“Mösyö Belediye Başkanı.” dedi Piskopos. “Sizi ve vatandaşlarınızı şaşırttığımı görebiliyorum. Yoksul bir din görevlisinin İsa Mesih’in kullandığı bir hayvana binmesini çok kibirli buluyorsunuz. Ama sizi temin ederim, bunu kibirden değil; zorunluluktan yapmak zorunda kaldım.”
Bu geziler esnasında her zaman kibar ve hoşgörülü davranırdı; vaaz vermekten ziyade sohbet edercesine konuşmayı tercih ederdi. Kendisine iletilen şikâyetler karşısında çok yakınlarda daha kötü şartlar altında yaşayanları örnek vermeyi yeğlerdi. Çevre kasabalardaki insanların birbirlerine nasıl yardımcı olduklarını anlatırdı. Yoksullara karşı oldukça kötü davranan kantonlara şöyle açıklamada bulunuyordu:
“Briancon halkına bir bakın! Yoksullara, dullara ve yetimlere; tarlalarını herkesten üç gün önce biçme hakkı veriyorlar. Evleri harap durumda olanlara karşılıksız olarak yardım ederek onlar için evlerini yeniden inşa ediyorlar. Bu nedenle onların toprakları Tanrı tarafından kutsanmıştır. Tam bir asırdır, aralarından tek bir katil dahi çıkmamıştır.”
Toprağı verimsiz olan, çok fazla kâr gütmeye ve hasat hırsına sahip olan köylerde ise şunları anlatıyordu:
“Embrun halkına bakın! Hasat mevsiminde bir baba hasta ve âciz durumdaysa, oğlu askerde ve kızları şehirde çalışmak zorundaysa, onlar için yardım kendi cemaatlerinden geliyor. Pazar ayininden sonra köyün bütün sakinleri -erkekler, kadınlar ve çocuklar- o zavallı adamın tarlasına giderek onun hasadını kaldırıyor, samanını ve tahılını ambarlarına taşıyor.”
Para ve miras konusunda fikir ayrımına düşen ailelere ise şunları söylüyordu:
“Devolny’nin dağlık bölgelerinde yaşayanlara bir bakın, oralar elli yılda bir bülbül sesinin duyulduğu tamamen vahşi bir bölgedir. Ah, işte o bölgede bir aile babası öldüğünde evin delikanlıları para kazanmak için başka bölgelere giderler; mirası ise kendilerine uygun koca bulabilmeleri için kız kardeşlerine bırakırlar.”
Mahkemelere taşınmaya alışmış ve bu durumdan zevk alan çiftçilerin kendilerini damgalı evrakla mahvettiği kantonlarına ise şöyle diyordu:
“Queyras Vadisi’nde yaşayan şu iyi yürekli köylülere bir bakın! Neredeyse üç bin kişilik bir nüfusa sahipler. Tanrı’m! Küçük bir cumhuriyet gibi! Ama orada ne bir hâkim ne de bir mübaşir var. Onların bütün işlerini belediye başkanı hallediyor. O; bu köylülerin vergilerini bölüştürür, her birinden vicdani kanaatine göre vergi alır, boş yere tartışmalara mahal vermeden mirasları adil biçimde bölüştürür, davalar hakkında hüküm verir. Ve tüm cemaati ona itaat eder çünkü onlar açısından bu kişi adil bir adamdır.”
Okula öğretmen bulamayan köylülere de yine aynı bölgeden örnekler veriyordu:
“Onların bu hususla nasıl başa çıktıklarını biliyor musunuz?” diyordu. “Bir düzine bacası tütemeyecek kadar küçük olan köyler, bir öğretmen tutabilecek durumda olmadığından vadide yaşayanların hepsi bir araya gelip bir öğretmen tutuyor ve onun maaşını ödüyorlar. Böylece o öğretmenler sırayla köyleri dolaşarak ders veriyorlar. Onları yolculukları esnasında görmüştüm. Şapkalarına yazı yazmaya mahsus tüy kalemlerden takıyorlar. Sadece okuma öğretenlerin tek bir tüy; okuma ve hesap yapmayı öğretenlerin iki tüy; okuma, hesap ve Latince öğretenlerin üç tüy taktıklarını gördüm. Ama cahilliğin kesinlikle mazereti olamaz! Siz de tıpkı Queyraslılar gibi yapabilirsiniz!”
İşte böyle hem sevecen hem de babacan sohbetler gerçekleştirirdi. Köylülerden ya da civar şehirlerden bulabileceği örnek kalmadığında ise doğrudan İsa Mesih’in sözlerini kendi hitabet sanatıyla bir araya getirerek onlara, düşündürücü vaazlar sunardı. Söylediklerinden her zaman emin olduğundan karşısındakileri de her zaman ikna edebiliyordu.
IV
Sözlere Uyan İşler
Konuşması her zaman neşeli ve cana yakındı. Hayatını onunla paylaşan iki yaşlı kadınla kendisini her zaman aynı kefeye koyardı. Güldüğünde tıpkı bir okul çocuğunun neşesini yansıtırdı. Madam Magloire ona “Haşmetli Majesteleri” demekten hoşlanırdı. Bir gün Piskopos, koltuğundan kalktı ve bir kitap aramak için kütüphanesine geçti. Aradığı kitap, kütüphanesinin üst raflarından birindeydi. Elbette Piskopos’un boyu da fazlasıyla kısa olduğundan kitaba ulaşamadı. “Madam Magloire!” diye seslendi. “Bana bir sandalye getirebilir misiniz? Haşmetim maalesef o rafa kadar uzanmama izin vermiyor.”
Bir seferinde, uzak akrabalarından biri olan Kontes de La Lo; üç oğlunun geleceğiyle ilgili “beklentileri” hakkında onunla konuşmak üzere ziyaretine geldi. Çok yaşlı ve ölmek üzere olan, böylece doğal olarak oğullarının mirasçı olacağı birçok akrabası vardı. Üç oğlunun en küçüğüne, büyük teyzesinden yüz bin franklık bir gelir kalacaktı; ikinci oğlu amcası vesilesiyle Dük unvanını miras alacaktı; en büyük oğluna ise dedesinin asilzadeliği miras kalacaktı. Piskopos, bu masumane ve mazur görülebilir annelik tasalarını sessizce dinlemeye alışmıştı. Yine böyle bir sohbet esnasında Madam Lo, tüm bu miras durumunu ve oğulları hakkında beklentilerini bir kez daha ayrıntılarıyla anlattığı sırada, Piskopos’un düşüncelere daldığını fark etti. Anlattıklarını yarıda keserek merakla sordu:
“Tanrı’m, kuzen! Ne düşünüyorsunuz böyle?”
“Bir anda aklıma gelen bir sözü düşünüyordum.” diye yanıtladı Piskopos sakince. “Sanırım Aziz Augustine söylemişti: ‘Umutlarınızı mirasına konamayacağınız kimselere bağlayın.’ ”
Başka bir zamanda ise kırsal kesimden bir asilzadenin vefat haberini bildiren kartı aldığı ve kartın üzerinde adama ait bütün unvanların ve lakaplarının yazılı olduğunu görünce “Ölüme giderken sırtını bunlarla sağlama alıyor demek!” diye haykırmıştı. “Acaba ölümden sonrasında unvanların hiçbir anlamı olmadığını, kibirli lakaplarının mezar taşı üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığını insanoğlu ne zaman anlayacak?”
Her zaman tatlı bir alaycılıkla ancak ciddiyetindeki anlamı gizleyen nazik bir üslupla konuşurdu. Kutsal haftalardan birinde, Digne şehrine genç bir papaz ziyarete gelmişti. Hoşgörülü ve oldukça konuşkan genç bir adamdı. Vaazının konusu tamamen insanların başkalarına acımaları üzerineydi. Kendi görüşlerine göre en korkunç şekilde tasvir ettiği cehennemden kaçınmak ve her zaman ulaşmak için arzu edilen cennet mekânını kazanmak adına zenginlere, fakirlere yardım etmeleri hususunda açıklamalarda bulunmuştu. Dinleyiciler arasında kumaş tüccarlığı yapmış ve bu işlerden oldukça zengin olmuş, eli sıkı Bay Geborand adında eski bir tüccar da vardı. Bay Geborand’ın hayatı boyunca bir fakire sadaka verdiği görülmemişti. Ancak genç papazın yapmış olduğu bu vaazın ardından, her pazar, kilisenin kapısından çıkarken fakir kadınlardan altısına bir miktar para bölüştürdüğü görüldü. Bir gün Piskopos, onu yine bu sadakayı ihsan ederken görmüş ve kız kardeşine gülümseyerek “Bay Geborand verdiği üç pulla cenneti satın almaya çalışıyor.” demişti.
Bir hayırseverlik söz konusu olduğunda bunu geri çevirmemek adına her zaman elinden geleni yapıyor ve bu gibi durumlarda karşısına çıkan hiçbir güçlükten yılmıyordu. Bir seferinde, şehrin büyük toplantı yerlerinden birinde yoksullar için yardım topladığı sırada; orada hem aşırı Kralcı hem de aşırı Voltaireci olmakla geçinen, aşırı zengin ve açgözlü, yaşlı bir adam olan Chamtercier Markisi de bulunuyordu. Böylesi hasis insan türleri gerçekten de yaşıyordu. Piskopos ona doğru yaklaşarak koluna dokunmuş, “Bana bir şeyler vermeniz gerekiyor Bay Marki.” demişti.
Marki soğuk ve duygusuz bir sesle, “Benim de para verdiğim fakirlerim var, Mösyö.” diye karşılık vermişti.
“O zaman, o fakirlerinizi bana verin.” diye yanıtlamıştı Piskopos.
Bir gün katedralde şu vaazı vermişti:
“Sevgili kardeşlerim, iyi yürekli dostlarım, Fransa’da sadece üç penceresi olan yüz binlerce köylü evi var; sadece tek bir penceresi, bir kapısı ya da hiç penceresi olmayan insanlarımızın sayısı ile milyonları bulabilir. Bunun tek nedeni ise kapı ve pencerelerden vergi alınmasıdır. Zavallı ailelerin, yaşlı kadınların ve küçük çocukların bu haneler içinde yaşamak zorunda kaldıklarını ve ortaya çıkabilecek kötü durumları, hastalıkları bir düşünün! Ne yazık ki! Tanrı insanlara hava veriyor ama kanun bunu satmaya kalkıyor. Kanunu elbette ki bu konuda suçlamıyorum ancak Tanrı’yı da kutsuyorum. Isére’de, Var’da, Alplerin her iki kısmında, Hautes ve Basses’te köylülerin bir el arabası dahi yok; gübrelerini erkekler sırtlarında taşımak zorunda kalıyor; mumları yok, reçineli meşaleleri yok, evlerini aydınlatmak için zift içine batırılmış ip parçalarını yakıyorlar. Dağlık Dauphine bölgesinde de durum hiç farklı değil. Altı aylık ekmekleri yemek zorunda kalıyorlar, bunları ancak kurutulmuş inek tezeklerinde pişiriyorlar. Kış geldiğinde bu ekmekleri ancak baltayla kesip yiyebiliyorlar ve onları yenilebilir hâle getirmeden yirmi dört saat önce ıslatmak zorunda kalıyorlar. Kardeşlerim, lütfen merhamet gösterin! Etrafınızdaki sefilliğin, ızdırabın farkına varın ve onlara yardım edin!”
Piskopos büyük şehirde doğduğundan Güneylilerin lehçesine kolayca aşinalık gösterebiliyordu. Halk arasında onların lehçeleriyle konuşarak daha sıcak bir sohbet ortamı sağlıyordu. Bu tarzı da onu dinleyenlerin çok hoşuna gidiyor, böylece halkın tüm kesimiyle kolayca iletişime geçmesine vesile oluyordu. İster sazdan inşa edilmiş bir kulübe olsun ister bir dağ evi isterse bir konak; Piskopos her yerde kendisini rahat hissediyor, hiçbir ortamda yabancılık çekmiyordu. Bütün dillere uyum sağladığı gibi, bütün kalplere hitap etmesini de çok iyi biliyordu.
Hiçbir zaman insan ayrımı yapmıyor; ister asilzade olsun isterse alt sınıftan biri, hepsine eşit davranmaktan çekinmiyordu. Hiçbir şeyi aceleye getirmiyor, her konuda ince eleyip sık dokuyordu. Her zaman, “Hatanın başladığı yer neresi?” diyerek incelemelerine başlıyordu.
Yüzündeki tatlı tebessümüyle, kendisinin bile bir zamanlar günahkâr olduğunu söylemekten çekinmiyor; ihtiyaç hâlinde idare edebilmek için sebat edilmesi gerektiğine inanıyor, dinî konularda asla yobazlık ve taassuba düşmüyordu. Bu konudaki düşüncelerini de şu şekilde açıklıyordu:
“İnsan, hem yükü hem de cazibesi olan bir bedene sahiptir. Onu beraberinde sürükler ve ona boyun eğer. Bu yüzden onu dikkatlice izlemeli, bedenin isteklerine baş eğmemeli ve ancak son noktada onun söylediklerini yerine getirmeli insan. Böylesi bir itaatte bile bazı kusurlar olabilir ancak bu şekilde işlenen kusurların günahı olmaz; bu, sadece bir düşüştür ve ancak duayla sona erebilecek bir diz çöküştür.
Aziz olmak bir istisnadır, dürüst bir insan olmaksa kural. İsterseniz düşün, günah işleyin, zayıflık gösterin ama her zaman dik durun ve dürüst olun.
Mümkün olduğunca en az günah işlemek, insanın kanunudur. Hiç günah işlememek ancak meleklerin hayalidir. Yeryüzünde bulunan her mahlukat günah işlemeye mahkûmdur. Günah, yer çekiminin sadece farklı bir biçimidir.”
Bu sözlere insanların hemen öfkelendiğini ve bağırmaya başladığını görünce, “Ah! Ah!..” dedi gülerek. “Görünüşe göre bu, tüm dünyanın işlediği büyük bir günahtır. İşte bu korkmuş, isyan edenler ve öfkelenenler de sadece ikiyüzlülerdir.”
Toplumun en ağır yüklerini omuzlarında taşıyan kadınlara ve yoksullara karşı da her daim hoşgörülüydü. “Kadınların, çocukların, âcizlerin, yoksulların ve cahillerin günahı; onların babalarının, efendilerinin, güçlülerin, zenginlerin ve bilgelerin günahlarıdır.” derdi.
Ayrıca bu konuda yine şöyle konuşurdu: “Cahillere mümkün olduğu kadar çok şey öğretin; toplum, bedava eğitim vermeye gücü yetmediğinden bu durumdan sorumludur. Toplum, yarattığı bu karanlığı aydınlatmakla sorumludur. Günah karanlıkta işlenir. Suçlu, günahı işleyen değil; karanlığı yaratandır.”
Olayları yargılama hususunda, görüldüğü üzere Piskopos’un kendine has bir tarzı vardı; onun bütün bu kıyaslamalarını İncil’den alıntıladığından şüpheleniyordum.
Bir gün, görülecek olan bir ceza davasının hazırlık aşamasının başladığına dair söylentiler duydu. Zavallı bir adam, elinde avucundakini sonuna kadar kullanarak karısına ve çocuğuna bakmaya çalışmış, sonunda onlara olan sevgisinden kalpazanlık yapmak zorunda kalmıştı. O devirde kalpazanlığın cezası idamdı. Kadın, kocasının ilk basmış olduğu sahte paraları kullanırken yakalanmıştı. Lehine hiçbir kanıt bulunamadığından tutuklanmıştı. Bu parayı sevgilisinden aldığını söylemesi aslında yeterli olabilecek, itirafı sayesinde kendisini kurtarabilecekti. Ancak kadın ısrarla hiçbir şey söylemiyor, durumu inkâr ediyordu. Bunun üzerine yargıç, kadını itiraf ettirmek için başka yollara başvurmuştu. Sevgilisinin onu aldattığı hikâyesini uydurarak kurnazca kadına sunulabilecek vesikalar hazırlatmıştı. Böylece talihsiz kadın, sevgilisinin onu aldattığına ikna olmuştu. Bunun üzerine kıskançlıktan çileden çıkarak sevdiği adamı suçlamış, her şeyi kanıtlarıyla ortaya çıkararak itirafta bulunmuştu.
Adam tam anlamıyla mahvolmuştu. Kısa süre içerisinde suç ortağıyla birlikte Aix’te yargılanacaktı. Etraftakiler bütün olan biteni anlatıyor, her biri yargıcın zekâsı karşısında heyecanını belli edercesine yorumlarda bulunuyordu. Kıskançlığı devreye sokarak gerçeğin büyük bir gazapla patlamasını, intikam duygusuyla gerçekleri ortaya çıkarmasını övgüyle anlatıyorlardı. Piskopos bütün bu konuşmaları sessizce dinliyordu. En sonunda şöyle sordu:
“Bu adam ve kadın nerede yargılanacak?”
“Ceza Mahkemesi’nde.”
“Peki, mahkemenin başı, yargıç nerede yargılanacak?” diye devam ettirdi sorusunu.
Digne şehrinde trajik bir olay meydana gelmiş, bir adam cinayetten idam cezasına mahkûm edilmişti. Zavallı bir adamdı, tam olarak eğitimli olmasa da cahil bir adam da değildi. Kasabalarda pazarcılık, kimi zaman da halk ozanlığı yapan birisiydi. Küçük şehirde bu olaya ilgi oldukça büyüktü. Mahkûmun idamı için belirlenen günün arifesinde, hapishane papazı hastalanmıştı. Suçluya son anlarında eşlik etmesi için bir din adamına ihtiyaç vardı. Rahibe başvurmuşlar ancak ondan da ret cevabı almışlardı. Açıklama olarak da: “Bu benim meselem değil. Bu nahoş görevle ve o dağlıyla hiçbir ilgim yok, üstelik sağlığım da yerinde değil. Ayrıca orası benim görev bölgemde değil.” demişti. Bu cevap, “Rahip haklı, burası onun değil benim sorumluluğumda.” diyen Piskopos’a iletildi.
Derhâl hapishaneye, mahkûmun yanına giderek ona adıyla hitap edip elinden tuttu ve onunla konuştu. Bütün gününü onunla geçirdi, yemek yemeyi ve uyumayı dahi unutarak bu mahkûmun ruhu için Tanrı’ya dua etti. Konuşmaları sırasında ona en yüce hakikatleri, basit bir biçimde dile getirdi. Sadece mahkûmu son yolculuğunda kutsamak için orada bulunan Piskopos; ona karşı hem bir baba hem bir kardeş hem de bir dost gibi davranıyordu. Ona elinden geldiğince tüm hakikatleri anlatıyor, cesaret veriyor ve teselli etmeye çalışıyordu. Adam, çaresizlik içerisinde ölümünü bekliyordu. Ölüm onun açısından korkunç bir uçurum gibiydi. Ölümün eşiğinde duran mahkûm, bu korkunç karanlığa dehşet içinde bakıyordu. Kesinlikle duruma karşı kayıtsız kalacak cehalette değildi. Az sonra yaşayacağı durumun şoku, onu bizim hayat dediğimiz gerçekten sıyırmış ve gölgeler arasındaki gizemli karanlığın içine atmıştı. Bu ölümcül gediklerin arasından sürekli olarak dünyanın ötesine bakmaya çalışıyor ancak görebildiği sadece karanlık oluyordu. Piskopos, bir şekilde onun ışığı görmesini sağlıyordu.
Ertesi gün zavallıyı almaya geldiklerinde Piskopos hâlâ oradaydı. Ona eşlik ederek mor cübbesi ve boynunda piskoposluk haçıyla, iplerle bağlanmış suçlunun yanında yürüyordu.
Onunla birlikte arabaya bindi, darağacına çıkarken bile mahkûmu yalnız bırakmadı. Bir önceki gün büyük karanlıkların içine düşmüş olan mahkûm, şimdi sanki mesut bir insanmış gibi gülümsüyordu. Artık ruhunun kendisiyle barıştığını ve Tanrı’ya kavuşmanın özlemini hissediyordu. Piskopos onu kucakladı ve tam giyotinin bıçağı düşmek üzereyken ona şöyle dedi:
“İnsanın öldürdüğünü Tanrı ölümden diriltir, hemcinslerinin reddettiğini Tanrı karşılar. Dua edin, inanın, hayata girin; Tanrı oradadır.” Darağacından indiğinde bakışlarında insanların saygıyla bir adım geri çekilmelerine neden olan bir ifade vardı. Bu saygının onun solgunluğundan mı, yoksa üzerine çökmüş olan sükûnetinden mi kaynaklandığını kimse tanımlayamıyordu. Gülümseyerek sarayı gibi gördüğü mütevazı evine döndüğünde kız kardeşine: “Az önce piskoposluk görevimi yerine getirdim.” dedi.
En yüce şeylerin genellikle en az anlaşılan şeyler olmasından, kasabada Piskopos’un bu davranışı hakkında da “gösteriş yapıyor” diyen insanlar vardı. Ancak bu söylentiler sadece salonlarla sınırlı kalan yorumlardandı. Mukaddes işlerde asla kötülük düşünmeyen inançlı halk, Piskopos’un bu davranışından duygulanmış; ona karşı büyük hayranlık besliyordu.
Piskopos’a gelince bir darağacında idama şahit olmak onu derinden etkilemiş ve yaşanılanların etkisinden kurtulabilmesi çok uzun zaman almıştı.
Aslında, heybetiyle meydana dikilmiş ve hazırlanmış olan giyotin onun üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. İnsan, giyotini kendi gözleriyle görmedikçe ölüm cezasına karşı belli bir kayıtsızlık gösterebilir; karar verildiği sırada cezayı telaffuz ederken evet ya da hayır demekten kaçınmayabilirdi. Ancak böyle bir durumla karşılaşmış bir insanın o anda yaşadığı büyük şok sonrasında, bir daha böyle bir karar verileceği zaman kişi kesinlikle lehte ya da aleyhte karar verme hususunda zorlanırdı. Bazıları bu durumda giyotinden yana çıkarken bazıları da onun kesinlikle kaldırılması gerektiğini ileri sürerdi. Giyotin, yasanın tam anlamıyla somutlaşmış hâliydi; buna intikam denilebilirdi, tarafsız değildi ve sizin de tarafsız kalmanıza izin vermezdi. Onu gören, titremelerin en şiddetlisiyle sarsılırdı. Bütün toplumsal soruların sorgulama noktası, bu doğrayıcı bıçağın ucuna odaklanırdı. Darağacı bunun sadece görsel olarak tasviriydi. Darağacı, bir yargıçla bir marangozun yarattığı korkunç bir canavardı. Darağacı tahta, demir ve iplerden yaratılmış; sanki sebep olduğu ölülerle beslenen bir şeytanın vücut bulmuş hâliydi.
Sanki ne karanlık bir inisiyatife sahip olduğunu bilmeyen bir varlıkmış gibi görünüyordu ancak bu darağacı sadece demir, tahta ve iplerden oluşan cansız bir varlık değildi; onun irade sahibi olduğu bile söylenebilirdi. Bu mekanizmanın duyduğunu, gördüğünü, dinlediğini ve sanki olup bitenlere katıldığını bile söyleyebiliriz. Darağacı, celladın suç ortağıydı; kan içerek ve insan eti yiyerek beslenmesini sağlardı. Darağacı yargıç ve marangoz tarafından üretilmiş bir canavardı. Yol açtığı tüm ölümlerden oluşan korkunç bir canlılıkla yaşıyormuş gibi görünen, şeytani bir ruhtu.
Bu nedenle arkasında bıraktığı izlenim çok korkunç ve derin oluyordu; infazı takip eden gün ve sonraki günlerde, Piskopos kendisini çok zor toparlayabildi. O korkunç infaz anının geçici dinginliği kaybolduktan sonra, toplumsal adaletsizliğin hayaleti ona eziyet etmeye başlamıştı. Genel olarak yaptığı tüm işlerden büyük bir memnuniyetle dönen Piskopos, bu sefer kendisini bir suç işlemiş gibi hissediyordu. Zaman zaman kendi kendine konuşuyor ve kısık sesle mırıldanıyormuş gibi davranıyordu. Bir akşam kız kardeşi onun kendi kendine şu şekilde konuştuğuna şahit oldu:
“Bu işin bu kadar korkunç olabileceğini düşünmemiştim. İnsanlığın yasasını görmeyecek kadar tanrısal işlerle uğraşmak ise büyük hatadır. Ölüm, yalnızca Tanrı’ya aittir. İnsanlar bu bilinmeyen şeye hangi hakla dokunabiliyorlar?”
Zaman geçtikçe elbette bu izlenimler zayıfladı ve sonunda yok oldu. Bununla birlikte, daha sonrasında Piskopos’un yine de darağacının kurulduğu yerlerden geçmekten kaçındığı gözlemlendi.
Bay Myriel her an, hasta ve ölmek üzere olan kişilerin başucuna çağrılabilirdi. En büyük görevinin ve yapması gereken en önemli işin bu olduğunu asla göz ardı etmezdi. Dul ve yetim ailelerin onu çağırmalarına bile gerek yoktu; o, bu ziyaretleri zaten canıgönülden yapardı. Sevdiği karısını kaybetmiş bir eşin, çocuğunu kaybetmiş bir annenin, kocasını kaybetmiş yaslı bir kadının yanında uzun saatler boyunca oturup onları teselli etmekten memnuniyet duyardı. Ne zaman susması ve ne zaman konuşması gerektiğini gayet iyi bilirdi. Ah, o gerçekten takdire şayan bir din adamıydı! Acıları unutturarak onları yok etmeye değil, insanların umutlarını yeniden büyütmeleri ve yüceltmelerine yardımcı olmaya çalışırdı. Şöyle derdi:
“Ölülere karşı tutumunuza dikkat edin. Yok olan bir şeyi düşünmek beyhudedir. Dikkatlice ona bakacak olursanız, sevdiğinizin göğün en yükseklerinde yaşayan bir ışık olarak yükseldiğini görebilirsiniz.”
İnancın, insanı güçlendirdiğini biliyordu. Bu yüzden de çaresiz insanlara, umudunu kaybederek mezar taşlarına bakan kişilere, bakışlarını göklere çevirmelerini ve o kişilerin artık huzur bulduklarını söyleyerek kederlenmemeleri hususunda onları teselli ediyordu.
V
Monsenyör Bienvenu Cübbelerini Çok Uzun Süre Giyerdi
Bay Myriel’in özel hayatı da genel anlamda çalışma hayatından pek de farklı değildi. Digne kasabasının Piskoposu’nun yaşadığı gönüllü yoksulluğu yakından gören herhangi biri, bu duruma ciddi anlamda şaşırırdı.
Bütün ihtiyarlar ve çoğu düşünürlerde olduğu gibi, o da çok az uyurdu. Bu uykuları ise her zaman kısa ama derin uykular olurdu. Sabah bir saat kadar kestirir, sonrasında ya kilisede ya da kendi evinde günlük ibadetini yerine getirirdi. İbadetini tamamladıktan sonra, süte batırdığı bir dilim çavdar ekmeğiyle kahvaltısını yapardı. Sonra, işlerini halletmeye koyulurdu.
Bir Piskopos olarak çok meşgul bir adamdı. Her gün genellikle Piskoposluk Sekreterliği tarafından getirilen bir yığın evrak işini halleder, neredeyse her gün başpapaz ile görüşmeler gerçekleştirirdi. Cemaati ile yapması gereken görüşmeler, dua kitapları, piskoposluk ilmihâlleri, güncel kitaplar gibi incelemesi gereken büyük bir kilise kütüphanesi; yazılması gereken evraklar, hazırlanması gereken vasiyetnameler, günah çıkarma ibadetleri, belediye başkanlarının uzlaştırma işleri; büro ve idari yazışmalarla bir taraftan devlet, bir taraftan Vatikan’ın verdiği binlerce işle mücadele etmek zorundaydı.
İşleriyle ilgili bu binlerce ayrıntıdan, ofis işleri ve kısa notların alınmasından sonra kendisine ne kadar zaman kalıyorsa onları da öncelikle muhtaçlara, hastalara ve mazlumlara ayırırdı. Bütün bu işlerin ardından kendisine vakit kalacak olursa o zaman da ya bahçesiyle ilgilenir ya da kitap okuyarak bir şeyler yazmakla meşgul olurdu. Bu, her hâlükârda zahmetli olan iki türlü çalışma hayatı için de tek bir söz söylerdi: “Akıl bahçedir.”
Gün ortalarına doğru eğer hava güzelse dışarı çıkar ve kırları ya da yakın kasabaları dolaşarak yoksul evlerini ziyaret ederdi. Tek başına, gözleri yere eğik, derin düşüncelere dalmış hâlde, elindeki bastonundan destek alarak yürürdü. Üzerinde mor cübbesi, ayağında mor çorapları ve ağır ayakkabıları, başında üç büyük altın rengi püskülün sallandığı şapkasıyla ağır aksak adım atardı.
Ziyaret ettiği her yerde büyük bir bayram havasıyla karşılanırdı. Varlığının sıcak ve ışıltılı bir yanı olduğu söylenebilirdi. Çocuklar ve ihtiyarlar, güneş gibi parlayan Piskopos’un geldiğini gördüklerinde kapı önlerine çıkarlardı. Piskopos onları, onlar da Piskopos’u kutsardı. Kasabada herhangi birinin ihtiyacı varsa ona hemen o kişinin evini gösterirlerdi.
Orada burada durarak çocuklarla konuşur, annelerine gülümserdi. Parası olduğu zaman yoksulları ziyarete giderdi, artık parası kalmadığında ise bu sefer zenginleri ziyaret ederdi.
Cübbesini çok uzun süre giydiği ve kimsenin bunu fark etmesini istemediği için, şehre ziyarete gittiği zamanlarda her zaman mor pelerinini giyerdi.
Ancak yaz aylarında bu kıyafet onu fazlasıyla rahatsız ederdi. Eve döndüğünde akşam yemeğini yerdi, bu yemeğinin de kahvaltısından pek farkı yoktu. Akşam saat sekiz buçukta, Madam Magloire sofrada Piskopos’un ve kız kardeşinin arkasında durarak onlara çorbalarını servis ederdi. Yemekleri her zaman işte bu kadar sade olurdu. Bununla birlikte, Piskopos’un akşam yemeği için eğer önemli misafirleri olacaksa Madam Magloire, Monsenyör için gölden tutulan mükemmel balıklar veya dağlardan gelen lezzetli av etleriyle mükellef bir sofra hazırlamaktan da kaçınmazdı. Her ziyarete gelen misafir, onlar açısından ziyafet anlamı taşır ve Piskopos bu duruma itiraz etmezdi. Bu istisnalar dışında, yemek düzenleri zeytinyağı ve çeşitli sebzelerin kaynatılmasından oluşan çorbadan ibaretti. O yüzden “Piskopos, misafirle yemiyorsa Trappist1 keşişleriyle yiyor.” denirdi kendisi için.
Akşam yemeğinden sonra Matmazel Baptistine ve Madam Magloire ile yarım saat sohbet eder, sonrasında kendi odasına çekilir, bazen bir deftere bazen de eline geçirdiği bazı kâğıtlar üzerine düşüncelerini yazardı. O, tam anlamıyla bilgili bir edebiyat adamıydı. Arkasında oldukça ilginç konulara sahip olan beş-altı el yazması bırakmıştı. Bu eserler arasında, Tevrat’taki Yaradılış bölümündeki Başlangıçta Tanrı’nın ruhu sular üzerinde salınıyordu. ayeti hakkındaki yazısı ve bu ayeti, farklı üç ayrı tercümesi ile karşılaştırması yer alıyordu. Bu cümle Arapça tercümede “Tanrı’nın rüzgârları esiyordu.”, Filavius Joseph’in tercümesinde “Yukarıdan gelen bir rüzgâr yeryüzünde esiyordu.” ve Keldani bilgini Onkeleson’un tercümesinde “Tanrı’dan gelen bir rüzgâr, suların yüzeyine esiyor.” şeklinde yer alıyordu. Başka bir eserinde ise elinizde tutmuş olduğunuz bu eserin yazarının büyük amcası olan Ptolemais Piskoposu Hugo’nun teolojik eserini inceliyor ve geçen yüzyılda Barleycourt takma adı altında yayımlanmış olan eserlerden birçoğunun bu Piskopos’un kaleminden çıkmış olduğu gerçeğini ortaya koyuyordu.