Jean Valjean, Cosette ve hizmetçi kadın, üçü de sadece Babylone Sokağı’na açılan kapıyı kullanırlardı. Pencere parmaklığından bakmak şartıyla onları görebilmek mümkündü. Kimse onların Plumet Sokağı’nda oturduklarını düşünemezdi. Bu parmaklık ve demir kapı, sürekli kapalı olurdu. Jean Valjean ilgi çekmemek için bahçeyi olduğu gibi bırakmıştı. Belki de bunu yapması bir hataydı.
III
Foliis Ac Frondibus 6
Yarım asırdan fazla bir süre kendi hâline bırakılan bahçe, olağanüstü ve büyüleyici hâle gelmişti. Kırk yıl önce yoldan geçenler, taze ve yemyeşil derinliklerinde sakladığı sırlardan şüphe duymadan ona bakmaktan vazgeçtiler. O çağın birden fazla hayalperestinin, düşüncelerinin ve gözlerinin; bu eski, asma kilitli, bükülmüş, sendeleyen, iki yeşil ve yosun kaplı sütuna sabitlenmiş, garip bir şekilde anlaşılmaz bir eski moda alınlık ile taçlandırılmış parmaklıkları arasına gizlice girmesine izin vermişti. Bir kenarda taş bir sıra zamanla yosun bağlamış ve yer yer harabe birkaç heykel, duvarda ise yağmur ile kardan kararmış ve çürüyen tahta kafesler görünürdü. Bahçe üzerinde artık ne çiçek tarhları ne de çimenlik alanlar bulunuyordu, bahçenin arasında dolaşılan yollar bile yabani bitkilerle kaplıydı, her yerde ısırgan otları bitmişti. Her ne kadar bakımsız görünse de bu bahçede her şey, yaşama sevincinin o ilahi gayretini gösteriyordu. Doğal gelişme burada egemenlik sürüyor, ağaçlar dikenlere eğiliyor, dikenler ağaçları resmen kucaklıyordu. Yerlerde sürünen bitkiler havalanarak yukarıdaki bitkilere sarılıyor, rüzgârda dalgalanan bitkiler yosunlu topraklara eğiliyordu. Burada bitkiler derin ve sıkıca birbirlerine sarılmış, ayrılmamak üzere tutunmuşlardı. Burası artık bir bahçe değil, büyük bir çalılıktı; yani bir orman gibi içine girilmesi zor, bir şehir gibi kalabalık; bir yuva gibi titreşen, bir kilise gibi loş; bir demet çiçek gibi hoş kokulu, bir mezar gibi ücra ve bir topluluk gibi canlıydı.
Floréal’de7 kapısının arkasında ve dört duvarı içinde özgür olan bu muazzam çalılık, gizlice filizlenme işine girerdi; yükselen güneşte titrer, neredeyse kozmik aşkın nefeslerini içen ve nisanın öz suyunu hisseden bir hayvan gibi damarlarında yükselir, kaynar ve muazzam harika yeşil buklelerini rüzgâra sallardı; rutubetli toprağa, tahrif edilmiş heykellere, köşkün ufalanan basamaklarına, hatta ıssız sokağın kaldırımına serpilmiş yıldız gibi çiçekler, inci gibi çiy, doğurganlık, güzellik, hayat, neşe, parfüm gibi kokular salınırdı etrafa. Öğle vakti bin beyaz kelebek oraya sığınırdı ve o canlı yaz karının gölgede pullar hâlinde döndüğünü görmek ilahi bir manzaraydı. Orada, yeşilliğin o neşeli gölgelerinde, bir masum ses kalabalığı ruha tatlı bir şekilde konuşur ve cıvıltıların söylemeyi unuttuğunu uğultu tamamlardı. Akşam, bahçeden hülyalı bir buhar çıkar ve bahçeyi sarar; bir sis örtüsü, sakin ve semavi bir hüzün kaplardı onu; hanımeli ve gündüzsefalarının baş döndürücü kokusu, nefis ve ince bir zehir gibi her yerinden fışkırırdı; dallar arasında uyuklarken ağaçkakanların ve kuyruksallayanların son haykırışları duyulurdu; kuşların ve ağaçların kutsal yakınlığını hissederdiniz; gündüz kanatlar yaprakları sevindirir, gece ise yapraklar kanatları korurdu. Kışın çalılık kapkara olurdu; su damlatır, dallar kurur, titrer ve evi biraz görülebilir hâle getirirdi. Dallardaki çiçekler ve çiçeklerdeki çiy yerine sarı yapraklarda oluşan soğuk, kalın örtüde salyangozların uzun gümüşi izleri görünürdü ama herhangi bir biçimde, herhangi bir açıdan, her mevsimde; ilkbahar, kış, yaz, sonbaharda bu küçücük çit, melankoli, tefekkür, yalnızlık, özgürlük, insanın yokluğu, Tanrı’nın mevcudiyeti her yerden ve her zaman fışkırmaya devam ederdi ve paslı eski kapı, “Bu bahçe bana ait.” der gibiydi. Varennes Sokağı’nın o muhteşem ve klasik konaklarının iki adım uzakta yükselmelerine, Invalideslerin kubbesinin biraz ileride görünmesine, çevre caddelerden arabaların hızla geçmelerine rağmen yine de Plumet Sokağı gayet tenha ve sessizdi. Devrimin gelip geçmesi, burada bir zamanlar oturanların ölmeleri, eski servetlerin batması, yokluk, kırk yıldan uzun süre terk edilen bu ayrıcalıklı yerin eğrelti otları, aslankuyrukları, baldıranlar, civanperçemleri, yüksük otları, açık yeşil yapraklı devasa bitkiler, böcekler; bütün bunlar yeniden bu vahşi bahçeye dönmüş, onu ele geçirmişlerdi. Bu geri dönüş, toprağın derinlerinden fışkırıp dört duvar arasında vahşi bir yücelik sağlamış ve insanoğlunun sıradan düzenlenmelerinden hoşlanmayan doğaya ve karıncaya olduğu gibi kartala da istediğini yaptıran doğanın yayıldığı yerde, Paris’in bu ücra sokağındaki şu küçük bahçede yeterince gelişmiş ve burada Yeni Dünya’nın el değmemiş ormanlarının havasını yansıtmaya başlamıştı. Aslında herkes, hiçbir şeyin küçük olmadığını, doğanın o derin kavramı içindeki her şeyin ne kadar derin ve engin olduğunu bilir; felsefi olarak hiçbir doyurucu sonuca varılmasa da nedenler gibi sonuçlar sınırlanmasa da izlemeyi seven ve düşünen biri birliğe varmak için dağılan bu güçler karşısında sarhoşa döner. Bulutlara şiddet uygulanır, yıldızın ışıması güle yarar, hiçbir düşünür akdikenlerin kokularının yıldızlara faydalı olduğunu inkâr edemez. Bir molekülün katettiği mesafeyi kim hesaplayabilir? Sonsuz büyükle sonsuz küçük karşılıklarının metcezirini, nedenlerin uçurumlardaki yankılarını, yaradılışın çağlarını kim tam olarak bilir? Un ve peynirlerde oluşan o küçük kurdun bile önemi vardır; küçük bir büyük, büyük bir küçüktür aslında. Güneşten tutun da çiçeklerin içindeki küçük böceklere kadar kimse kimseyi küçümsemez, her birinin diğerine ihtiyacı vardır çünkü. Aydınlık, dünya kokularını göklere verirken ve gece, uyuyan çiçeklere yıldız özlerini dağıtırken doğa her zaman ne yaptığını gayet iyi bilir. Uçan her kuşun ayağında sonsuzluğun ipliği vardır. Bir solucanın doğuşu, Socrates’in yücelişi ölçüsünde önemlidir. Teleskobun bittiği yerde, mikroskop başlar. Hangisinin daha güçlü bir görüşü olabilir? Bu noktada seçim sizin! Bir küf, çiçeklerden oluşan bir öbektir; bir bulutlanma, yıldızların kıyametidir. Akıl olayları ile madde olaylarının çözümlenemez karışımıdır; ögeler ve prensiplerin iç içe geçişi bu şekilde birleşir, çoğalır, birbirlerine bağlanır ve böylece somut evrenle soyut evreni aynı ışığa çıkarırlar. O geniş kozmik değişmelerde evrensel yaşam, bilinmeyen ölçülerde gelir gider; her şeyi akımların görünmez sırrında yuvarlar, her şeyi kullanır, ne bir hayali ne de bir uykuyu kaybeder. Şuraya küçük bir canlı serper, buraya bir yıldız atar, titreyerek sallanır ve yılan gibi kıvrılarak ışıktan bir güç ve düşünceden bir element yaratır. Ortaya çıkmadan her şeyi eritir. Sadece geometrik bir söz olan “benlikten” başka, her şeyi atoma dönüştürerek Tanrı’nın eliyle çiçeklendirir. Tanrı’nın en tepedekinden en aşağıda olana kadar bütün çalışmaları, baş döndürücü bir sistem karanlığında birbirine bağlıdır. Bu şekilde göklerdeki kuyruklu yıldız dolaşımı, bir damla suyun kaynamasına bağlanır ve akılla yapılmış bir makine, ilk motoru bir yavru sinek ve son tekerleği Zodyak olan devasa bir düzen içinde döner durur.
IV
Kapının Değişimi
Görünüşe göre eski zamanlarda ahlaksız sırları gizlemek için yaratılan bu bahçe, dönüşmüş ve iffetli sırları barındırmaya uygun hâle gelmişti. Artık çardaklar, begonvil alanları, tüneller veya mağaralar yoktu; her şeyin üzerine bir perde gibi düşen muhteşem, dağınık bir karanlık hâkimdi. Bu karanlık bahçe artık bir cennete çevrilmişti. Hangi tövbe unsurunun bu geri çekilmeyi sağlıklı kıldığını söylemek mümkün değil. Bu çiçekçi kız şimdi çiçeklerini ruhlara sunuyordu. Bu cilveli bahçe önceden kesinlikle tehlikeye atılmış, şimdi iffetli ve alçak gönüllü hâline geri dönmüştü. Bir bahçıvanın yardım ettiği bir başsavcı, kendisini Lamoignon’un devamı sanan iyi bir adam ve onun Lenôtre’un bir devamı olduğunu düşünen bir başka iyi adam onu çevirmiş, kesmiş, karıştırmış, süslemiş ve kahramanlık unsuru bir abide hâline getirmişti; doğa onu bir kez daha ele geçirmiş, gölgeyle doldurmuş ve aşk için düzenlemişti.
Ayrıca bu yalnızlıkta aşka oldukça hazır bir kalp vardı. Aşkın sadece kendisini göstermesi gerekiyordu; onun burada yeşillik, çimen, yosun, kuşların görünümü, yumuşak gölgeler, çalkantılı dallardan oluşan bir tapınağı ve tatlılıktan, inançtan, samimiyetten, umuttan, özlemden ve yanılsamadan oluşan bir ruhu vardı.
Cosette, daha çocukken manastırdan ayrılmıştı; on dört yaşından biraz daha büyüktü ve tam da nankörlük yapabilecek yaştaydı. Gözleri dışında güzelden çok, sade bir görünüme sahip olduğunu daha önce söylemiştik. Çirkin bir yüzü yoktu ama aynı zamanda beceriksiz, zayıf, ürkek ve cesurdu; kısacası yetişkin bir küçük hanımefendiydi artık. Eğitimi bitmiş yani ona din, hatta ve hepsinden önemlisi bağlılık öğretilmişti, sonra da “tarih”. Yani manastırda, coğrafyada, gramerde, havarilerde, Fransa krallarında, biraz müzikte, biraz çizimde vb. gerekli olan tüm bilgilerin eğitimi verilmişti ama diğer tüm açılardan bakıldığında tamamen cahildi; bu ise onun gibi genç bir kız için büyük bir çekicilik ve tehlikeydi elbette. Bir genç kızın ruhu karanlıkta kalmamalıdır; daha sonra, karanlık bir odada olduğu gibi orada çok ani ve çok canlı seraplar oluşur. Gerçeklerin sert ve doğrudan ışığıyla değil, yansımasıyla nazikçe ve gizlice aydınlanmalıdır bu saf ve el değmemiş kalp. Çocuksu korkuları dağıtan ve düşmeleri önleyen, yararlı ve zarif, sade bir yarı ışık. Annelik içgüdüsünden, bakirenin anılarından ve kadının deneyimlerinden oluşan bu yarı ışığın nasıl yaratılacağını ve nelerden oluşması gerektiğini bilen, o hayranlık uyandıran sezgiden başka bir şey yoktur. Bu içgüdünün yerini hiçbir şey tutamaz. Bir genç kızın ruhunun oluşmasında dünyadaki bütün rahibeler bir anne kadar değerli değildir. Cosette’in annesi yoktu. Sadece çoğul olarak birçok annesi olmuştu. Jean Valjean’a gelince o gerçekten de tam bir sevecenlik, tam bir babacanlık örneğiydi ama o sadece yaşlı bir adamdı ve bu tür konularda hiçbir şey bilmiyordu.
Şimdi bu eğitim işinde, bir kadını hayata hazırlamanın bu vahim meselesinde, masumiyet denen o engin cehaletle savaşmak için hangi bilim gereklidir? Hiçbir şey genç bir kızı tutkulara manastır gibi etkili hazırlayamaz.
Manastır, düşünceleri bilinmeyene doğru çevirir. Bu şekilde kendi üzerine atılan kalp, taşamayacağı için kendi içinde aşağı doğru çalışır ve genişleyemediği için derinleşir. Bu nedenle vizyonlar, varsayımlar, olasılıklar, romansların ana hatları, macera arzusu, fantastik yapılar, tamamen zihnin içsel belirsizliğinde inşa edilmiş binalar ve açık kapılar izin verir vermez tutkuların derhâl bir yer buldukları kasvetli ve gizli meskenler, kendileri için gizemli kapılarını bu saf ruhlara sunar. Manastır, insan kalbini yenmek için tüm yaşam boyunca sürmesi gereken bir sıkıştırmadır.
Cosette manastırdan ayrıldığında Plumet Sokağı’ndaki evden daha tatlı ve tehlikeli bir şey bulamamıştı. Özgürlüğün başlamasıyla birlikte yalnızlığı yine de devam etmişti, kapalı bir bahçe ama buruk bir yalnızlık vardı hayatında; zengin, şehvetli ve mis kokulu bir doğa; manastırdakiyle aynı rüyalar ama genç adamların bakışları ile parmaklıkların arkasından açılan yeni ve farklı bir dünya! Yine de oraya vardığında tekrar ediyoruz, o daha hâlâ bir çocuktu. Jean Valjean, bu bakımsız bahçeyi ona verdi. “Onunla ne istersen yap.” dedi ona. Bundan büyük bir zevk alan Cosette; tüm öbekleri ve taşları söküp bahçeyi kötü otlardan temizledi; içinde hayal kuracağı zamanı beklerken işte bu bakımsız bahçeyle oyalandı. Bu bahçeyi, çimenlerin arasında ayaklarının altında bulduğu böcekler için severken başının üstündeki dalların arasından görebileceği yıldızlar için de seveceği günü bekledi.
Sonra babasını yani Jean Valjean’ı tüm ruhuyla, iyi adamı kendisine sevgili ve çekici bir arkadaş yapan masum bir evlatlık tutkusuyla sevdi. Mösyö Madeleine’in iyi bir okuma alışkanlığı olduğu okurlarımız tarafından hatırlanacaktır. Jean Valjean bu alışkanlığından hiçbir zaman vazgeçmedi; kendisini, kendiliğinden geliştirdiği gerçek ve alçak gönüllü bir zihnin gizli zenginlikleri ile belagatine sahip olarak çok iyi bir sohbet arkadaşı da olmuştu. Nezaketini süsleyecek kadar kelimelerinin keskinliğini korudu; aklı kaba bir biçimde işlese de kalbi pamuk kadar yumuşak bir ihtiyar adamcık hâline geldi. Lüksemburg Bahçesi’ndeki konuşmaları sırasında, okuduklarından ve ayrıca çektiklerinden yola çıkarak ona her şeyin açıklamasını yaptı. Onu dinlerken Cosette’in gözleri belli belirsiz şaşkınlıkla açıldı. Bu basit adam her ne olursa olsun Cosette’in yüreğinde yeterince büyük bir yere sahipti; onun bütün özelliklerini, olduğu hâliyle seviyordu genç kız.
Bahçesinde kelebekleri kovaladıktan sonra nefes nefese yanına gelir ve “Ah! Nasıl da koştum ve yoruldum!” der, babasının yanına otururdu. Jean Valjean da onu alnından öperdi. Cosette bu iyi yürekli adama hayrandı. Her zaman onun peşindeydi. Jean Valjean’ın olduğu yerde mutluluk da vardı. Jean Valjean ne köşkte ne de bahçede yaşıyordu; taş döşeli arka avluda, çiçeklerle dolu duvardan ve hasır koltuklarla döşenmiş küçük kulübesinde, önünde püsküllü basit sandalyelerin durduğu ve goblen perdelerin asılı olduğu büyük oturma odasında zaman geçirmekten daha fazla zevk alıyordu. Jean Valjean zaman zaman da bu çok sevdiği biricik kızını kızdırmaktan da hoşlanırdı:
“Kendi odanıza gidin! Beni biraz yalnız bırakın!” derdi. Kızı da babasının odasına geldiğinde çok zarif olan o sevimli ve şefkatli azarlamayla ona naz yaparak babacığının durumunu düzeltmeye çalışırdı: “Baba, odanızda çok üşüyorum; neden burada bir halınız ve bir sobanız yok?”
“Sevgili çocuğum, benden daha iyisini hak eden ve başının üstünde bir çatısı bile olmayan o kadar çok insan var ki.”
“O zaman neden odamda yanan bir soba ve gerekli olan her şey var?”
“Çünkü sen bir kadın ve bir çocuksun.”
“Ah! Erkekler soğukta mı yaşamalı yani, hasta olmak için mi?”
“Bazı erkekler diyelim.”
“Bu iyi, buraya o kadar sık geleceğim ki ateş yakmak zorunda kalacaksınız.”
Sonra yine tatlı nazlarına devam ederdi: “Baba, neden böyle korkunç bir ekmeği yiyorsunuz?”
“Çünkü kızım…”
“Tamam, eğer siz onu yiyorsanız ben de ondan yerim sadece.”
İşte o zaman Jean Valjean biricik kızına kıyamaz ve Cosette’in siyah ekmek yemesini engellemek için o da onunla birlikte beyaz ekmek yemek zorunda kalırdı. Cosette’in çocukluğuna dair kafasını karıştıran bir anısı vardı. Hiç tanımadığı annesi için sabah akşam dua ediyor, bazı düşünceler sürekli olarak aklına takılıyordu. Thénardierler bir rüyada iki iğrenç figür olarak onun karşısına çıkıyordu. Bir gün, bir gece, bir ormana su getirmeye gittiğini ve Paris’ten çok uzakta olduğunu hatırlıyordu. Bir uçurumda yaşamaya başlamış ve onu bu uçurumdan Jean Valjean kurtarmış gibi geliyordu sürekli ona. Çocukluğu; çevresinde kırkayaklardan, örümceklerden ve yılanlardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir zamanın kötü duygularını uyandırıyordu onda. Akşam uykuya dalmadan önce düşüncelere daldığında Jean Valjean’ın kızı ve onun, kendisinin babası olduğu konusunda net bir fikri olmadığı için annesinin ruhunun o iyi adama geçtiğini ve bu adamın bedeni üzerinden onun yanına geldiğini, hatta yanında oturduğunu düşünürdü. Oturunca yanağını onun beyaz saçlarına yaslar ve sessizce gözyaşı dökerek kendi kendine: “Belki de bu adam benim annemdir.” derdi.
Cosette, manastırda büyümüş bir kızın derin cehaleti içerisinde -annelik, bakire bir kız için de kesinlikle anlaşılmaz olduğundan-düşüncelerinde mümkün olduğunca annesine az yer vermeye çalışarak aklındaki karışıklıkları sonlandırmaya uğraşıyordu. Annesinin adını bile bilmiyordu. Kendisine sorduğunda Jean Valjean, ona sadece bir sessizlikle karşılık veriyordu. Sorusunu tekrar ederse gülümsüyordu. Bir kez daha ısrar edip soracak olursa o zaman ihtiyar adamın gülümsemesi yerini gözyaşlarına bırakıyordu. Jean Valjean’ın bu sessizliği Fantine’i hâlâ düşüncelerinin arasında saklamaya devam etmesindendi. Sağduyu muydu bu, yoksa saygı mı? Bu ismi kendininkinden başka bir anının tehlikelerine teslim etme korkusu muydu?
Jean Valjean, Cosette’le küçüklüğünden beri annesi hakkında konuşmaya istekliydi; genç bir kız olduğunda bunu yapması imkânsız hâle gelmişti. Artık cesaret edemiyormuş gibi geliyordu ona. Cosette yüzünden miydi? Yoksa Fantine yüzünden mi? Bu gölgenin Cosette’in düşüncesine girmesine izin verdiği için belli bir dinî dehşet hissediyor ve kaderlerine bir üçüncüyü yerleştirmek istemiyordu. Bu gölge onun için ne kadar kutsalsa ondan o kadar korkulması gerektiğinin de farkındaydı. Fantine’i düşündüğü zamanlarda sessizliğin içinde boğulduğunu hissediyordu. Karanlıkta, parmağı dudaklarında gibi görünen bir şeyi belli belirsiz algılayabiliyordu. Jean Valjean bilinçsizce baskıya mı boyun eğiyordu? Ölüme inanan bizler, bu gizemli açıklamayı reddedecek kişilerden değiliz aslında. Fantine’in adını Cosette için bile telaffuz etmenin imkânsızlığı bundandı işte. Bir gün Cosette ona şöyle dedi:
“Baba, dün gece rüyamda annemi gördüm. İki büyük kanadı vardı. Annem hayatı boyunca neredeyse bir azize gibi yaşamış olmalı.”
“Hem de mutlu bir azize gibi.” diye yanıtladı Jean Valjean.
Bu cevabıyla Jean Valjean mutluydu. Cosette onunla dışarı çıktığında yüreğinin enginliğiyle gururlu ve mutlu bir şekilde onun koluna yaslandı. Jean Valjean böylesine ayrıcalıklı, yalnızca kendisiyle tamamen tatmin olmuş bir şefkatin tüm bu kıvılcımları karşısında kalbinin sevinçle eridiğini hissetti. Zavallı adam titredi, meleklerin sevinciyle dolup taştı; bunun tüm yaşamı boyunca süreceğini kendinden geçmiş bir şekilde kendine ilan etti; böylesine parlak bir mutluluğu hak etmek için gerçekten yeterince acı çekmediğini kendi kendine söyledi ve ruhunun derinliklerinde Tanrı’ya, bir zavallı olarak, bu masum varlık tarafından sevilmesine izin verdiği için teşekkür etti.
V
Gül, Bir Savaş Makinesi Olduğunu Algılar
Bir gün Cosette, aynasını eline alıp baktığında şaşkınlıkla şöyle dedi: “Gerçekten mi?” Kendi görüntüsü gerçek anlamda hoşuna gitmiş, bu durum ona tuhaf bir sevinç vermişti. O güne değin yüzünün nasıl göründüğüyle ciddi anlamda ilgilenme gereği görmemişti. Gerçi aynada kendisini görürdü ama alıcı gözle hiç bakmazdı. Hem kendisine sürekli çirkin olduğunu söylemişlerdi. Sadece Jean Valjean ona: “Hayır, sen kesinlikle çirkin değilsin.” demişti. Bu nedenle çirkin olduğuna inanmış, çocukluğun o uysallığı ile de bu düşüncelerle büyümüştü. Fakat aynası da ona babası gibi çirkin olmadığını söylüyordu. Genç kız, o gece sabaha kadar gözünü kırpmadı. “Ben gerçekten güzel miyim? Güzel olmak garip bir duygu olmalı!” diye düşünüyordu. Manastırda güzellikleriyle ilgi çeken arkadaşlarını düşündü ve kendi kendini, “Acaba ben de manastırdaki kızlar kadar güzel olabilir miyim?” diye sorguladı. Ertesi sabah aynasına koştu ve yeniden düşünmeye başladı. “Ah, böyle bir fikre nasıl kapıldım acaba?” diye söylendi. “Aslında hiç de güzel değilim.” O gece iyi uyumamıştı; gözleri yorgun, yüzü solgundu. Bir gece önce güzel olduğunu düşünmek onu fazlasıyla coşturmuş ancak sabah olduğunda yeniden kendisine baktığında çirkin olduğunu düşünerek kedere kapılmıştı. Sırf bu yüzden on beş gün boyunca aynasına sırtını dönüp saçlarını taradı. Akşamları yemekten sonra, ya salonda halı dokur ya da manastırda öğrendiği bazı şeyleri yapardı. Jean Valjean da onun yanında oturup kitabını okurdu. Bir seferinde başını kaldıran genç kız, babasının kendisine kaygılı gözlerle baktığını gördü ve bu duruma çok şaşırdı. Başka bir gün sokakta yüzünü görmediği, hızla yanından geçen birinin şöyle konuştuğunu duydu: “Güzel kız ama kıyafetleri ne kadar kötü!”
Cosette ise “Peh, kesinlikle beni kastetmiyorlardı; kıyafetlerim gayet güzel ama ben çirkinim.” diyerek söylenilen sözleri umursamamıştı. O sırada başında pelüş şapka ve üzerinde manastır giysisi olan siyah yünden elbisesi vardı.
Sonunda bir gün bahçedeyken, zavallı yaşlı hizmetçinin şöyle dediğini duydu: “Cosette’in ne kadar güzel büyüdüğünü fark ettiniz mi efendim?” Cosette babasının cevabını duymadı ama Toussaint’in sözleri içinde bir tür kargaşaya neden oldu. Bahçeden kaçtı, odasına koştu, aynaya baktı -kendisine bakmayalı üç ay olmuştu- ve bir çığlık attı. Kendisini gördüğünde gözleri kamaşmıştı, gerçekten güzel ve hoş görünüyordu, hizmetçi kadın ve aynasıyla aynı fikirde olmaktan kendini alamadı. Bedeni biçimlenmiş, teni beyazlamış, saçları canlanmış ve mavi gözlerinde alışılmadık bir ihtişam parlamıştı. Güzelliğinin bilinci, gün ışığının aniden ortaya çıkması gibi bir anda üzerine çöktü; hizmetçi kadın gibi başkaları da bunu fark etmişti; yoldan geçenin bahsettiği kişi, kendisiydi. Artık bundan hiç şüphesi yoktu. Kendisini bir kraliçe sanarak yeniden bahçeye indi. Kış olmasına rağmen kuşların şarkı söylediğini duyduğunu, gökyüzünün yaldızlı olduğunu, ağaçların arasındaki güneşi, çalılıklardaki çiçekleri; dikkati dağılmış, vahşi, tarif edilemez bir zevkle gördüğünü hayal etti. Jean Valjean, kendi tarafında derin ve tanımlanamaz bir baskı hissediyordu. Aslında bir süredir Cosette’in tatlı yüzünde her gün daha da parlayan güzelliği büyük bir kaygıyla seyrediyordu. Herkese gülümseyen şafak onun için karanlıktı. Cosette, aslında güzelliğinin uzun süredir farkında değildi. Ama daha ilk günden, yavaş yavaş yükselen ve genç kızın bütün bedenini saran o beklenmedik ışık, Jean Valjean’ın ruhunda uzun zamandır büyük endişelere sebebiyet veriyordu. Mutlu yaşamlarında bir değişiklik olduğunu hissediyordu. O kadar mutlu bir yaşamdı ki onların bu yaşadığı, bir şeyleri bozma korkusuyla hareket etmeye cesaret edemiyordu. Her türlü sıkıntıdan geçmiş, kaderin yaralarıyla hâlâ kanlar içinde olan ve neredeyse bir aziz hâline gelen bu adam; kadırgaların zincirini yıllardır beraberinde sürükledikten sonra, yakasını yasanın elinden kurtaramadığı için her an yakalanıp erdeminin karanlığından güpegündüz ayıplanacak olan bu adam, görünmez ama ağır belirsiz sefalet prangalarını asıl şimdi ruhunun en derinlerinde hissediyordu. Bu adam her şeyi kabul etmiş, her şeyi bağışlamış ve yalnızca Tanrı’dan, insandan, yasadan, toplumdan, doğadan, dünyadan bir şey istemişti: Cosette’in onu sevmesini! Cosette sadece onu sevmeye devam edebilirdi! Tanrı’nın, bu çocuğun yüreğinin sadece ona bağlı ve onunla kalmasını engellemesini istemiyordu hiç! Cosette tarafından yiğit bir baba olarak sevilen bu ihtiyar adam; onun sevgisiyle iyileştiğini, dinlendiğini, yatıştırıldığını, faydalarla dolu olduğunu, ödüllendirildiğini, taçlandırıldığını hissediyordu. Cosette’in bu hâlinden tamamen mutluydu ve kimsenin bu mutluluğun arasına girmesini istemiyordu! Ona, “Daha iyi bir şey ister misin?” diyen olsa “Hayır.” diye cevap verirdi. Tanrı ona şöyle sorabilirdi: “Cenneti ister misin?” ve o şöyle cevap verirdi: “Ben zaten oradayım.” Bu durumu etkileyebilecek her şey, yüzeyde de olsa onu yeni bir şeyin başlangıcı gibi ürpertiyordu. Bir kadının güzelliğinin ne anlama geldiğini kendisi de hiçbir zaman tam olarak bilmemişti ama içgüdüsel olarak bunun korkunç bir şey olduğunu hissediyordu. Yanında, gözlerinin önünde, her zamankinden daha muzaffer ve harikulade çiçek açan bu güzelliğe, o çocuğun masum ve ürkütücü alnına, evsizliğinin, yaşlılığının, sefaletinin derinliklerinden dehşetle bakıyordu. Kendi kendine şöyle dedi: “Ne kadar güzel! Peki, bana ne olacak?” Üstelik onun şefkatiyle bir annenin şefkati arasındaki fark da burada yatıyordu işte. Onun ızdırapla gördüğünü, bir anne sevinçle seyrederdi.
Genç kızın değişimindeki ilk belirtilerin ortaya çıkması uzun sürmedi. Kendi kendine söylenmesinin ertesi günü: “Kesinlikle güzelim!” dedi Cosette ve sonrasında kıyafetlerine dikkat etmeye başladı. Yoldan geçenin sözlerini hatırladı: “Güzel ama kötü giyimli.” Yanından geçip giden bir kehanetin nefesi, kalbine daha sonra atılması gereken iki mikroptan birini yerleştirdikten sonra yok olmuştu. Ama aşk başka bir durumdu. Güzelliğine olan inançla, tüm kadınsı ruh onun içinde giderek daha da enginleşiyordu. Yünlü kıyafetlerinden ve pelüş şapkalarından utanç duymaya başladı. Babası onu istekleri konusunda hiçbir zaman reddetmemişti. Başörtüsü, cübbesi, mantosu, çizmesi, manşeti, moda olan şeyler, renk bilimi; Parisli kadını böylesine çekici, çok derin bir şey yapan bilimi hemen edinmişti ve bu durum gerçekten çok tehlikeli bir hâl almaya başlamıştı. Bir aydan kısa bir süre içinde, Babylone Sokağı’nda Thebaid’deki küçük Cosette, Paris’in yalnızca en güzel kadınlarından biri değil, aynı zamanda en iyi giyinen kadınlardan da biriydi. Bu, çok daha fazlası anlamına geliyordu. Yoldan geçen kişi ile karşılaşmak, onun ne diyeceğini görmek ve ona bir ders vermek istiyordu.
Gerçek şu ki her bakımdan büyüleyiciydi ve Gérard’dan bir bone ile Herbaut’tan bir bone arasındaki farkı muhteşem şekilde ayırt edebiliyordu artık. Jean Valjean bu yıkımları endişeyle izliyordu. Emeklemekten, en fazla yürümekten başka bir şey yapamayacağını hissetmesine rağmen Cosette’in üzerinde kanatların filizlendiğini açıkça görebiliyordu. Bazı küçük özellikler, bazı özel gelenekler Cosette tarafından algılanamıyordu; mesela bir anne, ona genç bir kızın damasko bir elbise giymeyeceğini söylerdi ancak onun böyle akıl danışacağı kimsesi yoktu. Cosette siyah damasko elbisesi, mantosu ve beyaz krep bonesiyle dışarı çıktığı ilk gün neşeli, ışıltılı, pembe, gururlu, göz kamaştırıcı bir tavırla Jean Valjean’ın kolunu tuttu. “Baba.” dedi. “Beni bu kıyafetle nasıl buluyorsun?”