Книга Sefiller I. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Виктор Мари Гюго. Cтраница 12
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Sefiller I. Cilt
Sefiller I. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Sefiller I. Cilt

Hiç farkında bile olmadan Jean Valjean, yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir kadından bile zayıf durumda, bir çocuktan daha fazla korkarak yakıcı gözyaşlarına boğuldu. Ağladıkça içindeki tüm kirli duygular yıkanmaya, ruhuna gün ışığı gibi temiz duygular nüfuz etmeye başlamıştı. Olağanüstü, hem büyüleyici hem korkutucu nurlu bir ışıkla tüm zihni ve bedeni sanki o gözyaşlarının altında yıkanıyordu.

Geçmişini, yapmış olduğu ilk hatayı, bunun karşılığında ödemek zorunda kaldığı uzun kefareti, planladığı o kötülük dolu intikam planlarını düşündü; utanılacak, ders alınacak şeylerdi bütün bunlar. Bir çocuktan çalmış olduğu o kırk santim; bundan sonra onun yapacağı son korkakça, son sefil eylem olacaktı.

Kaç saat bu şekilde ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Yalnız, o sıralar oradan geçen yalnız bir arabacı vardı ve bizi ilgilendirecek bir şeye tanık olmuştu. Dediğine göre bir sabah perişan kılıklı bir adam; Piskopos’un ikametgâhı olan eve giderek Monsenyör Bienvenue’nün kapısına çökmüş, dua ediyormuş ve arabacı, daha önce bu adamı hiç görmemiş.

Üçüncü Kitap

1817 Yılında

I

1817 Yılı

1817, XVIII. Louis’nin gururunu kaybetmeyen belirli bir kraliyet güvencesiyle, saltanatının yirmi ikinci yılını sürdürdüğü dönemdir. Bu, M. Brugiere de Sorsum’un meşhur olduğu yıldır. Pudra ve sorguç denilen saç modelinin geri geleceğini uman tüm berberler dükkânları maviye boyamış, üzerine zambak çiçekleri çizmişti. Kont Lynch’in her pazar, Saint-Germain-desPrés Kilisesi’nde meclis üyesi giysileri, uzun burnu ve heybetli görünümüyle kendisine ayrılan yerde oturduğu zamanlardı. Kont Lynch’in parlak hareketi, 12 Mart 1814’te Bordeaux Belediye Başkanı olarak şehri biraz çabuk d’Angoulême Dükü’ne teslim etmesiydi. 1817’de moda, dört ile altı yaş arası çocuklara Eskimo başlıklarına benzeyen şapkalar taktırıyordu. Fransız ordusunun üniforması beyazdı, lejyonlar bulundukları bölgenin adıyla anılıyordu. Napolyon, St. Helena’daydı ve İngiltere yeşil giysiyi reddettiği için eski giysilerini çevirtiyordu. 1817 senesinde Pelligrini şarkı söylemiş, Matmazel Bigottini dans etmiş; Potier’nin hüküm sürdüğü bu dönemde, Odry henüz daha ortaya çıkmamıştı. Matmazel Saqui, Forioso’nun yerini almıştı. Fransa’da hâlâ Prusyalılar yaşamaya devam etmiş, M. Delalot önemli bir konuma getirilmişti. Meşruiyet, Pleignier’in, Carbonneau’nun ve Tolleron’un önce elini, sonra kafasını keserek kendisini göstermişti. Başmabeyinci olan Prens Talleyrand ve Maliye Bakanı Papaz Louis; çok iyi anlaşarak bu anlaşmalarının sonucunda 14 Temmuz 1790’da, Champ de Mars’da federasyon kitlesini kutsamıştı. Talleyrand bunu piskopos olarak söylemiş, Louis ona diyakoz olarak hizmet etmişti. Yine 1817’de, aynı Champ de Mars’ın ara sokaklarında çimenlerin arasında çürümeye yüz tutmuş, maviye boyanmış, yaldızların düştüğü kartal ve arı armalarının bulunduğu iki büyük silindir ortaya çıkmıştı. Bu silindirler, iki yıl öncesine kadar İmparator’un Champ de Mai’deki4 platformu destekleyen sütunlardı. Sonrasında Gros-Caillou yakınlarında kamp kuran Avusturyalıların kamplarının kavurucu alevleriyle orada burada paslanmaya terk edildiler. Bu sütunlardan biri yaşanan büyük yangınlarda yok edilmişti. Champ de Mai’nin haziran ayında Champ de Mars’da toplanmış olması dikkate değer bir noktaydı. O yıl ayrıca iki şey daha moda hâline geldi: Voltaire topu ve enfiye kutusu. Kardeşinin başını koparıp Çiçek Pazarı’nın havuzuna fırlatan Dautun’nun yaptığı da ister istemez akıllardan çıkmıyordu. Chaumareix’yi rezillik ve Gericault’yu şanla kaplamaya mukadder olan o ölümcül fırkateyn Medusa’dan haber alınamaması nedeniyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı endişe duymaya başlamıştı. Albay Selves, Süleyman Paşa unvanını almak için Mısır’a gidiyordu. La Harpe Sokağı’ndaki Thermes Sarayı, bir bakır dükkânı olarak hizmet ediyordu. Hotel de Cluny’nin sekizgen kulesinin platformunda, XVI. Louis dönemindeki Deniz Astronomu Messier için bir gözlemevi olarak hizmet etmiş olan küçük tahta kulübesi hâlâ görülebiliyordu. Düşes Duras, hâlâ gök mavisi satenle kaplı odasında, üç-beş dostuna basılmamış olan, Ourika adlı kitabını okuyordu ve Louvre Sarayı’nın duvarlarından “N” harfi, ustalıkla kazınıyordu. Austerlitz Köprüsü’ne ise Kral Bahçesi adı verilmişti.

XVIII. Louis ise Horace okuyarak vakit geçiriyor, nasıl olup da Napolyon ve Mathurin Bruneau’yu yok edeceğini düşünüyor, bu iki adamın varlığı onun fazlasıyla canını sıkıyordu. Ünlü Fransız akademisyen ise ödül yerine üzerinde çalışma yoluyla elde edilen mutluluk yazılı kâğıtları dağıtıyordu. M. Bellart ise resmen aynı akademiye konuşmacı olarak atanmıştı. Onun gölgesinde, kendisini Paul-Louis Courier’nin alaylarına adamış, geleceğin büyük avukatlarından Broe’nun palazlandığı görülüyordu. Madam Cottin, Claire d’Albe ve Maled Adel isimli başyapıtlarıyla dönemin başyazarı ilan edilmişti. Enstitü, Akademisyen Napolyon Bonaparte’ı üye listesinden çıkarmıştı. Bir kraliyet nizamnamesi ile Angouléme’nin heykeli denizcilik okulunun önüne dikilmiş; Dük d’Angouléme, yüksek amirallik nişanesi ile bir liman kentinin niteliklerini açıkça belirlemiş, onun sayesinde monarşik ilke bir yara almaktan korunmuştur. Bakanlar Kurulunda Franconi’nin tanıtım afişlerini süsleyen ve kalabalığın, sokak çocuklarını çeken gevşek ip performanslarını temsil eden vinyetlerin hoş görülüp görülmeyeceği sorusu tartışılmıştı. Agnese’nin yazarı, köşeli yüz hatlarına sahip ve yanağında bir siğil olan M. Paer; Marquise de Sasenaye’nin Rue Ville-l’Evéque’deki küçük özel konserlerini yönetmeye başlamıştı. Bütün genç kızlar, Edmond Géraud’nun sözleriyle Saint-Avelle Münzevisi’ni söylemişti. Café Lemblin, Bourbonları destekleyen Café Valois’e karşı İmparator için ayaklanma başlatmıştı. Arka planda sinsice Louvel’i inceleyen Duc de Berry, Sicilya’nın bir prensesiyle evlenmişti. Madam Staël bir yıl önce vefat etmiş, korumalar Matmazel Mars’ı kovmuşlardı. O dönem yayımlanan bütün büyük gazeteler küçülmeye gitmek zorunda kalmış, biçimleri kısıtlanmış olsa da özgürlüklerine kimsenin mâni olmasına izin vermemişlerdi. Anayasada hiçbir değişim olmamıştı. Satışları düzgün giden dergilerde ahlaksız gazeteciler, 1815 sürgünlerine lanetler yağdırmıştı. David’in yetenekleri yok olmuş, Arnault’nun zekâsı tükenmiş, Carnot dürüst olmaktan çıkmış, Soult hiçbir savaşı kazanamamaya başlamış, Napolyon’un artık bir deha olmadığı aşikâr hâle gelmişti. Bir sürgün mahkûmuna postayla gönderilen mektupların kendisine çok nadiren ulaştığını kimse bilmiyor çünkü polis onları engellemeyi dinî bir görev olarak görüyordu. Bu durum aslında yeni bir gerçek de değildi, Descartes sürgünde bundan fazlasıyla yakınmıştı. David’in Belçika basınında kendisine yazılan mektupları alamamasından dolayı hoşnutsuzluğunu belirtmesi, Kralcı basının gözünden kaçmayarak alay meselesi hâline gelmişti. Bu iki adamı birbirinden ayıran uçurum; katliam ya da seçmenlerden, düşmanlardan ya da müttefiklerden, Napolyon ya da Buonaparte demelerinden geçiyordu. Tüm aklı başında insanlar, “Tüzük’ün Ölümsüz Yazarı” soyadını taşıyan Kral XVIII. Louis tarafından devrim çağının sonsuza dek kapatıldığı konusunda hemfikirdi. Pont-Neuf platformunda, IV. Henri heykelini bekleyen kaide üzerine “Redivivus” kelimesi kazınmıştı. Bu esnada, Thérèse Sokağı, no 4’te yaşayan M. Piet; monarşiyi pekiştirmek için çalışma yapmakla meşguldü. Sağın liderleri ile ciddi bir konjonktürde “Bacot’ya yazmalıyız.” diyorlar; MM. Canuel, O’Mahony ve De Chappedelaine bir araya gelip Monsenyör’ün de onayıyla, deniz kıyılarının koşullarını belirleyecek kanun taslağını hazırlıyorlardı. L’Épingle Noire ise bu süre zarfında sadece kendi bölgesinin planlarını hazırlamakla meşguldü. Delaverderie, Trogoff’la görüşme hâlindeydi. Bir dereceye kadar liberal olan M. Decazes o dönem hüküm sürüyordu. Chateaubriand her sabah, pantolonun altına geçirdiği terlikleri, gri saçlarının üzerine düğümlediği fuları, bir aynaya sabitlenmiş gözleri ile ve eksiksiz bir dişçi aletleri setini yaymış hâlde, no. 27 Saint-Dominique Caddesi’ndeki penceresinin önünde duruyor; hemen önünde, sekreteri M. Pilorge’a göre monarşiyi dikte ederken büyüleyici olan dişlerini temizliyordu. Eleştiriler o dönem oldukça güçlü konumdaydı. M. de Féletz edebî eserlerini A harfiyle, M. Hoffman ise Z harfiyle imzalıyordu. Charles Nodier ise Thérése Auberti kaleme alıyordu. O dönem boşanmalar yasaklanmıştı. Aristo’nun derslikleri kendilerine artık kolej demeye başlamıştı. Yakaları altın bir zambakla süslenmiş kolejliler, Roma Kralı adına birbirleriyle savaşıyordu. Süvarilerin albayı olan M. Duc de Berriy’den çok daha iyi bir görünüme sahip olacak biçimde üniforma giyerek her yerde portresini sergileyen M. Duc D’Orléans, kraliyet karşıtı askerler tarafından Majesteleri Madam’a ihbar edilmişti. Paris şehri, geçersiz kılınan kubbesini her ne pahasına olursa olsun yeniden parlatıyordu. Dönemin ciddi mevki sahibi adamları, öyle ya da böyle M. de Trinquelague’nin ne yapacağını sorguluyor; M. Clausel de Montals, M. Cluasel de Coussergues ile çeşitli noktalarda fikir ayrılıklarına düşüyor; M. de Salaberry artık başarılı olamıyordu. Komedyen Molière’in sahneye koyamadığı, Akademi’nin üyesi olan Komedyen Picard; alınlığındaki harflerin kaldırılmasının hâlâ İmparatoriçe Tiyatrosu’nun açıkça okunmasına izin verdiği Odeon’da, İki Philibert’i sahneye koymayı başarmıştı. İnsanların çoğu ya Cugnet de Mantarlot’nun yanında yer alıyor ya da ona karşı çıkıyordu. Fabvier hizipçi, Bavoux devrimci olarak görülüyordu. Liberal Pélicier Kitabevi, Voltaire’in bir baskısını şu başlıkla yayımladı: Akademi Üyesi Voltaire’in Eserleri. Usta editör: “Bu, alıcıları çekecek.” diyerek başlığını savunuyordu. Genel kanı, M. Charles Loyson’un yüzyılın dâhisi olacağıydı; kıskançlık yavaş yavaş onu kemirmeye başlamıştı, bu da bir nevi zafer işaretiydi, bunun hakkında dizeler yazılıyordu:

“Loyson, kaçarken bile ayaklarının varlığını hisseder.”

Kardinal Fesch istifa etmeyi reddediyordu; Amasie Başpiskoposu M. de Pind, Lyon Piskoposluğu’nu yönetiyordu. İsviçre ile Fransa arasında Dappes Vadisi’yle ilgili tartışma, Yüzbaşı’nın, ardından General Dufour’un da hamle yapması konusunda dikkatini çekmeye başlamıştı. Görmezden gelinen Saint-Simon, bir gün yüce bir unvana yükselmenin hayalini kuruyordu. Bilim Akademisi’nde, gelecek nesillerin asla unutmayacakları büyük bir matematikçi olan Fourier, eğitimin ilk adımlarını atıyordu; bir tavan arasında bu genç adam, gelecek nesillerin onu her zaman anacağı kuramları üzerine çalışıyordu.

Fransa’da yeni yeni nam salmaya başlayan İngiliz ozan Lord Byron iz bırakmaya başlıyordu; Millevoye’nin bir dizesi, Byron’u Fransa’ya şu terimlerle tanıtıyordu: “Lord Byron adında biri.”

David d’Angers, mermer üzerinde çeşitli çalışmalarını sürdürüyordu. Rahip Caron, Feuillantines’in çıkmaz sokağında düzenlenen özel bir ilahiyatçılar toplantısında, Félicité-Robert adında, sonradan Lamennais adını alacak olan, meçhul genç bir rahipten övgüyle bahsediyordu.

Pont Royal’dan Pont XV. Louis’ye kadar Tuileries pencerelerinin önünden akan Seine Nehri’nde isli bir duman çıkartan makine, gürültü ve uğultuyla gidip geliyordu; pek bir işe yaramayan bir mekanizma parçasıydı aslında; bir çeşit oyuncak gibiydi, “hayalperest bir mucidin boş hayali” diye nitelendirilen bir buharlı gemiydi. Parisliler bu icadı “işe yaramaz” diye nitelendiriyor, kayıtsızca karşılıyorlardı.

Bir darbeyle Enstitü’nün reformcusu, sayısız akademisyenin, tüzüklerin ve üye gruplarının seçkin yazarı M. de Vaublanc, onları bu yüksek konumlara getirip yoktan var ettikten sonra, kendisi buna erişemiyordu. Saint-Germain Mahallesi ve Marsan Çiftliği de dindarlığı nedeniyle M. Delaveau’nun polis şefi olmasını istiyorlardı. Dupuytren ve Récamier Tıp Okulunun amfisinde tartışmaya giriyor, İsa Mesih’in ilahiliği konusunda birbirlerini yumruklayacak hâle geliyorlardı. Cuvier, bir gözü Tevrat’ın “Tekvin” bölümünde, diğer gözü doğada, fosilleri metinlerle uzlaştırarak, Mastodonlara Musa’yı övdürüp o kaba dindarlara yaranmaya çalışıyordu. Parmentier’in anısının takdire şayan yetiştiricisi M. François de Neufchâteau, pomme de terre’in5 “parmentière” olarak telaffuz edilmesi için binlerce çaba sarf edip duruyor ama hiçbir suretle başarılı olamıyordu. Eski piskopos, eski konvansiyon üyesi, eski senatör Rahip Grégoire, kralcıların tartışma yazılarında “Hain Grégoire” tanımına dönüşmüştü. Kullandığımız bu “dönüşmüştü” deyimi, M. Royer Collard tarafından bir neolojizm olarak kınanmasına karşın, yeni bir sözcük olarak bildirilmişti.

Iéna Köprüsü’nün üçüncü kemerinin altında, iki yıl önce Blücher’ın köprüyü havaya uçurmak için açtığı mayın deliğini kapatsın diye konulan taşı, renginin beyazlığından tanımak hâlâ mümkündü. Bir adam, Artois Kontu’nun Notre Dame’a girdiğini görünce yüksek sesle: “Şeytan! Bonaparte ve Talma’yı kol kola Bel Sauvage’a girerken gördüğüm zamanı hasretle anıyorum.” dediği için mahkemeye veriliyordu. Kışkırtıcı sözler savuranlar için altı yıl tutukluluk veriliyordu. Hainler rahatça sokaklarda dolaşabiliyordu; savaş arifesinde düşmanın safına geçen adamlar, ödüllerini hiçbir zaman gizlemiyorlar, gün ortasında, zenginlik ve haysiyet kinizmi içinde küstahça ve hiç utanmadan kasılarak sokaklarda dolaşıyorlardı. Ligny ve Quatre-Bras’dan asker kaçakları ahlaksızlıklarının yüzsüzlüğü içinde, paralı ihanetlerinin kötü düzeninde, monarşiye bağlılıklarını en açık şekilde sergilemekten çekinmiyorlardı.

Bütün bunlar 1817 yılı içerisinde gerçekleşerek kafa karıştıran, saçma sapan havada uçuşan ve unutulan olayların bütünüydü. Tarih de zaten neredeyse tüm bu ayrıntıları, bu olayları sonsuza kadar içerisinde barından bir olaylar silsilesi değil miydi? Yine de yanlış ya da önemsiz denilen ayrıntılar dahi hiçbir önemi olmadığı düşünülse bile, insanoğlu için önemliydi. Sonuç olarak yüzyılların fizyonomisini oluşturan şey, yine yılların fizyonomisidir.

Bu yılın en güzel hikâyesi ise Parisli dört öğrencinin oynadıkları güzel bir komedi olmuştur.

II

Çifte Dörtlü

Toulouse, Limoges, Cahors ve Montauban adlı dört Parisli öğrenciydi onlar; Paris’te okuyan öğrencilere, Parisli denirdi o dönem.

Bu öğrencilerin her biri sıradan gençlerdendi. Herkes tarafından bilinen, benzer yüzlere sahiplerdi. Sanki rastgele insanlar arasından seçilen dört sıradan gençten ibaretlerdi. Ne iyi ne kötü ne bilge ne cahil ne dâhi ne de aptal; sadece yakışıklı, yirmili yaşlarının başında, akılları bir karış havada dört delikanlı. Paris’teki gençlere o dönemlerde Oscar adı verilirdi, bizim için onlar da dört Oscar’dı.

“Onun için Arabistan’ın güzel kokularını yakın!” diye haykıracak derecede romantik gençlerdi. Onları mutlaka görmeliydiniz! İnsanlar yeni yeni kendilerini geliştirmeye başlamış, İskandinav ve Kaledonya zarafetini benimsiyorlardı. Saf İngiliz stili ancak daha sonraları hâkim olacaktı ve Arthurların ilki Wellington, Waterloo Savaşı’nı henüz kazanmıştı.

Birbirleriyle çok yakın olan bu dört Oscar, kendilerini şöyle adlandırmışlardı: Toulouselu Félix Tholomyès, Cahorslu Listolier, Limogeslu Fameuil ve Montaubanlı Blachevelle. Doğal olarak, her birinin birer metresi de vardı. Blachevelle, İngiltere’den gelme olduğundan bu adı taşıyan Favourite ile birlikteydi; Listolier, takma adını bir çiçekten alan Dahlia ile beraberdi; Fameuil, Joséphine’in bir kısaltması olan Zéphine’e körkütük âşıktı. Tholomyès; güneş gibi güzel, parlak saçları nedeniyle Sarışın olarak adlandırılan Fantine’le birlikteydi.

Favourite, Dahlia, Zéphine ve Fantine; gençliklerinin baharında, işçi olarak çalışan genç kadınlardı. Her biri de güzel, kıvrak, çekici dört genç kadındı. Entrikalardan biraz rahatsızlardı ama yine de yüzlerinde emeğin dinginliğini ve ruhlarında kadının ilk düşüşünde hayatta kalan o dürüstlük çiçeğini koruyorlardı. Kendi aralarında, kızların en küçüğüne “Genç”; kendilerinden üç yaş büyük olan, yirmi üç yaşındaki Fantine’e “İhtiyar” diyorlardı. Hiçbir şeyi gizlememek adına ilk üçü, hâlâ ilk yanılsamalarında olan Sarışın Fantine’den daha deneyimli, daha umursamaz ve hayatın kargaşasında daha da özgürleşmiş genç insanlardı.

Dahlia, Zéphine ve özellikle Favourite hakkında çok fazla şey söylenebilirdi. Henüz yaşları çok ilerlememiş olsa da hepsinin evvelce başka sevgilileri olmuştu. Özellikle de Favourite; Adolph, Alphonse ve Gustave adında üç erkekle daha yakınlaşmıştı. Oynaşmayı seven bir kızdı. Hem fakir hem de oynaşmayı seven biri olmak çok kötü bir durumdu. Bu tür kadınlar birinin üzüntüsünü diğeri ile hafifletmeye çalışırdı ama her ikisi de aynı yola sürüklerdi insanı. Onlar bahtsız kadınlardı. Yaşadıkları düşüşler ve sonrasında taşlanmalarının nedeni de işte bu düşmüş oldukları yanılgılardı. Kusursuz ve erişilmez olan her şeyin görkeminde boğulurlardı. Ne yazık! Ya bu bakire kızlar açsa ne olacaktı? Onlar, kendilerine vadedilenlere kanıp her şeyi yaparlardı.

İngiltere’de doğmuş olan Favourite; Dahlia ve Zéphine ile tanışmış, çabucak onlarla kaynaşmıştı. Hayatının çok erken dönemlerinde kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmişti. Babası bekâr, yaşlı bir matematik profesörüydü. Acımasız bir adamdı ve yaşına rağmen ders vermek için çalışmaya devam eden bir palavracıydı. Bu profesör, gençlik döneminde dışarıda dolaşırken genç bir kadının eteğinin bir yere takıldığını görerek yardımına koşmuş, bu tesadüfi karşılaşma sonucunda genç kıza âşık olmuştu. Sonuç olarak da bu aşkın meyvesi olan Favourite dünyaya gelmişti. Babasıyla zaman zaman sokakta karşılaşır, tamamen kayıtsız bir şekilde onunla konuşurdu. Bir sabah uyandığında kaldığı daireye bir kadın gelmiş ve ona: “Beni tanıyor musun Matmazel?” diye sormuştu.

“Hayır.” diye cevap vermişti genç kız ona.

“Ben senin annenim.”

Genç kız bu duruma şaşırıp kalmış; bu sırada yaşlı kadın evde bulduğu yemeklerle karnını doyurarak sonra da yanında getirdiği, sahip olduğu tek şey olan şilteyle kızın yanına yerleşmişti. Bu huysuz ve dindar yaşlı anne, Favourite ile hiç konuşmamıştı. Saatlerce tek kelime etmeden orada oturmuş, kahvaltı etmiş, neredeyse dört kişinin yiyebileceği yiyecekleri bir akşamda tüketmişti. Kızı hakkında kötü konuşup sabahtan akşama kadar komşuları gezerek onu çekiştiren bir kadındı.

Dahlia’nın hayatına bir göz atacak olursak bu genç kızın en güzel yeri elleri ve tırnaklarıydı. Öyle ki elleri bozulacak diye korkusundan, çalışacağı yerlerde onun bunun metresi olmaktan çekinmezdi. Başka türlü tırnaklarını nasıl güzel tutabilirdi ki? Ancak erdemli kalmak isteyen biri, ellerine acımazdı.

Zéphine’e gelecek olursak, Fameuil’yi kibarca “Evet, efendim.” deme şekliyle fethetmişti. Kibarlığı ve hanımefendi davranışları en önemli özelliklerindendi ve o da bu özellikleriyle istediğini her zaman elde etmeyi başarıyordu.

Bilgi ve felsefe iki ayrı şeydir. Yaşamlarını sürdürme felsefesini başaran bu üç genç kadından Favourite, Zéphine ve Dahlia felsefe; Fantine ise bilgiden yanaydı. Onların gayet serbest hayatlarına karşılık Fantine oldukça mazbut bir kadındı.

Güzeldi, Tholomyès’i gerçek anlamda büyük bir aşkla seviyordu. Süleyman bunu görse sevginin, bilgeliğin bir parçası olduğunu söylerdi. Aşk konusunda Fantine’in sadece tek bir aşkının varlığını ve aşkına sadık genç bir kadın olduğunu söylemekle yetineceğiz. Dördünün arasında yalnızca o, tek bir kişi tarafından sevilip sevmeyi tercih eden biriydi.

Fantine, tabiri caizse insanların küllerinden yeniden çiçek açan varlıklardan biriydi. Toplumsal gölgenin en akılalmaz derinliklerinden çıkmış olmasına rağmen alnında anonim ve bilinmeyenin işaretini taşıyor, anne ve babasının kim olduğu bilinmiyordu. Anne ve babasını hiç tanımamıştı. Adına sadece Fantine denmişti. Neden Fantine, bunu kimse bilmiyordu. Asla başka bir ismi de olmamıştı. Fakirlikle olgunlaşmış bir kızdı, doğduğu dönemde Direktuvar İdaresi hüküm sürüyordu. Bir soyadı yoktu; bir ailesi, bir vaftiz adı, bağlı olduğu bir kilise yoktu. Çok küçük bir çocukken, sokakta çıplak ayak koştuğu sırada birisi onun durumuna acıyarak yanına alıp büyütmüştü. Yağmur yağdığında bulutlardan dökülen yağmur damlalarının altında ıslanmaktan çok hoşlandığı için bu ismi almış olabilirdi. Ona Küçük Fantine deniyordu. Kimse de bundan fazlasını bilmiyordu. Bu insan canlısı, hayata işte bu vesileyle girmişti. On yaşındayken Fantine, bulunduğu kasabayı terk ederek yakın kasabalardaki çiftliklere çalışmaya gitmişti. On beş yaşında, daha fazla kazanmak için Paris’e gelmişti. Fantine, gerçekten güzel bir kadındı ve elinden geldiğince saf kalmayı başarmıştı. Bembeyaz dişleri olan çok güzel bir sarışındı. Çeyizi olarak altın ve incilerini bizzat üzerinde taşıyordu; altınları başından aşağı dökülüyor, incileri gülümseyen dudaklarından ortaya çıkıyordu. Yaşamını idame ettirmek için çok çalışıyordu. Hem ruhundaki hem de yüreğindeki açlığı dindirmek için âşık oldu. Tholomyès’e körkütük âşıktı.

Onunki sadece bir aşk değil, aynı zamanda tutkuydu. Latin mahallesinin öğrencileri ve sokağın kalabalığı onların aşklarının şahidi oldu. Fantine, ilk başlarda çok utandığından Tholomyès’ten kaçtı; kaçan kovalanır misali bir durum yaşandı aralarında. Aslında onu görmeye can atıyor olsa da kendisini çekmesini bildi. Ancak sonunda aşk galip geldi. Blachevelle, Listolier ve Fameuil’nin yanında en büyükleri Tholomyès’ti. Dört gencin arasında en zeki olan da oydu.

Tholomyès, genç yaşına rağmen yaşlı bir yüze sahipti. Ancak dört gencin arasında en zengin olan da oydu; dört bin franklık bir geliri vardı, dört bin frank! Sainte-Geneviève dağ kasabalarında müthiş bir servet. Tholomyès; otuzlu yaşlara yakın olmasına rağmen hızlı çökmüş, kendisine doğru dürüst bakmamıştı. Yüzünde kırışıklıklar vardı, dişlerinin bazıları dökülmüştü ve kendisinin de sürekli üzüntüyle bahsettiği üzere, başının arkasında yavaş yavaş kelleşmeye başlayan bir kısım vardı. Bu hâliyle otuzdan ziyade, kırklı yaşlarının üzerinde görünüyordu. Midesi de sağlam değildi ve bir gözüne hastalık bulaştığından sürekli yaşarıyordu. Ama bunların hiçbiri umurunda değildi; dişleriyle alay etmeyi, saçlarına gülüp geçmeyi, ağlayan gözlerine sürekli gülmeyi hayat felsefesi olarak benimsemişti. Kısacası sefalet yüzünden vaktinden önce çökmüştü. Yaşlılık alametleriyle birlikte şehveti de artmıştı, birçok güldürüler ve sayfalar dolusu şiirler yazmıştı. Vaudeville’de reddedilmiş bir sürü eseri bulunuyordu. Tüm bunlara ilave olarak, zayıfların gözünde çok büyük bir güç olan her şeyden son derece şüphe duyan bir karaktere sahipti. Olgun tavırları ve çökmüş yüz hatları nedeniyle grubun liderliği görevini üstlenmişti.

Bir gün Tholomyès, diğer üçünü bir kenara çekerek şöyle dedi:

“Fantine, Dahlia, Zéphine ve Favourite’e geçen yıl bir sürprizimiz olacağını söylemiştik, biliyorsunuz. Onlara bu konuda ciddi anlamda da söz vermiştik. Sözümüzde durmadığımızdan temcit pilavı gibi sürekli bu durumu burnumuza sokuyorlar, sürekli olarak bana ‘Tholomyès, sürprizinizi ne zaman ortaya çıkaracaksınız?’ diye sorup duruyorlar. Aynı zamanda ailelerimiz de bize bu konuda yazıyor ve her iki taraf da bizi baskılıyor. Bu yüzden de bence zamanı geldi, sözümüzde durarak artık onlara bekledikleri sürprizi hazırlayalım.”

Bunun üzerinde Tholomyès sesini alçaltarak o kadar neşeli bir şey söyledi ki dört kafadar aynı anda coşkulu bir şekilde sırıtarak onu alkışladı ve Blachevelle: “İşte ben buna fikir derim!” diye haykırdı.

Bulundukları yerden ayrılıp dumanlı bir kahveye girdiler, gizli konuşmalarının geri kalanını orada tamamladılar. Ve bir sonraki pazar günü için sevgililerini davet etmeye karar vererek oradan ayrıldılar.

III

Dörde Dört

Bugünlerde, kırk beş yıl öncesinin öğrencilerinin o ülkede nasıl yolculuk yaptıklarını hayal etmek zordur. Paris’in banliyöleri artık hiç de eskisi gibi değildir, çevredeki yaşamın fizyonomisi son yarım yüzyılda tamamen değişmiş; o zamanlarda tarlaların bulunduğu yerler, yerini trenlere bırakmıştır. Küçük sandalların yerini vapurlar almaya başlamış, insanlar eskiden Saint-Cloud’dan bahsederken bugünlerde Fécamp’tan konuşmaya başlamıştır. 1862 senesinde Paris, artık Fransa’nın önemli şehirlerinden biri hâline gelmiştir. İşte bahsetmiş olduğumuz o dört çift de o sırada yaşanabilecek tüm taşra çılgınlıklarını birlikte yaşamıştır.

Tatil dönemi başlıyordu ve sıcak, oldukça güneşli bir yaz günüydü. Önceki gün, yazmayı bilen tek kişi olan Favourite, dördü adına Tholomyès’e şunları yazmıştı: Mutluluktan kendimizi dışarı atmanın tam zamanı. Bu yüzden de hepsi sabahın beşinde kalktılar. Sonra bir arabaya binerek Saint-Cloud’a gittiler, kurumuş şelaleye bakarak bir ağızdan haykırdılar: “Su akarken kesinlikle çok güzel görünüyordu!” Havuzu seyredip bir süre oyalandıktan sonra Tête-Noir’da kahvaltı ettiler; büyük havuzun etrafında, ağaçların altında havuza yüzük atma oyunu oynadılar. Diogenes’in fenerine çıktılar, Pont de Sevres’in rulet tesisinde makaron için kumar oynadılar, Pateaux’da çiçek topladılar; etrafta mutlu mesut dolaşarak, elmalı turta yiyerek mükemmel bir gün geçirdiler.