Kimi zaman okumasının ortasında, elindeki kitap her ne olursa olsun, bir anda derin düşüncelere dalıyor ve bu düşüncelerden ancak sayfaların kenarına birkaç kelime yazmak için irkilerek kendisini toparlıyordu. Bu satırların, onları içeren kitapla çoğu zaman hiçbir bağlantısı olmuyordu. Örneğin, şimdi bile önümüzde, Myriel tarafından okunmuş ve sayfalarının kenarına notlar yazmış olduğu Amerika’daki Amiraller, Clinton ve Cornwallis ile Lord Germain’in Mektuplaşmaları isimli bir kitap duruyor. İşte o notlarda şunlar yazılı:
Ah, sen yücelerin yücesi!Din adamları, sana her şeye gücü yeten;Makkabiler sana Yaratıcı;Efeslilere yazılan mektup sana özgürlük;Baruh sana sonsuzluk;Zebur sana bilgelik ve gerçeklik;Yuhanna sana ışık;Kralların kitapları sana Rab;Kutsal Kitap sana Yaradan;Levililer sana kutsallık;Ezra sana adalet;Tekvin sana Tanrı;Ve insanlar sana Babamız diyorAma Süleyman sana Rahmet diyor,bu isimlerin en güzeli de onun bulduğu isimdir.Gece saat dokuza doğru iki kadın, uyumak için birinci kattaki odalarına çekilir ve onu sabaha kadar zemin katta yalnız bırakırlardı.
Bu noktaya geldiğimizde Digne Piskoposu’nun yaşadığı hane hususunda kesin bilgiler vermemiz gerekiyor.
VI
Onun Evini Kim Koruyordu?
Yaşadığı ev, daha önce de söylediğimiz gibi zemin kat ve üst kattan oluşuyordu. Zemin katta üç oda, birinci katta üç oda ve üst katta da bir çatı katı vardı. Evin arka kısmında çeyrek dönüm büyüklükte bir bahçe vardı. İki kadın birinci katı kullanıyorlar, Piskopos ise alt katta yaşıyordu. Sokağa doğru bakan birinci oda, onun yemek odası olarak kullandığı odaydı. İkinci odayı yatak odası ve üçüncü odayı da vaaz odası olarak kullanıyordu. Vaaz odasından çıkabilmek için, yatak odasından; oradan çıkabilmek için de yemek odasından geçmek gerekiyordu. Vaaz odasının köşesinde yatılı kalacak misafirler için ayrılmış, yatak konulabilecek bir yer vardı. Piskopos, burayı bazı işleri görüşmek için Digne’den gelen din adamlarını ağırlamak için kullanıyordu.
Hastanenin daha önce eczane olan kısmı, eve eklenen ve bahçeye bitişik küçük bir ek bina olarak mutfak ve kilere dönüştürülmüştü. Ayrıca bahçede eskiden hastanenin mutfağı olarak kullanılan ve şimdi Piskopos’un iki ineğinin beslendiği bir ahır bulunuyordu. İnekler her sabah ne kadar süt verirlerse versinler, elde edilen sütün yarısı hastanede yatan hastalara gönderiliyordu. Bunu verirken de her zaman, “Vergilerimi ödüyorum.” diyordu.
Yatak odası hatırı sayılır derecede büyüktü ve kötü havalarda odayı ısıtması oldukça zor oluyordu. Digne’de odun son derece pahalı olduğundan ahırda tahtalardan, kapalı bir hücre yaptırmaya karar vermişti. Böylece şiddetli soğuk havalarda gecelerini “kış salonu” adını verdiği, kendi inşa ettiği bu hücrede geçiriyordu.
Bu kış salonunda, tıpkı yemek odasında olduğu gibi beyaz ahşaptan kare bir masa ve dört hasır koltuktan başka mobilya yoktu. Yemek odasında bir de pembe boyalı eski bir büfe bulunuyordu. Piskopos; beyaz örtüler ve dantellerle düzgün bir şekilde kapatılmış benzer bir büfeyi, vaaz odasında minber olarak kullanıyordu.
Digne şehrinin zengin ileri gelenleri, tövbekâr kadınları ve azizeleri, Monsenyör’e güzel bir minber almak için kendi aralarında para toplamışlar; Piskopos ise bu paraları almış ve yoksullara dağıtmıştı. “Benimki mihrapların en güzeli.” diyordu: “Tanrı’ya şükreden ve teselli bulan mutsuz kişilerin ruhuna hitap etmesi yeterli.”
Vaaz odasında, dua etmek için iki hasır sandalye bulunuyordu; aynı tip sandalyeden bir adet de yatak odasına yerleştirilmişti. Olur da vali ya da komutan, alayındaki askerlerle ya da küçük ilahiyat okulundan birkaç öğrenci kabul ettiği, kalabalık yedi ya da sekiz kişilik bir grupla ziyarete geldiğinde evin tüm odalarında ve kış salonunda bırakılmış olan bu hasır sandalyelerin hepsi yemek odasına getiriliyordu. Bu sayede misafirlerin oturabilmesi için on bir sandalye toplanmış oluyordu. Oda, her bir misafir için yeniden düzenleniyordu.
Bazen ziyaretçi grubu on iki kişi olduğunda Piskopos, durumu kurtarabilmek ve mahcubiyetini giderebilmek için kışın şöminenin önünde duruyor; yazın ise bahçede dolaşmayı tercih ediyordu.
Vaaz odasının, gece yatıya gelenler için ayrılmış olan küçük yatak odasında da bir hasır sandalye vardı. Ancak hasırları öylesine yıpranmıştı ki sağlam üç bacağı olan bu sandalye ancak duvara dayalı hâlde kullanılabiliyordu. Matmazel Baptistine’in kendi odasında eski yaldızlı kumaşla kaplanmış, üzeri çiçekli kadife kumaştan çok büyük bir ahşap sandalyesi vardı lakin merdivenler çok dar olduğundan bu eve taşındıkları sırada bu sandalyeyi birinci kata ancak balkondan çıkarmak zorunda kalmışlardı. Bu nedenle bu sandalyenin aşağıda düzenli olarak kullanılması mümkün değildi.
Matmazel Baptistine’in en büyük hayali, akaju renginde ve gül desenli kadife oturma odası takımı satın alabilmekti. Ama şu an için bu en az beş yüz franga mal oluyordu. Beş yıl boyunca bu hayalini gerçekleştirebilmek için kenara ancak kırk iki frank ve on santim2 atabilmiş olduğundan sonunda bu hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Zaten, kim bütün hayallerine kavuşabiliyordu ki?
Aslında Piskopos’un yatak odasını, hepiniz kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz. Yeşil başlığıyla demirden bir hastane yatağını aydınlatan ve bahçeye bakan dar bir penceresi vardı. Yatağın hemen arkasında bir perde asılıydı, bu perde açıldığı anda ortaya bir insanın zarif alışkanlıklarını dışa vuran birkaç tuvalet eşyası ortaya çıkıyordu. Bu odada biri şömineye yakın iki kapı vardı. Kapılardan şömineye yakın olan vaaz odasına, kitaplığın yakınındaki kapı ise yemek odasına açılıyordu. Kitaplık; cam kapaklı, kitaplarla dolu, büyük bir dolaptı. İçinde hiçbir zaman ateş yanmayan mermer şöminenin ön tarafında, piskoposların eski lükslerinden sayılan altın suyuna batırılmış varaklı zincirler sarkıyor; iki tarafında bir çift demir ızgara duruyordu. Şöminenin baca kısmında ise yaldızları düşmüş, ahşap bir çerçeve içerisinde eski püskü bir kadife zemin üzerine sabitlenmiş, gümüşü çoktan aşınmış, demirden bir haç asılıydı. Cam kapaklı büyük kitaplığın hemen yanında, üzerinde bir hokka ile karışık kâğıt yığınları ve kalın ciltlerden oluşan kitapların bulunduğu büyük bir çalışma masası vardı. Masanın önünde ise yine hasırdan, kollu bir sandalye duruyordu. Vaaz odasından alınan iskemle de yatağın önüne yerleştirilmişti.
Yatağın iki kenarında, duvara asılı, oval çerçeveli iki portre vardı. Bu portrelerden biri, üzerlerindeki yazıtlardan anlaşılacağı üzere ünlü din adamlarından Aziz Claude Piskoposu Rahip Chaliot ve diğeri de Agde’nin Başpapazı, Grand-Champ Rahibi, Chartes Piskoposluğundan Rahip Torteau’ya aitti. Piskopos, hastanedeki hastaların ardından burayı yatak odası olarak kullanmaya başladığında bu portreleri orada bulmuş ve yerlerinden çıkarmamıştı. Sonuçta onlar da birer din adamı ve aynı zamanda bağışlayıcı Tanrı’nın elçileriydi; bu da Piskopos’un onlara saygı duyması için yeterli bir nedendi. Bu iki kişi hakkında bildiği tek şey, birinin piskoposluğunu Kral’ın yanında devam ettirmesi gerektiği; diğerinin de onun yerine 27 Nisan 1785’te atanmış olmasıydı. Madam Magloire bu resimleri, tozunu almak için duvardan indirdiği sırada Piskopos; resmin arkasında küçük bir kâğıda yazılmış ve zamanla sararmış olan yazıda bu ayrıntıları keşfetmişti.
Penceresinde kaba pamuklu, antika bir perde asılıydı. Öylesine eskimişti ki tam ortasında şerit şeklinde bir yırtık oluşmuştu. Madam Magloire yeni bir perde almanın masrafından kaçınmak için onu tam ortasından büyük bir çizgi hâlinde dikmek zorunda kalmıştı. Sonunda bu dikiş, perde üzerinde büyük bir haç işaretinin oluşmasına neden olmuştu. Piskopos ise sık sık buna dikkat çekerek, “Bu ne hoş oldu böyle!” derdi.
Evin istisnasız tüm odaları, kışlalar ve hastanelerde olduğu gibi beyaz badanalıydı. Bununla birlikte son yıllarda Madam Magloire, temizlik yaptığı sırada Matmazel Baptistine’in odasındaki duvar kâğıtlarının altında renkli resimler olduğunu keşfetmişti. Çünkü hastane olmadan önce bu ev, burjuvaların eski Meclis binasıydı. Bu nedenle de aslında oldukça lüks bir dekorasyona sahipti. Odaların zemini tamamen kırmızı tuğladan döşemeydi ve bu tuğlalar her hafta düzenli bir biçimde ovalanarak siliniyordu. Piskopos’un izin verdiği tek lüks buydu. “Bu lüksün fakirlere hiçbir zararı dokunmuyor.” diyordu.
Bununla birlikte, daha önceki hayatında sahip olduğu altı gümüş bıçak ve çatal ile bir çorba kepçesini hâlâ elinde tuttuğunu da itiraf etmek gerekirdi ki kaba keten kumaşların içinde sarılı duran bu takımı parlatmak da Madam Magloire’ın her gün zevkle yaptığı işlerden biriydi. Yaşamı hakkında bu kadar detaydan bahsettikten sonra, Digne şehri Piskoposu’nun “Gümüş takımla yemek yemekten çok zor vazgeçebilirim.” dediğini de bildirmemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Bu çatal bıçak takımına, büyük teyzesinden miras kalan iki büyük masif, gümüş şamdanı da eklemeliyiz. Bu şamdanların üzerine her zaman birer mum dikiliyor ve şamdanlar genellikle Piskopos’un şöminesinin üzerinde yerini alıyordu. Madam Magloire, akşam yemeğine gelecek misafir olduğunda iki mumu yakarak şamdanları yemek masasının üzerine koyuyordu.
Piskopos’un odasında, yatağının başucunda, Madam Magloire’ın her gece bu altı gümüş çatal bıçağı ve kepçeyi kilitlediği küçük bir dolap vardı ancak anahtarı kilidin üzerinden asla çıkarılmazdı.
Bahsettiğimiz tuhaf yapılar tarafından oldukça bozulmuş olan bahçe, dört yolla ayrı ayrı kısımlara bölünmüştü. Beşinci bir yol da beyaza boyanmış dört duvar boyunca uzanıyordu. Yollar arasında kalan bu dörde ayrılmış toprak parçalarında Piskopos’un çiçek fideleri bulunuyordu. Üçünde Madam Magloire sebze fidelerini yetiştiriyordu, dördüncüye ise Piskopos sadece çiçek fideleri dikmişti. Bahçenin orasında burasında birkaç meyve ağacı da vardı. Madam Magloire, kimi zaman Piskopos’a takılarak şöyle derdi:
“Monsenyör, her şeyden fayda elde etmeye çalışan sizin gibi biri, nasıl oluyor da oraya işe yaramaz çiçekler ekebiliyor; sebze yetiştirmeniz daha iyi olmaz mıydı?”
“Madam Magloire…” diye karşılık veriyordu neşeyle Piskopos. “Yanılıyorsunuz. Güzellik de fayda kadar faydalıdır.” Kısa bir duraksamanın ardından da hemen ekliyordu: “Belki ondan bile daha faydalıdır.”
Bu küçücük toprak parçası bile, Piskopos’u neredeyse kitapları kadar meşgul ediyordu. Orada bir ya da iki saat geçirmeyi, çiçekleri budamayı, toprağı çapalayıp yeni tohumlar ekmeyi çok seviyordu. Ayrıca bir bahçıvanın görmek istemeyeceği böceklerle de dosttu. Üstelik botanik konusunda bilgi sahibi olduğunu da iddia etmezdi. Çiçeklerinin hepsini eşit derecede sever, onları kesinlikle bir bilgi konusu hâline getirmezdi. Elbette ki bu konudaki bilginlere sonsuz saygısı vardı ancak o, çiçekleri incelemekten ziyade sevmeyi tercih ederdi. Bilgili insanlara karşı büyük saygı duyardı ancak cahillere karşı duyduğu saygı bundan çok daha fazlasıydı ve kendi edinmiş olduğu cahilce tecrübelerini takip ederek çiçek tarhlarını her yaz akşamı yeşile boyanmış teneke bir saksıyla sulardı.
Evin kilitlenebilecek tek bir kapısı dahi yoktu. Söylediğimiz gibi, yemek odasının kapısı doğrudan kiliseye açılıyordu; eskiden bu kapının üzerinde birkaç kilit ve sürgü vardı. Ancak Piskopos buraya taşındıktan sonra, o sürgülerin demirlerini söktürmüş ve bu kapı artık hem gece hem de gündüz, sadece kapı mandalı dışında başka bir şeyle kapatılmamıştı. Herhangi bir saatte yoldan geçen birinin yapması gereken tek şey, o kapıyı itmekti. İlk başlarda, evin iki kadını aslında kapının en azından geceleri kilitlenmesi için ısrarcı olmuştu ancak Digne şehrinin Monsenyörü, “Sizi mutlu edecekse odanıza sürgüler taktırın.” cevabını vermişti onlara. Sonunda onlar da onun duyduğu güveni paylaşmışlar ya da en azından paylaşıyormuş gibi davranarak bu hususta tartışmayı sona erdirmişlerdi. Ancak Madam Magloire yine de bu durumdan korkmaya devam ediyordu. Piskopos’a gelince onun düşüncesini İncil’in bir sayfasının kenarına yazmış olduğu üç satırda açıkça belirtmiş olduğunu görebilirsiniz:
İkisi arasındaki fark şudur: Hekimin kapısı asla kapanmamalıdır, rahibin kapısı ise her zaman açık olmalıdır.
Tıp Biliminin Felsefesi adlı başka bir kitabın sayfasına ise şu notu düşmüştü: Ben de onlar gibi bir nevi doktor değil miyim? Benim de hastalarım var; onların bana gönderdiği, benim de talihsizlerim dediğim hastalarım var.
Yine başka bir sayfaya şöyle not düşmüştü: Sizden sığınacak bir yer isteyene kim olduğunu sormayın. Barınağa ihtiyacı olan kişinin en çok rahatsız olduğu şey, kendi adıdır.
Tesadüfen bir gün, Couloubroux ya da Pompierry vaazlarının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, Piskopos’un misafiri olan rahiplerden biri muhtemelen Madam Magloire’ın endişelerinin de etkisinde kalarak kapıyı açık bırakmanın tedbirsizlik olup olmadığını ve içeri girmeyi seçecek birinin insafına kalacağı için, bu kadar az korunaklı evde bir felaketin yaşanmasından korkup korkmadığını sordu. Piskopos, hafifçe onun omuzuna dokunarak: “Tanrı evi gözetmiyorsa kulunun evi nasıl koruduğunun bir önemi yoktur.” dedi ciddiyetle, sonrasında ise başka şeylerden konuşarak sohbetini sürdürdü.
“Bir albayın cesareti varsa rahiplerin de kendilerine göre cesaretleri vardır.” derdi her zaman. “Ama bizimki daha sakin olmalıdır.”
VII
Kravat
Hikâyenin bu noktasında aşağıda anlatacağımız olay, Digne Piskoposu’nun nasıl bir adam olduğunu tüm açıklığıyla ortaya çıkaracaktır.
Ollioules boğazlarını istila eden Gaspard Bes çetesinin yok edilmesinden sonra, çetenin bir üyesi olan Kravat adlı haydut, askerlerin elinden kaçarak dağlara sığınmıştı. Bu haydut, Gaspard Bes’in geride kalan haydutları ile birlikte bir süre Nice’de saklandı; sonrasında bu haydut Piedmont’a gitti ve sonra birden Fransa’da, Barcelonette civarında yeniden ortaya çıktı. Önce Jauziers’de, sonrasında Tuiles’de görüldü. Joug-de-l’Aigle mağaralarında saklandı; Ubaye ve Ubayette vadilerinden mezralara ve köylere doğru indi.
Hatta Embrun’a kadar ilerledi, geceleri kiliselere girerek o mekânların kutsal eşyalarını dahi yağmalıyordu. Kırsal bölgede gerçekleştirdiği yağmalamalarla, halkı mahvediyordu. Peşine bir tabur jandarma gönderilmesine rağmen her defasında kaçmayı başarıyordu. Kaçmayı çok iyi beceriyordu ancak kimi zaman fazlasıyla cesur davranarak çatışmayı da biliyordu. Yine de cesur ama zavallı biriydi.
İşte bu haydudun etrafa salmış olduğu dehşetin ortasında Piskopos, Digne şehrinde göreve başlamıştı. Chastelar köylerine yaptığı ziyaretler esnasında, Belediye Başkanı onu karşılamaya geldi ve kendisine eşlik etmesini rica etti. Bu sırada Belediye Başkanı, Kravat adlı bu haydudun Arche kasabasına kadar bütün dağlık bölgeye hâkim olduğunu açıkladı ve o bölgelere yapılacak ziyaretlerin çok tehlikeli olduğu hususunda Piskopos’u uyardı. Bu ziyaretlerden vazgeçmesi gerektiğini ileterek yanına üç-dört jandarma verse dahi, bunun kesinlikle işe yaramayacağını belirtti.
“Ben de zaten tam da bu yüzden, yalnız gitmek niyetindeyim.” dedi Piskopos.
“Bu konuda ciddi değilsiniz, değil mi Monsenyör!” diye haykırdı Belediye Başkanı.
“Hem de o kadar ciddiyim ki bana kesinlikle tek bir jandarmanın dahi eşlik etmesini istemiyorum ve bir saat içerisinde de yola çıkacağım.”
“Gidecek misiniz?”
“Gideceğim.”
“Tek başınıza mı?”
“Tek başıma.”
“Monsenyör, bunu sakın yapmayın!”
“O taraftaki dağlık bölgede…” diye cevabına devam etti Piskopos. “Üç yıldır görmediğim, buradan daha büyük olmayan küçük bir topluluk var. Oradaki köy halkı tam anlamıyla namuslu ve iyi yürekli insanlar. Her biri güttüğü otuz keçinin sadece bir tanesine sahiptir. Çeşitli renklerde çok güzel yün iplikler yapar ve altı delikli küçük flütlerle o dağlık bölgede eğlenirler. Onlara da zaman zaman gidilip Tanrı’dan bahsedilmesi gerekir. Korkak bir piskopos hakkında neler söyleyebileceklerini tahmin edebiliyor musunuz? Eğer oraya gitmezsem hakkımda neler söylerler?”
“Peki haydutlar ne olacak, Monsenyör?”
“Haklısın.” dedi Piskopos. “Onları da göz önünde bulundurmak zorundayım. Haklısın. Orada onlarla da karşılaşabilirim. Onlara da Tanrı hakkında güzel sözler söyleyebilirim, buna onların da kesinlikle ihtiyacı vardır.”
“Ama Monsenyör, orada bir grup haydut var. Onlar tıpkı bir kurt sürüsü gibidir!”
“Mösyö le Maire, belki de İsa beni bu kurt sürüsünü gütmem için görevlendirmiştir. Tanrı’nın insana nasıl yollar sunduğunu kim bilebilir ki?”
“Sizi soyacaklardır, Monsenyör.”
“Hiçbir şeyim yok ki.”
“Sizi öldürebilirler.”
“Dualar mırıldanarak önlerinden geçen, benim gibi ihtiyar bir din adamını mı öldürecekler? Peh! Ne elde edecekler ki?”
“Ah, Tanrı’m! Ya onlarla karşılaşacak olursanız?”
“Yoksullarım için onlardan sadaka istemeliyim o zaman.”
“Gitmeyin, Monsenyör! Tanrı aşkına size yalvarıyorum! Hayatınızı riske atıyorsunuz!”
“Mösyö le Maire…” dedi Piskopos sakince. “Bütün mesele bu mu? Ben bu dünyaya kendi hayatımı korumak için değil, ruhları korumak için geldim.”
Piskopos’a yola çıkması için izin vermek zorunda kaldılar. Yanına sadece ona rehberlik yapması için bir çocuk verdiler, böylece Piskopos yola koyuldu. Bu konudaki inatçı tutumu bütün bölgede kulaktan kulağa yayılmış ve büyük bir şaşkınlığa neden olmuştu.
Yanına ne kız kardeşini ne de Madam Magloire’ı almıştı. Dağlık bölgeyi katırlarla aşarak haydutlarla da karşılaşmadan sonunda sağ salim “iyi yürekli köylülerin” bulunduğu köye ulaştı. Orada yaklaşık iki hafta kadar kaldı, vaazlar verdi. Tanrı’nın sofrasında onlarla birlikte yemek yedi, onlara öğretilerden bahsetti, tavsiyelerde bulundu. Ayrılma zamanı yaklaştığında orada büyük bir dinî tören düzenlemeye karar verdi. Köy Papazı’na da bundan bahsetti. Ama bunların yapılabilmesini sağlayacak dinî kıyafetler ve kutsal malzemeler yoktu. Sadece birkaç dantel parçası, eski püskü şamdan, birkaç eski pabuç haricinde yoksul köy halkının sunabileceği hiçbir şey yoktu.
“Peh!” dedi Piskopos. “Hiçbir şeye gerek yok. Biz kürsümüzden dinî törenimizi yapacağımızı halkla paylaşalım, Papaz Efendi. Su akar yolunu bulur.”
Çevredeki kiliselerden ve köylerden malzeme arayışına başladılar. Bu alçak gönüllü cemaatlerin tümü bir araya gelecek olsa bir kilise korosunu düzgünce giydirmeye yetecek kıyafet toplayamazlardı, elde edecekleri eşyalar yeterli olmayacaktı.
Onlar bütün bu sorunlarla meşgulken kimsenin adını dahi bilmediği iki atlı süvari, köye gelerek Piskopos’a verilmek üzere büyük bir sandık bıraktı. Sandık açıldığında içinden; altın ipliklerle bezenmiş bir piskopos kıyafeti, elmaslarla süslenmiş bir piskopos asası ve muhteşem başpiskoposluk haçları çıktı. Tüm bu kıymetli malzemeler, bundan bir ay önce Notre Dame d’Embrun Kilisesi’nin hazinesinden çalınan papalık kıyafetleriydi. Sandıkta şu sözlerin yazılı olduğu bir not da vardı: Kravat’tan Monsenyör Bienvenu’ye.
“Size su akar yolunu bulur, demedim mi?” dedi Piskopos. Sonra gülümseyerek ekledi: “Bir papaz cübbesiyle yetinen kuluna, Tanrı işte böyle bir başpiskopos cübbesini gönderir.”
“Monsenyör.” diye mırıldandı Papaz, gülümseyerek başını geriye attı. “Acaba, Tanrı mı yoksa şeytan mı?”
Piskopos kararlı bir şekilde Papaz’a baktı ve ciddi bir tavırla: “Tanrı!” dedi.
Chastelar’a dönerken insanlar yol boyunca onu görebilmek için merakla dışarı çıktılar. Chastelar’daki rahibin evinde kendisini bekleyen Matmazel Baptistine ve Madam Magloire’ın yanına giderek kız kardeşine şöyle dedi: “Eh! Haklıymışım değil mi? Zavallı bir papaz, dağlarda yaşayan zavallı cemaatinin yanına elleri boş gitti ama dolu olarak döndü. Ben sadece Tanrı’ya inancıma güvenerek yola çıktım ama görüyorsunuz, bir katedral hazinesini geri getirdim.”
O akşam yatmadan önce de şu şekilde konuştu: “Hırsızlar ve katillerden asla korkmayalım. Bunlar bizim dışımızdan gelen önemsiz tehlikelerdir. Biz, asıl kendi içimizden korkalım. Ön yargılar, gerçek hırsızlar ve kötülükler, gerçek katillerdir. Asıl büyük tehlike içimizdedir. Bunun yanında başımızı veya cüzdanımızı tehdit eden tehlikenin ne önemi olabilir ki? Bizler sadece ruhumuzu tehdit edenleri düşünelim.”
Sonra kız kardeşine dönerek şöyle devam etti: “Kardeşim, hemcinslerine karşı tedbir almak din adamlarının görevi değildir. Hemcinslerimiz bunu yapıyorsa ancak Tanrı buna izin veriyorsa yapıyor demektir. Bizler bir tehlikenin yaklaştığını düşündüğümüzde sadece dua edelim. Ancak bu duayı kesinlikle kendimiz için değil, aksine hemcinslerimizin günaha girmemesi için edelim.”
Her hâlükârda, Piskopos’un hayatı pek hareketli geçiyordu. Bu anlattıklarımız, elbette ki sadece bizim bildiklerimizdi; biz, onun hep aynı şeyleri yaparak yaşamını sürdürdüğünü gördük. Yılının hiçbir günü, gününün hiçbir saati birbirine benzemiyordu.
Embrun Katedrali’nin “hazinesine” ne olduğu konusunda ise açıkça cevap verebilmemiz pek mümkün değil. Tüm bu eşyaların çok kıymetli ve hırsızların çalmalarına gayet uygun malzemeler olduğu aşikârdı. Ama sonuç olarak çalınmışlardı ve ait oldukları yerde değillerdi. Bu hazine macerasının yarısını tamamlamıştı. Bu yüzden de hırsızlığa yeniden mahal vermemek adına, onları yoksullar uğruna harcamak da gayet mümkündü. Ancak bu konuda ne yapıldığına dair açık ve net bir bilgimiz olmadığını daha önce de belirtmiştik. Sadece Piskopos’un evrakları arasında, bu konuyla ilgisi olabileceğini düşündüğümüz ve bu terimlerle ifade edilen oldukça belirsiz bir not bulundu: Burada önemli olan, bu eşyaların kiliseye mi yoksa hastaneye mi geri götürülmesi gerektiği hususunda karar vermektir.
VIII
İçtikten Sonra Felsefe
Yukarıda daha önce sözü geçen Senatör; vicdan, inanç, adalet, görev gibi engel yaratan şeylere hiç aldırmadan kendi yolunu çizmiş, akıllı bir adamdı. Hayatı boyunca amacına ulaşmak için yoluna çıkan bütün engelleri, çıkarları doğrultusunda bir kez olsun geri adım atmadan bertaraf etmiş, doğruca hedefine yürüyen biriydi.
Başarılarından dolayı kendisiyle gurur duyan eski bir savcıydı. Bu başarılar, zaman içerisinde onun karakterini de yumuşatmış gibiydi. Hiçbir şekilde kötü bir adam değildi; elindeki tüm küçük birikimlerini oğulları, damatları, akrabaları ve hatta arkadaşlarına yardımcı olmak amacıyla paylaşmaktan kaçınmaz, hayatı her zaman iyi tarafından görmeye çalışırdı. Diğer her şey ona çok aptalca görünürdü. Çok zeki bir adamdı ve kendisini Epikuros’ün bir müridi olarak düşünecek kadar da eğitimliydi. Gerçekte ise Pigault-Lebrun’un vücut bulmuş hâliydi. Sonsuzluk ve ölümsüzlük gibi söylenen şeylere gülüp geçer: “Bunlar tamamen papazların uydurmasıdır.” derdi. Hatta kimi zaman onu dinleyen Bay Myriel bile onun bu tavırlarına gülerdi.
Bir seferinde, şehrin Emniyet Müdürü’nün vermiş olduğu yarı resmî bir ziyafette, yemeklerin içeriğini şimdi hatırlamıyorum, Bay Myriel ve bu bahsi geçen senatör bir araya geldiler. Tatlı esnasında fazlasıyla neşelenen ancak yine de o mükemmel ağırbaşlı duruşunu elden bırakmayan Senatör şöyle söyledi:
“Eh, Piskopos Efendi, neden sohbet etmiyoruz? Bir senatörle bir piskoposun birbirine göz kırpmadan bakması zordur. Biz ikimiz de birer falcıyız aslında. Size bir itirafta bulunmak isterim. Benim de kendime has bir felsefem var.”
“Haklısınız.” diye yanıtladı Piskopos. “İnsan felsefe yapınca uykuya dalar. Siz de şu anda mor bir yatak üzerinde bulunuyorsunuz, Senatör.”
Senatör bu sözlerden cesaret alarak konuşmasına devam etti: “Mantıklı olalım efendim.”
“Şeytani fikirlere sahip olmak daha iyi.” dedi Piskopos.
“Size şunu söylemek isterim ki…” diye devam etti Senatör. “Marquis d’Argens, Pyrrhon, Hobbes ve M. Naigeon hiç de ahlaksız değildir. Kitaplığımda, kenarları yaldızlı ciltlerle kaplattığım, bu filozoflara ait tüm kitaplara sahibim.”
“Sizin gibi.” diye araya girdi Piskopos.
Senatör konuşmaya devam etti:
“Diderot’dan nefret ederim; o bir ideolog, itirafçı ve bir devrimcidir. Özünde Tanrı’ya inanan bir kişidir ancak kesinlikle Voltaire’den daha bağnazdır. Diğer taraftan Voltaire’in Needham’la alay etmiş olması büyük hatadır. Çünkü Needham’ın yandaşları onlara Tanrı’nın işe yaramazlığını kanıtlamıştır. Bir kaşık dolusu un ezmesinin içindeki bir damla sirke, yaradılışın sırlarını açıklar. Damlanın ve kaşığın çok daha büyük olduğunu varsayalım, o zaman dünyanın bütün sırlarına sahipsiniz demektir. İnsan bir yılan balığı gibidir. O zaman ebedî bir Tanrı’ya neden ihtiyaç duyulsun ki? Tanrı’nın yaradılış hipotezi beni yoruyor, Piskopos. Akılları boş, sığ insanlar yetiştirmekten başka bir işe yaramıyor. Benim bu bahsi geçen yüce Tanrı ile işim olmaz, canı cehenneme! Beni huzur içinde bıraksın, onun yokluğu beni daha rahat ettiriyor. Ayrıca günahlarımdan kurtulabilmek için cüzdanımı boşaltacak denli ahmak olmadığımı da size itiraf edecek kadar sağduyulu biriyim. Son noktaya kadar feragat ve fedakârlığı vaaz eden İsa’nızı da hiç umursamıyorum. Bence bu kesinlikle açgözlü bir adamın dilencilere tavsiyesidir. Feragat, ne için? Kurban etmek, hangi son için? Bir kurdun başka bir kurdun menfaati uğruna kendisini kurban ettiğini hiç duymadım. Bu yüzden de doğa kanunlarına bağlı kalalım. Bizim üstün bir servetimiz olsun. Diğer insanlar burnunun ucundan ötesini göremiyorsa üstün olmak neye yarar ki? Neşeyle yaşayalım. Hayat her şeye değer. Bir insanın başka bir yerde, yukarıda ya da aşağıda, bir geleceği olabileceği felsefesinin tek bir kelimesine dahi inanmıyorum. Ah! Bana tavsiye edilen feragat ve fedakârlığa göre yaşayacak olursam, yaptığım her şeye dikkat edeceksem; iyi ve kötü, haklı ve haksız, günah ve sevap üzerinde beynimi sımsıkı bu düşüncelere bağlayacak olursam, neye yarar ki? Ölümünden sonra mükâfatını veya cezasını alacağım için mi? Ne zaman? Ölümden sonra mı? Ah, ne güzel bir hayal! Ölümden sonra beni yakalayabilecek kişinin çok zeki biri olması gerekir. Ölümden sonrasında artık kimse hesap soramaz, toz olup gideriz. Kendimize karşı dürüst olalım Peder: İyi ya da kötü diye bir şey yoktur, her şey sadece bir avuç topraktan ibarettir. Gerçeği araştırmak, bu gerçeği bulabilmek için hiçbir şeyden sakınmamak, işte bunun için mücadele edelim. Ne ikiliyiz ama! Haydi sonuna kadar araştıralım! Gerçeğin izlerini sürmeliyiz; bunun için toprağın nimetlerinden faydalanmalı, o gerçeği kazıp ortaya çıkarmalıyız. İşte ancak o zaman zevk ve tat alabiliriz. Ancak o zaman güçlenebilir, o zaman gülebiliriz. Ölümsüzlük, Piskopos; bir yalandan ibarettir, bir başkasının o ölen kişinin eşyalarını beklemesinden başka bir şey değildir. Ah! Ne inanılmaz bir vaat. Eğer böyle olmasını istiyorsanız siz buna inanın! İnsanoğlu ne çok şeye sahip değil mi? Bizler aslında sadece ruhlardan ibaretiz, sırtlarında mavi kanatları bulunan ve vadesi geldiğinde melekler gibi uçup gidecek olan ruhlarız. İnsanların ruhları olduğunu ve ruhların kanatlarını çırparak yıldızdan yıldıza uçacağını da söyleyen din adamları değil midir? Çok iyi. Demek ki bizler birer yıldız çekirgesi olacağız. Sonra da Tanrı’yı göreceğiz öyle mi? Boş laf! Cennete dair bütün bu anlatılanlar safsatadan ibaret! Tanrı anlamsız bir canavardır. Bunları elbette ancak dostlar arasında fısıldayabilirim. Dünyayı cennet düşüncesine kurban etmek, bir gölge uğruna elimizdeki avı kaçırmaya benzer. Hiç kimse sonsuzluğun budalası hâline gelmemeli! Ben o kadar budala değilim. Ben yokluktan başka hiçbir şey değilim. Ben kendime tam anlamıyla ‘Yokluğun Kontu’ diyorum. Doğmadan önce var olmuş muydum ki? Hayır. Peki, ölümden sonra var olacak mıyım? Hayır. Neyim ben? Bir organizmada toplanan toz parçasından başka bir şey değil. Bu dünyada benim ne gibi bir görevim olabilir ki? Seçimlerim tamamen bana ait; ya acı çekerim ya da hayatın tadını çıkarırım. Yoklukta bile acı çekebilir insan. Peki, zevk beni nerelere götürebilir? Yine yokluğa ama en azından kendi adıma zevk almış olurum. Bu yüzden ben, seçimimi yaptım. Bir insan ya yer ya da yenir. Ben yiyen taraf olacağım. Ot olmaktansa diş olmak evladır. İşte benim felsefem de budur. Ondan sonrası zaten boş, nereye götürülürsem götürüleyim, mezarcı orada. Sonuç olarak hepimizin gideceği yer aynı, hepimiz o büyük deliğin içine düşeceğiz. İşte bu da kaçış noktasıdır. Ölüm sadece ölümdür, inanın bana. Bu konuda bana farklı bir şey söyleyecek birine ancak gülerim ben. Ben o palavraların hiçbirine kulak asmam, bunlar sadece cahillerin ve zavallıların inandıkları masallardan ibarettir. Onların bu masallara inanmaktan başka hiçbir şeyleri yoktur. Mezarın ötesindeki hiçlikten başka hiçbir şeyleri yoktur ellerinde. İster Sardanapalus, ister Vincent, istersen Paul ol; bunun hiçbir önemi yok. İşte gerçek budur. Bu yüzden hayatı iyi geçirmeye bakmak lazım. Benliğinize sahip olduğunuz sürece onu kullanmayı bilmelisiniz. Gerçekte Piskopos, ben size sadece kendi felsefem ve filozoflarım olduğunu söylemek istiyorum. Bu yüzden de kendimi bu tür saçmalıklara kaptıramam. Elbette sefiller için de bir şeyler olmalı; yalın ayak dilenciler, bıçak bileyenler ve sefil zavallılar için. Onların da bütün bu efsanelere, kuruntulara, ruh, ölümsüzlük, cennet ve yıldızlar gibi safsatalara inanmaları sağlanmalı. Ancak onlar bu boş lafları yutarlar. Bunu kuru ekmeklerinin üzerine sürerek katık yaparlar. Elinde avucunda hiçbir şeyi olmayanın sadece Tanrı’sı vardır. Sahip olabileceği yegâne servet bu olacaktır. Buna elbette ki hiçbir itirazım yok ancak ben, Bay Naigeon’ın tarafındayım. Geri kalan halk da Tanrı’yı tutsun.” Bu sözlerin sonrasında Piskopos ellerini çırptı.