“Söylenmek istenen söylendi.” diye haykırdı. “Bu materyalizm ne kadar mükemmel ve gerçekten, ne harika bir şeydir! Her isteyen buna sahip olamaz. Ah! Ona sahip olan kişiler Caton gibi sürgünlere düşmez, Etienne gibi öldürülmez, Stephen gibi taşlanmaz ya da Jeanne d’Arc gibi diri diri yakılmaz. Bu takdire şayan materyalizmi elde etmeyi başaranlar, sorumsuzluklarının tadını çıkarırlar ve hayatta karşılaştıkları her şeyi; iyi ya da kötü kazanılmış tüm güçleri, ihanetleri, vicdanın lezzetli kapitülasyonlarını, tüm bunların hepsini hazmettikten sonra mezara girebileceklerini düşünürler. Ne kadar uygun bir son! Bunu sırf sizin için söylemiyorum, Senatör. Yine de siz ve sizin gibi düşünenleri tebrik etmemek de elde değil. Sizin gibi büyük zenginler, gütmüş olduğunuz bu ince ve zevkli felsefeye sadece sizin gibi zenginlerin erişebileceğini kabul ediyorsunuz ve kabullendiğiniz bu hayatın mükemmel zevklerini kendi aranızda sınıflandırıyorsunuz. Bu felsefe ancak çok derinlerden ve sadece bu kalıplara has kişiler tarafından benimseniyor. Ama sizler iyi huylu efendiler olduğunuz için, Tanrı’ya inancı sağlam olan yoksul insanların ve zavallıların inanmasına da mâni olmuyorsunuz. Siz sofralarınızda kestaneli ördek kızartması yediğiniz zaman, yoksullar nasıl hindi kızartması ile yetiniyorsa böyle inançları olmasını da mazur görüyorsunuz.”
IX
Kız Kardeşin Bakış Açısıyla Erkek Kardeş
Devletin özel kuruluşu hakkında bir fikir vermek ve Digne Piskoposu’nun ev hayatının nasıl olduğunu; iki aziz kadının eylemlerini, düşüncelerini, hatta dişil içgüdülerini kullanarak onun istek ve niyetlerine nasıl boyun eğdiklerini; alışkanlıklarını ve amaçlarını yerine getirmesi hususunda onu nasıl desteklediklerini anlatabilmek için, çok fazla konuşma zahmetine girmeden Matmazel Baptistine’in çocukluk arkadaşı Vikontes de Boischevron’a yazdığı mektubu siz okurlara sunmayı uygun bulduk. İşte elimizdeki o mektup:
Digne, 16 Aralık 18..
Sevgili Dostum,
Sizden bahsetmediğimiz bir gün dahi geçmiyor. Bu artık bizim âdetimiz hâline geldi ama bunu yapmamızın başka bir nedeni daha var. Madam Magloire geçenlerde tavanların ve duvarların tozunu aldığı sırada bazı keşifler yaptı; şu anda beyaz badanalı olan duvarlardaki antika kâğıtları yırttığında kendi odalarımızda, sizin tarzınızdaki bir şatoyu süsleyen şeyler gördük. Madam Magloire sonrasında bütün kâğıtları çıkardı. Altlarından resimler çıktı. Yıkadıktan sonra çarşafları sermek için kullandığımız, içinde mobilya bulunmayan oturma odamın yüksekliği dört buçuk metre ve genişliği de beş buçuk metre, tavanı daha önce boyanmış ve sizinki gibi kirişli. Burası hastaneye dönüştürüldüğünde üzeri badanayla kapatılmış. Ve içerideki ince ahşap işleri tıpkı büyükannelerimizin dönemindekilere benziyor. Aslında bu odayı görmenizi çok isterdim. Madam Magloire; duvarların üzerine yapıştırılmış en az on kat kalınlıkta kâğıtların altında, iyi durumda olmasalar da çok hoş görülebilecek bazı resimler keşfetti. Teması Telemakhos’un Minerva tarafından şövalye ilan edilmesini, başka bir resimde ise şimdi adını unuttuğum bahçelerde gezinmesini tasvir ediyor. Kısacası hepsinde Romalı kadınların portreleri var. Size bunu nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Burada, duvarlarımda bir sürü Romalı kadın ve erkekler; onlara ait resimler (burada okunaksız bir kelime var) bulunuyor. Madam Magloire hepsini güzelce temizledi; bu yaz boyunca üzerlerindeki bazı hasarları da onaracak ve tamamını yenileyip vernikledikten sonra, odam gerçek bir müze hâline gelecek. Ayrıca çatı katının bir köşesinde eski moda iki ahşap konsol da buldu. Onları yeniden verniklemek için bizden karşılığında her birine altı frank, iki kron istediler ama elbette bu parayı yoksullara vermek çok doğru olur; ayrıca ikisi de çok çirkin, ben daha çok maun ağacından yapılma yuvarlak konsolları tercih ederim. Her zamanki gibi mutluyum. Kardeşim de çok iyi. Sahip olduğu neyi var neyi yoksa yoksullara ve hastalara veriyor. Oldukça zor geçiniyoruz. Kış mevsimi çok soğuk geçiyor ve gerçekten eksikliklerini tamamlamamız gereken çok şeye ihtiyacımız var. Evimizin neredeyse rahat biçimde ısındığını ve aydınlatıldığını söyleyebiliriz. Bunların ne harika nimetler olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Kardeşimin kendine has alışkanlıkları var. Onunla konuşmaya çalıştığımızda bize bir piskoposun böyle olması gerektiğini söylüyor hep. Düşünebiliyor musunuz, evimizin kapısını bile asla kilitlemiyor. İçeriye kim girerse girsin, kardeşimin odasında hemen kendisine bir yer bulabiliyor. Geceleri bile hiçbir şeyden korkmuyor. Söylediğine göre bu, onun bir çeşit cesaretiymiş.
Ne benim ne de Madam Magloire’ın onun için herhangi bir korku duymasını istiyor. Kendisini her türlü tehlikenin içine atmaktan çekinmiyor ve bizim bunun farkında olmamızdan sanki hoşlanıyor. Onu anlamayı öğrenmemiz gerekiyor.
Yağmur çamur demeden yollara düşüyor, kışın bile yolculuk yapmaktan geri kalmıyor. Ne şüpheli yollardan ne tehlikeli karşılaşmalardan ne de geceden hiç korkmuyor.
Geçen yıl haydutların hâkimiyet kurduğu topraklara bir başına gitti. Bizi bile yanına almadı. İki hafta boyunca ortalarda yoktu. Sağ salim geri döndü. Herkes onun öldüğünü sanırken o, gayet iyi durumdaydı ve “Bakın, bu da benim soyulma şeklim!” dedi. Sonra, haydutların ona hediye ettiği Embrun Katedrali’nin kutsal hazinesiyle dolu sandığını açtı.
Ama yine de bu sefer onu biraz olsun azarlamaktan geri duramadım. Bunu yaparken de kimse duymasın diye onunla araba yoldayken konuştum.
İlk başlarda, onu durdurabilecek hiçbir tehlike yok diyordum kendi kendime. Ama zamanla bu duruma alıştım. Hatta Madam Magloire’a bile artık ona itiraz etmemesi konusunda uyarılarda bulundum. Kendisi nasıl uygun görüyorsa o şekilde hayatına devam ediyor. Ben de Madam Magloire’ı yanıma alıp odama geçiyor, onun için dua ediyor ve uyuyorum. İçim çok rahat çünkü ona bir şey olacak olursa benim de öleceğimi biliyorum. Hem kardeşim hem de piskoposumla birlikte Tanrı’nın huzuruna çıkmış olacağım. Madam Magloire, ihtiyatsızlık olarak nitelendirdiği onun bu tür eylemlerine çok daha zor alışıyor. Ama nihayetinde durumu o da kabullenmiş hâlde. Birlikte dua ediyoruz, birlikte titriyoruz ve birlikte uykuya dalıyoruz. Eğer içeriye bir şeytan girecek olsa istediği her şeyi yapabilir. Sonuç olarak, bu evde korkacak ne var ki zaten? Her zaman yanımızda bizden çok daha güçlü biri var. Şeytan buradan geçebilir ama Tanrı her zaman bizim yanımızdadır.
Artık, kardeşimin niyetlerini açıklaması için bana bir şeyler söylemesine gerek yok. Onu konuşmadan da anlayabiliyorum ve kendimizi Tanrı’nın kutsal ellerine emanet ediyoruz. Ruhu böylesine büyük Tanrı inancıyla dolu bir adam için yapılacak başka bir şey de yok.
Faux ailesi hakkında benden bilgi istemiştiniz, ben de kardeşimle bu hususu konuştum. O her şeyi bilir ve onun hatıralarının ne kadar zengin olduğunu siz de çok iyi bilirsiniz. Bu aile gerçekten de Caen Generalliğine bağlı çok eski bir Norman ailesiymiş. Beş yüz yıl önce Roul, Jean ve eski asilzadelerden olan Thomas de Faux tarafından kurulmuş soylu bir aile. Ailenin son ferdi Guy-Etienne-Alexandre imiş, bir alay komutanıymış ve Bretagne süvarisinin başıymış. Kızı Marie-Louise, Fransız muhafız albayı ve ordunun generali Dük Louis de Gramont’un oğlu Adrien Charles de Gramont ile evlenmiş. Soy isimleri Faux, Fauq ve Faoucq olarak yazılıyormuş.
Sevgili dostum, bu vesileyle sizden aziz akrabanız Mösyö Kardinal’in dua ederken bizleri de unutmamasını rica edeceğim. Sevgili Sylvanie’ye gelince sizinle geçirdiği vakti detaylıca bana yazdığı için çok müteşekkirim. O çok iyi bir insandır, sizin isteklerinize göre çalışır ve sizi çok sever.
Söylemek istediklerimi dile getirdim. Sizin aracılığınızca Sylvanie’nin gönderdiği hatıranız bana sağ salim ulaştı ve beni çok mutlu etti. Sağlığım o kadar kötü değil ancak yine de her geçen gün biraz daha zayıflıyorum. Kâğıtlarım bittiği için, burada mektubuma son vermek zorundayım. Bütün iyi dileklerimi sizlere sunuyorum.
Baptistine
Not: Büyük yeğeniniz de bu arada gayet sağlıklı. Yakında beş yaşında olacağını biliyor musunuz? Dün, dizlikleri olan, at sırtında geçen birini gördü ve “Dizlerinin üzerindeki nedir?” diye sordu. Gerçekten büyüleyici bir çocuk! Küçük kardeşi, eski bir süpürgeyi bir araba gibi odanın içinde sürüklüyor ve “Deh, deh!” diye bağırıyor.
Aslında bu mektuptan da anlaşılacağı üzere bu iki kadın; evin erkeğinin isteklerini gayet net bir biçimde kavrayarak, o sahip oldukları özel dehalarıyla Piskopos’un yaşam tarzına uyum sağlayarak onun hayatına katılmışlardı. Digne Piskoposu, yüzünden asla eksik etmediği tebessümü ve açık sözlü ruh hâliyle, hiçbir zaman kendinden şüphe duymadan büyük, cesur ve muhteşem işler yapıyordu. Kadınlar, onun yaptığı bu işleri titreyerek ve korkuyla izliyor ama yine de ona engel olmak için bir eylemde bulunmuyorlardı. Bazen Madam Magloire ilk başta duruma itiraz ediyor ama ne öncesinde ne de sonrasında asla ısrarcı davranmıyordu. Herhangi bir eyleme giriştiğinde Piskopos çalışmaya başladıktan sonra bu iki kadın, ona tek bir kelime dahi söylemiyordu. Bazı anlarda, daha bundan bahsetmeye fırsat bulamadan yaptığı işin yüceliğinin ne boyutta olduğunun kendisi bile farkında değilken kadınlar, onun ne yapmak istediğini hemen anlayarak destek oluyordu. Bu iki kadın, Piskopos’un arkasından giderek onun gibi davranan iki gölgeyi andırıyorlardı. Ona hiç fark ettirmeden hizmet ediyor ve ortadan kaybolmaları gerektiğinde hiçbir şey söylenilmesine gerek duymadan ortadan kayboluyorlardı. Takdire şayan bir içgüdü inceliğiyle, belli kaygıların da sınırlandırılabileceğini anlıyorlardı. Sonuç olarak, onun tehlikede olduğuna inandıklarında bile onu rahat bırakabilecek kadar anlayış göstermeyi başarıyor ve kendilerine hâkim olabiliyorlardı. Onu, Tanrı’ya emanet ediyorlardı.
Üstelik Baptistine, az önce arkadaşına yazdığı mektupta da belirttiği üzere, kardeşi ile birlikte öleceğini söylüyordu. Madam Magloire ise bunu dillendirmiyor ancak biliyordu.
X
Piskopos Bilinmeyen Bir İşin Peşinde
Önceki sayfalarda sözü edilen mektubun tarihinden bir süre sonra, Piskopos bütün kasabayı şaşkına düşüren, o haydutlarla dolu dağlara yaptığı tehlikeli yolculuktan çok daha şaşırtıcı ve tehlikeli bir işe girişti.
Digne kasabasının yakınlarında yaşayan yalnız bir adam vardı. Hemen belirtelim ki bu adam Konvansiyonun eski bir üyesiydi ve adı “G.” idi.
Konvansiyon Üyesi G. Digne’nin küçük dünyasında, hakkında korkunç hikâyeler anlatılan ve kendisinden fazlasıyla korkulan biriydi. Böyle bir insanı gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Bu insanların birbirlerine “vatandaş” dedikleri günden bu yana bu adama karşı nefret besliyorlardı ve yaşadığı bölgede ne bir dostu ne de bir tanıdığı vardı. Bu adam, oradaki halk tarafından neredeyse bir canavar olarak görülüyordu. Kral’ın ölümü için dahi oy kullanmamıştı. Etrafındakilere yarı kralmış gibi bir tutum sergiliyordu. Korkunç bir adamdı. Nasıl olmuş da böylesi bir adam, yaptığı eylemler sonucunda yüce mahkeme önüne hiç çıkarılmamıştı? Onun ille de kafasının kesilmesine gerek yoktu ancak kesinlikle sürgün edilmeliydi. Sırf başkalarına örnek olması adına bu yapılmalıydı. Ayrıca söylentilere göre, onun bir ateist olduğu söyleniyordu.
Acaba G. vahşi bir akbaba olabilir miydi? Eğer yalnızlığındaki gaddarlık unsurları yargılanacak olsaydı, buna cevap “evet” olabilirdi. Kral’ın ölümü için oy kullanmadığından sürgün kararnamelerine dâhil edilmemiş ve Fransa’da kalabilmişti.
Şehirden kırk beş dakika uzaklıkta, herhangi bir başka mezra ya da yoldan uzakta, çok vahşi bir mezranın ortasında yaşıyordu. Kimse tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu. Yaşadığı söylenilen bölgede bir tür in, bir delik, bir sığınak bulunuyordu. Ne bir komşusu ne de yolundan geçen herhangi biri oluyordu. O, vadinin orta kısımlarında yaşadığından oraya giden yol, otların altında kaybolmuştu. Yörede, oradan sanki bir celladın meskeniymiş gibi söz ediliyordu.
Bununla birlikte Piskopos; bu konuda aynı görüşte değildi ve zaman zaman Konvansiyonun eski üyesinin bulunduğu vadideki ağaç öbeklerine bakarak, onun meskeni olduğunu tahmin ettiği bir noktaya odaklanarak, düşüncelere dalar ve şöyle derdi: “O sadece çok yalnız bir adam.”
Ve zihninin derinliklerinde kendi kendine: “Ona bir ziyaret borçluyum.” diye tekrarlardı.
Ama kabul edelim ki ilk bakışta gayet doğal gibi görünen bu fikir, bir an düşündükten sonra ona tuhaf, imkânsız ve neredeyse tiksindirici gibi geliyordu. Yine de Piskopos kendisini sorumlu hissetmekten alıkoyamıyordu. Onu ziyaret etmeyi düşünse de bunun halk üzerinde yapacağı kötü etkiyi hesaplayarak bu düşüncesinden vazgeçiyordu.
Bununla birlikte, “Koyun uyuz diye çoban ürkmemelidir.” sözünü de kendisine hatırlatmaktan geri kalmıyordu. Ne koyun ama! Piskopos’un aklı karışmış durumdaydı. Bazen onu ziyaret etmek için yola koyuluyor, sonra vazgeçerek geri dönüyordu.
Sonunda bir gün, Konvansiyonun eski üyesinin kulübesinde onunla birlikte yaşadığını söyleyen genç bir çoban; efendisinin ölüme yakın derecede hasta olduğunu ve bir doktor aradığını söyledi. Hemen kasabada söylentiler yayıldı; yaşlı adamın ölmek üzere olduğu, felç geçirdiği ve bir gece daha yaşayacak durumda olmadığı dilden dile anlatıldı. Bazıları bunları anlatırken sonunda “Tanrı’ya şükür!” demeyi de ihmal etmedi.
Bunu duyar duymaz Piskopos değneğini eline aldı; daha önce bahsettiğimiz gibi, o eski püskü cübbesini üzerine geçirerek yola koyuldu.
Piskopos, bu insan uğramaz, tenha yere ulaştığında güneş neredeyse batmak üzereydi. Bahsi geçen adamın ininin yakınlarında olduğunu fark ettiğinde heyecanlandığını hissetti. Bir hendekten geçti. Deve dikenlerinin üzerinden atladı, bir çitin üzerinden geçti ve bakımsız bir çayırlık alana girdi. Büyük bir cesaretle birkaç adım attı ve birden çorak arazinin sonunda, yüksek bir tepenin ortasındaki mağarayı gördü. Aslında kasaba halkı onun evini mağara olarak nitelendirirken haksızlık etmişlerdi. Adamın yaşadığı yer; hemen önünde asma çardağı bulunan, temiz görünüşlü, alçak tavanlı, sıradan bir köy kulübesinden başka bir şey değildi.
Kapının hemen yanında, eski bir tekerlekli sandalyede, gülümseyerek yüzünü güneye dönmüş ak saçlı bir adam oturuyordu.
Adamın hemen yanında genç bir çoban dikiliyor, elindeki kaptan ihtiyar adama süt içiriyordu.
Piskopos onları izlerken yaşlı adam konuştu: “Teşekkür ederim.” dedi. “Başka bir şey istemiyorum.” Böylece yine güneşe doğru gülümsemeye devam ederken çocuk, onu dinlenmesi için yalnız bıraktı.
Piskopos ona doğru ilerledi. Yürürken çıkardığı sesler yüzünden, yaşlı adam başını ona doğru çevirdi. Yüzünde, arkasında upuzun bir ömür bırakmış olan bir insanın hâlâ hissedebileceği büyük bir şaşkınlık ifadesi vardı.
“Buraya geldiğimden bu yana, ilk kez biri ziyaretime geliyor. Siz kimsiniz efendim?”
Piskopos hemen cevapladı: “Adım Bienvenu Myriel.”
“Bienvenu Myriel mi? Bu ismi duymuştum. Halkın ‘Hoş Geldiniz Monsenyör’ dedikleri kişi, siz misiniz?”
“Benim.”
Yaşlı adam yüzünde hafif bir tebessümle konuşmaya devam etti:
“Bu durumda, siz benim piskoposumsunuz?”
“Öyle de denilebilir.”
“İçeri girin, efendim.”
Konvansiyonun eski üyesi, Piskopos’a elini uzattı ancak Piskopos kendisine uzatılan eli tutmadı. Yine de şu sözleri söylemekten kendisini alamadı:
“Hakkınızda yanlış bilgilendirildiğimi görmekten memnun oldum. Bana hiç de hasta gibi gelmediniz.”
“Monsenyör.” diye yanıtladı yaşlı adam sakince. “Sonunda şifa bulacağım.” Bir süreliğine durdu ve “Üç saat sonra öleceğim.” diye ekledi. Sonra yine devam etti:
“Hekimlikten biraz anlarım, son saatlerin nasıl geçtiğini de bilirim. Dün sadece ayaklarım buz gibiydi, bugün ise soğukluk dizlerime kadar yükseldi, şimdi de belime doğru yükseldiğini hissediyorum, kalbime ulaştığında da her şey bitecek. Güneş ne kadar güzel, değil mi? Buraya son defa onu görmek için çıktım. Benimle konuşabilirsiniz, sizi bile dinleyecek durumdayım. Ölmek üzere olan bir adamı ziyaret etmekle ne iyi etmişsiniz. Bu anıma tanık olacak birinin olması çok iyi. Şu anda tam olarak, gün doğumuna kadar yaşamayı çok isteyen ama bunun mümkün olmayacağını bilen, yaşayacak sadece iki-üç saati olan bir adamın yanındasınız. O vakit geldiğinde çoktan gece çökmüş olacak. Her şeyin sonunda bunların ne önemi var ki? Ölmek, gayet basit bir olaydır. Bunun için kişinin ışığa ihtiyacı yoktur. Bırakın nasıl olursa olsun. Yıldızların altında da ölebilirim.”
Yaşlı adam çoban gence döndü:
“Git yat, dün bütün gece uyanıktın, yorgunsun.” Çocuk, kulübeden içeriye girdi. Yaşlı adam onu gözleriyle takip etti ve kendi kendine konuşuyormuş gibi ekledi: “O uykudayken ölmeliyim. İkimiz de sanki uyuyormuşuz gibi olur. Sadece benimki, çok uzun bir uyku olacak.”
Piskopos, olması gerektiği gibi, onu kayıtsızlıkla dinlemişti. Tanrı’nın onun ölümünde bir ayrıcalık tanımayacağını düşünüyordu. Ayrıca onun inançsızlığı yüzünden öfkeliydi de. Bu kayıtsızlığının bir nedeninin de öfkesi olduğu inkâr edilemez bir gerçekti. Ayrıca kendisine her zaman Monsenyör diye hitap edilmesine alışkın olan Piskopos, ihtiyar adamın ona bu şekilde hitap etmemesinden dolayı da sinirlenmiş; ona karşılık verirken “vatandaş” dememek için kendisini çok zor tutabilmişti. Genel anlamda doktorlar ve papazlarda pek görülmeyen, onda ise hiç alışık olmadığımız soğuk gurur duygusunun bir anlığına da olsa esiri olmuştu. Sonuç olarak bu adam, bir Konvansiyon üyesiydi. Halkın temsilcisi, dünyanın güçlülerinden biriydi. Piskopos, hayatında ilk kez şiddetli biçimde duyguları ve mantığı arasında sıkıştığını hissediyordu.
Bununla birlikte Konvansiyon Üyesi, aslında tüm konuşmalarında gayet samimiydi; kısa bir süre sonra ölüp toza dönüşmenin eşiğinde olan birinin alçak gönüllülüğünü yaşadığı aşikârdı.
Piskopos, kendi görüşüne göre toplumdan soyutlanmış bu adamın durumunu sorgularken merakını da genel anlamda dizginlemeye çalışıyor; bu adamı küstah ve terbiyesiz bulduğundan ona bir ders de vermek istiyordu. Konvansiyon Üyesi, onda bir şekilde yasanın hatta hayırseverlik yasasının dışında olduğu izlenimini uyandırıyordu. G. denen bu adamdaki en şaşırtıcı olan durum ise, ölümle burun buruna olduğunu söylemesine rağmen fiziksel olarak bedeninden sağlık fışkırmasıydı. Devrim esnasında Piskopos, bu tür adamlara çok rastlamıştı. Tıpkı bu yaşlı adam gibi, ölüm onların da umurlarında olmazdı. Sonuna çok yakın olmasına rağmen bu tür adamlar her zaman kuyruğu dik tutmayı bilirlerdi. Berrak bakışlarında, kararlı seslerinde, omuzlarının güçlü hareketlerinde ölümü dahi şaşırtacak bir şeyler vardı. Müslümanların ölüm meleği dediği Azrail bile onun canını almaya gelse yanlış kapıya geldiğini düşünerek geri dönerdi. G. ölüyordu çünkü kendisi böyle olmasını istiyordu. Acısında bile bir özgürlük vardı. Sadece bacakları hareketsizdi. Gölgelerin onu sımsıkı tuttuğu yer de orasıydı. Ayakları soğuk ve ölüydü ama başı, yaşamın tüm gücüyle hayattaydı ve ışık dolu görünüyordu. Ölecek olmasına rağmen G. hava karardıkça Doğu masallarında anlatıldığı gibi üstü etten, altı mermerden heykellere benziyordu.
Orada bir taş vardı ve Piskopos bunun üzerine oturdu. Söze başlaması ani oldu.
“Sizi tebrik ederim.” dedi, azarlarcasına bir ses tonuyla. “Ne de olsa Kral’ın ölümü için her şeye rağmen oy kullanmadınız.”
Konvansiyonun eski üyesi, Piskopos “her şeye rağmen”i üstüne basa basa söylerken iğneleyici anlamı fark etmemiş gibiydi. Cevap verirken yüzündeki tebessüm de tamamen kaybolmuştu.
“Beni bu kadar tebrik etmeyin, efendim. Ben bir zorbanın ölümü için oy verdim.”
Yaşlı adamın ses tonundaki sertlik, Piskopos’u hayrete düşürmüştü.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Piskopos.
“İnsanı bir zorba yapan şeyin cehalet olduğunu söylemek istiyorum. Ben, işte o zorbalar yaratan cehaletin sona ermesi için oyumu kullandım. Ben sadece bu zorba cehaletin üzerine kurulmuş olan krallığın sona ermesini istedim, bilim ve irfan yolunda kurulacak bir krallığın doğmasına vesile olmak istedim. Bana göre insan sadece bilim tarafından yönetilmelidir.”
“Peki, ya vicdan?” diye ekledi Piskopos.
“Aynı şey. Vicdan, içimizde sahip olduğumuz doğuştan gelen bilimin miktarıdır aslında.”
Monsenyör Bienvenu, kendi açısından pek yeni olan bu bakış açısını büyük bir şaşkınlıkla dinliyordu. Konvansiyon Üyesi konuşmasına devam etti:
“Ben, XVI. Louis’nin infaz edilmesine hayır dedim çünkü bir insanın başka bir insanı öldürme hakkının olmadığını düşünmekteyim. Bu yüzden de onun sürgün edilmesine taraf oldum. Zorbalığın; yani kadın için fuhuş, erkek için kölelik ve çocuk için gecenin bitmesine taraf oldum. Ben cumhuriyet için oy verirken kardeşlik, uyum, bilgelik ve aydınlık için oy verdim. Ben sadece ön yargıların ve hataların yıkılmasına yardımcı oldum. Eski dünyanın yıkılmasına biz sebep olduk ve o eski dünya, o sefalet vazosu, insan ırkını altüst ederek çok daha neşeli ve zevkli bir vazo hâline geldi.”
“Karışık bir zevk.” dedi Piskopos.
“Sıkıntılı bir zevk diyebilirsiniz ve bugün, geçmişin o kutsal 1814 denen ölümcül dönüşünden sonra yok olan bir sevinç! İşimizi tamamlamadık, bunu kabul ediyorum. Bütün gücümüzle eski düzeni ortadan kaldırmaya çalıştık, kısmen de olsa bunu başarabildik. Ancak fikirleri tamamen bastıramadık. Suistimalleri yok etmek yeterli değildi sonuç olarak, düzenlerle birlikte ahlak kurallarını da değiştirmemiz gerektiğini bilmeliydik. Yani demek istediğim, nihayetinde değirmen tamamen yıkıldı ancak onu çalıştıran rüzgâr olduğu hâliyle orada kaldı.”
“Sizler yıktınız. Bu yıkımla birlikte bir şeyleri değiştirmiş olduğunuz da aşikâr ancak gazapla yapılan yıkımın sonunda ortaya çıkan değişikliklerin geleceğine güvenmek doğru değildir.”
“Haklının da zorba bir yanı vardır, Piskopos; dürüstlüğün zorbalığı, ilerlemenin en temel ögesidir. Her durumda ve ne söylenirse söylensin, Fransız Devrimi, İsa’nın gelişinden bu yana insan ırkının atmış olduğu en önemli adımdır. Bu adım belki tamamlanmamış olabilir ancak gerçek anlamda kutsaldır. Bilinmeyen tüm toplumsal nicelikleri özgür bırakmış; ruhları yumuşatarak, sakinleştirerek ve yatıştırarak aydınlatmış; uygarlık dalgalarının dünya geneline yayılmasını sağlamıştır. Halkı kölelikten kurtarmıştır. Fransız Devrimi, insanlığın kutsanmasıdır.”
Piskopos, kendisini mırıldanmaktan alamadı: “Öyle mi? 93’ü mü kastediyorsunuz?”
Konvansiyon Üyesi, neredeyse ölünün dirilişini hatırlatan bir hareketle koltuğunda doğruldu ve ölmekte olan bir adamın bezgin sesiyle konuşmaya devam etti:
“Ah, işte asıl konuya geldiniz; 93 olayı! Ben de sizden bunu duymak istiyordum. Bu 93 olayı, bin beş yüz yıldır biriken karanlığın arkasından gelen bir aydınlıktır; bin beş yüz yılın sonunda patlamıştır. Bu büyük aydınlanmadan böylesine küçümser bir tavırla bahsetmeniz haksızlıktır.”
Piskopos, itiraf etmese de içinin bir anda irkildiğini fark etti. Yine de konuşmak için toparlandı ve ona şöyle bir cevap verdi:
“Yargıç, adalet hakkında konuşuyorsa bir din adamı ancak daha yüce bir adaletten başka bir şey olmayan merhamet adına konuşur. Bir patlamanın, aydınlanmanın da hata yapmaması gerekir.”
Ve doğrudan Konvansiyon Üyesi’ne bakarak: “Peki, ya XVII. Louis?” diye ekledi.
Konvansiyon Üyesi elini uzatarak, Piskopos’un kolunu tutarak, heyecanla konuşmaya başladı: “XVII. Louis, bu konuya bir bakalım. Kimin için ağlamak istersiniz? Masum bir çocuğun ölümü için mi? Çok güzel, bu durumda gelin birlikte ağlayalım. Yoksa bir kraliyet çocuğu için mi ağlamak istersiniz? Benim için bunun da bir önemi yoktur. Bu konuda size kısa bir bilgi vermek isterim. Bana göre Cartouche’un küçük ve masum bir çocuk olan kardeşinin Grave alanındaki darağacında, sırf Cartouche’un kardeşi olmak suçundan dolayı sallandırılmış olmasıyla; aç ve susuz ölüme terk edilen masum bir çocuğun Temple Şatosu’nda, tek suçu XV. Louis’nin torunu olması nedeniyle infaz edilmesi arasında hiçbir fark yoktur.”
“Monsenyör.” dedi Piskopos. “Bu isimleri aynı cümlenin içerisinde kullanmanızdan hiç hoşlanmadım.”
“Cartouche mu? Yoksa XV. Louis mi? Hangisi için itiraz ediyorsunuz, sizce hangisi suçsuzdur?”
Anlık bir sessizlik hâkim oldu. Piskopos geldiğine neredeyse pişman olmak üzereydi ancak yine de belli belirsiz ve garip bir şekilde sarsıldığını hissediyordu. Konvansiyon Üyesi konuşmaya devam etti:
“Ah, Monsenyör Papaz, siz dürüstlüğün kabalığını sevmiyorsunuz. Oysaki İsa bu dürüstlükler üzerine temelini kurmuştur. Kutsal asası ile Temple’i boşaltmış, mucizeler dağıtan değneği dürüstlüğün amansız dağıtıcısı olmuştur. ‘Peşimden gelin!’ diye bağırdığında, hiç kimse arasında ayrımcılık yapmamıştır. Barabbas’ın Dauphini ile Hirodes’in Dauphini’ni bir araya getirdiğinde utanmamıştır. Masumiyet, Monsenyör, özel bir asalettir. Masumiyetin yüceliğinin olması gerekmez, o tıpkı zambaklar gibi bulunduğu yerde kendisini belli eder.”