“Yani koridorun sonundaki odada mı?” dedi.
“Kesinlikle.” diye yanıtladı Marius ve ekledi: “O evi tanıyor musunuz?”
Müfettiş bir an sessiz kaldı, sonra sobada çizmesinin topuğunu ısıtırken yanıtladı:
“Görünen o ki…” Dişlerinin arasında mırıldanarak ve Marius’ten çok kravatıyla konuşurmuş gibi devam etti:
“Patron-Minette’in bunda parmağı olmalı.”
Bu söz Marius’ü etkiledi.
“Patron-Minette.” dedi. “Aslında bu kelimenin telaffuz edildiğini duydum.”
Ve Müfettiş’e sokak duvarının arkasında, karın üzerindeki uzun saçlı adamla sakallı adam arasındaki diyaloğu tekrarladı.
“Petit-Banquier…” diye mırıldandı Müfettiş.
“Uzun saçlı adam Brujon olmalı ve sakallı olan Demi-Liard, takma adı Deux-Milliards.”
Göz kapaklarını tekrar indirmiş ve düşüncelere dalmıştı.
“Adı neydi, Peder’e gelince sanırım onu tanıyorum. İşte, ceketimi yaktım yine. Bu lanetli sobalarda her zaman çok fazla ateş olur. 50-52 numara. Gorbeau’nün eski mülkü.”
Sonra Marius’e baktı.
“Yalnızca o sakallı ve uzun saçlı adamı mı gördün?”
“Ve Panchaud.”
“Sinsi sinsi dolaşan küçük bir züppe görmedin mi?”
“Hayır.”
“Ya da Jardin des Plantes’daki file benzeyen büyük bir madde yığını?”
“Hayır.”
“Ya da eski bir kızıl kuyruk havasında olan bir serseriyi?”
“Hayır.”
“Dördüncüsüne gelince onu kimse görmüyor; yaverleri, kâtipleri ve çalışanları bile. Onu görmemiş olmanız şaşırtıcı değil.”
“Hayır. Bütün bu kişiler kimler?” diye sordu Marius.
Müfettiş cevap verdi:
“Ayrıca onların zamanı da değil aslında, o saatte iş yapmazlar.”
Tekrar sessizliğe büründü, sonra devam etti: “50-52. O yeri biliyorum. Ne yazık ki içeride gizlenecek olsak, hemen yakayı ele veririz. O zaman oyunlarını ertelerler. Zavallılar, o kadar kibirsizdirler ki kalabalık karşısında rol yapamazlar. Hayır, yağma yok, ben onların şarkı söylediklerini ve dans ettiklerini görmek isterim.”
Bu monolog sona erdi, Marius’e döndü ve bu sırada ona dikkatle bakarak sordu:
“Korkuyor musun?”
“Neyden?” dedi Marius.
“Bu adamlardan.”
“Sizden fazla değil!”
Bu polis ajanının henüz kendisine “Mösyö” demediğini fark etmeye başlayan Marius kaba bir şekilde karşılık verdi.
Müfettiş, Marius’e daha da dikkatle baktı ve ağırbaşlı bir ciddiyetle devam etti:
“Orada cesur ve dürüst bir adam gibi konuşuyorsun. Cesaret suçtan, dürüstlük otoriteden korkmaz.”
Marius onun sözünü kesti:
“İyi ama ne yapmayı düşünüyorsun?”
Müfettiş şu sözle yetindi:
“Kiracıların geceleri içeri girebilecekleri geçiş anahtarları var. Sende bir tane olmalı.”
“Evet.” dedi Marius.
“Senin için mi?”
“Evet.”
Müfettiş, “Ver onu bana.” dedi.
Marius yeleğinin cebinden anahtarını çıkardı, Müfettiş’e verdi ve ekledi:
“Tavsiyeme uyarsan içeriye güç kullanarak girmelisin.”
Müfettiş, Marius’e Voltaire’in ona bir tekerleme öneren taşralı bir akademisyene atabileceği gibi bir bakış fırlattı; tek bir hareketle kocaman olan ellerini pardösünün iki büyük cebine soktu ve “yumruk” denen türden iki küçük çelik tabanca çıkardı.
Sonra onları Marius’e göstererek hızlı bir şekilde sert bir tonda şöyle dedi:
“Al bunları. Evine git. Odana saklan ki dışarı çıkmış sanılasın. Doludur. Her biri iki mermi taşır. Nöbet tutacaksın, bana bildirdiğin gibi duvarda bir delik var. Bu adamlar gelecek. Onları bir süre kendi hâllerine bırak. İşlerin bir krize ulaştığını ve bunlara bir son vermenin zamanının geldiğini düşündüğünde ateş et. Daha erken değil. Gerisi beni ilgilendiriyor. Tavana, havaya bir atış; nerede olursa olsun. Her şeyden önce, sakın çok erken değil! Projelerini uygulamaya koymaya başlayana kadar bekle; sen bir avukatsın; doğru noktayı bilirsin.”
Marius tabancaları aldı ve ceketinin yan cebine koydu.
Müfettiş:
“Bu, görülebilen bir yumru oluşturur.” dedi. “Pantolon cebine koy.”
Marius tabancaları pantolonunun ceplerine sakladı.
“Şimdi.” diye devam etti Müfettiş. “Hiçbirinin kaybedecek bir dakikası kalmadı. Saat kaç? İki buçuk. Saat yedide miydi?”
“Saat altıda.” diye yanıtladı Marius.
“Çok zamanım var.” dedi Müfettiş. “Ama fazlasıyla değil. Sana söylediğim hiçbir şeyi unutma. Tak! Bir tabanca atışı.”
“Bende.” dedi Marius.
Ve Marius çıkmak için elini kapının koluna koyarken Müfettiş ona seslendi:
“Ha, bir şey daha söyleyeyim; yeni bir gelişme olacak olursa ya buraya gel ya da birini gönder. Müfettiş Javert’i arasınlar.”
XV
Jondrette Alışverişini Yapıyor
Birkaç dakika sonra, saat üç civarında Courfeyrac ile Bossuet, Mouffetard Sokağı’ndan geçiyorlardı. Kar iyice şiddetlenmişti, tipi gibi yağıyordu. Bossuet o sırada Courfeyrac’a şöyle diyordu: “Sanki göklerde beyaz kelebeklerin vebası başladı, bu karlar tıpkı ölü kelebekler gibi değil mi?” Sonra Bossuet, Marius’ü gördü. Genç adam oldukça tuhaf bir hâlde yokuşu çıkıyordu.
“Dur!” dedi Bossuet. “Marius orada.”
“Onu gördüm.” dedi Courfeyrac. “Onunla konuşmayalım.”
“Neden?”
“Çok meşgul.”
“Ne ile?”
“Havasını görmüyor musun?”
“Ne havası?”
“Birini takip eden bir adamın havası var.”
Bossuet, “Bu doğru.” dedi.
“Sadece bir kızın peşinde!” dedi Courfeyrac.
“Ama o kimi takip ediyor?”
“Güzel, çiçekli, boneli bir fahişe! O âşık.”
“Ama…” diye göz gezdirdi Bossuet. “Sokakta hiçbir fahişe ya da çiçekli bir bone görmüyorum. Etrafta bir kadın yok.”
Courfeyrac sıkılarak cevap verdi:
“Bir adamı takip ediyor çünkü!”
Aslında, gri bir şapka takan ve sadece sırtını görmelerine rağmen gri sakalı seçilebilen bir adam, Marius’ün yirmi adım kadar önünde yürüyordu. Bu adam, kendisi için tamamen yeni ve çok büyük olan bir palto giymişti; hepsi paçavralar içinde asılı ve çamurdan siyah olan ürkütücü bir pantolon vardı üzerinde.
Bossuet kahkahayı patlattı.
“Bu adam kim?”
“O?” diye karşılık verdi Courfeyrac. “O bir şair. Şairler, tüccarların tavşan postundan pantolonlarını üzerine, Fransa’nın Meclis üyelerinin paltolarını giymeye çok düşkündür.”
“Bakalım Marius nereye gidecek.” dedi Bossuet. “Adam nereye gidiyor bakalım, onları takip edelim mi?”
“Bossuet!” diye haykırdı Courfeyrac. “Meaux Kartalı! Sen müthiş bir vahşisin. Gerçekten de başka bir adamı takip eden bir adamı takip etmek istemiyorsun herhâlde!”
Marius, Jondrette’in Mouffetard Sokağı’na girdiğini görüp ardına takılmıştı. Jondrette izlendiğini fark etmeden yürümeyi sürdürdü. Marius bir ara onun Gracieuse Sokağı’ndaki çok döküntü bir kulübeye girip birkaç dakika kaldığını gördü. Adam tekrar Mouffetard Sokağı’nda yürümeyi sürdürdü. Köşedeki bir nalburun önünde durup içeri girdi ve Marius birkaç dakika sonra onu elinde bir paketle gördü. Adam kâğıda sarılı kocaman bir makası ceketinin cebine attı. Sonra sola sapıp Petit-Banquier Sokağı’na daldı. Marius artık adamı izlemeyi bıraktı. Çok isabetli davranmıştı çünkü Jondrette duvar önünde sakallı ve dağınık saçlı adamlarla buluşacaktı. Jondrette arkasına baktı, kimseyi görmeyince duvardan aşıp boş arsada yok oldu. Marius adamın yokluğunu fırsat bilip görünmeden eve girmenin doğru olacağını düşündü. Aslında tam vaktiydi. Akşamları şehre bulaşık yıkamaya giden Madam Bougon virane binanın giriş kapısını kilitlerdi. Marius anahtarını polise vermişti, bundan dolayı kapı kapanmadan odasına çıkması gerekiyordu. Karanlık çökmüştü. Marius koşarak virane binaya vardı, kapı henüz açıktı, sessizce basamakları çıktı ve odasına süzüldü. Bu koridorda birkaç boş oda vardı. Madam Bougon kapıları açık tutardı. Odalardan birinin önünden geçerken içeride sanki dört kişinin olduğunu sandı ama kendisini kimseye göstermemesi gerektiğinden dönüp bakmadı. Tam zamanında odasına girdi, az sonra Madam Bougon’un kapıdan çıktığını duydu. Evin giriş kapısı ardından kapandı.
XVI
1832 Yılında Moda Olan Bir İngiliz Şarkısının Sözleri
Marius, saatin beş buçuk olabileceğini düşünerek yatağının üzerine oturdu. Yarım saat sonra bir şeyler olacaktı. Karanlıklarda bir taraftan cinayetin bir taraftan adaletin ilerlediği iki gücü düşündü. Marius korkmuyordu ama birazdan olacakları düşündükçe titremesine engel olamıyordu. Önce tatlı bir rüya olarak başlayan gün, artık kâbusa dönüşüyordu. Delikanlı bütün bunların gerçekliğine inanmak için ellerini pantolon ceplerindeki tabancalara değdirdi. Kar kesilmiş, giderek parlayan ay bulutlardan çıkmıştı. Karın beyazlığına karışan ay ışığı odayı bir gün batımı havasına sokmuştu. Jondrettelerin odasında ışık vardı. Marius duvardaki çatlaktan kızıl bir parıltı gördü. Bir mum ışığı olduğunu sanmıyordu, ayrıca evde büyük bir sessizlik hâkimdi, hiç kıpırtı yoktu. Buz gibi ve çok koyu bir sessizlikten başka duyulabilen hiçbir şey bulunmuyordu. Işık olmasa Marius yandaki odanın bir mezar gibi göründüğüne yemin edebilirdi. Marius usulca çizmelerini çıkartıp yatağının altına itti. Birkaç dakika geçti. Marius, Jondrette’in döndüğünü duydu. Birden sayısız ses yükseldi. Aile reisi hariç bütün aile odada toplanmıştı ve sessizce bekleşiyorlardı. Adam içeri girdi:
“Benim.” dedi.
“İyi akşamlar baba.” diye bağırdı kızlar.
“Tamam mı?” dedi anne.
“Her şey birinci sınıf gidiyor.” diye yanıtladı Jondrette. “Ama ayaklarım feci üşüyor. Güzel! Giyinmişsin. İyi yapmışsın! Kendini sıcak tutmalısın.”
“Her şey dışarı çıkmak için hazır.”
“Sana söylediğimi unutma. Her şeyi kesinlikle yapacak mısın?”
“Merak etme.”
“Çünkü…” dedi Jondrette. Ve cümleyi yarım bıraktı. Marius onun masaya ağır bir şey koyduğunu duydu, muhtemelen satın aldığı makas olmalıydı.
“Bu arada…” dedi Jondrette. “Yemek yediniz mi?”
“Evet.” dedi anne. “Üç büyük patatesim ve biraz tuzum var. Onları pişirmek için ateşten yararlandım.”
“İyi.” diye karşılık verdi Jondrette. “Yarın seni yemeğe çıkaracağım. Ördek ve meze yiyeceğiz. Yemeği Onuncu Charles gibi yiyeceksin, her şey yolunda gidiyor!”
Sonra ekledi:
“Fare kapanı açık. Kediler orada.”
Sesini daha da alçalttı ve şöyle ekledi:
“Bunu ateşe koy.”
Marius maşa veya demir bir alet ile karıştırılan kömür sesi duydu, Jondrette devam etti:
“Kapının menteşelerini gıcırdamamaları için yağladınız mı?”
“Evet.” diye yanıtladı anne.
“Saat kaç?”
“Neredeyse altı. Yarım saat önce Saint-Médard’dan geldi.”
“Lanet olsun!” diye haykırdı Jondrette. “Çocuklar gidip izlemeli. Gel sen, burayı dinle.”
Bir fısıltı çıktı. Jondrette’in sesi tekrar duyulabilir hâle geldi:
“İhtiyar Bougon gitti mi?”
“Evet.” dedi anne.
“Komşumuzun odasında kimsenin olmadığına emin misin?”
“Bütün gün gelmedi ve sen de biliyorsun ki bu onun yemek saati.”
“Emin misin?”
“Elbette.”
“Yine de…” dedi Jondrette. “Orada olup olmadığına bakmanın bir zararı olmaz. Al kızım, mumu al ve oraya git.”
Marius elleri ve dizleri üzerine çöktü, sessizce yatağının altına girdi. Kapısının aralığından bir ışık fark ettiğinde kendini güçlükle gizlemişti.
“Baba!” diye bağırdı bir ses. “O burada değil.”
En büyük kızının sesini tanıdı.
“İçeri girdin mi?” diye sordu babası.
“Hayır.” diye yanıtladı kız. “Ama anahtarı kapıda olduğuna göre, dışarıda olmalı.”
Baba haykırdı:
“Yine de içeri gir.”
Kapı açıldı ve Marius, büyük kızın elinde bir mumla içeri girdiğini gördü. Sabah olduğu gibiydi, sadece bu ışıkta daha da iticiydi. Doğruca yatağın yanına gitti. Marius tarif edilemez bir endişeyle kıpırdamadan bekledi ama yatağın yanında duvara çivilenmiş bir ayna vardı ve adımlarını oraya yönlendiriyordu. Kız parmak uçlarında ilerleyerek aynada kendisine baktı. Yan odada, taşınan demir eşyaların sesi duyuluyordu.
Kız elleriyle saçlarını düzeltti ve gülümseyerek bir şarkıya başladı. Çatlak sesiyle o yılların son moda bir romansıydı söylediği:
Aşkımız koca bir hafta sürdü.Ama mutluluk anları ne kadar kısa!Yedi gün boyunca birbirimizi sevmek yetmedi!Aşkımız sonsuza kadar sürmeliydi.Bu arada Marius kaygılıydı. Kızın kendi nefesini duymasından korkuyordu. Kız pencereye yaklaştı ve dışarı baktı, yine yüksek sesle söylendi:
“Tanrı’m! Paris beyazlar içinde ne kadar çirkin.”
Aynanın önüne geçti ve kendisine bu kez profilden bakarak eliyle saçlarını kabarttı. Birden, yan odadan babanın sesi geldi: “Hey, ne yapıyorsun orada?”
Kız ayna karşısında durup seslendi: “Yatağın ve masanın altına bakıyorum. Kimse yok burada.”
“Aptal şey, hemen buraya gel, kaybedecek vaktimiz yok.”
“Bağırma, geldim. Şu evde hiçbir şeye vakit olmaz zaten.”
Kız başka bir şarkıya başlayıp, kapıyı ardından kapatıp gitti.
Beni terk ediyorsun zafer kazanmak için,Üzgün kalbim takip edecek her yerde sizi.Hemen sonra Marius, kızların çıplak ayaklarının sesini duydu. Babaları ardı sıra haykırıyordu: “Haydi, dikkat edin. Biriniz parmaklık önünde, diğeriniz Petit-Banquier Sokağı’nın başında dursun. Kuşkulu bir şey görür görmez hemen buraya dönün. Girişin anahtarını aldınız, değil mi?”
Büyük kız homurdandı: “Bu karda çıplak ayak dışarı çıkıyoruz!”
Babaları kaba sesle, neşeyle karşılık verdi: “Yarın ikinize de beğendiğiniz o uğur böceği rengindeki ayakkabılardan alırım.” dedi.
Kızlar hemen merdivenleri indiler. Birkaç saniye sonra kapanan kapının sesi duyuldu. Kızlar dışarıdaydı.
Evde Marius ile Jondrettelerden başka kimse kalmamıştı. Bir de Marius’ün az önce kısa süreliğine görebildiği o adamlar vardı.
XVII
Marius’ün Beş Frangının Harcandığı Yer
Marius artık gözetleme yerinin önüne geçme vaktinin geldiğini düşündü. Hemen masanın üstüne çıkıp gözünü deliğe uydurdu. Jondrettelerin odası oldukça tuhaf görünüyordu, sonunda o kızıl ışığın nereden geldiğini anladı. Bir şamdanda büyükçe bir mum yanıyordu ama kızıl ışık ondan gelmiyordu. Ocağın içindeki bir mangal her yeri kızıla boyamıştı. Bu, kadının sabahtan hazırladığı mangaldı. Marius mangala yerleştirilmiş olan büyük makası fark etti, Jondrette’in hırdavatçıdan satın aldığı makastı bu. Kapının hemen yan taraflarında, bir tarafta demir hurdaları ve zincir, diğer tarafta yumak hâlinde ipler bulunuyordu; bu hâliyle oda bir viraneden resmen bir hırdavatçıya dönüşmüştü. Mangaldan yükselen ısı, masanın üzerindeki mumun erimesine neden olmuştu. Şömine önünde eski bir fener duruyordu. Mangal, ocağın tam içine yerleşmiş olduğundan duman ocak bacasından çıkıyor ve içeriyi doldurmuyordu. Pencerenin kırık camından içeri süzülen ay ışığı, bu kızıl çöplüğü gümüşe boyamıştı. Kırık camdan giren temiz hava, odadaki kömür kokusunu dağıtmıştı.
Gorbeau harabesini size daha önceki bölümlerde zaten anlatmıştık; bu nedenle, Jondrettelerin karanlık ruhunun bir aynası sayılan bu boğucu odanın nasıl göründüğünü tahmin edebilirsiniz. Korkunç bir olaya, bir cinayete sahne olabilecek bir dekor hâkimdi artık burada. Paris caddelerinin en tenha köşesindeki evin koridorunun en dipteki odası, şimdi korkunç bir tuzağa ev sahipliği yapacaktı. Jondrette piposunu yakmış, kırık iskemleye ilişmiş, keyif çatıyordu. Karısı ise oturmuş, ona bir şeyler anlatıyordu. Marius, arkadaşı Courfeyrac gibi her şeyde komik bir yan bulsa kadının o şaşılası kılığı karşısında gülmekten kırılırdı. Kadın, başına eskiden kral muhafızlarının giydikleri uzun tüylü şapkalardan birini takmış; örme etekliğinin üzerine, aynı yünden bir şal almış ve sabahleyin kızının beğenmediği erkek ayakkabılarını yün çoraplarının üzerine geçirmişti. Jondrette’den şu ünlemi çıkaran kıyafetlerdi bunlar: “İyi! Giyinmişsin. İyi yapmışsın. Kendine bakmalısın tabii!”
Jondrette’e gelince kendisi için fazla büyük olan ve Mösyö Leblanc’ın verdiği yeni paltosunu çıkarmamıştı ve kostümü, Courfeyrac’ın şiirinde bir şairin idealini oluşturan o ceket ve pantolon karşıtlığını sunmaya devam ediyordu. Jondrette bir anda sesini yükseltti:
“Bu arada! Şimdi aklıma geldi. Bu havada bir arabayla gelecektir. Feneri yak, al ve merdivenlerden aşağı in. Alt kapının arkasında duracaksın. Arabanın durduğunu duyduğun an kapıyı açacaksın, anında yukarı gelecek, merdivenleri ve koridoru aydınlatacaksın ve o buraya girdiğinde yine merdivenlerden en hızlı şekilde ineceksin. Arabacıya ödeme yapacak ve onu göndereceksin.”
“Ya para?” diye sordu. Jondrette pantolonunun cebini karıştırdı ve ona beş frank verdi.
“Bu nedir?” haykırdı.
Jondrette gururla yanıtladı:
“Bu, komşumuzun sabah bize verdiği mangır.”
Ve ekledi:
“Biliyor musun? Buraya iki sandalye gerekiyor.”
“Ne için?”
“Üzerine oturmak için elbette.”
Marius, Jondrette’in bu yumuşak cevabını duyunca uzuvlarından soğuk bir ürperti geçtiğini hissetti. “Pardon! Gidip komşumuzdan alıp gelirim.”
Hızlı bir hareketle viranenin kapısını açtı ve koridora çıktı. Marius’ün kesinlikle komodinden inip yatağına uzanacak ve onun altına saklanacak zamanı yoktu.
“Mumu al.” diye bağırdı Jondrette.
“Hayır.” dedi. “Beni utandırır, sadece iki sandalye taşıyacağım. Ay ışığı yeter.”
Marius, Jondrette’nin karısının karanlıkta kilidine vuran ağır elini duydu. Kapı açıldı. Şok ve dehşetle olduğu yere çivilenmiş hâlde kaldı. Jondrette içeri girdi. Çatı penceresi, iki gölge blokunun arasından bir ay ışığı hüzmesinin girmesine izin veriyordu. Bu gölge bloklarından biri Marius’ün yaslandığı duvarı tamamen kaplamış durumdaydı. Böylece o duvarın içinde kaybolmuş gibiydi. Kadın içeriye baktı, Marius’ü görmedi, Marius’ün sahip olduğu tek mobilyası olan iki sandalyeyi aldı ve kapıyı ağır ağır arkasından kapatarak uzaklaştı.
Yeniden eve döndü.
“İşte iki sandalye.”
“Ve işte fener. Olabildiğince çabuk aşağı inin.”
Aceleyle itaat etti ve Jondrette yalnız kaldı. İki sandalyeyi masanın karşı taraflarına yerleştirdi, makası mangalın içinde çevirdi, şöminenin önüne bulaşıkları örten eski bir paravan koydu, sonra ip yığınının bulunduğu köşeye gitti ve bir şeyi incelemek ister gibi eğildi. Marius daha sonra şekilsiz bir kütle olarak gördüğü şeyin, ahşap basamakları ve onu tutturmak için iki kancası olan, çok iyi yapılmış bir halat merdiven olduğu gerçeğini anladı. Kapının arkasına yığılmış, eski demire karışmış bu merdiven, bazı büyük aletler ve gerçek demir kütleleri sabah Jondrette’in ininde yoktu; belli ki oraya öğleden sonra, Marius’ün ziyareti sırasında getirilmişti. Marius, “Bunlar uçtan uca marangozluk aletleri.” diye düşündü. Marius bu konuda biraz bilgili olsa, bunların hırsızların kullandığı gereçler olduklarını anlardı. Ocak, masa ve sandalyeler Marius’ün hemen karşısındaydı. Ocaktaki mangal görünmüyor, oda sadece mumla aydınlanıyordu. Masadaki en küçük nesne bile kocaman bir gölge olmuştu. Duvarın önündeki bir ibriğin verdiği gölge, duvarın büyük bir bölümünü kaplamıştı. Odada insanı ta iliklerine kadar donduran korkunç bir hava vardı. Jondrette piposunu sönmesine neden olacak kadar unutmuştu, bu da onun oldukça dalgın olduğunu gösteriyordu. Masanın başına geçip oturdu. Mum ışığı onun yüz hatlarını daha belirgince aydınlatmıştı. Somurtuyor, arada bir elini açıp kapatıyordu; sanki kendi kendisiyle giriştiği konuşmayı sürdürür gibi dudaklarını oynatıyordu. Yine böyle iç konuşmasının bitiminde masanın çekmecesini çekerek bir mutfak bıçağı çıkardı. Keskin yerinde parmağını gezdirip onu denedi. Daha sonra bıçağı tekrar yerine koydu. Marius de cebindeki tabancayı çıkardı ve tetiği kaldırdı. Bu arada silah bir tıkırtı çıkardı, Jondrette yerinde doğruldu:
“Kim var orada?” diye seslendi. Marius soluğunu tuttu. Jondrette bir süre daha kulak verdi ve gülerek şöyle söylendi: “Ne aptalım, duvardaki tahtalar çatırdamıştır.”
Marius elinde silahla beklemeye koyuldu.
XVIII
Marius’ün İki Sandalyesi Yüz Yüze
Birden oldukça uzaktan gelen bir çanın titreşimleriyle camlar zangırdadı. Kilisenin çanı saat altıyı haber vermişti. Jondrette her darbeyi başını sallayarak dinledi. Altıncıda eliyle mumunu söndürdü. Daha sonra odada dolanmaya başladı. Koridoru dinlemek için kulağını kapıya verdi, kendi kendine homurdandı: “Tanrı’m, umarım gelir. Ya gelmezse!” Daha sonra gelip sandalyesine çöktü. Henüz oturmuştu ki kapı açıldı. Madam Jondrette kapıyı açmış, müthiş bir şekilde gülümsüyordu.
“Girin efendim.” dedi.
“Girin, hayırseverim.” diye tekrarladı Jondrette, aceleyle ayağa kalkarak. Mösyö Leblanc kapıda göründü. Onu benzersiz şekilde saygıdeğer kılan bir dinginlik havası taşıyordu. Masanın üzerine dört altın koydu.
“Mösyö Fabantou.” dedi. “Bu sizin kiranız ve en acil ihtiyaçlarınız için. Gerisini bundan sonra biz hallederiz.”
“Tanrı size mukabele etsin, benim cömert velinimetim!” dedi Jondrette.
Ve hızla karısına yaklaştı:
“Arabayı hallet!”
Kocası bol bol selam verirken ve Mösyö Leblanc’a oturması için sandalye uzatırken o sıvıştı. Bir an sonra geri döndü ve kocasının kulağına şöyle fısıldadı:
“Hallettim.”
Sabahtan beri yağan kar, yerleri o kadar kaplamıştı ki arabanın tekerlek sesleri işitilmiyordu. Ne geldiğini duymuşlardı ne de gittiğini. Bu arada ihtiyar adam oturmuştu. Jondrette de karşısındaki sandalyeye oturdu. Okurun bir düşünce edinmesi için, manzarayı size biraz detaylıca anlatmak isteriz.
Tenha bir mahalle, dondurucu bir gece, Salpêtrière Mahallesi’nin karla kaplı bomboş arsaları, arada bir görünen gece fenerlerinin boğuk ışıkları; hiç kimsenin dışarıda olmadığı ıssız bir yerdi burası. Bütün bu sonsuzluklar arasında, Jondrettelerin işte o virane, tek bir mumun aydınlattığı odaları bulunuyordu. Odada yüz yüze oturan iki erkek. Sakin ve huzurlu ihtiyar, hain ve can alıcı Jondrette. Bir köşede dişi kurt gibi duran Madam Jondrette ve duvarın diğer tarafında tek bir kelimeyi kaçırmak istemeyen, bütün ruhunu göz ve kulaklarında toplamış, eli tetikte bekleyen Marius.
Marius biraz korkmuş olsa da kendi adına korkmuyor, içinden sürekli aynı sözleri tekrarlıyordu: “İstediğim anda o alçağı durdurabilirim. Onun adama zarar vermesini önleyebilirim.” Polislerin bir yerlerde pusu kurduklarını, ondan işaret beklediklerini biliyordu. Aynı zamanda ihtiyar ile Jondrette’in konuşmalarının kendisi için de iyi olacağını düşünüyordu.
Buna ek olarak, Jondrette ve Mösyö Leblanc arasındaki bu şiddetli karşılaşmanın, bilmek istediği her şeye biraz ışık tutacağını umuyordu.
XIX
Karanlık Derinliklerin İşgali
İhtiyar oturur oturmaz boş şiltelere bir baktı: “Zavallı küçük yaralı nasıl?” diye sordu.
Jondrette yürek yakıcı ama minnet dolu bir gülümseyişle:
“Ah, çok kötü velinimetim!” dedi. “Ablası onu pansuman için hastaneye götürdü. Birazdan dönerler.”
Yaşlı adam, tuhaf kılıklı kadına bir göz atıp: “Hanımefendiyi daha iyi gördüm.” dedi. Kapının önünde duran kadında sanki bir gözdağı ifadesi vardı.
Jondrette:
“Ah efendim, o ölüm hâlinde, ne var ki çok cesur olur kadınlar. O bir kadın değil, bir öküz gibidir âdeta.”
Bu sözlere duygulanan kadın, tuhaf bir gülüşle karşılık verdi:
“Siz bana her zaman iyi davranırsınız Mösyö Jondrette.”
İhtiyar, şaşkınlık içerisinde donup kaldı: “Jondrette mi? Oysa adınızın Fabantou olduğunu sanıyordum.”
Jondrette omuzlarını kaldırdı ve eşine imalı bir bakış attı: “Fa-bantou sahne ismim.” dedi. “Malum biz sanatçılar kendi adımızı fazla kullanmayız.”
Sonra yine sesini yumuşatarak devam etti: “Ah efendim.” diye başladı. “Şu zavallı sevgili ile çok mutlu olduk. Aslında bizi kurtaran da bu oldu ya. Sevgimiz de olmasa nasıl yaşardık? Güçlü kollarım var ama iş bulamıyorum. Acılar her yandan sardı. Bir ara kızlarıma bir meslek öğretmeye heveslendim. Evet, o çocukları çalıştırmayı göze aldım. Ama bunu bile başaramadım. Karton kutu yapımını öğretmek istemiştim. Fakat bunun için de malzeme gerekti. Üstelik günde sadece seksen santim kazanmak için buna değer mi? O kadarcık parayla kim geçinebilir? Kimse hâlimizi anlamıyordu. Oysa bir zamanlar böyle miydik? Bir zamanlar biz de varlıklıydık. O günlerden elimde kalan tek bir şey var: Eşsiz bir tablo. Aynı zamanda duygusal açıdan benim için vazgeçilmez. Bu paha biçilemez tabloyu, bu gözdemi bile elden çıkarmaya hazırım inanın.”
Jondrette aklına gelenleri böyle karman çorman anlatmayı sürdürürken Marius birden odanın karanlık bir köşesinde o zamana kadar fark etmediği bir adam gördü. Bu adam o kadar sessizce girmişti ki kapının açıldığını bile duymamışlardı. Yeni gelenin üzerinde mor bir fanila ile yamalı bir pantolon vardı. Suratı isten simsiyahtı. Kolları ve ayakları çıplak, boynu kalın, kolları dövmeliydi. Adam usulca şiltelerden birine oturdu. Kadının hemen arkasında durduğundan belirgince seçilemiyordu. Bakışları başka yöne çeviren bu tür bir manyetik içgüdüyle Mösyö Leblanc tıpkı Marius gibi irkilerek bakışlarını hemen adama çevirdi. Jondrette’in gözünden kaçmayan bir şaşkınlık hareketinden kendini alamadı.
“Ah, anlıyorum!” diye haykırdı Jondrette, bir hoşnutluk havasıyla paltosunun düğmelerini ilikleyerek. “Paltoma mı bakıyorsunuz? Bana iyi geldi! Biraz büyük ama yine de oldu!”