Düştüğü o rezilliğin içerisinden kurtulması mümkün değildir artık. Aileler, çocuklar, erkek ve kız kardeşler, kadın ve erkekler; hepsi de bu cinsiyet ve akrabalık karışımında, kepazelik ve günahsızlık tuzağına düşerek, birbirlerinden destek alarak yaşamlarını sürdürmeye çalışır.
Az önce Marius’ün odasına girmiş olan sefil genç kız, delikanlının hayatının da bir özeti olmuştu aslında. Bu kız ona gecenin en korkunç yanını göstermiş, bu yüzden de Marius resmen kendi bencilliğinden tiksindiğini hissetmişti. Aylarca orada, bir duvarın ayırdığı yan odada yaşayan ailenin acısıyla hiç ilgilenmemiş, sadece bir kez kiralarını vermekle her şeyin yoluna girdiğini sanmıştı. Marius düşündükçe korkuyordu. Yanı başında, açlık ve soğukla yaşayanların olması ve kendisinin onlara yardım etmediğini düşünmesi genç adamı perişan ediyor, yüreğini parçalıyordu. Aslında okuduklarından sonra Marius bu ailenin her açıdan alçak olduğunu anlamakta gecikmemişti ama yine de insanlardı ve korkunç bir çaresizliğin içinde kıvranıyorlardı. İşte tam bu nokta, alçakların ve lanetlenmiş olan insanların “sefil” kelimesinin altında birbirlerine karıştığı yer, burası değil miydi? Kimin suçuydu bu peki? Sonuç olarak aslında düşkünlüğün olduğu yerde merhametin çoğalması gerekirdi. Marius, dürüst bir kişiliğe ve değerlendirme yeteneğine sahip olduğundan asla kendi kendini kandırmazdı. Vicdan muhakemesi yaptığı sırada bakışları o ince duvara çevrili, sanki duvarın gerisindekileri görmek ister gibiydi. Duvar dar ve uzun tahtalardan yapılmıştı. Üzerinde bir kat alçı badanası olan bu duvar, oldukça ince olduğu için yan odadan gelen seslerin hepsi rahatlıkla duyulabiliyordu. Marius son zamanlarda sürekli olarak hayal dünyasında yaşadığından şimdiye kadar bunu fark etmemişti. Marius gözlerini bu önemsiz duvara dikmişti ki bir anda olduğu yerde irkildi, tavana yakın birkaç santimlik üçgen biçimli bir delik olduğunu gördü. Marius, bunun bir gözetleme deliği olacağını düşünerek masanın üstüne çıktı ve gözünü deliğe uydurdu.
VI
İnindeki Vahşi Adam
Şehirlerde de ormanlarda olduğu gibi inler bulunmakta ve bu inlerde de en korkunç, en kötü yaratıklar yaşamaktadır. Şehirlerde en çirkin, en yabani, en korkunç şeyler saklanır. Oysa ormanlardaki mağaralarda yabani ama asil yaratıklar bulunur. Aslında yabani hayvan barınaklarının, insanların saklandıkları yerlerden çok daha üstün olduklarını hemen söyleyebiliriz. Marius, o delikten baktığında bir izbe görüyordu. Evet, kendisi de yoksuldu ve onun da odası fakir birinin odasıydı ama onun sefaleti yine de asildi, odası temizdi. Şu anda gördüğü o mezbele iğrendirici, kasvetli ve korkunç görünümlüydü. Eşya olarak sadece hasır bir iskemle, kırık bir masa, birkaç kırık çanak çömlek ve bir köşede şilteler bulunuyordu. Örümcek ağlarının kapattığı bir tavan penceresinden ışık alıyordu içerisi. Bu çatı penceresinden giren o ölü ışıkta insan yüzleri resmen korkunç hayaletlere benzerdi. Duvarlar yer yer çatlamıştı ve korkunç bir hastalığın yaralarını taşıyan yüzleri andırıyordu, odanın mahvolmuş duvarları. Nemden yer yer yosun bağlamış bu duvarlarda, kömürle birkaç edepsiz resmin bile çizili olduğu görülüyordu.
Marius’ün odasının zemini kırmızı tuğla döşeliydi, oysa o odanın zemini sanki toprak kaplı gibiydi. Zemin toz ve çamurdan görünmüyordu, etrafta bir sürü paçavra savrulmuş durumdaydı. Üstelik bu odada bir de ocak vardı. Zaten sırf bu yüzden odanın yıllık kirası kırk franktı. Bu ocakta neler yoktu ki: kırık tahtalar, çivilere asılı kumaş parçaları, parçalanmış bir kuş kafesi, bir mangal, kül ve biraz kıvılcım… İki ıslak odun tüterek yanmaya devam ediyordu. Bu çöplüğün daha da korkunç görünmesi, bu dairenin daha enli olması ve açılarından dolayı köşelerin karanlık köşeler gibi görünmesindendi; tavandan da kirişler sarkıyordu. Bunlar örümceklere ve karafatmalara resmen barınak olmuştu; gerçi tuhaf görmemek lazım, burada yaşayanların da o böceklerden farkı olduğu söylenemezdi. Şiltelerden biri kapıya yakın, diğeri pencerenin önündeydi. Marius, deliğin tam karşısındaki duvarda bir resim olduğunu fark etti. Bu resmin altında büyük harflerle RÜYA yazılıydı. Resimde, uyuyan bir kadınla çocuk görülüyordu. Çocuk başını bir adamın dizlerine yaslamıştı; yukarıda, tepelerindeki gökyüzünde bulunan bulutların arasında gagasının ucunda taç tutan bir kartal vardı.
Uyuyan kadın bilinçsizce sanki tacı çocuktan uzaklaştırmak ister gibi elini yukarı kaldırmıştı. Resmin alt kısmında ise gayet iyi giyimli görünen Napolyon, sarı bir sütuna yaslanmıştı. Sütunun üzerinden ise şu yazı okunuyordu:
MARINGO
AUSTERLITZ
IENA
WAGRAMME
ELOT
Bu tablonun hemen altında duvara dayalı ters yüz edilmiş bir çerçeve daha vardı, Marius onların bunu asmayı unuttuklarını düşündü. Masanın üzerinde bir hokka, kalem ve kâğıt olduğunu gördü. Masa başında zayıf, altmış yaşlarında gibi görünen, solgun yüzlü bir adam vardı. Yüzünden sinsilik ve kötülüğün aktığını görebiliyordu. Yaşlılığını belli eden kırlaşmış gür sakalı ve kıllı kolları vardı. Üzerinde göğsünü açık bırakan bir kadın fanilası bulunuyordu. Çamurlu pantolonlu bacağında, ayak parmaklarını ortaya çıkaran delik ayakkabılar görülüyordu. Ağzındaki piposunu tellendirmeye devam ediyordu. Nasıl oluyorsa evine ekmek temin edemeyen bu adam, kendi zevki için tütünsüz de kalmıyordu. Masanın başında bir şeyler karalıyordu ve Marius adamın yine o hikâyelerle dolu mektuplardan birini yazdığını düşündü. Masanın bir kenarında, cildi yırtık bir roman duruyordu. Adam bir yandan yazıyor, bir yandan da yüksek sesle konuşuyordu: “Öldükten sonra bile eşitlik yok. Pére-Lachaise mezarlığına bak; zenginlerin mezarlarında ne güzel çiçekler bulunur, onların mezarlarına giderken mis gibi temiz yollardan geçilir. Parasızlar, alçaklar, sefiller ise kendi hayatları kadar kötü yerlerdedir. İnsanlar onların mezarına gidebilmek için dizlerine kadar çamura batmak zorunda kalır; hayatları boyunca çürümeye mahkûm olan bu insanların, muhtemelen gömüldükleri yerde de hızlıca çürümeleri istenmektedir herhâlde.” Sustu, yumruğunu masaya indirdi ve diş gıcırdatıp: “Lanet olsun bu sefil dünyaya!” dedi. Kırkında olmasına rağmen yaşadığı sefaletten dolayı belki de yüz yaşında gibi görünen kadın, ocağın önüne çömelmiş duruyordu. Onun da üzerinde sefaletin resmi olan paçavralar vardı. Kadın çömelmiş olmasına rağmen uzun boylu olduğunu belli ediyordu. O kara kuru eşinin yanında, kesinlikle iri yarı görünüyordu aslında. Gri tellerle karışık tiksindirici kırmızı saçları vardı, arada bir kürek gibi elleriyle bu saçları alnından geriye atıyordu. Kadının hemen yanındaki masada o romanın aynısı olan bir roman daha vardı, muhtemelen iki ciltten oluşan bir roman olmalıydı. Şiltelerden birinde, Marius neredeyse çıplak denecek kadar giyimli ince uzun bir kıza rastladı, kız sanki bitkisel hayata girmiş gibi etrafında olan biteni ne görüyor ne de duyuyordu. Odasına gelen kızın kız kardeşi olabileceğini düşündü Marius. Kız ayaklarını uzatarak oturmuş, ne işitiyor ne görüyor ne de yaşıyordu sanki.
Kız, on ikisinde bir çocuk kadar zayıftı ama dikkatle bakınca neredeyse on beşinde olduğu fark ediliyordu. Bir gün önce caddede “Kaçtım.” diyen kız da buydu işte. Sefalet bu insan bitkilerini, böyle sıskalaştırırdı işte. Bu zavallı yaratıkların ne çocuklukları olurdu ne de gençlik dönemleri, onlar on beşinde olsalar da hastalık onları yaşlarının iki katı gibi gösterirdi. Bu zavallı çocuklar daha çocukluklarını yaşayamadan bir günde kadına dönüşür ve sanki hayatlarını çok daha hızlı nihayetlendirmek için acele ederlerdi.
Bu odada, kimsenin herhangi bir iş yapmadığı görülüyordu. Ne bir gergef vardı ne bir çıkrık ne de bir tezgâh. Gereçler bile görünmüyor, sadece bir köşede tuhaf görünümlü paslı zincirler olduğunu seçebiliyordu. Marius, uzun uzun bir mezardan bile daha kasvetli görünen bu odaya baktı. Bazı yoksulların varlıklarını sürdürmek için barındıkları nemli mahzen, aslında sefaletin dip noktasıdır ve bir mezar olmasa bile mezara çok yakın bir karanlık hâkimdir orada. Zenginlerin sarayların önlerine servetlerini dökmeleri gibi, bu odada da sefaletin en karanlık yoksulluğu sergileniyordu. Adam artık konuşmayı bırakmıştı, kadın konuşmuyordu, genç kızda ise hayat belirtisi bile yoktu. Kâğıt üzerindeki kalemin sesinden başka ses yoktu. Adam yazmayı sürdürüp sürekli olarak, “Lanet olsun bu sefil dünyaya!” diye tekrarlayıp duruyordu. Hayat boyunca çaresiz insanların dillerinden zaten hep benzer sözler dökülmemiş midir? Kadın yine de kocasını biraz olsun teselli etmek istermiş gibi: “Sakin ol, benim küçük dostum.” dedi. “Kendine zarar verme kıymetlim. Bütün o insanlara yazarak iyi iş çıkarıyorsun, kocam!”
Sefalet içinde yaşayan insanlar üşüdüklerinde birbirlerine sokulurlardı ancak yürekleri birbirlerinden çok uzaklaşırdı. Anlaşıldığı kadarıyla yıllar önce bu iri yarı kadın, bu zayıf adamı çok sevmişti. Ama kendilerini kuşatan o korkunç sefalete beraber dayanmak, onları birbirlerinden uzaklaştırmıştı işte. Onca sefaletin ve acının ardından kadında kocasına karşı sadece yılgın bir soğukluk kalmıştı, ona güzel sözler sarf ederken bile bunları sadece alışkanlıktan söylüyordu. İfade ettiği kelimeler ise sadece “sevgilim, küçük dostum, iyi yürekli adamım” gibi sözlerdi. Bunları ise sadece dudakları sarf ediyordu ama yüreği bir zamanlar sevmiş olduğu bu adama karşı çoktan lal olmuştu. Adam yazı yazmaya devam etti.
VII
Strateji ve Taktikler
Marius, göğsünde bir yük ile gözlemevinden aşağı inmek üzereyken bir ses dikkatini çekerek görev yerinde kalmasına neden oldu. Tavan arasının kapısı aniden açıldı. En büyük kız eşikte göründü. Ayaklarında ayak bileklerine bile sıçrayan kırmızı çamura bulanmış, büyük, kaba erkek ayakkabıları vardı ve yırtık pırtık, asılı eski bir mantoya sarılıydı. Marius onu bir saat önce üzerinde görmemişti ama muhtemelen kendisini daha fazla acındırmak için onu kapısına bırakmış ve ortaya çıkar çıkmaz tekrar almıştı. İçeri girdi, kapıyı arkasına itti, nefes almak için durakladı. Çünkü tamamen nefes nefeseydi, sonra bir zafer ve sevinç ifadesiyle haykırdı:
“O geliyor!”
Baba gözlerini ona çevirdi, kadın başını çevirdi, küçük kız kardeş yine kıpırdamadı bile.
“Kim?” diye sordu babası.
“Mösyö!”
“Hayırsever mi?”
“Evet.”
“Saint-Jacques Kilisesi’nden mi?”
“Evet.”
“O yaşlı adam mı?”
“Evet.”
“Ve o gerçekten geliyor mu?”
“Hemen arkamdan gelecek.”
“Emin misin?”
“Eminim.”
“O, gerçekten geliyor mu?”
“Bir arabayla geliyor.”
“Bir arabayla mı?”
Baba ayağa kalktı.
“Nasıl, gerçekten emin misin? Eğer o bir arabayla geliyorsa sen nasıl oluyor da ondan önce buraya vardın? Ona adresimizi verdin mi? Koridorun sonunda, sağdaki son kapı olduğunu ona söyledin mi? Sadece hata olmasın istiyorum! Yani onu kilisede mi buldun? Mektubumu okudu mu? Sana ne söyledi?”
“Ta, ta, ta!..” dedi kız. “Nasıl da dörtnala gidiyorsun dostum! Buraya bakın: Kiliseye girdim, her zamanki yerindeydi, ona selam verdim ve mektubu uzattım. Okudu ve bana, ‘Nerede yaşıyorsun çocuğum?’ dedi. ‘Mösyö, size göstereceğim.’ dedim. ‘Hayır, bana adresini ver, kızımın yapması gereken bazı işler var, ben bir arabaya atlayıp seninle aynı anda evine ulaşacağım.’ dedi. Ona adresi verdim. Evden bahsettiğimde şaşırmış göründü ve bir an tereddüt etti, sonra dedi ki: ‘Her neyse, geleceğim.’ Ayin bittiğinde kızıyla birlikte kiliseden çıkışını izledim ve bir arabaya bindiklerini gördüm. Ona kesinlikle koridordaki son kapı olduğunu söyledim, sağdaki diye belirttim.”
“Peki geleceğini sana düşündüren ne?”
“Az önce arabanın Petit-Banquier Sokağı’na döndüğünü gördüm. Beni böyle koşturan da buydu.”
“Aynı araba olduğunu nereden biliyorsun?”
“Çünkü numarayı fark ettim, yani ezberledim!”
“Numara neydi?”
“440.”
“İyi, sen akıllı bir kızsın.”
Kız, babasına cesurca baktı ve ayağındaki ayakkabıları gösterdi:
“Akıllı bir kızım elbette ama bu ayakkabıları bir daha giymem. Önce sağlığım için sonra da temizlik için giymem, haberin olsun. Her zaman ‘Ghi, ghi, ghi!..’ diye gıcırdayan ayakkabılardan daha rahatsız edici bir şey bilmiyorum. Çıplak ayakla gitmeyi tercih ederim.”
“Haklısın.” dedi babası, genç kızın kabalığına tezat oluşturan tatlı bir ses tonuyla. “Fakat o zaman kiliselere girmene izin verilmeyecek çünkü fakirlerin bunun için ayakkabısı olması gerekiyor. Yüce Tanrı’nın huzuruna yalın ayak gidemezsin.” diye ekledi acı acı. Sonra, onu içine çeken konuya dönerek:
“Yani geleceğinden emin misin?”
“Arkamdan çıkmışlardı.” dedi kız.
Adam başladı. Yüzünde bir çeşit aydınlanma belirdi.
“Kadın! Duydun mu!” diye haykırdı. “İşte hayırsever geliyor. Ateşi söndür.”
Şaşkın anne kıpırdayamadı bile. Baba, bir akrobat çevikliğiyle bacanın üzerinde duran kırık burunlu bir testiyi kaptı ve suyu ateşin üzerine fırlattı. Sonra en büyük kızına seslenerek:
“İşte! O sandalyenin hasırını sök!”
Kızı ne demek istediğini anlamadı.
Sandalyeyi kavradı ve bir tekmede oturağının kırılmasını sağladı, bacağı resmen içinden geçmişti. Bacağını geri çekerken kızına sordu:
“Soğuk mu?”
“Çok soğuk. Kar yağıyor.”
Baba, pencerenin yanındaki yatakta oturan genç kıza döndü ve gürleyen bir sesle ona bağırdı:
“Çabuk! Kalk o yataktan seni tembel şey! Hiçbir şey yapmayacak mısın? Bir camı kır!”
Küçük kız titreyerek yataktan fırladı. “Camı kır!” diye tekrarladı adam. Çocuk şaşkınlıkla kalakaldı.
“Beni duyuyor musun?” diye bağırdı babası tekrar. “Sana bir camı kırmanı söylüyorum!”
Çocuk, korku dolu bir itaatle parmak uçlarında yükseldi ve yumruğuyla cama vurdu. Cam kırıldı ve büyük bir gürültüyle yere düştü. “Bu iyi oldu.” dedi evin babası.
Ciddi anlamda düşüncelere dalarak etrafı kolaçan etti, bakışları tavan arasının tüm çatlaklarını hızla taradı. O anda savaşın başlamak üzere olduğu vakitte son hazırlığı yapan bir general gibi göründüğü söylenebilirdi. O ana kadar tek kelime etmemiş olan anne şimdi ayağa kalktı ve donuk, yavaş, durgun bir sesle sordu; sözlerinin sanki donmuş bir hâlde ortaya çıktığı görülüyordu: “Ne yapmak istiyorsun canım?”
“Yatağa gir.” diye yanıtladı adam. Tonlaması hiçbir itirazı kabul etmiyordu. Anne itaat etti ve kendisini ağır bir şekilde şiltelerden birinin üzerine attı. Bu sırada bir köşeden bir hıçkırık sesi işitildi.
“Bu da ne?” diye haykırdı baba.
Küçük kız, sindiği köşeyi terk etmeden kanayan yumruğunu gösterdi. Camı kırarken kendisini yaralamıştı, annesinin şiltesinin yanına gitti ve sessizce ağlamaya devam etti. Şimdi ağlamaya başlama ve haykırma sırası annedeydi:
“Şuraya bir bak! Ne aptallıklar yaptırıyorsun böyle! Senin yüzünden camı kırarak kendisini kesti!”
“Çok daha iyi!” dedi adam. “Böyle olması daha iyi oldu.”
“Ne? Çok daha iyi mi?” diye öfkeyle karşılık verdi karısı.
“Huzur!” dedi baba. “Basın özgürlüğünü bastırıyorum.” diye yanıtladı.
Sonra kadının üzerindeki geceliğini yırtarak küçük kızın kanayan bileğini aceleyle sardığı bir bez parçası yaptı. Bunu yaptıktan sonra gözü, yırtık gömleğine memnun bir ifadeyle düştü. “Ve elbise.” dedi. “Bunun da gayet güzel bir görünümü var.” Pencereden buz gibi bir esinti ıslık çaldı ve odaya girdi. Dışarıdaki koyu sis tabakası odaya nüfuz ediyordu ve görünmez parmaklarla belli belirsiz yayılan beyazımsı bir bulut tabakası gibi etrafa dağılıyordu. Kırık camdan karın yağdığı görülüyordu. Bir önceki günün Candlemas güneşinin vadettiği kar gerçekten gelmişti.
Baba, hiçbir şey unutmadığından emin olmak istercesine ona bir göz attı. Sonra gidip ocağa yaslandı:
“Şimdi!..” dedi. “Hayırseveri kabul edebiliriz.”
VIII
Mezbeledeki Işık
Büyük kız yaklaştı ve elini babasının elinin üstüne koydu.
“Ne kadar üşüdüğümü görüyor musun?” dedi.
“Peh!” dedi baba umursamazca. “Ben bundan çok daha soğuğum.” diye yanıtladı.
Anne aceleyle bağırdı:
“Her zaman herkesten daha iyi bir şeye sahip olursun zaten, daha kötüsü olsa bile!”
“Sen varsın ya, yeter zaten!” dedi adam.
Belli bir şekilde ona bakan anne, dilini tutmak zorunda kaldı. Virane evde bir an sessizlik hüküm sürdü. Büyük kız umursamaz bir tavırla mantosunun altındaki çamuru temizliyor, küçük kız kardeşi hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyordu; anne, ikincinin başını ellerinin arasına almış ve onu öpücüklere boğarak rahatlaması için şöyle mırıldanıyordu: “Hazinem, sana yalvarıyorum, önemli bir şey değil. Ağlama, babanı kızdıracaksın.”
“Hayır!” diye bağırdı baba. “Tam tersine! Hıçkır! Hıçkır! Daha fazla ağla, bu çok daha iyi!” diye haykırdı.
Sonra büyük kızına dönerek:
“Ama hâlâ ortalarda yok! Ya gelmezse? Ateşimi söndürmüş, sandalyemi parçalamış, gömleğimi yırtmış ve camımı bir hiç uğruna kırmış olacağım o zaman.”
“Ve çocuğu da yaraladın!” diye mırıldandı anne.
“Biliyor mu?” diye devam etti baba. “Bu şeytan, çatı katının çok soğuk olduğunu biliyor mu? Ya o adam gelmezse! Ey! Gördün mü sen! Bizi bekletiyor! Kendi kendine söyleniyordur şimdi. ‘Pekâlâ! Beni bekleyecekler! Bunun için oradalar.’ Ey! Onlardan nasıl da nefret ediyorum; tüm o zenginleri sevinç, coşku ve memnuniyetle boğabilirim! Ah, bütün o zenginlerin hepsi böyle! Hayırsever taklidi yapan, hava atan, ayine giden, rahiplere armağanlar dağıtan, takkeleriyle vaaz veren, kendilerini bizden üstün gören, bizi küçük düşürmek için ellerinden geleni yapan bu adamlar ve dedikleri gibi bize ‘giysiler’ getirmek için gelen o zenginler! Dört santim değerinde olmayan yaşlı adamlar hepsi de! İstediğim bu değil ki! Paraları hep kıymetli! Ah! Para! Hiçbir zaman sahip olamadığım gözü kör olası para! Onları sömürdüğümüzü, bizim ayyaş ve aylak olduğumuzu söylüyorlardır kesin! Sanki kendileri ne ki? Hırsızlar! Başka türlü asla zengin olamazlardı! Ah! Toplum! Kumaşın dört köşesinden tutulmalı ve havaya fırlatılmalı bunların hepsi! Gelecek mi gerçekten? Belki de o hayvan, adresi unuttu! Bahse girerim o yaşlı canavar…”
O anda kapıya hafifçe vuruldu, adam kapıya koştu ve derin selamlamalar, hayranlık dolu gülümsemeler arasında haykırarak kapıyı açtı:
“Girin efendim! Girmeye tenezzül edin, en saygıdeğer hayırsever Mösyö, girin lütfen ve sizin sevimli kızınız da girsin.”
Çatı katının eşiğinde, olgun yaşta bir adam ve genç bir kız belirdi.
Marius olduğu yerde donmuş gibiydi, o anda neler düşündüğünü anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalırdı. Kapıda duran oydu, işte gelmişti. Seven bir kalp, bu tek harflik “o” sözcüğünün içine ne mutluluklar sığacağını çok iyi bilir.
Parktaki sevgili oradaydı işte. Marius’ün Ursule’ü gelmişti. Yokluğu ufuklarını gölgeleyen o güneş karşısında tekrar ışıyordu. Onun güzel gözleri, pürüzsüz alnı, pembe dudakları ve şirin yüzü yine tam karşısında parlıyordu. Kaybettiği görüntü yok olduğunda Marius karanlık bir geceye saplanmış fakat artık şansı dönmüştü, ufuklarını güneş aydınlatıyordu. Karanlıklar içerisinde geçirdiği günlerin ardından Marius yeniden güneşine kavuşmuştu. O korkunç, virane odaya girer girmez odayı resmen ışığa boğmuştu. Marius bayılacak gibi hissediyordu kendisini; kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu, hatta öyle gürültüyle atıyordu ki odadakilerin bile onu duyacağından korkuyordu. Öylesine mutluydu ki ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Nihayet çok uzun bir aradan sonra sevdiğini bulabilmiş, âdeta yeniden ruhunu elde etmişti. Güzel kız aslında çok değişmemişti, sadece öncesinden biraz daha fazla solgundu, başına takmış olduğu şapkası güzel yüzünü gölgeliyordu. Kalın satenden siyah bir manto gövdesini örtüyor, eteklerinin altından küçük ayaklarındaki ipek işlemeli ayakkabıları görülebiliyordu. Her zamanki gibi yine yanında Mösyö Leblanc vardı. Genç kız odanın ortasına değin yürümüş ve masanın üstüne elindeki ağır çıkını koymuştu. Jondrette’in en büyük kızı kapının arkasına çekilmiş; kasvetli gözlerle o kadife şapkaya, o ipek mantoya ve o sevimli, mutlu yüze bakıyordu.
IX
Jondrette Ağlamak Üzere
Virane o kadar karanlıktı ki dışarıdan gelen insanlar, bir mahzene girerken oluşan etkiyi içeri girerken hissettiler. Bu nedenle yeni gelen iki kişi, bu alaca karanlığa alışmış çatı katı sakinlerinin gözleri tarafından açıkça görülüp incelenebilirken etraflarındaki belirsiz şekilleri güçlükle ayırt edebildikleri için belli bir tereddütle ilerlediler. Mösyö Leblanc üzgün ama sevecen bir bakışla yaklaştı ve baba Jondrette’e şöyle dedi:
“Mösyö; bu pakette yeni giysiler, yünlü çoraplar ve battaniyeler bulacaksınız.”
Jondrette, yere kadar eğilerek “Meleksi velinimetiniz bizi korusun.” dedi. Sonra iki ziyaretçi bu içler acısı iç mekânı incelemekle meşgulken, en büyük kızının kulağına eğilerek alçak ve hızlı bir sesle ekledi: “Hey! Ne dedim? Ahmaklar işte! Para yok! Hepsi birbirine benziyor! Bu arada, o yaşlı ahmak adamın mektubu nasıl imzalandı?”
“Fabantou.” diye yanıtladı kız.
“Drama sanatçısı, iyi!”
Jondrette için bu soru şanstı çünkü o anda Mösyö Leblanc ona döndü ve bir isim hatırlamaya çalışan kişinin havasıyla:
“Görüyorum ki çok acınacak durumdasınız, Mösyö…”
“Fabantou.” diye yanıtladı Jondrette çabucak.
“Mösyö Fabantou, evet, bu kadar. Hatırlıyorum.”
“Drama sanatçısı, efendim ve biraz başarılı olmuş biri.”
Burada Jondrette açıkça “hayırsever”i yakalamak için uygun olan bu anı hemen değerlendirdi. Dağcıların panayırlardaki övünçlerini ve otoyoldaki dilencinin alçak gönüllülüğünü aynı anda şakırdatan bir aksanla haykırdı: “Talma’nın bir öğrencisi! Efendim! Ben Talma’nın bir öğrencisiyim! Eskiden şans bana gülerdi, yazık! Şimdi talihsizlik sırası. Görüyorsun, hayırseverim, ekmek yok, ateş yok. Zavallı bebeklerimin ateşi yok! Tek sandalyemin koltuğu yok! Kırık bir cam! Hem de bu havada! Eşim yatakta! Hasta!”
“Zavallı kadın!” dedi Mösyö Leblanc.
Jondrette ekledi: “Çocuğum yaralandı!”
Yabancıların gelişiyle şaşkına dönen çocuk, “genç hanımı” düşünmeye başlamış ve hıçkırmayı bırakmıştı.
“Ağla!” dedi Jondrette ona alçak sesle. Aynı zamanda ağrıyan elini sıktı. Bütün bunlar bir hokkabaz yeteneğiyle yapıldı. Küçük kız, yüksek sesle çığlıklar attı. Marius’ün düşlerinde “Ursule” dediği sevimli genç kız aceleyle ona yaklaştı.
“Zavallı, sevgili çocuğum!” dedi ona.
“Görüyorsun, güzel genç leydim…” diye devam etti Jondrette. “Kanayan bileğini! Günde altı santim kazanmak için bir makinede çalışırken kaza geçirdi. Kolunu kesmek gerekebilir.”
“Yok canım!” dedi yaşlı bey telaş içinde. Bunu ciddiye alan küçük kız, her zamankinden daha şiddetli bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Eyvah ki ne eyvah! Evet, hayırseverim!” diye cevapladı baba. Jondrette, birkaç dakikadır “hayırsever”i tuhaf bir şekilde inceliyordu. Konuşurken sanki anılarını toparlamaya çalışıyormuş gibi ötekini dikkatle inceliyordu. Yeni gelenlerin çocuğa yaralı eliyle ilgili sorular sordukları bir andan yararlanarak birdenbire yatağında aptal ve kederli bir havada yatan karısının yanından geçti ve ona hızlı bir şekilde ama çok düşük bir tonda şunları söyledi:
“Şu adama bir bak!”
Sonra Mösyö Leblanc’a dönerek ağıtlarına devam etti:
“Görüyorsunuz efendim! Sahip olduğum tüm giysiler karımın iç çamaşırları! Ve hepsi üzerimde yırtıldı! Kışın ortasında bu hâldeyim! Paltom olmadığı için dışarı çıkamıyorum. Herhangi bir paltom olsa beni tanıyan ve beni çok seven Matmazel Mars’ı görmeye giderdim. Hâlâ Tour-des-Dames Sokağı’nda mı oturuyor, bilmiyorum bile. Biliyor musunuz efendim? İllerde birlikte oynadık. Onunla rolleri paylaştık. Célimene imdadıma yetişecekti efendim! Elmire, Bélisaire’e sadaka verirdi! Ama hayır, hiçbir şey! Ve evde metelik yok! Karım hasta, para yok! Kızım tehlikeli bir şekilde yaralandı, para yok! Karım boğulma nöbetleri geçiriyor. Yaşından kaynaklanıyor ve ayrıca sinir sistemi etkileniyor. Yardım almalı, kızım da! Ama doktor! Ama eczane! Onları nasıl ödeyeceğim? Bir meteliğe diz çökerdim, efendim! Sanatçıların indirgendiği durum budur. Ve biliyor musunuz güzel genç leydim ve siz, benim cömert koruyucum, biliyor musunuz; erdem ve iyilik yaydığınız o kiliseye kızımın her gün dua etmek için geldiğini ve orada sizi gördüğünü. Çünkü çocuklarımı dindar büyüttüm ben efendim. Tiyatroya gitmelerini istemedim. Ah! Ahmaklar! Onlara onur, ahlak ve erdem üzerine dersler okudum! Onlara sorun! Yaşamları, ailesiz olarak başlayıp halkla evlenerek biten mutsuz zavallılarınızdan değiller. Başta Matmazel Hiç Kimse, sonra da Madam Herkesin olurlar. Alın işte, durum bu! Fabantou ailesinde bunların hiçbiri yok! Onları erdemli bir şekilde yetiştirmek istiyorum, onlar dürüst ve güzel insanlar olacaklar ve kutsal adla Tanrı’ya inanacaklar! Peki efendim, değerli efendim, yarın ne olacağını biliyor musunuz? Yarın 4 Şubat günü, ölümcül gün, ev sahibimin bana izin verdiği son lütuf günü; bu akşama kadar kiramı ödemezsem yarın en büyük kızım, ateşli hasta olan eşim ve yaralı çocuğum, dördümüz de buradan çıkarılıp sokağa, bulvara; barınaksız hâlde yağmurda, karda dışarı atılacağız. İşte efendim. On iki aydır, bütün bir yıldır borçluyum! Yani altmış frank.”