“Çift altı.”
“Dörtlü.”
“Domuz! Başka bir şeyim yok.”
“Sen öldün. Bir-iki.”
“Altı.”
“Üç.”
“Bir.”
“Bu benim hamlem.”
“Dört puan.”
“Fazla değil.”
“Senin sıran.”
“Çok büyük bir hata yaptım.”
“İyi yapıyorsun.”
“On beş.”
“Yedi tane daha.”
“Bu beni yirmi iki yapar.” (Düşünceli bir şekilde) “Yirmi iki!”
“Çift altıyı beklemiyordunuz. Başta koysaydım tüm oyun değişirdi.”
“Yine iki.”
“Bir.”
“Bir! Peki, beş.”
“Benim hiç yok.”
“Senin oyunundu sanırım?”
“Evet.”
“Boşluk.”
“Ne şansı var! Ah! Şanslısın! İki.”
“Bir.”
“Ne beş ne bir. Bu senin için kötü.”
“Domino.”
“Lanet olsun!”
İkinci Kitap
Éponine
I
Tarla Kuşu’nun Çayırı
Marius, tanık olduğu beklenmedik şeylere karşı neler yapması gerektiğini düşünmüştü. Fakat Javert ele geçirdiği adamları üç arabayla taşıyıp yıkıntıdan çıkar çıkmaz delikanlı da dışarı süzüldü. Saat gecenin dokuzuydu. Marius soluğu Courfeyrac’ın evinde aldı. Courfeyrac politik suçları yüzünden artık Quartier Latin’de kalmıyordu, Verrerie Sokağı’na taşınmıştı. Bu mahalle o yıllarda devrimcilerin çok sevdikleri bir yerdi. Marius, gelir gelmez arkadaşına: “Bu gece sende kalmaya geldim.” dedi. Courfeyrac, yatağındaki iki şilteden birini yere serdi ve ona “Burada yatarsın.” dedi.
Ertesi sabah saat yedide Marius, Gorbeau harabesine döndü. Madam Buogon’a kira borcunu ödedi; bir arabaya kitaplarını, yatağını, masasını, dolabını, iki sandalyesini yükledi ve adresini vermeden oradan ayrıldı. Javert öğleüzeri, Marius’ü bir gün önceki olaylar için sorgulamak üzere geldiğinde evde sadece Madam Bougon vardı. Marius yerini bildirmeden taşınmıştı. Kapıcı kadın da kendisine bunu söyledi. Madam Bougon da Marius’ün geceleri tutuklanan hırsızların suç ortağı olmasından kuşkulanıyordu. Mahalledeki diğer kapıcı kadınlarla bu konuda dedikodu yaparken şunları söylemişti: “Kimin aklına gelirdi ki bir kız kadar utangaç olan o delikanlının bu kadar kötü biri olacağı! Hiç aklıma gelmezdi.” Marius’ün bu telaşlı taşınma için iki nedeni vardı: İlk olarak toplumsal çirkinlik ve kötülüklerin bazılarına tanıklık etmişti. Zenginlikten bile çok kötü olan yoksulluğun, sefil yalancılığına şahit olmuştu. İkinci nedeni ise Thénardier’ye karşı açılacak davada tanıklık yapmak istemiyordu. Javert, ismini bile unuttuğu o delikanlının korkup kaçtığını ya da kim bilir, belki de kendisine haber verdikten sonra odasına dönmediğini düşündü. Yine de onu bulmak için uğraştı ama bir sonuç alamadı. Bir ay geçti, sonra bir ay daha, Marius hâlâ Courfeyrac’la birlikte yaşıyordu ve mahkeme salonlarının müdavimi olan stajyer bir avukattan, Thénardier’nin bir hücrede tutulduğunu öğrenmişti. Pazartesi günleri Marius, La Force Cezaevinin gardiyanına Thénardier’ye verilmesi için beş frank bırakıyordu. Artık parasız kalan Marius, bu parayı Courfeyrac’tan ödünç alıyor ve hayatında ilk kez birilerine borçlanmak zorunda kalıyordu. Onun her hafta aldığı bu para, beş frangı veren Courfeyrac için anlaşılması olanaksız bir şeydi. Her pazartesi bu parayı alan Thénardier de bunun kimden geldiğini bilmiyordu. Courfeyrac, sürekli olarak “Acaba bu parayı ne için harcıyor?” diye kendi kendine sormaktan vazgeçemiyordu. Marius yeniden korkunç acılar içerisinde kıvranmaya başlamıştı; ne yapması gerektiğini bilmiyor, kendisini bir çıkmazın içine düşmüş gibi hissediyordu. Bu dünyada tek gayesi ve tek umudu olan o iki kişiyi tam bulacağı sırada, kader yine onları ortadan yok etmişti. Bütün olan bitenin ardından, onlara ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Hatta onun bunca zamandır adını “Ursule” diye tahmin ettiği kızın gerçek adını dahi bilmiyordu. Ancak en azından “Tarla Kuşu” olarak bir lakabı olduğunu öğrenmişti. Yaşlı adamın polisle gerçekten başı belada olabilir miydi? Sonra birden Invalides Sokağı civarında gördüğü ihtiyar işçi geldi aklına, sanki o adamla Mösyö Leblanc aynı adamlardı. Belki de çok kahramanca davranışlarının yanı sıra şüphe çeken de bu adam tanınmamak için kılık değiştiriyor olabilirdi. Neden kaçıyordu acaba? Acaba gerçekten kızın babası mıydı? Thénardier’nin tanıdığını öne sürdüğü adam mıydı? Belki de Thénardier yanılmış olabilirdi. İşte bütün bunlar, cevabı zor sorulardı. Ancak yine tüm bunlar melek gibi görünen o genç kızın onun üzerinde bıraktığı etkiyi eksiltmiyor, Marius’ün ateşler içerisinde yandığı acılara düşmesine neden oluyor, gözlerinin ferini alıyor, yüreğini dağlıyordu. Aşkı dışında her şey silinmişti onun için. Aşkın bile o içgüdülerini, o ışıltılarını kaybetmişti. Aslında bizi yakan bu ateş, çoğu zaman dışarısı için faydalı olan ışıkları da yayar bize. Marius tutkunun o sessiz önerilerini de artık duymuyordu. Bundan sonra, artık o hiçbir zaman, “Şuralara gidip bir baksam mı?” diye bir soru sormuyordu kendisine. Ursule ismini veremeyeceği o güzel kız herhâlde bir yerlerde olmalıydı ama ondan hiçbir işaret bulamadığı için, Marius onu nerede araması gerektiğini bilmiyordu. Bütün hayatı, koyu bir sis ve keskin kararsızlık olarak iki kelimede toplanmıştı. Marius, bütün içtenliğiyle onu bir daha görebilmek istiyor fakat artık umut bile edemiyordu. Ayrıca yine o sefil hâllerine geri dönmüş, beş parasız kalmıştı. Bütün bu sıkıntılar arasında uzun zamandan bu yana bütün çalışmalarını ihmal etmiş, işlerini de kaybetmişti. Aslında büyük bir hata yapıyordu, bu şekilde kendisini daha büyük bir çıkmaza sokuyordu. Bu önüne geçilemeyen bir alışkanlık hâlini almıştı artık; doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Önemsiz dozlarda alınan bir sakinleştirici gibi biraz hayal kurmak da iyidir, işleyen bir zekânın zaman zaman azalmış olan ateşlenmesini geçirir ve beyinde uyandırdığı uysal ve taze bir arı düşüncenin sert kenarını yumuşatıp belirli yerlerde boşluklar yaratır, böylece düşüncelerin aralığını esneterek bütünleri birleştirirdi. Ancak daha ileri gidecek olursa uçurumun dibini boylardı. Düşünce zekânın emeğidir ama düş, zekânın zevkidir sadece. Düşüncenin yerine hayalleri koymak, insanı sonunda umutsuzluğa taşıyabilirdi ve daha öncesinden hatırlayacağınız üzere Marius, hayata atıldığı ilk dönemde de aynı hatayı yapmıştı. Sonra aşk, tutku geldi ve bir hayalin kucağından diğer hayalin kucağına atıldı. İnsan artık evinden sadece hayal kurmak için çıkarsa tembelleşir ve ulaşacağı tek yer mutlak karanlıktır. Çalışmadığı sürece para da kazanamıyor, böylece ihtiyaçları da her geçen gün artıyordu. Hayal kuran insan, özünde her zaman eli açık ve mahzundur ancak bu onun hayata tutunmasına korkunç bir engeldir. Böylesi bir hayatta iyi ile kötü iç içe girer. Uysallık kötüyse de eli açıklık sağlıklı ve iyi bir şeydir. Fakat yoksul, cömert ve asil olduğu hâlde çalışmayan bir insan mahvolmuş demektir. Gelirler azalır, ihtiyaçlar her geçen gün boyunu aşar. En namuslu ve en dayanıklı insanlar gibi en zayıf ve en kusurlular da bu lanetli boşluğa sürüklenir, bu boşluk da kesinlikle intihar ve cinayetin bulunduğu bir çıkmazda sona erer. Böyle bir insan sadece hayal kurmak için evden çıktığı bir gün, hayatına da son verebilir.
Aşırı hayalcilik, sadece Escousse ve Lebrasları yaratır. Marius gözlerini artık göremediği sevgiliye çevrili hâlde o yokuşu yavaş adımlarla iniyordu. Burada bahsettiklerimiz size tuhaf ve aşırı gelebilir ancak hepsi, kelimesi kelimesine doğrudur. Ortadan kaybolan birinin hatıraları insanı yakar kavurur, onu kesinlikle eritip tüketene kadar peşini bırakmaz. Marius’ün aklında fikrinde, gecesinde ve gündüzünde sadece o sevdiği kız vardı ve artık hiçbir şey düşünemeyecek durumdaydı. Eski giysisinin giyilemeyecek hâlde olduğunun, yenisinin eski bir paçavraya döndüğünün, gömleklerinin ve şapkasının eskidiğinin, ayakkabılarının parçalandığının hatta ve hatta bütün hayatının darmadağın olduğunun bile farkında olmadan sürekli olarak, “Keşke onu tekrar görebilsem!” diyerek oradan oraya savruluyordu. Kızın ona sevgiyle bakan bakışlarını bir kez olsun görmüştü en azından ve tek tesellisi de buydu. Genç kız, Marius’ün ismini bile bilmeden onun ruhunu tanımıştı ve kim bilir belki de şimdi bulunduğu yerde bile hâlâ kendisini sevmeyi sürdürüyordu. Marius onu nasıl düşünüyorsa belki o da kendisini düşünüyordu. Kimi zaman, her sevenin düşüneceği gibi, “Belki o da benim onu düşündüğüm gibi beni düşünüyordur.” diyerek kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Hemen sonrasında bu yanılgılara kendisi de inanmayarak başını sallardı fakat böyle düşündükten sonra ruhuna umuda benzeyen ışıkların saçıldığını hissediyordu. Bazen de “ona yazmak” adını verdiği bir eylemle, bazı geceleri büyük bir kederle bir deftere ona dair en derin duygularını yazıyordu. Tüm bu anlattıklarımızdan Marius’ün delirdiğini düşünmenizi istemeyiz, aksine o sadece yaşadığı büyük umutsuzluktan çalışma yeteneğini kaybetmişti. Bu duyguların etkisiyle aslında hiçbir şeyi dikkatinden kaçırmıyor, hiçbir şey onu yanıltmıyordu. Her an hayatın, insanlığın ve yazgının anlamına bir şeyler ekliyor; en derin acıların içerisinde bile kendisini mutlu hissediyordu. Günler günleri, haftalar haftaları takip ediyor; Marius artık gidebileceği bir yol olmadığını her geçen gün daha şiddetle hissediyordu. “Tanrı’m, onu bir daha asla göremeyecek miyim?” diye sürekli olarak kendi kendine soruyordu. Saint-Jacques Sokağı’na gelindiğinde, şehir kapısının ardından yüründüğünde, cadde içine girilerek sola dönüldüğünde; Santé Sokağı’na, sonrasında da Glacière’e çıkılıyordu. Küçük bir nehir olan Gobelins Deresi’nin kıyılarına gelmeden önce bir çayır görünüyordu. Burası, uzun bir kemer gibi Paris caddelerini sarıyordu ve bu caddelerin arasında insanın tek oturmak istediği yer Ruysdael idi. Yemyeşil çayırlık bir alan, iplerde kuruyan çamaşırlar, XIII. Louis zamanından kalma çatı katı pencereleriyle tuhaf bir şekilde delinmiş ve bahçıvanların oturdukları bir çiftlik olması; virane çitler ve söğütler altından huzur içinde akan bir dere, kadınların çamaşır yıkarken söyledikleri şarkılar, uzaklarda görünen Panthéon, Sağır-Dilsizler Yurdu, Val-de-Grâce ve daha ileride Notre Dame Kilisesi’nin sade manzarası ve bütün bunlardan yükselen muhteşem bir güzellik, insanı tam anlamıyla büyülüyordu. Ancak bu kadar güzel olmasına rağmen buralara pek kimse gelmez, sadece ara sıra birkaç at arabası gelip geçerdi. Marius bir gün yürüyüşü sırasında, o derenin kenarına geldi. O gün de rastlantıyla oradan biri geçiyordu. Marius manzaradan büyülenmiş bir hâlde, adama sordu: “Adı nedir buranın?”
“Tarla Kuşu, denir buraya.” dedi adam ve ekledi: “Efsaneye göre Ulbach burada Ivryli çoban kızı öldürmüş.”
Bu konuşmadan Marius’ün aklında kalan tek şey ise “Tarla Kuşu” ismi olmuştu. Hayalci biri çoğu zaman tek bir kelimenin etkisiyle donup kalır, düşüncelerin tamamı sadece o kelimenin üzerinde odaklanırdı. Tarla Kuşu ismi Marius’e sevdiği kızı hatırlatmıştı, zihninde artık onu Ursule diye yaşatmadığından ona böyle hitap ediyordu. “Dur.” dedi kendi kendine, bu gizemli yanlara özgü bir tür mantıksız sersemlikle. “Burası onun çayırı. Şimdi nerede yaşadığını biliyorum.”
Saçmaydı ama karşı konulamazdı.
Ve her gün Tarla Kuşu Çayırı’na gitmeye başladı.
II
Embriyo Olan Suçların Cezaevlerindeki Kuluçkası
Javert, başarmış olduğu işten memnun olmasına rağmen Gorbeau Evi’nde oluşan karmaşanın ardından şüpheli ve haydutları ele geçirmişti; elleri bağlı bulunan ve çok değerli olduğu belli olan adamı elinden kaçırmış olması onu kaygılandırıyordu. Ayrıca, Montparnasse da Javert’den kaçmıştı. O “şeytanın züppesi”ni yakalamak için başka bir fırsat beklenmeliydi maalesef. Aslında Montparnasse, bulvarın ağaçlarının altında nöbette dururken Éponine ile karşılaşmış ve babasıyla Schinderhannes yerine kızıyla Nemorin olmayı tercih ederek onu götürmüştü. Bunu yapması iyi olmuş, böylece özgür kalmıştı. Éponine’e gelince Javert onun yakalanmasına neden olmuştu, en azından bununla kendisini teselli ediyordu. Éponine, Les Madelonettes’te Azelma’ya katılmıştı. Ve nihayet, Gorbeau Evi’nden La Force’a giderken başlıca mahkûmlardan biri olan Claquesous da ortadan kaybolmuştu. Bunun nasıl gerçekleştiği bilinmiyordu; polis ajanları ve çavuşlar bunu kesinlikle anlayamamışlardı. Kendisini buhara çevirmiş, kelepçelerden sıyrılmış, arabanın yarıklarından sızmış ve kaçmıştı; tüm söyleyebildikleri, hapishaneye vardıklarında Claquesous’nun olmadığıydı. Bunda ya cinlerin ya da polisin parmağı vardı. Claquesous, sudaki bir kar tanesi gibi gölgelerin içinde erimiş miydi? Polis ajanlarının açık bir şekilde bu duruma göz yumması mı söz konusuydu? Bu adam düzen ve düzensizliğin ikili muammasına mı aitti? İhlal ve baskı ile eş merkezli miydi? Bu sfenksin ön patileri suçta ve arka patileri otoritede miydi? Javert bu tür tavizleri kabul etmeyen bir karaktere sahipti ve bu tür tavizlere karşı sert bir tavır takınırdı ama ekibinde kendisinden başka, belki de emniyetin sırlarına astları olmalarına rağmen ondan daha vâkıf olan başka müfettişler de vardı ve Claquesous o kadar kötü bir adamdı ki çok iyi bir ajan da olabilirdi. Yeraltı hayatının bütün inceliklerini bilen biri, hem hırsızlık hem de polis için çok uygundur. Bu tip katiller iki yanı keskin bıçaklara benzer. Yine de ne olursa olsun kaybedilen Claquesous bir daha bulunamadı. Javert de buna hem içerledi hem şaşırdı fakat öfkesi müthişti. Marius’e gelince Javert, ismini bile unuttuğu o avukatı o kadar önemsememişti. Aslında bir avukat nasıl olsa bulunurdu ama o adamın bir avukat olduğundan bile emin değildi ki! Soruşturma başlatılmıştı.
Yargıç, Patron Minette çetesinin bu adamlarından birinin gevezelik edeceğini umarak yakın bir yere koymamanın uygun olacağını düşünmüştü. Bu adam Petit-Banquier Sokağı’nın uzun saçlı adamı Brujon’du. Charlemagne Avlusu’nda serbest bırakılmıştı ve gözcülerin sıkı takibindeydi. Bu Brujon ismi aslında La Force Cezaevinin anılarındadır. Yeni Bina’nın avlusunda, “Aslanlı Çukur” isimli korkunç yerde; üstü lekelerle dolu, çatlaklarla, yarıklarla aşınmış, çatıya dek yükselen duvarda açılan paslı bir demir kapıdan eski günlerde düklerin sarayı olan La Force’un kilisesine geçilirdi. Solda çatılarla aynı hizaya gelen, La Force’un dük konutunun eski şapeline açılan paslı demirden eski bir kapının yanında; daha sonra haydutlar için bir yatakhaneye çevrilen, on iki yıl önce bir çiviyle kabaca taşa oyulmuş bir tür kale ve onun altında şu imza hâlâ görülebiliyordu:
BRUJON, 1811
1811’in Brujon’u, 1832’deki Brujon’un babasıydı. Okuyucunun Gorbeau Evi’nde bir anlığına yakaladığı Brujon; şaşkın ve kederli bir havaya sahip, çok kurnaz ve hünerli bir gençti. Yargıç; bu kederli havanın bir sonucu olarak onu Charlemagne Avlusu’nda, hapsinden daha yararlı olacağını düşünerek serbest bırakmıştı. Hırsızlar adaletin eline düştükleri için mesleklerine ara vermezler. Böyle önemsiz bir şey tarafından becerilerinin sönmesine de izin vermezler. Bir suçtan cezaevinde olmak, başka bir suça başlamamak için bir neden değildir. Salonda tek bir resmi olan, stüdyolarında yeni bir eser için her şeye rağmen emek veren sanatçılardır onlar. Brujon, hapishane yüzünden sersemlemiş görünüyordu. Bazen Charlemagne Avlusu’ndaki kantin penceresinin önünde, saat başı birlikte dururken veya şu sözlerle başlayan sefil fiyatlar listesine bir aptal gibi bakarken görülebilirdi: sarımsak, 62 santim ve sigara, 5 santim. Ya da zamanını titreyerek, dişlerini gıcırdatarak, ateşi olduğunu söyleyerek ve ateşliler koğuşundaki yirmi sekiz yataktan birinin boş olup olmadığını sorarak geçirdi. 1832 Şubat ayının sonlarına doğru o uyuklayan adam Brujon’un, kurumun ayakçıları tarafından kendi adı altında değil; üçü adına üç farklı komisyonun yürütüldüğü keşfedildi ve başgardiyanın dikkatini çeken fahiş bir harcama olan elli meteliğin tamamına mal oldu onların bu planı. Hemen araştırma yapıldı ve tutukluların oturma odalarında asılı fiyatlardan elli meteliğin şöyle dağıtıldığı öğrenildi: O üç siparişten biri, Panthéon’a on metelik; biri Valde-Grâce’a on beş metelik ve diğeri de Grenelle Kapısı’na yirmi beş metelik. Oysa Panthéon, Val-de-Grâce ve Grenelle Kapısı’nda azılı üç hırsız bulunuyordu. Bunlar Bizarro lakabını taşıyan Kruideniers, cezasını çekip serbest bırakılan bir forsa olan Glorieux ve Barre-Carosse idi. Bu adamların Patron Minette üyeleri olduğu düşünülüyordu; bu liderlerden ikisi, Babet ve Gueulemer yakalanmıştı. Evlere değil, sokakta kendilerini bekleyen kişilere gönderilen mesajların işlenen bir suçla ilgili bilgiler içermesi gerektiği varsayıldı. Başka kanıtlara da sahiplerdi, üç serseri yakalandı ve Brujon’un entrikalarından birinin açığa çıkarıldığına inanıldı. Bu önlemler alınmadan üç hafta önce, bir gece, Yeni Bina yatakhanesini kontrol eden bir gardiyan denetleme jetonunu kutuya atarken ki nöbetçilerin görevlerini yapıp yapmadıklarını kontrol etmek için bu yönteme başvururlardı, yatakhane penceresinden Brujon’un daha yatmamış olduğunu, yatağının üzerinde oturduğunu gördü. Bir kâğıda bir şeyler yazıyordu. Gardiyan içeri girdi, Brujon bir ay tecrit hücresine konuldu ancak yazdıklarını alamadılar. Polis bu konuda daha fazla bir şey öğrenmedi.
Ancak ertesi sabah Charlemagne Avlusu’ndan, “Aslanlı Çukur”un iki avluyu bölen çatısı üzerinden bir seyisin gönderildiği öğrenildi. Cezaevindekilerin dilinde “seyis” ismi verilen şey; “İrlanda’ya” atılmış, iyi yoğrulmuş bir ekmek parçasıdır. Bu da bir kelime oyunudur; yani “İngiltere’den İrlanda’ya” atılıyor, bir kıtadan diğerine atıldığı ima ediliyordu. Bu hamur topağı avluya düşüyor, eğer bir tutuklu alırsa hemen açıyor, içinde ismi yazılı bir tutukluya iletilecek bir pusula buluyor ve bunu alacak kişiye veriyordu. Bu bir gardiyanın ya da ispiyonculuk eden bir tutuklunun eline düşerse işte o zaman pusula polise iletiliyordu. Bu sefer atılan “seyis” yerini bulmuş, pusulanın yazıldığı kişi Patron Minette’in dört liderinden biri olan Babet’nin eline ulaşmıştı.
Notta şunlar yazılıydı: Babet! Plumet Sokağı’nda, parmaklıklı bir bahçede ekmek var. İşte Brujon gece bunları yazmıştı. Babet iş bilir, hünerli bir adamdı. Ne yapıp etti, üstünü arayanlardan pusulayı saklayıp Salpêtrière Cezaevindeki bir “kız arkadaşına” iletti, bu kişi pusulayı iyi tanıdığı Magnon isimli bir diğer kadına aktardı. Bu kadın ise okurlarımızın da Magnon ismiyle hatırlayacağı Mösyö Gillenormand’a şantaj yapan hizmetçi kadındı. Polis, Magnon isimli bu kadından kuşkulanıyordu; kadının Thénardierlerle ilişkisi vardı ve Madelonnettes Islahevinde kalan Éponine’i ziyaret ederek Salpêtrière ile Madelonnettes arasında bir ilişki kurabilirdi. Tam o sırada Thénardierlerin kızları aleyhinde yeterli kanıt olmadığından ve yaşlarının da küçük olmasından dolayı serbest bırakıldı. Éponine ile Azelma ıslahevinden çıktılar. Magnon, Éponine’i Madelonnettes Islahevinin çıkışında kapıda bekliyordu. Brujon’un Babet’ye yazdığı o pusulayı kıza vererek ondan bu işi aydınlatmasını istedi. Éponine; Plumet Sokağı’na gitti, sözü edilen parmaklıklı bahçeyi buldu, evi izledi, birkaç gün öylece bekledi. Daha sonra Clocheperce Sokağı’nda oturan Magnon’a bir bisküvi götürdü. Magnon bu bisküviyi Babet’nin Salpêtrière’de tutuklu olan metresine iletti. Cezaevlerinin o karanlık ve simgesel dilinde, bir bisküvi “ekmek yok” anlamına geliyordu. Ve bundan bir hafta sonra, biri sorguya giderken ve diğeri sorgudan dönerken, La Force Cezaevinin avlusunda Babet ile karşılaşan Brujon şöyle sordu: “Tamam? P. Sokağı’na ne oldu?”
“Bisküvi.” dedi Babet. Brujon’un planladığı bu suç da böylece sonuçsuz kaldı. Ancak bu durum Brujon’un programından tamamen farklı sonuçlar doğurdu. Okuyucu bunların ne olduğunu görecektir. Çoğu zaman bir ipi düğümlediğimizi sandığımızda bir başkasını bağlarız.
III
Mabeuf Baba’nın Gördükleri
Marius artık kimseyi görmeye gitmiyor ama bazen tesadüfen Mabeuf Baba ile karşılaşıyordu. Marius kiler merdiveni denebilecek, ışıksız, tepeden yürüyenlerin ayak seslerinin duyulduğu yerlere giden o hüzünlü basamaklardan yavaş yavaş inerken Mösyö Mabeuf de onun yanına iniyordu. Cauterets Çevresinin Florası artık hiç satılmıyordu. Austerlitz’in kötü bir manzaraya sahip küçük bahçesinde çivit otu üzerinde yapılan deneyler başarılı olmamıştı. Mösyö Mabeuf orada sadece gölgeyi ve nemi seven birkaç bitki yetiştirebiliyordu. Buna rağmen cesareti kırılmadı. Jardin des Plantes’da çivit otu denemelerini “kendi pahasına” yapmak için iyi bir fırsatla bir köşe elde etmişti. Bu amaçla Flora’nın bakır levhalarını rehine vermişti. Kahvaltısını iki yumurtaya indirdi ve bunlardan birini son on beş aydır maaşını ödemediği yaşlı hizmetçisine bıraktı. Ve çoğu zaman kahvaltısı tek öğünüydü. Artık çocuksu gülümsemesiyle gülmüyordu, asık suratlıydı ve ziyaretçi almıyordu. Marius oraya gitmeyi düşlememekle iyi etmişti. Bazen Mösyö Mabeuf’ün Jardin des Plantes’a giderken yolda olduğu saatte, yaşlı adam ile genç adam, Hôpital Bulvarı’ndan yan yana geçerlerdi. Konuşmazlar ve sadece kafalarını eğerek birbirlerini selamlamakla yetinirlerdi. Yürek parçalayıcı bir şey, sefaletin bağları kopardığı bir an mutlaka gelir! Bir zamanlar dost olan bu iki adam artık sadece yoldan geçerken tesadüfen karşılaştıkları birer tanıdık hâline dönüşmüştü. Kitapçı Royal ölmüştü. Mösyö Mabeuf artık kitaplarını, bahçesini ve çivit mavisini tanımıyordu; bunlar onun için mutluluk, zevk ve umudun üstlendiği üçlüydü. Bu, onun yaşamı için yeterliydi. Kendi kendine şöyle dedi: “Mavi toplarımı yaptığım zaman zengin olacağım, bakır levhalarımı rehinciden alacağım; aldatmaca, bol para ve gazete ilanlarıyla Flora’mı yeniden modaya sokacağım ve satın alacağım, Pierre de Médine’in Denizcilik Sanatı’nın ahşap oymalı, 1655 baskısının nerede olduğunu çok iyi biliyorum.” Bu arada, bütün gün çivit otu tarlası üzerinde çalışıyor, geceleri bahçesini sulamak ve kitaplarını okumak için eve dönüyordu. O çağda Mösyö Mabeuf neredeyse seksen yaşındaydı. Bir akşam tuhaf bir biçimde sanki bir hayalet gördüğünü düşündü. Henüz güpegündüz iken eve dönmüştü. Sağlığı giderek kötüleşen Anne Plutarque hasta ve yataktaydı. Yemek yemiş, üzerinde biraz et kalmış bir kemik ve mutfak masasının üzerinde bulduğu bir parça ekmeği almış, bahçesindeki bir sıranın yerini alan devrilmiş bir taş direğe oturmuştu. Bu sıranın yanında, meyve bahçelerindeki modaya uygun olarak, kiriş ve kalaslardan yapılmış çok harap bir tür büyük sandık, zemin katta bir tavşan kafesi, birinci katta bir meyve dolabı vardı. Aslında kafeste tavşan yoktu artık fakat meyve bölümünde geçen mevsimden kalan birkaç elma vardı. Mösyö Mabeuf gözlüklerini takmış ve çok zevk aldığı iki kitaptan birini okumaya koyulmuştu. Aslında bu kitaplar kendisini biraz huzursuz ediyordu. Küçüklüğünden bu yana ürkek bir yapısı olan bu ihtiyar adamın tuhaf batıl inançları bulunmaktaydı. Bu kitaplardan ilki Başkan Delancre tarafından yazılan İblislerin Vefasızlığı, diğeri ise Mutor de la Rubaudière’in Vauvert Şeytanları ve Bievre Cinleri’ydi. Cinler hakkındaki bu kitap, Mabeuf Baba’nın ilgisini fazlasıyla çekiyordu çünkü bulunduğu bahçede çok eski yıllarda küçük cinlerin yaşadığı söyleniyordu. Güneş ufuktan çekilmiş, gün batımı çökmek üzereyken bulunduğu yer gölgelerle dolmaya başlamıştı. Mabeuf Baba bir yandan elindeki kitabı okuyor, öte yandan bahçesindeki çiçeklere bakıyordu. Güzel bir ortanca, onun şu son günlerde en büyük tesellisiydi ama dört gün süren kızgın güneş ve rüzgâr o hoş ortanca bitkisini fazlasıyla soldurmuştu. Çiçeğin sapları bükülmeye, tomurcukları solmaya ve yaprakları dökülmeye başlamış; bir gün daha su verilmeyecek olursa kesinlikle tamamen solup gidecek hâle gelmişti. Mösyö Mabeuf, bitkilerin de tıpkı insanlar gibi ruhları olduğuna inanırdı. Bütün gün o çivit tarlasını çapalayan yaşlı adam çok yorgun olmasına rağmen kendisini zorlayarak yerinden kalkıp gözlüklerini ve kitabını taş bankın üzerine bıraktıktan sonra, bahçede bulunan kuyuya doğru giderek biraz su almaya niyetlendi. Kovanın halatını tutuyordu ama onu yerinden oynatıp aşağıya indirecek kadar gücü dahi kalmamıştı, biraz güç toparlayabilmek için o sırada başını yıldızlı gökyüzüne kaldırdı. Gece de gündüz gibi kurak geçeceğe benziyordu. İhtiyar adam kederle kendi kendine aklından şunları geçirdi: “Tanrı’m; her taraf yıldız dolu, tek bir bulut dahi yok, bir gözyaşı damlası kadar bile su yok.” Başını bir kez daha kuyuya indirip sonrasında tekrar gökyüzüne bakarak: “En azından bir çiy damlası bile yeter! Merhamet, ey yüce Tanrı’m!” diye hayıflandı. Kovayı çıkarmak için tekrar atıldı ama yapamadı. Tam o sırada birinin şöyle seslendiğini işitti: “Mabeuf Baba, bahçenizi sulayabilirim isterseniz!”
Sonra yapraklar arasında yabani bir hayvanın geçişine benzeyen bir ses duyuldu ve yaşlı adam çalıların arkasında, gözlerini doğrudan ona dikmiş duran zayıf bir kız olduğunu gördü. O bir kızdan çok, gün batımındaki gölge gibiydi aslında. Mabeuf Baba, neye uğradığını bilemeden ve kıza karşılık veremeden, kız kovayı kancadan indirmiş ve kuyuya daldırmıştı. Hemen sonra eski püskü kıyafetler içerisindeki bu hayalet gibi kız, çiçekleri sulayıp çevresine hayal saçmaya başladı. Kovanın yapraklarda çıkardığı o su sesi ihtiyara derin bir mutluluk veriyordu, sanki dökülen her bir su damlasında kendisi de serinliyordu. Artık ortancasının da mutlu olduğuna emindi. Kız ilk kovadan sonra bir kova su daha çekti, sonra bir üçüncü kovayla bütün bahçeyi hızlıca suladı.