banner banner banner
Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri
Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri


Hatta bırakınız bir iyilikle mukabele etmeyi bir şükran ifadesiyle bile karşılaştığından şüpheliyim. Bence Türkiye’de “İslamcı” diyebileceğimiz siyasetin aslında ne kadar dar bir çerçeve ve bencil bir hâletiruhiye ile sevk ve idare edildiğini en iyi gösteren örneklerden birisi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na reva gördükleridir. En dar zamanlarında her zaman yanlarında buldukları bir adamı kendileri rahatta olduğu zaman hatırlamak bile istemediler. Buna kısmi bir örnek de Hasan Celal Güzel’dir. Kısmi diyorum, Yazıcıoğlu’nu anarken eş değerde gördüğüm anlaşılmasın. Güzel’e karşı takınan tavır da benzeri. 28 Şubat’ta dirayetli duruş gösteren kim varsa bakın, İslamcı siyasetin dışında kalmıştır. Çoğu da ülkücü-milliyetçi-merkez sağın demokrasiye inanmış insanlarıdır. Onlar çok sağlam ve dirayetli bir duruş gösterdiler. Hiç tevazu oyununa girmeden kendimi de bu tanımın içine koyarım. Ben de çok namuslu ve dirayetli bir duruş gösterdiğime inanıyorum.

Sonradan vardığım bir değerlendirme; olup biten… Yazıcıoğlu bunu millî, izzetinefis olarak görürken, işlerin neticesi, sonradan iktidarı gücü ele geçirenlerin politik bir pragmaya dönüştü. Tarih bunu maalesef kanıtladı.

“Bakan İken Ricasını Emir Telakki Ettim”

Siz AK Parti’de bakan olduktan sonra ilişkiniz nasıldı, sizden ricası olur muydu?

Yazıcıoğlu’nun ömrünün son deminde, bugün benim tespit ettiğim olguya tanık olmanın hayal kırıklığını ve üzüntüsünü yaşadığını düşünüyorum. Bunu zaman zaman konuşmalarımızda da açık bir şekilde ifade etmese de çeşitli konulara ilişkin eleştiri ve yakınmaları bana da söyledi. Biz partilerimizin takındığı tavır nedeniyle farklı kamplarda görünüyorsak da aralıksız olarak iletişimimizi sürdürdük. Hem kadrosuyla hem kendisiyle. Ben naçizane partimin (AK Parti) iktidarda olduğu ve bakan olduğum dönemde onun her türlü ricasını emir telakki ettim. Geciktirmeden, bekletmeden neticelendirdim. Taleplerinin çoğu, sınırlı sayıda belediyelerinin mağduriyetlerinin ortadan kaldırılması veya bürokraside mağduriyete uğramış ya da uğraması muhtemel değerli vatan evlatlarının hak ve hukukunun gözetilmesinden ibaret şeylerdi. Benim için anlamı, onun rica etmesi değil, benim dikkatime getirmiş olmasıdır. Bunları yerine getirmekten bahtiyarım çünkü milletimizin tarihi içinde çok özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Özel bir şahsiyet modeli olduğunu düşünüyorum.

“Adanmış Bir Ömür, Dava Adamı”

Sadece bir siyaset adamı olarak mı gördünüz, tanıdınız?

Yazıcıoğlu’nu bir siyasetçi diye yorumlamak, anlamak doğru ve tutarlı bir şey değil. Böyle birisi değildi. Bir taraftan aydındı, toplumun değerlerine, kaderine, ülküsüne duyarlı, onu ayağa kaldırmaya adanmış bir ömrün, hangi durumda nerede durması gerekiyorsa onu yapmaya çabalayan ve üstüne yüklenen yükün ağır mı hafif mi olduğuna, taşıyıp taşıyamayacağına hiç bakmaksızın yük varsa altına giren bir adamdı. Onu böyle BBP, milletvekilliği veya siyasi partiler veya siyaset parantezi içine sıkıştırmak ona haksızlık olur. Aynı zamanda kültür adamı idi, şimdilerde değerini çok yitirmiş olsa da o bir dava adamıydı. Onun hayatı adanmışlık üzerine kuruluydu. Muarızları acımasız militanlığına dair hikâyeleri çok anlatırlar. Ama ben onu her zaman merhametli bir adam olarak gördüm. İletişime çok açık, muarızlarını bile anlamaya çok açık insandı. Meclis kulisinde etrafında oluşan halka her zaman rengârenk bir halka olmuştur. Hem milletvekilleri hem ziyaretçiler hem de basın mensuplarına kategoriler hâlinde bakın, hiç tek renkli bir topluluk görmezdiniz.

“Tebessümünü Unutamıyorum”

Çok beğendiğiniz, unutamadığınız bir özelliği var mı?

Kendisine çok yakışan muhteşem tebessümü ile onu hep öyle hatırlıyorum. O tebessümden bahsetmek istiyorum. Benim aklımdan çıkmayan şey odur. Yazıcıoğlu deyince aklıma o gelir. Öyle bir tebessüm ki samimiyet, içtenlik, mahcubiyet, tevazu… Her şey o tebessümün içinde vardı. O tebessümün zihnime kazınmasının sebeplerinden bir tanesi de kendisine bir gün kılık kıyafet seçimi konusunda yaptığım bir eleştiriye verdiği yanıt olmasıdır. Dedim ki “Reis, biz biliyoruz yani her tarafın buram buram Anadolu da, kılıktan kıyafetten yansımasa. Ben sana stil danışmanlığı yapayım.” O anlattığım gülümsemesi ile bir şey demeden tebessüm etmişti. “Bizden bu kadar.” gibi bir şey söylemişti. Sadece samimiyetim mazeret yerine geçebilir. Kabalık değildi. O da biliyordu ki her zaman olabileceği en iyi yerde görmeyi hayal ettim. Bunu bildiği için olumsuz tepki göstermeyip “Erkancığım bizimki de bu kadar.” demişti.

“Nankörlükten Yorulmuştu”

Son yıllarında görüşmeniz oldu mu?

2007 yılında beni evinde bir kahvaltıya çağırdı. İslamcı siyasa, kendisini millî mefkûrenin bir aygıtı olarak görmekten çok, gücün sahibi olarak görür. Kendisine vaaz eden bir hâletiruhiye ile hareket ettiği yönündeki eleştirilerimi söylediğimde, acı ile tebessüm ettiğini hatırlıyorum. Yorgundu. Nankörlükten yorulmuştu aslında. “Delikanlı” bir adam olduğu, pes etmek kitabında da yazmayan bir adam olduğu için mukadderatına doğru gitti.

DYP ile ittifakı (2007) başarabilseydik ben yeniden yollarımızın bir araya gelebileceğini ve aslında AP’li babalarımızdan devraldığımız Türkiye’yi, sağ siyaset mirasını kendi kuşağımızın konumlandırmasıyla yeniden devam ettirebileceğimize inanıyordum. Böyle bir hayalim vardı. DP, AP, ANAP’a gelen çizginin yeniden DP’yle birleşmesiyle 60-70’lerde yapılmış dışlayıcı hataları yapmadan demokrat bir siyaset alanı olarak başarılabileceğini, kendisinin de tarihsel bir rol oynayabileceğine inanıyordum. Biz başaramadık.

İttifak niye kurulamadı?

Biz şunu hedefliyorduk. DYP-ANAP-BBP, gelirlerse SP, ben Devlet Bahçeli’ye de gittim. Hatta MHP. Çok kapsamlı bir sağ siyasal çatıyı kurabilir miyiz? Ben ağırlıklı olarak bu çabayı gösteriyordum. Erken seçim kararı alınması, yeni bir siyasi parti çatısını imkânsızlaştırdı. Çünkü YSK, seçime girecek partilerin listesini yayımlamıştı. Mevcut tüzel kişiliklerinden birinin çatısı altında bir birleşme dışında hukuki imkân kalmamıştı. Bu bizi hayallerimizden uzaklaştırdı. Rahmetli Başkan’la da bu aşamada görüşmüştük. İttifak formülünün bu aşamada daha doğru olacağını ifade etti. Ben de vatandaşın ittifaklara güven duymadığını, seçimde başarı elde etmenin ittifak değil birleşmeler olduğunu söyledim. Benim önerim imkânsızlaştı.

“Aşağılık Bir Kolpa ile Dışarıda Kaldık”

Mehmet Ağar da prensipte olumsuz bir beyanda bulunmuyordu. Benimle konuşurken bulunmuyordu ama Ağar’ın beyanlarının pek çoğu sonradan yalan çıkınca hangi beyanında samimiydi değildi bugün yargılama imkânından yoksunuz. DYP’nin DP olması ve birlikte seçime girme imkânımız yoğun bir sabotaja maruz kaldı, anladığım kadarıyla rahmetli Muhsin Bey de bu sabotaj girişimlerini görüyordu, konuştuğumuz şeyin gerçekleşme ihtimali kalmadığını o da gördü. Erken seçim kararı ve 367 tartışmalarının yarattığı travma, sonradan çok daha ayrıntıları ortaya çıkan başta örtülü ittifakların Mehmet Ağar’ın iradesini bloke ettiğini bize gösterdi. Nitekim biz o seçimde, aramızda bir anlaşma hatta imzalı yazılı protokol bulunmasına rağmen seçim dışı bırakıldık. Bildiğiniz kolpa… Aşağılık bir kolpa ile seçim dışında kaldık. Hayallerimiz yıkıldı. Türkiye yanlış yola girdi, 15 Temmuz’a kadar getirdi.

Türkiye’nin başına gelenleri, olaylar üzerinden tarih okuması yapmıyorum. Ne yaşadıysak, 10-20 yıl önce ne yaşanacağını neredeyse takvim vererek söyledim. Bu bir kehanet değil. Sosyal hadiselerin tabiatı vardır. Toplumun tabiatı vardır, siz o tabiat hakkında hakikatlere vâkıfsanız sıhhatli öngörülerde de bulunursunuz ve bu kehanet değil. O hayal böylece tarihin çöplüğüne atıldı. Başka bir koalisyon AK Parti-Fetö koalisyonu iktidar oldu.

2007’nin sonunda siyaseti tamamen bıraktım. Ülkede yaşananlar karşısında özellikle aydınların duyarsız hatta ikiyüzlü, iktidar yardakçısı pozisyonları beni tiksindiriyordu ve o yüzden siyasete dair ne varsa uzaklaşma kararlılığındaydım, gidip gelemedim. Ama Reis dirayetli adamdı, mücadelesine, kavgasına devam ediyordu, doğrusu ben de kendisini bir taraftan hayranlıkla, bir taraftan hak ettiği saygınlığa kavuşmamış olması nedeniyle öfkeyle izliyordum. Öfkem, yanında olması gerekip olmayanlara idi. En azından hakkını şifahen bile teslim edecek bir kadirşinaslık bekliyordum, görmedim. Rahmetlinin hayatı boyunca da bunu gördüğüne tanık olmadım.

Demek ki tıpkı Nebiler, Resuller, Veliler, Şehitler gibi… Şehitlerin şahı Hz. Hüseyin gibi kimseden bir şey ummadan, beklemeden, mücadelesini sürdürdü. O belli ki mükâfatını Hak’tan bekliyormuş, Cenabımevla ona mükâfatını, bize ibretlik bir ders verdi.

“Solcu Koğuş Arkadaşını Dayaktan Kurtardı”

Bir gün kuliste oturuyoruz. Beraber aynı koğuşta, yan yana yattığı arkadaşları da var. Hatırladıklarımdan biri de bizim Yaşar Okuyan. Sohbet ediyoruz. Kimin aklına geldiyse bu rahmetlinin birini dayaktan kurtarması hikâyesi geldi. Solcu bir çocuk. Aynı yerde kalıyorlar, sürekli ders alıyorlar. Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün hayatı. Atatürk’e dair her şey. Tertip askerler geliyor. Acemi erlerden bir tanesi, Türkçesi de mahallî ağızla konuşan birisi, solcu çocuklardan birini çıkarıyor öne. “Söyle lan!” diyor, “Atatürk ne yaptı?” diyor. Soruyu tam anlayamıyor, “Vatanı kurtardı komutanım.” diye bağırıyor. “O değil lan, başka ne yaptı?” diye eline vuruyor. “Cumhuriyeti kurtardı.”, “O değil.”, “Düşmanları kovdu.”, “O değil.”, “O devrimi yaptı.”, “O değil lan.”, “Bu devrimi yaptı.”, “O değil lan.” düşünüyor. Rahmetli Reis, askerin bilişsel durumunun hangi seviyede olacağını anlayınca çocuğa yaklaşarak diyor ki “Dayısının çiftliğinden kargaları kovaladı komutanım.” diyor. “Hah şöyle lan.” diyor. “Geç yerine.” diyor. Bunu rahmetlinin kendisinden kuliste dinlemiştim.

Yazıcıoğlu sizce öldürüldü mü, Türk siyasi hayatı neyi kaybetti?

Ben önce şunu söylemek istiyorum; ister öldürülmüş olsun ister kaza ile vefat etmiş olsun. İkisi de Cenabıallah’ın takdiri dışında değildir. Bence evvel emirde bu vefatın oluş şekli, onun şahsiyetine, hatırasına, şahsı manevisine çok uygun düşen bir şey olmuştur. Ben bunda bir hikmet olduğunu, Mevla’nın bir ihsanı olduğunu düşünüyorum. Hani Yunus’un kendi için dilediği hikâyeye benzedi; “Bir garip ölmüş diyeler, 3 günden sonra duyalar, şöyle bir bencileyin…” Öyle bir adamdı. Derviş gönüllü bir adamdı. Şair yönüyle de Yunus’a vâris olacak biriydi. Çünkü bu milletin, toprağın ruhu üstünde buram buram tüten bir adamdı. Birine ruh adam nitelemesi yapılacaksa benim çağdaşlarım arasında bu sıfata yakışacak kimseyi görmedim. Gerçekten o bir ruh adamdı, milletin, tarihin, toprağın içinden sürekli tütüp duran bir şeydi. Tam onun hâline yakışır bir hikâye oldu, vefatı.

“Suikast, Cinayet Olduğuna İman Ettim!”

Ben çok tereddüt yaşadım, ulaşabildiğim imkânlarla öğrenmeye çalıştım. İlk başlarda bana söylenen, o helikopterle o hava şartlarında yolculuk etmesinin yaşananların kaza olma ihtimalini çok güçlendirdiği yolundaki kanaatlere bir nebze itibar etmiştim. Şüphelerim hâlâ bulunmakla beraber ne zaman ki 15 Temmuz oldu, Hava Kuvvetleri içinde örgütlenmiş birtakım şer güçlerin, nelere tevessül edebilecekleri, kalkışabilecekleri somutlaştı; yaşanan şeyin bir suikast, cinayet olduğuna iman ettim. Çünkü olay anında cep telefonu ile iletişim kurulabilen bir lokasyona, saatlerce GSM sinyalinin alınmaya devam ettiği bir lokasyona 3 gün boyunca ulaşılmamasının hiçbir izahı yok. Bunun arkasında yatan asıl faktör Malatya Valiliği, Emniyet ve 2. Ordu Komutanlığı… Bunlardan bunun hesabı sorulmalı. Bugüne kadar sorulmadıysa da bir gün mutlaka sorulmalı. Ben bunun yapılan hatalar manzumesinin, masum yanılmalar olduğuna artık asla inanmıyorum.

“O Hayatta Olsa Yapılamazdı…”

Yaşamış olsa siyasetteki yeri, siyasetin ne kaybettiği…

Ne kaybetti meselesi çok izafi bir meseledir. Ama milliyetçi/ ülkücü siyasanın ya da geleneğin mensuplarına sonradan kabul ettirilen, hazmettirilen pek çok siyasi pratiğin, olgunun, o hayatta olsa idi başarılamayacağını düşünüyorum. Rahmetlinin korkusuzluğu ama hiç korkusuzluğu hiç kimse ve hiçbir şeyden korkmamasının “Öldürüp kurtulmaktan başka çare bırakmamış.” olacağını düşünüyorum, zannediyorum. Kime? Devlete, millete ihanet etmiş birtakım insanlara, örgütlere. Peki, bunun Yazıcıoğlu ile ilgisi ne? Muhsin Yazıcıoğlu benimle olduğu gibi devletin hemen her noktasında tanıdığı, onu seven pek çok insan olan birisiydi. Sadece kendi siyasi örgütünden bahsetmiyorum, onun dışında kendisine hürmet eden binlerce insan vardı. Vâkıf olduğu bilgiler ve buna karşı takınmış olduğu tutumun rahmetlinin suikastına zemin hazırladığını düşünüyorum. Eğer esaslı bir inceleme yapılırsa 2006’da başlayıp 2007’den sonra hızlanan suikastlar, cana kıymalarla ilintili insanların hangi merkezin sevk ve idaresi ile hangi imkânlarla kullanılarak yapıldığı açığa kavuşursa Muhsin Yazıcıoğlu suikastının da açığa kavuşabileceğini düşünüyorum. Hrant Dink, Rahip Santara, Malatya Zirve Kitabevi, Danıştay baskını… Bunların hepsi birbiri ile iltisaklı olaylar. Bunları tasarlayan, organize eden aklın kendini gizleme kastı ile Yazıcıoğlu’nun canına kastettiğini düşünüyorum.

Bir kısmı 15 Temmuz öncesinde, bir kısmı 15 Temmuz’dan itibaren yargılanmakta olan, bir kısmı hiç yargılanmamış olan birtakım adamların bu işin arkasında olmalarını çok muhtemel görüyorum. Herkesin telefonlarını, yaşadıklarını hem teknik hem fiziki takiple izleyen, dinleyen, kayıt eden örgütlerin Yazıcıoğlu’nun da son birkaç yılını dakika dakika kayıt ettikleri konusunda en küçük bir kuşku duymuyorum. Dakika dakika kayıt edilmiş hayatın detayları nerede? Bu kayıtlar kimin elinde? Bu soru benim kitaba katkı sunmam için tek gerekçedir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir millî devlet ise, tarihte millî bir devlet olarak anılacaksa Muhsin Yazıcıoğlu gibi sembol bir millî şahsiyetin suikastını örtülü bırakamaz, o örtülü kaldıkça, bu devletin millî olma karakteri de kuşkulu kalacaktır. Bu benim asla değişmeyecek yargımdır, başka bir şey söylemek istemiyorum.

EROL DOK KİMDİR?

12 Eylül öncesinde Ülkü Ocakları yöneticisi. 1980 Darbesi sonrasında Yazıcıoğlu ile birlikte Mamak Cezaevinde kaldı. 1993’te BBP’nin kurucuları arasında yer aldı. Genel sekreterlik ve genel başkan yardımcılığı yaptı. Yazıcıoğlu’nun yakın çalışma arkadaşlarındandı.

YAKIN ÇALIŞMA ARKADAŞI EROL DOK:

“Abdullah Çatlı İçin Ağar’a Rica Etti…”

Yazıcıoğlu ile tanışıklığınız ne zaman başladı?

Aslen Trabzonlu ama 1957 Ankara doğumluyum. Ziraat Fakültesinde okurken rahmetli Başkan’ı tanıdım, 1976’lı yıllar. Onun vesilesi ile de Ülkü Ocaklarına girdim. 77-78’li yıllarda yanında oldum. Sonra Ülkü Ocakları Genel Merkez yönetiminde bulundum.

1980 darbesini yaşadık, aynı evde darbeye yakalandık. Evi 3-5 kişi biliyordu. O benden önce yakalandığı için Allah’a şükrettim çünkü evin adresini ben vermemiştim. Onun yakalandığı eve ben düştüm. C-5’te beraber olduk. Sonra Mamak yılları. Birçok hatıra ve değerlendirmeler. Ben kendisinden 1 yıl önce tahliye oldum. Cezaevinden kendisi çıktıktan sonra da siyasi hayata atıldığı gün, rahmetli Başkan milletvekili adayı olmuştu. 1991 yılında. “Başkan ne yapıyoruz?” diye sorduğumda “Hazırız, Sivas’a gidiyoruz.” dedi. “Dur eve geleyim.” dedim ve Dikmen’deki eve gittim. “Nasıl gidiyorsun?” diye sorduğumda Şahin marka bir arabası vardı. “Benzini dolu, 1000 lira da param var.” dedi.

Başkan’a “1-2 gün erteleyelim.” dedim ve bizim arkadaşlarla değerlendirme yaptık. “O, inançlarımızı Meclise taşıyacak.” sloganını bulduk. Arkasından ilk Sivas’a gittiğinde “O kim?” diye afiş astık. Sivas adayı olduğumuzda, diğer arkadaşlarına da destek olmamızı istedi. Destek olduk, Kavaklıdere’de ona bir büro oluşturduk. O zaman MÇP milletvekili idi. Sonrası MÇP’den bir vesile ile ayrıldık…

“Türkeş Salona Gelse Ne Yapacağız!..”

MÇP’den ayrılma gerekçeniz size göre nelerdi?

Ayrılmamızın gerekçeleri çok uzun olmakla beraber, aslı şu idi; “Her şey devlet için.” derken, bir anda “Her şey insan için.” oldu. Temel sorun burada idi. İkincisi de “Allah’ın kabul etmediği hiçbir şeyi bundan sonra yapmayacağız.” diye ortak bir söz vardı. Bunlar bizim düşüncelerimizdi, tartışılır. Biz mi MÇP’den ayrıldık, rahmetli Türkeş mi bizi kovdu, onu bilmiyorum. Bunlar derin konular.

İstifa günü geldi. Maltepe’de bir düğün salonu tutmuştuk. Ben o zaman MÇP’nin GYK’sındayım. Beni çağırdı, “Hayırdır Başkan’ım?” dedim. “Çabuk bir an önce başlat, şu işi bitirelim.” dedi. “Niye Başkan’ım?” diye sordum. ”Şimdi Türkeş kapıdan içeri girse, ‘Ne yapıyorsunuz lan burada, hadi bakayım!’ dese ne yapacağız?” dedi. Bu Başkan’ın, aynı zamanda Türkeş’e olan saygısının bir ifadesi idi.

Millî Mutabakat Çağrısı’nın hazırlanmasında katkınız var, nasıl oldu?

Büyük Birlik çalışmaları içinde iken, tüzük çalışmaları benim başkanlığımda, program çalışmaları benim organizem ile yürütüldü. Şimdiye kadar bakanlık, rektörlük, milletvekilliği ve danışmanlık yapan 100’e yakın isim o çalışmaların içinde idi. Bir Millî Mutabakat Çağrısı yayımladık. Bu çağrıyı Mümtaz’er Türköne’nin evinde Muhsin Başkan’la beraber, eşi Mualla Türköne de vardı, onun daktilosu ile hazırladık. Çağrıyı aldım elime, akademik komisyon dediğimiz arkadaşlara teker teker gösterip “İfadelerden girsin/çıksın dediğiniz var mı?” diye sordum. Katkıları olanları topladım. Ana metin Bahçelievler’deki Türköne’nin evinde yazıldı. Metin içerisindeki açılım bana göre hâlâ geçerlidir. Türkiye’nin temel taşıdır.

“ ‘İslami’ Dedik, Partinin Kapatılmasını Bekledik!”

Millî Mutabakat Çağrısı bize büyük bir açılım alanı sağladı. Bir profesör arkadaşa anket yaptırdık. Sonuç şu idi; “Siz bu şekilde Türkiye nüfusunun ancak %20’sine hitap edersiniz. O da eğitim seviyesi belli düzeyde olanlara, aşağıdakilerden bir sonuç almanız mümkün değil.” diye. Siyasal Bilgilerden solcu bir profesör geldi. Bu çalışmaların üzerine, solda bile olmayan bir anlayış getirdiğimizi söyledi. İlk sözlerimiz “Hadim Devlet” anlayışı. Sivil İtaatsizlik Eylem Planı, Sivil İnisiyatif Grubu. Partiyi kurarken “Millî, İslami, sivil ve katılımcı.” dedik. “İslami” demenin Anayasa’ya aykırı olduğunu biliyorduk, parti kapatılsın diye çok uğraştık ama beceremedik.

Parti çalışmalarına başladık. Söğütözü’nde büyük kurultaya hazırlandık. Divanın en önemli özelliklerinden biri, “Masraflar nereden karşılanıyor?” diye gelip cebime para koyanlar oldu. “Katkımız olsun.” diye yardım edenleri o gün de bugün de unutmadım, unutmayacağım.

“İnanmadığınızı Yapmayın, Yapmayacağınızı Söylemeyin”