve bunların en başında da puro içmek geliyordu.

“Bu Tholomyès gerçekten tuhaf bir adam!” diye konuştu diğerleri saygıyla. “Hayret bir şey! Bu ne enerji böyle!”

Fantine’e gelince onu seyretmek, büyük bir zevkti. O gün öylesine mutluydu ki bembeyaz dişlerini her an gösterecek biçimde kahkahalar atıyordu. Uzun beyaz iplerle dikilmiş olan hasırdan şapkasını başında taşımaktansa elinde taşımayı tercih ediyordu. En ufak bir esintide dağılmaya müsait, kolayca çözülebilen gür, dalgalı saçlarını sürekli sıkıca bağlaması gerekiyordu; söğüt ağaçlarının altında tıpkı bir peri kızı gibi görünüyordu. Pespembe narin dudakları büyüleyici kıvrımlara sahipti. Dudaklarının şuh biçimde yukarı kalkmış köşeleri, uzun, gölgeli kirpikleri karşısındaki insanı etkileyecek derecede muazzam bir güzelliğe sahipti. Sade ancak bir o kadar da zevkli giyinmişti; elbisesi narin bedeninin bütün hatlarını meydana çıkarıyor, ayakkabılarının atkıları devrin modasına uygun bir şekilde bileklerinde birleşiyordu; elbisesinin üzerine Fransız ipeğinden yapılmış leylak renginde ince bir ceket giymişti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ondan çok daha özgür davranan diğer üçü, kişiliklerinin verdiği etkiyle olacak, açık saçık yazlık elbiseler giymişlerdi; elbiselerini ve şapkalarını süsleyen çiçekler, kendilerinden daha güzel değildi. Ancak onların bu cüretkâr kıyafetlerinin yanında Sarışın Fantine’in saflığı, şeffaflığı, masumluğu ve aynı anda hem gizemli hem de açıkça sergilemekten çekinmediği suskunluğu, nezaketin cezbedici bir lütfu gibi görünüyordu. İnce ve duygulu bir göze göre o, üçünden de çok daha güzel ve alımlıydı. Yaşamda da genel olarak durum böyle değil midir? En bilge insan; herkes tarafından, en güzel olmasına rağmen hep en sade olarak görülmemiş midir?

Onun sahip olduğu bu güzelliği tarif etmek güçtü. Masmavi gözleri, uzun kirpikleri, ufacık elleri ve ayakları, bembeyaz teni, bileklerinde yer yer belli olan morumsu damarları, kıvrak bedeni ile tam anlamıyla genç ve taze bir güzellikti; hafifçe dolgun olan yüzü, çehresinin çok daha çocuksu görünmesine neden oluyor, onu büsbütün çekici hâle getiriyordu. Öylesine yapmacıksız tavırları vardı ki gören onun muazzam bir terbiyeyle yetişmiş olduğunu düşünürdü. Şayet kibar bir ailenin kızı olarak ünlü davet ve salonlarda salınmış olsaydı nice yazarların adına methiyeler düzeceğine, onu tanrıçalara benzeteceğine hiç şüphe yoktu.

Fantine, çok güzel bir genç kadındı ve bunun farkında bile değildi. Böylesine muhteşem görünmesine karşın o sadece zavallı bir işçi kızdı. Tanrı vergisi güzelliği de onun sahip olduğu tek süsüydü. Nereden geldiği bilinmiyor olsa da geçmişi gölgelerin ardında kalan bu genç kadın, safkan zarafetten oluşuyordu. Her türlü dış ve iç güzellikleri kendisinde toplamış, müstesna bir varlıktı.

Fantine’in ne kadar neşeli olduğundan bahsetmiştik ancak bir o kadar da mütevazıydı.

Onu dışarıdan dikkatle inceleyen bir gözlemci; yaşının, mevsimin ve yaşadığı aşkın vermiş olduğu sarhoşlukla, karşı konulmaz bir çekingenlik ve alçak gönüllülük timsali olduğunu söyleyebilirdi. Biraz aklı karışmış gibi de görünüyordu. Onun için söylenebilecek tek bir gerçek vardı: Tholomyès’in metresi olduğu. Ancak gözlerinde hiç değişmeyen ve karşısındaki insanları pek az yanıltan o kutsal bakire bakışı, yüzünden hiç kaybolmuyordu; yaşadığı aşk, onu hiçbir suretle kirletmemişti.

Birdenbire yüzünü kaplayan ciddi ve neredeyse katı saygınlık ifadesi; yaşadığı neşenin bir anda yok olmasına, düşüncelere dalmasına neden olsa da hiçbir zaman dış görünüşünde tuhaf ve rahatsız edici bir ifade olmuyordu. Tanrıçaları dahi kimi zaman kıskandıracak bir duruşa sahipti. Alnı, burnu, çenesi, her şeyiyle bütün olarak orantılı çehresinin etrafa yaydığı dinginlik onun gerçek kişiliğini temsil ediyordu. Dudaklarının kenarındaki masum kıvrımları, karşısındaki insanı bir anda aşka düşürecek kadar çekici ve cezbediciydi bu iffet abidesi güzel genç kadının.

Aşk; hatalarla dolu bir yoldur, her zaman da böyle olmuştur. Fantine ise hataların üzerinde yüzen masumiyetin vücut bulmuş hâlidir.

IV

Tholomyès, Mutluluktan Bir İspanyol Şarkısı Söylüyor

Tatilin başladığı o gün çok güzeldi. Sanki tüm doğa da bu gençlerle birlikte tatil yapıyor ve gülüyordu. Saint-Cloud’un çiçek tarhları havayı mis gibi kokularıyla dolduruyordu. Seine’den gelen hafif rüzgâr, yerlerdeki bütün yaprakları havalandırıyor; rüzgârda sallanan yasemin ağaçlarının dallarından arıların vızıltıları duyuluyordu. Çayırlıklardaki civanperçemleri, yoncalar ve yulaf başaklarının üzerini kelebekler süslüyor; Fransa Kralı’na atfedilmiş yemyeşil bahçelerinden kuş cıvıltıları yükseliyordu.

Güneşin ışıltılarına, tarlaların, çiçeklerin, ağaçların yemyeşil göz kamaştıran manzarasına dört neşeli çiftin gülen gözleri eşlik ediyordu.

Bu cennet gibi bahçelerin arasında durmaksızın gülüyor, çeşitli maskaralıklar yapıyor, yerlerde yuvarlanıyor, birbirleriyle şakalaşıyor, bütün günün keyfini çıkarıyorlardı. Bir tek Fantine çekimser duruyordu; biraz önceki canlılığı sanki kaybolmuş, üzerine tuhaf bir durgunluk çökmüştü. “Her zaman aklın karışmış gibi bakıyorsun.” dedi Favourite, onun bu durumunu fark edince.

Aşk böyle bir şeydir işte. Mutlu çiftlerin hayata ve doğaya karşı en derin çağrısıdır aşk; her şeyden, her dokunuştan, her bakıştan gözlere aktarılır. Bir zamanlar, tarlaların ve ormanların içinde özellikle âşıklar için yaratılmış, sonsuza dek birlikte olmaya karar vermiş ve birbirlerini çok seven çiftlerin yüreklerini aydınlatan bir perinin var olduğu söylenirmiş. Bu peri sayesinde bahar geldiğinde insanların yüreğinde o tatlı kıpırtılar başlarmış. Tüm asilzadeler, yoksullar, saraylılar, kasaba halkı; dediklerine göre hepsi bu perinin tebaasıymış. Güler, eğlenir, avlanır ve bu perinin dokunuşlarıyla insanlar gerçekleşen aşkın parıltısıyla ne büyük değişime uğrarmış! İşte, bizim gençler de şimdi bu nimetlerden faydalanıyorlardı. Fırsat buldukça kırlara koşuyor, güneşin altına serilerek konuşup koklaşıyor, birbirlerine tatlı sözler söyleyerek aşkın en güzel zamanlarını birlikte yaşıyorlardı. Güzel kadınlar işte böylesi muhteşem aşklara kendilerini teslim ediyorlar, yaşadıkları aşkın asla bitmeyeceğini düşünüyorlardı. Filozoflar, şairler, ressamlar ise bu coşkuları gözlemliyor ve bundan ne çıkaracaklarını bilemez hâlde şaşkına dönüyorlardı. Cythera bu anlarda kendinden geçer, Watteau kendi kendine hayıflanır, Pleblerin ressamı Lancret sanki masmavi gökyüzüne doğru uçmuş gibi aşağıdaki âşıkları izler, Diderot ise bütün aşk şiirlerine ilham olması için kollarını âşıklara açardı.

Kahvaltıdan sonra dört çift; Hindistan’dan yeni gelen, adı şu anda hafızamızdan tamamen silinmiş olan, o dönemde tüm Paris’i Saint-Cloud’a çeken bir bitkiyi görmek için Kral Meydanı olarak adlandırılan yere gittiler. Uzun saplı, tüylü, yapraksız ve iplik kadar ince sayısız dalları olan, minik milyonlarca beyaz tomurcukla kaplı tuhaf ve sevimli bir çalıydı gördükleri. Çiçeklerle süslenmiş bu çalı şekillendirilerek budanmıştı. Her zaman büyük bir meraklı kitlesi onu görmeye geliyordu.

Tholomyès çalıyı gördükten sonra, “Şimdi sizlere eşeğe binmeyi öneriyorum.” dedi neşeyle. Eşeklerin sahibiyle belli bir fiyatta anlaştılar ve böylece Vanvres’den yola çıkarak Issy’ye dönmeye karar verdiler. Issy’de tuhaf bir olay meydana geldi.

O zamanlar Bourguin’e ait olan gerçek millî park, tamamen açıktı. Kapılardan geçtiler, mağaralara girip eğlendiler, ünlü ayna dolabının gizemli küçük etkilerini denediler, etrafta görülebilecek ne varsa her yeri büyük bir neşeyle ziyaret ettiler. Bernis Papazı tarafından kutsanarak iki kestane ağacının arasına kurulmuş salıncakta sallandılar.

Birbiri ardına bu güzellikleri salıncakta sallayan delikanlılar, uçuşan etekleriyle kızların kahkahalarını büyük bir zevkle izliyor; kızlar ise zevkten dörtköşe, geçirdikleri zamanın keyfini çıkarıyorlardı. Tam bu sırada Tholomyès o güne kadar hiç yapmadığı bir şey yaparak, muhtemelen iki ağaç arasına kurulmuş bir salıncakta sallanan güzel bir kızdan ilham alınarak bestelenmiş bir İspanyol şarkısını mırıldanmaya başladı:

Ben Badajozluyum,Aşk beni çağırıyor;Alev alev yanar gözlerim,Sana ait tüm ruhum;Her şeyi göze alıyorum,Kendimi sana bırakıyorum.

Fantine onun sesini duyar duymaz sallanmayı bırakmıştı. Kimse onun bu şekilde bir şarkı söylemesini beklemiyordu, Fantine ise bu durumdan oldukça rahatsız olmuştu. “Bu şekilde keyifsiz davranmandan hoşlanmıyorum.” dedi Favourite, durumdan huysuzlaşan Fantine’e.

Eşekleri sahiplerine teslim ettikten sonra, yeni zevkler keşfettiler. Seine’de sandalla gezintiye çıktılar, kimisi artık biraz oturup dinlenmek istediğinden sohbet etmek için Passy’de karaya çıktılar. Okuyucunun hatırlayacağı üzere, o sabah saat beşten bu yana ayaktaydılar ama Favourite yerinde duramıyor, içi içine sığmıyordu. “Ah ama bugün pazar, yorgunluk diye bir şey yok! Pazar günü kimse yorulamaz.” diye bağırdı neşeyle.

Bunun üzerine dört çift, saat üçe doğru mutluluktan sarhoş olmuş hâlde, o zamanlar Beaujon’un tepelerini kaplayan Champs-Élysées ormanlarını aşarak dağların eteklerine tırmanmaya başladılar.

Zaman zaman Favourite neşeyle haykırarak: “Peki ya sürpriz, sürpriziniz ne olacak?” diye mızmızlanıyordu.

“Sabırlı olun.” diye yanıtlıyordu Tholomyès.

V

Bombarda’da

Yorgun hâlde dağlardan indikten sonra, karınları acıktığından akşam yemeğini düşünmeye başladılar; sonunda biraz bitkin durumda olan sekiz kişilik ışıltılı grup, Champs-Élysées’de oldukça ünlü olan, Delorme Meydanı’ndan tabelası görülen Bombarda Meyhanesi’ne girdiler.

Sonunda içeride cumbalı oturma alanlarıyla, büyük ama salaş bir salondan içeriye girdiler (pazar günü olması nedeniyle kalabalığa katlanmak zorundaydılar). İçerideki iki pencereden iskele ve nehrin ötesini izleyebilecekleri bir manzara hâkimdi; camlardan muhteşem akşam güneşinin hüzmeleri süzülüyordu; birinin üzerinde erkek ve kadın şapkalarından ve bir çiçek dağından oluşan diğer misafirlere ait, diğerinde ise dört çift tabak, bardak ve kadehlerin yerleştirilmiş olduğu iki masa vardı; neşeyle hazır olan masanın çevresine oturdular. Şarap ve yemek istediler, masanın üzerinde sanki düzen içerisinde düzensizlik hüküm sürüyordu. Molière, “Masanın altından birbirlerini çimdikleyerek, itişip kakışıp tekmeleyerek gülüyorlardı.” diye şikâyet bile etmişti onları.

Sabahın beşinde başlayan o keyifli tatil gününün, öğleden sonra dört buçukta geldiği nokta buydu. Güneş batmak üzereydi ve onların karnı çok açtı.

Güneş ışığı ve insanlarla dolu Champs-Élysées’nin meşhur tozu, iki yandaki at heykellerini sanki canlıymış gibi gösteriyordu. Pazar kalabalığının içerisinde bu sokaklarda yürümek artık bir mesele idi. Sürekli arabalar gidip geliyordu. Muhteşem muhafızlardan oluşan bir bölük, başlarında komutanlarıyla Neuilly Bulvarı’ndan aşağıya doğru iniyordu. Batan güneşin altında hafif pembemsi görünen beyaz bayrak, Tuileries’nin kubbesi üzerinde dalgalanıyordu. Bir grup insan, Kral lehine şarkılar söylüyor; Kral Hassa Alayı, borazanlarıyla çalışıyordu. Birçoğu 1817 yılında iliklerinden çıkarmayı henüz tamamen bırakmadıkları beyaz ve gümüşi zambak broşlarını takıyordu. Bir kez daha VX. Louis Meydanı, mutlu ziyaretçilerin kalabalığı altında boğulmuştu. Küçük kızların oluşturduğu korolar, yoldan geçenlerin arasında, insanların alkışları altında o zamanlar ünlü Bourbon havası olan şarkıları neşeyle söylüyorlardı:

Ghent’teki babamızı bize geri verin,Babamızı bize geri verin.

Banliyölerde, pazar düzeninde, bazen burjuvalar gibi büyük meydan ve Marigny Meydanı’na dağılmış bazen de zambaklarla süslenmiş caddelerde insanlar halkalar şeklinde halay çekerek dans ediyor ve tahta atların üzerinde dönüyorlardı; diğerleri kafayı çekmekle meşguldü; etraftan kahkahalar yükseliyordu. Her yerde büyük bir mutluluk, büyük bir neşe hâkimdi. Tartışmasız bir barış ve Kral’a gösterilen derin sadakat zamanlarıydı; Angeles Polis Şefi’nin Paris’in banliyöleri konusunda Kral’a sunduğu özel bir raporun şu satırlarla sona erdiği dönemdi:

Yapılan tüm incelemelerin sonucunda, her şey göz önünde bulundurulacak olursa Majesteleri; bu insanlardan endişe duyulmasına gerek yoktur. Kediler kadar ehlileşmiş ve sadıklardır. Halk, taşrada huzursuz olmasına rağmen Paris’te durum böyle değildir. Majesteleri, buradaki insanların hepsi iyi insanlardır. Buradaki halk sizin tarafınızdadır. Başkent Paris halkının korkulacak bir tarafı yoktur. Bu şehrin nüfusunun son elli yılda küçülmüş olması dikkat çekicidir, banliyölerin nüfusu hâlâ devrim zamanında olduğu kadar azdır. Burada herhangi bir tehlike yoktur. Kısacası buradakiler sadece uyumlu ayaktakımından oluşmaktadır.

Aslında ne kadar yanılıyordu Angeles Polis Şefi; oradaki kedi gibi olan halkın, aslana dönüşmesinin mümkün olmadığını düşünerek ne büyük yanılgıya düşüyordu. Çünkü bu kesinlikle gerçekleşebilmektedir ve Paris halkının yarattığı mucize de zaten burada yatmaktadır. Üstelik Kont Anglès’nin bu kadar küçümsediği bu kedi gibi halk, eski cumhuriyetlerin kurulmasına neden olabilecek kadar cesaret gösterebilmiştir. Kedi tasviri aslında onların gözünde özgürlüğün vücut bulmuş hâliydi. Sanki Pire’nin Minerva Aptera’sına bir aksesuar görevi görüyormuşçasına Korint’teki halk meydanında devasa bronz bir kedi heykeli duruyordu. Restorasyon döneminin saf polisi, aslında Paris halkı hakkında Kral’a fazlasıyla tozpembe bir tablo çiziyordu; aslında sanıldığı kadar masum bir ayaktakımı değildi onlar.

Yunanlar için bir Atinalı neyse, Fransızlar için de Parisli oydu; kimse açgözlü değildi, kimse onlardan daha rahat uyuyamaz, kimse onlardan daha açık yürekli ve tembel olamazdı. Unutkandı ancak kimi şeyleri de çok iyi hatırlardı; yine de onlara pek güvenilmezdi, her türlü işe anında hazır olur ama sonunda şan şöhret olduğu zaman tanınmaz hâle gelir, her türlü acımasızlığı yapmaya muktedir olurdu. Onun eline bir demir parçası verin, size 10 Ağustos’u tekrarlasın; ona bir silah verin, Austerlitz’i yaratsın. O kesinlikle Napolyon’un desteği, Danton’un kaynağıdır. Memleket meselesi diye yazar, özgürlük meselesi diyerek kaldırımları sökerdi. Aman dikkat! Gazap dolu saçları destansıydı, üzerindeki kıyafeti onun içinde yanan yangınını örter gibiydi. Aman dikkat edin! Caudine Forks’un eline geçen ilk Rue Grenetat’ı yaratırdı. Zamanı geldiğinde o Parisli, dimdik ayağa kalkmasını bilirdi; korkunç bakışları düşmanlarına yönelir, nefesi bir fırtınaya dönüşür, o zarif göğüslerinden Alp Dağları'nı darmadağın edebilecek kadar güçlü kasırga koparmasını bilirdi. Bu kediye benzetilen Paris’in banliyö halkı, silahlarını eline aldığı zaman devrimleriyle Avrupa’yı fethedebilirdi. Şen şarkılar söylemek, en gözde eğlencesiydi. Parisliysen, bunu bütün dünya bilirdi! Daha iyi bildiği ise sustuğunda XVI. Louis’yi tahtından indirdiği ve bunu dünyaya Marseillaise’i söyleyerek bildirmesiydi.

Anglès’nin raporunun kenarına bu notları ekledikten sonra, biz yine elbette ki dört çiftimize geri döneceğiz. Dediğimiz gibi, akşam yemeği bitmişti.

VI

Birbirlerine Hayran Oldukları Bölüm

Aşkın hâkim olduğu o masada ziyafet kurulmuş, sohbetler ediliyor, neşeyle kahkahalar atılıyordu; o anki mutlulukları daha fazla artırılamazdı. Fameuil ve Dahlia şarkılar mırıldanıyordu. Tholomyès içmeye devam ediyor, Zéphine kahkahalar atıyor, Fantine gülümsüyor; Listolier, Saint-Cloud’dan satın aldığı tahta bir trompeti çalıyordu.

Favourite, şefkatle Blachevelle’e bakarak şöyle dedi: “Blachevelle, sana tapıyorum.”

Bu sözler karşılığında Blachevelle ona şu soruyla karşılık verdi: “Favourite, peki ben seni sevmeyi bıraksaydım ne yapardın?”

“Ah!” diye haykırdı Favourite. “Ah! Bunun sakın şakasını bile yapma! Eğer beni sevmeyi bırakacak olursan senin peşini bırakmazdım; seni mahveder, parçalar, suya atar, tutuklatırdım.”

Bu sözler karşılığında gururu okşanan Blachevelle, şehvetli ve kendini beğenmiş bir gülümsemeyle ona baktı. Favourite, konuşmasını devam ettirdi: “Evet evet, seni polise verirdim! Ah! Kendimi kesinlikle kontrol edemezdim! Mahvolurdum!”

Blachevelle bu sözlerden mest olmuş hâlde, kendisini oturduğu sandalyede geriye doğru atarak gururla gözlerini kapadı. Dahlia, yemek yedikleri sırada, kargaşanın ortasında Favourite’a alçak sesle şöyle dedi: “Şu Blachevelle’e gerçekten tapıyorsun, öyle değil mi?”

“Ben mi? Ondan iğreniyorum.” diye yanıtladı Favourite onu, aynı tonda. Çatalını yüzüne doğru tutarak: “Çok açgözlü. Ben, evimin karşısındaki o küçük adamı seviyorum. O gerçekten çok hoş ve genç bir adam, tanıyor musun onu? Usta bir aktör olduğu hemen fark edilebilir. Ben aktörleri çok severim. Eve gelir gelmez annesi onun için hemen, ‘Ah, Tanrı’m, yine bütün huzurum gitti.’ diye haykırıyor. O da neşeyle ona koşup ‘Canım benim, attığın taşlar başımı yarıyor.’ diyor. Eve girdikten sonra bağıra çağıra şarkılar söylüyor; ne bileyim, dans ederek bir sürü gürültü çıkarıyor; merdivenlerin dibinden dahi sesi duyuluyor! Bir avukatın ofisinde şimdilik saçma sapan sözler yazarak günde yirmi sent kazanıyor. Aslında Saint Jacques’de eski bir devrimcinin oğlu. Ah, o gerçekten çok iyi biri. Bana öyle tapıyor ki bir seferinde krep yapmak için hamur hazırladığım sırada bana, ‘Matmazel, pastayı eldivenlerinizden yapın da ellerinizle birlikte yiyeyim.’ dedi. Bu tarz şeyleri ancak bir sanatçı söyleyebilir. Ah, o gerçekten çok iyi biri. Ben sadece o küçük adamı aklımdan atmak için burada rol yapıyorum. Boş versene, Blachevelle’e ona taptığımı söyleyerek yalan söylüyorum. Ah, hem de nasıl güzel yalan söylüyorum!”

Bir süre duraksadıktan sonra Favourite konuşmasına devam etti: “Üzgünüm Dahlia. Bütün yaz boyunca yağmurdan başka hiçbir şey yoktu, rüzgâr da beni öfkelendiriyor, hiç dinmiyor. Blachevelle çok cimri biri, insanlar yemekten başka hiçbir şey düşünmüyor. Burada, içinde bir yatak olan odada yemek yiyoruz ve bu beni hayattan tiksindiriyor.”

VII

Tholomyès’in Bilgelikleri

Bu arada, bazıları şarkı söylerken diğerleri bir ağızdan uğuldayarak konuşuyorlardı. Artık masada gürültüden başka bir şey yoktu. Tam bu sırada Tholomyès araya girdi.

“Rastgele ve bir ağızdan konuşmayalım arkadaşlar!” diye haykırdı. “Ziyafetin tadını kaçırmayalım. Çok fazla doğaçlama zihni aptalca boşaltır, konuşmadan önce sözlerimizi tartalım. Akan bira köpürmez. Acele etmeyin beyler, işin zevkine vararak anın tadını çıkaralım. Her şeyi ağırdan alın, yavaş yavaş yiyelim yemeklerimizi, aceleye lüzum yok ki. Baharı bir düşünsenize, acele davranacak olsa şeftali ve kayısı ağaçlarının hâli nice olurdu? Aşırı coşkunluk, güzel akşam yemeklerinin zarafetini ve neşesini öldürür. Rahat olalım beyler! Grimod de la Reynière de Talleyrand’la aynı şekilde düşünüyor.”

Grubun içinden, bu sözlerin üzerine bir isyan sesi yükseldi:

“Bizi rahat bırak, Tholomyès.” dedi Blachevelle.

“Kahrolsun hainler!” diye haykırdı Fameuil.

“Bombarda, Bombance ve Bamboche!” diye bağırdı Listolier.

“Pazar günü daha bitmedi.” diye yakındı Fameuil.

“Hâlâ ayığız.” diye ekledi Listolier.

“Tholomyès!” dedi Blachevelle. “Tanrı aşkına, rahatımı6 izle.”

“Bundan sonra sana Marquis de Montcalm diyelim o zaman.” diye karşılık verdi Tholomyès.

Bu vasat söz oyunlarının sonunda, sanki havuza atılan bir taşın yarattığı etki gibi masada, sessizlik hâkim oldu. Herkes bu imalı şakanın ne anlama geldiğini düşünüyordu çünkü Marquis de Montcalm o zamanlar çok ünlü bir Kralcıydı.

“Dostlarım!” diye haykırdı Tholomyès, sözlerinin doğurduğu bu etkiden memnun, büyük bir başarıya ulaşmanın verdiği güvenle konuşmasına devam etti: “Kendinize gelin. Söylemiş olduğum bu sözler, kelime oyunları sizi kırmasın. Sadece şakaydı söylediklerim. Şaka bir tortu gibidir, göklerde uçuşan kelimelerin yere bıraktıkları bir tortu. Kelimeler elbette ki uçar gider, tortu ise çöktüğü yerde kalır. Ben özellikle zekice yapılan bir şakaya her zaman saygı duyarım. Zira şaka nerede olursa olsun konmuştur bir yere ama akbaba göklerde uçmaya devam eder. Sonuç olarak şunu bir düşünün; bütün yücelikle adlandırdığımız güzellikler, şaka sonucu meydana gelmiştir. Şaka kesinlikle hakaretten uzaktır. Değerleri oranında onu onurlandıralım, bu yüzden altında başka bir şey aramayalım. İnsanlığın en yücesi, en kutsal olanı, en çekicisi ve belki de insanlığın dışında kalanlar bile şaka yapmışlardır. Yüce İsa Mesih, Aziz Petrus’a; Yüce Musa, İshak’a; Eschlyus Polynices, Kleopatra Octavius’a şakalar yapmıştır. Şunu da sakın unutmayın, Kleopatra şakasını Aktium Savaşı’ndan önce yapmıştır ve güzel Toryne şehrinin oluşmasıyla bu savaş sona ermiştir. Yani Yunanca bir isim olan bu güzel şehri bile bir şakaya borçluyuz. Bunları söyledikten sonra, biraz önce söylediklerime geri dönüyorum. Tekrar ediyorum kardeşlerim, tekrar ediyorum; aşırı taşkınlığa, şamataya, gürültüye lüzum yok; her şeyin bir yeri olduğu gibi neşenin de şakalaşmanın da bir yeri ve zamanı var. Şimdi beni dinleyin: Ben Anphiarus’un sağduyusuna ve Sezar’ın tüysüzlüğüne sahibim. ‘Her şeyin olduğu gibi şakanın da bir ölçüsü vardır.’ demiştim. Elmalı turtaya bayılıyorsunuz, değil mi hanımlar? Ama onda bile aşırıya kaçmamalısınız. Elbette tatlı yemenin bile bir yolu yordamı vardır. Oburları oburluk cezalandırır. Hazımsızlık ise Tanrı tarafından midesini idare edemeyenlere verilmiş bir cezadır. Ve şunu sakın unutmayın; her şeyin, bize zevk versin ya da vermesin, aşkımızın dahi dolabilen bir midesi vardır. İşte bu yüzden, midenin gereksiz yere doldurulmaması, sınırlarının zorlanmaması için atacağımız adımların ölçüsünü belirlemek gerekir. Gereken yerde, gerektiği zaman insan kendisini durdurmayı bilmelidir. Bilge olan kişi, belirli bir anda kendisini nasıl tutması gerektiğini bilen adamdır. Bu konuda bana güvenin. Çünkü tüm deneyimlerim bu durumun gerçekten böyle olduğunu bana kanıtlamış ve ben de bu şekilde hep başarılı olmuşumdur. Üzerinde düşünülmeye, yorumlanmaya ve çözülmeye değer bir olayla tamamen değersiz bir olayı kolayca ayırt edebilirim ben. Çünkü doktor olmak için Roma’da Munatius Demens, babasını öldüren adamı sorguya çekerken ben de işkencenin nasıl yapılacağına dair bir tez yazmıştım. Bu yüzden de arzularınızın ölçülü olmasını tavsiye ediyorum sizlere. Adımın Félix Tholomyès olduğu kadar iyi biliyorum bu durumu. Saati geldiğinde kahramanca karar alıp Sylla veya Origenbe gibi gerektiği anda cesurca noktayı koyabilene ne mutlu!”