banner banner banner
Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri
Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri


Hasta telefona alınıp ismini duyunca telefonu alıyor hem konuşuyor hem ağlıyor Muhsin Başkan.

Konuşma bitince “Yarabbi ya umursamasaydım.” diyor. Kalan 50 lirayı da çıkartıyor, bunu da ilave et diyor. Ali “Ben tamamlarım başkanım, herhâlde iftara gidiyorsunuz, otoparkçı falan çıkar lazım olur. Yanınızda kimse de yok.” diyor.

“Yok yok.” diyor başkan 500 lirayı gönderiyor. “O benim MHP, Ülkü Ocakları davasından birlikte hapis yattığım arkadaşlarımdan biri, hastanede mağdur kalmış. Kimden isterim derken ben aklına gelmişim.” diyor.

Şehit Muhsin Yazıcıoğlu hiç tanımadığı, nereden geldiği belli olmayan birine cebindeki paranın tamamını verebilen bir adam.

Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz diye bir söz var ya, işte bunun tam örneğidir.

Böyle olunca Allah (CC), Türk milletinin yüreğine, dualarına, gözyaşları ile nakşetti.

Rahmet, dua ve minnetle…

ENİS ÖKSÜZ KİMDİR?

34 yıllık bürokratlık-hocalık ve profesörlükten sonra politikaya girdi. 1999’da MHP’den milletvekili seçildi ve Ulaştırma bakanlığı yaptı. Bakanlıktan ve MHP’den istifa ederek BBP’ye katıldı. Genel başkan yardımcılığı görevinde bulundu.

ESKİ ULAŞTIRMA BAKANI ENİS ÖKSÜZ:

“Üzeyir Garih’in Dedikleri Harfiyen Gerçekleşti”

Çok uzun yıllar bürokraside bulunduktan sonra siyasete girdiniz. Nasıl oldu siyasete girmeniz?

Siyasete ilgim 1959-1960’larda öğrenciyken başladı. 60 İhtilali’nde lise birinci sınıfa geçmiştim. Ondan bu yana siyaseti hep takip ettim. Fiilen siyasete girmem 1995’te rahmetli Türkeş Bey’in Mersin’de “Bir görünsen iyi olur. Biz mevcut hükûmetle anlaştık. Koalisyon hükûmeti kuracağız. Öyle gözüküyor. Seni de Kültür Bakanı olarak düşündük.” önerisiyle oldu. Ben buna itiraz ettim. Nevzat Yalçıntaş ve Tunca Toskay Bey’in de vesilesiyle biz bu tekliften geri duramadık.

1995 seçimlerinde parti barajı aşamadığı için milletvekili olarak Parlamentoya giremedim. Daha sonra 1999 yılında Meclise girdik ve 57. Hükûmet’te de Ulaştırma Bakanı olarak 2,5 sene civarında bir bakanlığım oldu. Sonra gerek özelleştirme konusunda gerekse ihale ve benzeri konularda görüş ayrılıkları doğdu. Alışagelmiş yöntemlerle, gayriahlaki ve hukuki olmayan yollarla, siyaseti kısa zamanda zengin olmanın bir vasıtası gibi görenlerle uzlaşma imkânımız olmadı. Bu tür ilişkilere karşı ciddi bir savaş açtığım için kendi arkadaşlarım ve kendi parti yönetimimle ters düştüm.

“Bir Fiyatım Olmadı”

Daha sonra da hükûmette özelleştirme meselesi suni olarak hazırlanmış olan bir krizin sonrasında geldi. Türkiye’de hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını zaten biliyordum. Devleti, işleyişini biliyorum. Çalıştığım şahıslardan 2 kişi cumhurbaşkanı da oldu. Rahmetli Özal ve rahmetli Demirel.

Kamuran İnan ve Veysel Atasoy gibi iz bırakmış bakanlarla çalıştığım için devleti de tanıyorum. İğrendiğim ve tiksindiğim ahlaki olmayan, kul hakkı, yetim hakkı yeme konusunda ters düştük ve sonunda ayrılmak zorunda kaldım. Onun mücadelesini yaptım, yapmaya devam ediyorum.

Ama kamuoyu beni daha çok Kemal Derviş hareketine karşı olan tutumumdan tanır. O hareket, önceden ayarlanmış; kirli politikacı, kirli bürokrat, kirli iş adamı ve kirli medyadan oluşan bir kumpas çetesi, Türkiye’nin kanını, iliğini sömürüyor. Kaynaklarımızı verimli kullandırmıyordu. Buna karşı tabii ki ben bildiğimi yapmak zorundaydım. Allah’a hep şükrederim, aklımdan hiçbir zaman bir fiyatım olduğunu geçirmedim. Bir fiyatım olmadı benim. O yüzden de bu mücadele çok şiddetli geçti.

“Erdoğan’a Verilen Kerkük Mektubu”

BBP’den iken Yazıcıoğlu ile birlikte Erdoğan’la görüşmeleriniz oldu, neden gittiniz, ne konuştunuz?

Daha sonra bu konuda görevimi yapmadım değil. Devrin cumhurbaşkanına, başbakanına bizden sonra gelen dönemlerde bunun teferruatını anlattım. Sadece konuya ilgisi fazla olmadığı için girmeyeceğim ama Recep Tayyip Erdoğan ile 2 defa görüştüm. Bunun her ikisinde de Muhsin Yazıcıoğlu ile beraber gittik. BBP genel sekreteri idim. Erdoğan başbakandı. Onun talebi üzerine gittik. Otelde bir toplantı yaptık ve Barzani’nin Kerkük’teki mezarlıklara, tapu dairelerine ve nüfus dairelerine girebileceğini, devletimizin hemen müdahil olmak üzere hareketlenmesi gerektiğini Muhsin Bey’in imzası ve açık bir mektupla bildirdik. Başbakan’ın bu mektubu okuyup okumadığını da Özel Kalem’i vasıtasıyla takip ettik.

Ama bunlar dikkate alınmadı, Kerkük ondan sonra darmadağın edildi. O zaman biz BBP olarak daha farklı ve Türkiye’nin kendi özüne kendimizi bağlamak suretiyle daha millî, daha bilgiye dayalı teorik meselelerden ya da hoş sözlerden öte nelerin olup nelerin olamayacağı konusunda hazırlıklı olmamız gerektiği konusunda mutabakata vardık, bu minvalde çalışmaları sürdürdük. Ama başarılı olduk mu? “Hayır.” Kimse bizi dinlemedi. Neticede tarih tekerrür etti ve bu tarihin tekerrürü ibret alınmadığı için, ders alınmadığı için dün böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacağı kuvvetli görülüyor.

MHP içinde iken yaşadığınız sorun ve dertleri Genel Başkan Bahçeli’ye anlatmadınız mı?

Ben MHP’de ülkücünün ülkücüye, hem de 35 yıllık namlunun ucunda bu davaya hizmet eden, tesadüfen ayakta kalan bir mensubu olarak o yaptığım mücadelede mafyatik hareketlerden, yalancılıktan ve birbirine tuzak kurmaktan bıktım ve bunu Sayın Bahçeli’ye birkaç defa aktardım. Sayın Bahçeli, her defasında nezaketle dinledi ama hiçbir şey yapmadı. Çok sıkıştığı zaman da saatlerce susup sükût yolunu tercih etti. Konuşmayan, gereğini yapmayan bu tavrı dolayısıyla yararlı olamayacağıma kanaat getirdiğim için ayrıldım. Orada eğitim ve kültürden sorumlu başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Başka görevler de yaptım ama hiçbir şey olmayacağını çabuk keşfettim. Bununla ona buna suç atmıyor, sadece olanı söylüyorum.

“Tarihe Böyle Geçsin, Yalnız Bırakıldım”

Suspus olmak, susmak… “Sabırlı adamlarmış, nezaketlerini hiç bozmadılar.” gibi laflar kılıf bulmaktan öteye gitmeyen söylemlerdir. Değeri yoktur. Çünkü müspet yönde gelişmeyi görmüyorum. Bunları neden söylüyorum? Tarihe böyle geçsin. Bunu da bir düşünsün insanlar zamanla. Bizim nesil düşünemeyebilir. Daha sonrakilere tarihe not düşmek için söylüyorum. Olmadı ve ben Kemal Derviş ile olan mücadelemde yalnız bırakıldım. Haklılığım biline biline yalnız bırakıldım. Abdullah Öcalan’ın idamının, arkadan dolanılarak komisyonlara üye göndermemek suretiyle uygulanmaması, kararın Meclisten uzun süre kaçırılması gibi şeyler bardağı taşıran son damla oldu. Bu süreçte kendi hukukunu, kanununu uygulamayan bir devlet gördüm. Bu devlet başka yerlerden talimat alır hâle gelmişti. Benim bunu hazmetmem mümkün değildi. Hangi kuruluş, hangi ittifakın içerisinde olursanız olun ülkenizdeki hukukunuzu tatbik etmek mecburiyetindesiniz. Aksi hâlde hukuk devleti olmaktan çıkarsınız. Emir alan, ona buna göre gerekçeler bulup anayasayı da hukuku da çiğneyen idareciler durumunda kalırsınız. Bu bardağı taşıran son damlaydı ve MHP’den ayrıldım.

“Türkeş, ‘Denesinler’ Dedi”

Yazıcıoğlu’nun Türkeş’le yollarını ayırma sürecini ve perde arkasını biliyor musunuz?

Ben Muhsin Beylerin, MHP’den neden ayrıldıklarının teferruatının teferruatına kadar biliyorum. Haklı bir ayrılış sebeplerinin olduğunu söyleyeyim. “Daha makul, daha uygun, daha açık bir politika güdebilir miyiz?” şeklinde bir denemeyi yapmaya mecbur kaldılar. Ben bunu Türkeş Bey ile de görüştüm. “Arkadaşlarla geçinemediler. Benim ile olan ilişkilerinde de biraz erken büyümüş gördüm. O yüzden bir şey de diyemedim. Ama bizim arkadaşlarımız. ‘Hayır, hiçbir faydaları olmadı.’ şeklinde inkâr edici yaklaşım bize yakışmaz. ‘Bir yol deniyorlar, denesinler bakalım.’ ” demişti.

O “Denesinler bakalım.” dedikleri konu, benim bakan olduğum dönemde MHP’de değişmemişti ve onu deneme konusunu uzun süre görüştük. 7-8 defa bir araya gelerek bunları tartıştık. Mutabakat sağlandıktan sonra benim gibi düşünen 8-10 arkadaş daha vardı. Bizim burada bu güzel denemeyi yapma şansımız var. Arkadaşlar da bu sözü bize veriyorlar, o zaman burada yapamadıklarımızı orada yapalım. Türk milletinin arzu ettiği ümitlerini yeşil tutmaya, canlı tutmaya gayret edelim. Başarırsak herkes gibi biz de seviniriz. Başaramazsak “Niye başaramıyoruz?” Tecrübe kazanırız. Çünkü bizim nesil, 1960’lardaki süregelen dönemde en iyi yetişmiş, en çok okuyan, memleket meselelerine en çok kafa yoran bir nesil olarak bunları tecrübelerine katmak ihtiyacını en çok hisseden, sorumluluk duygusu yüksek olan bir nesildi. O yüzden biz mutabık kaldık, 3 arkadaş MHP’den ayrıldık ve orada eski yerde yapamadığımızı yapmak üzere bir araya geldik. BBP’ye geldim, Genel Sekreterlik boştu, görevlendirme şeklinde o görevi de bana verdiler ve hemen seçim geldi.

Muhsin Bey’in “Devleti biz yöneteceğiz, biz alırız.” şeklinde büyük bir düşüncesi, bu konuda çok ciddi hazırlıkları, heyecanı ve felsefesi vardı. Uygulamada yakın çevresinin tesirinde herkesin kaldığı gibi o da belli ölçüde kaldı, biz olsaydık belki biz de kalacaktık. Ne yazık ki bu eksiklik giderilemedi. Ben tabii o kadar değerli, hamiyetperver, insanlık değeri son derece yüksek olan bir insanın, eksik gördüğüm tarafını söylemeyi bir tarihî görev, bir hatırlatma olarak gördüm. Güven? Herkes birbirine güvensin de soru işaretinin noktasını silmeyelim.

“Üzeyir Garih’e Şapka Çıkarılır, Selam Durulur”

Bu söylediklerine tamamen iştirak ederim. Şimdi bunlar tesadüf olamaz. Şimdi niye bu kadar kesin konuşuyorsun? En azından bunun tesadüf olmadığını biliyorum. Bir gün zannediyorum Aydın’da spor salonunda konuşmalar yaptık. Sonra da il başkanının evine yemeğe geçtik. Orada nahoş bir hadise oldu. Orada Muhsin Bey ile bu konuda uzunca bir görüşme yaptık. Şimdi bana şeyi anlatıyor, -rahmetli diyeceğim- hangisini daha çok seviyordu, hangisine çok biat etmiş ya da bağlanmıştır o konuda bir şey diyemem ama Üzeyir Garih… Çünkü Müslüman gibi davranış, ahlak ve konuşmalarında son derece tasavvuf bilgisine de vâkıf istifade edilecek kültürü olan birisiydi. Onun öyle bir şeyi vardı. Orada hem Küçük Hüseyin Efendi, Beşiktaş’taki bir caminin imamıydı hem de zannediyorum Nakşibendi tarikatının da bir mensubu. Fevzi Çakmak da ona bağlı bir kimseydi. Kendisi ve babası da Küçük Hüseyin Efendi’ye çok hürmetleri olan, bağlılık gösteren birisiydi. O yüzden Müslüman mıydı, Musevi miydi derseniz, her ikisi de desem bir tuhaf olur. İkisinden biri desem, ayırmak zor. Çünkü iş hayatı, çevresi, kendisinin Musevi asıllı bir aileden gelmiş olması, onunla ilgili bir şeyler anlatmıştı. Üzeyir Garih Bey daha eskiden, daha öteden beri yakından tanıdığım birisiydi. Severdim. Neden derseniz, bizim toplum, genellikle gayrimüslimlere karşı geçmişte çok kazık yediği için, çok aldatıldığı için ön yargılı, biraz da böyle tedbirli bakar. Ama ben Üzeyir Bey’de şunu gördüm; bu ülkeye en yeni teknolojilerle yatırım yapan, sadece çok para kazanıp bu parayı başka yerlerde savuran değil, kazandığını Türkiye’de harcayan büyük bir iş adamı. Böyle bir adama şapka çıkarıp selam durulur.

“ ‘İki Partili Sisteme Gidilecek’ Dedi”

Süper bir kalite, her verdiği sözü tutan bir adam ve bir de Türkeş Bey’in yanında. İstanbul’a da gerek ramazanda gerekse başka zamanlarda, yemeklerde yani sağında Üzeyir Bey oturursa solunda ben otururum. Daha başka bir büyüğümüz geldiyse Üzeyir Bey’in yanında otururum. Ama Üzeyir Bey mutlaka Türkeş Bey’in yanında oturur. Böyle belki 10 defa, 20 defa görüşme imkânımız, sohbet etme imkânlarımız oldu.

Şimdi onun dilinden Muhsin Bey bana bir şey anlattı. “Dün beni Üzeyir Bey ziyaret etti.” dedi, Ankara’da. Yarım saatten fazla. Bu ABD’nin ve bazı oradaki devletlerin projelerini Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’ne âdeta yapılması gereken kutsal bir görevmiş gibi kabul ettirdiğini gördüm demiş. “Nedir o ağabey?” deyince, “İki partili sisteme doğru götürmek istiyorlar Türkiye’yi.” demiş. 2002 seçimlerinden önce konuşmuşlar.

Ben seçimden sonra bir araya gelip aynı partide buluştuğum için eski dönemlerini tanırım, ocak başkanlığını falan ama bu konuları konuşamazdık. Bunlar daha o zaman genç üniversite öğrencisi, biz biraz daha ilerideyiz. Dolayısıyla ben İstanbul’da olduğum için Muhsin Bey Ankara’da. Çok fazla bunları tartışacak imkân ve zemin de yok. Genel başkan olarak bunları söyledi ve ilgimi hemen arttırdım. Sonra işte bu “İkili parti sistemi içerisinde götürecekler.” meselesi. Çünkü çok karışanın, çok fikir ve görüş söyleyenin bulunduğu yerde işlerin ağır gittiğini, daha kolay idare edilebilen, ipek ipliklerle kolayca oynatılabilen, yani Karagöz-Hacivat oyunu gibi oynatılabilen bir idarenin içerisine Türkiye’nin sokulmasını istedikleri için buna zorluyorlar.

Evet, Türkiye özellikle sınır bölgelerindeki, serbest bölgelerdeki görevlendirmeler yabancı ülkelerin içimizdeki yabancı sayılanlara toprak aldırması için iş yaptırılması şeklinde hazırlık içerisinde olmalarından bahsetmiş. Sonra, dedim. Ben ilgi gösterince Muhsin Bey daha çok açıldı. Velhasıl, sonucunda bütün bu ikili parti sistemi ve bu köylerin mülk edinme, toprak alma benzeri hadiselerin, Türkiye ile İsrail arasında zaman içerisinde bir düşmanlığa ve Türkiye politikasının değişmeye mecbur kalacağını ve bundan da hem Türkiye adına hem İsrail adına endişeleri olduğundan bahsetti. “Siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Ben de ona dedim ki “Sizinle yarım saat civarında bir görüşme olmuş. Ben 1,5 saatten fazla bunu sorulu-cevaplı dinledim. Bunu bize anlatmak mecburiyetinde değildi Üzeyir Bey. Ne sana ne bana anlatmak mecburiyetindeydi.”

“Türk Kökenli Musevi…”

“Çünkü milletvekili bile olmayan küçücük bir parti. %1 civarında oy alsa sevinecek bir partide seni, beni kim niye bilgilendirsin. Demek ki bu konuları anlatabilecek kim vardır Türkiye’de deyince, bizi adam yerine koymuş oluyor.” dedim. Bu insan bizim için de kıymetli oluyor. Ben de bana anlattıklarının bütün teferruatını uzun uzun anlattım. “Hocam onu hiç söylemediniz.” dedi. “Sen açmazsan benim aklıma gelmezdi.” “Dolayısıyla ‘Filan bize şunu demişti.’ demek ayrı bir şey. Bunun zararlı olacağını konuşuyoruz da sen Üzeyir Bey’den bahsedince ben açılmak zorunda kaldım. İyi oldu. Birbirimizi tamamladık ve gördüğümüz şu; Üzeyir Bey, İsrail ve Türkiye arasındaki muhabbet, alışveriş devam etsin. Koruyucu bir hava olursa Museviler adına sevineceğini çünkü kendisinin de 13. Kabile dediğimiz Türk kökenli Musevilerden olduğunu…”

“Onun için, Türklük damarımızda, Musevilik geçmişimizde var. Şimdi hangi dinden olduğumu sormazsın.”, “Sormam.” dedim. Böyle bir hatıra da var. Bir muhabbet de var aramızda ve o günkü şartlarda da bir mecburiyet olmadıkça da ben komşularımla iyi geçineceğim ama İsrail ile de geçinmek faydalı olabilir ama İsrail’de olup bitenler ve bize karşı takındığı tavır çok incitici. O zaman onu diğerleriyle yan yana koyduğunuzda daha fazla dikkatle üzerinde durmak gerektiği konusunda bir mutabakatımız var. Kamuoyu da bu yönde ne söylersen onu hemen aleyhinde bir nevi hap gibi almaya müsait ama bu da tehlikeli. Sizin gibi doğru şeyler yapmaya namzet ve öyle farklı düşünen İsrail yönetiminden insanlar, aydın veya üniversite hocası, politikacı varsa bunlarla da teması kesmenin bir faydası yok. Çünkü birinci ağızdan alabileceğiniz bilgileri değerlendirmek başkalarının kulağınıza söylediğinden daha kıymetlidir. Politikada bu çok önemlidir. İstihbaratta da çok önemlidir.

O yüzden birbirimize baktık ve dedik ki Üzeyir Bey ile olan temasımızı, dostluğumuzu daha güvenli bir şekilde karşılıklı ifade etmekte fayda var. Çok güzel çalışmalar, çok güzel görüş alışverişleri oldu. Sonuç olarak, bununla ne kadar tehlikeli olacağını Garih bize söyledi. Biz de zaten aynı görüşteyiz. Garih ile görüşmeden evvel de biz aynı görüşteydik. Bu görüşler birleşince, bizim görüşlerimiz Üzeyir Bey’in görüşleriyle getirilip çakıştırılınca bir daha değerlendirme yaptık. Dedik ki böyle bir sistemde zaten İngiliz istihbaratçıları ve komutanları tarafından Kraliçe’ye sunulan raporlar var. Onların bir bölümünü de gördük. Onlardan birisi şuydu; yanlış hatırlamıyorsam Arnold Toynbee’ye aitti. O hem sosyolog hem asker hem bilim adamı. Çok yönlü bir komutan. Özellikle bizim Güneydoğu, Doğu bölgesinde ayrılıkçı hareketlerin yeşertilmesi konusunda çok çalışmalar yapmış, yani Rus Nikitin’den daha etkili bir adam. Onun sözü; “Mısır’ı idare edebilmek için her Mısırlının arkasına bir İngiliz askeri dikemeyiz. Ama Mısır’ı idare edecek olanları avucumuzun içerisine alırsak hem maliyet hem zayiat bakımından bizim için çok kârlı olur. Çok iyi bir ticaret olur. Yani Mısır’ı idare edecek devlet adamlarını, yazar, çizer, bilim ve fikir adamlarını avucuna aldığın takdirde bunun maliyeti nedir? 5 kuruş. Öbür türlü ölüm var, asker var. Bundan daha kârlı bir yol olamaz. Onun için biz idarecileri avucumuzun içerisine alalım.” sözüne bu ikili partiyi idare etmek, onları birer diktatör ya da tek söz sahibi adam hâline getirmek, Türkiye’yi çok rahat sömürmek, çok rahat işi kolay görmek anlamına gelir. Bu konuda tam bir mutabakatımız vardı ve bu devam etti.

En azından vicdani olarak, gerek Allah’a karşı gerek millete, kendimize karşı sorumluluğumuz açısından çok faydalı işler yaptığımız kanaatindeyim ama burada sözünü düşünerek, tartarak akıldan, kontrolden geçirdiğini zannediyorum. Bilenlerle istişare ederek de görülmeyen, çok değerli, çok yararlı bir arkadaş daha vardı: İrfan Sönmez. Hâlen kendisine o saygım devam ediyor. Partide böyle değerli insanlar da var ama bunlar çok az Ankara’ya gelebilen, uğrayan insanlardı. Onlarla da güzel işler yaptık. Fakat seçim konusunda bir türlü biz bu Türkiye’yi idare etmeye hazırız, namzetimiz konusunda ciddi bir tavır gösteremedik.

“Ecevit Hata Yapmadı, Götürüldü!”

Bu bizdeki tehlike fikrini daha açık anlamamıza sebep oldu. Onun için “Nur içinde yatsın.” diyeceğim. Şimdi sistem bunu gerçekleştirecek noktaya getirilemedi. Anayasa değişikliği, Siyasi Partiler Kanunu’nda ve benzeri kanunlarda değişiklikler yapılması gerekiyordu. Erken seçimler bunlara mâni oldu. Dolayısıyla o dönemde her parti kendini Meclise atmak suretiyle bir şeyler yapmak istiyordu. Ama şunu da görüyordum; bazı partilerin genel başkanları “Benim mutlaka Mecliste olmam, benim mutlaka başbakan olmam gerekiyor.” diye beyanatlar veriyorlardı. Mesela Irak’ın işgali söz konusu olduğunda Ecevit çok ciddi tavır koydu. Sadi Somuncuoğlu, ben, diğer birçok arkadaşımız çok ciddi tavır koyduk. Komşularımızla kavga ederek değil, konuşarak zengin olmalıyız. Ecevit de bunu savunuyordu. Bir de ben biliyordum Ecevit’in Kissinger’ın talebesi olduğunu ve Orta Doğu konusunda, olup bitecekler konusunda en sağlam bilgilere, en teferruatlı gizli bilgilere, saklı bilgilere de sahip olduğunu biliyordum. O yüzden de Bülent Ecevit’in bu konuda hata yapmayacağını düşünüyordum ve yapmadı. O yüzden de hükûmet gümbürtüye götürüldü. Bunu da söyleyeyim.

O zaman Irak’ın işgali söz konusu olduğunda bu siyasi partilerden birisinin genel başkanının şu sözü vardı; “Benim mutlaka Irak hadiselerinin çıktığında burada başbakan olmam lazım.” Bunun özü şuydu; Amerika’nın emrine selamı çakıp, topuğu vurup körlemeye dalmaktı. Kime karşı? En azından komşumuza karşı. Sınır komşumuza karşı Amerika’nın parasız askeri. Parasız diyorum çünkü para yine bizden çıkacak. Gönüllü askerliğini yapmak durumundaydık. Tabii ki biz bunlara kendimizi kaptırmadık ama daha sonra bunlar üzüntü verici şekilde gelişti ve sonunda iki partili noktaya getirildi.

Bor Madenlerine karşı biz de Muhsin Bey de ne kadar hassas olduk. Bu konuda ben daha çok bilgi sahibi olduğum için Parlamentoda da çok mücadele verdik. Benim hükûmette olduğum zamanda da onların devre dışı bırakılmasını ve neden Bor Madenlerinin devlet işletmesinde devam etmesi gerektiğini hükûmete kabul ettiren de bendim. Benden daha iyi bilen yoktu. Dolayısıyla Sayın Ecevit de o konuda bir şey olduğu zaman “Enis Hoca sen ne diyorsun? Kimse Enis Hoca’nın bakanlığını dışarıdan idare etmeye kalkmasın. Herkes kendi bakanlığını idare etsin. Bu ne yaptığını biliyor. Enis Bey sen de başka bakanlıkların bakanlığını idare etmeye kalkma.” diye onu da bir eklerdi. Güzel anılar oldu.

Düşünün Rahşan Hanım nerde, Ecevit orada. Biz günümüzü neyle geçirdik ama devlet sorumluluğunu aldığımız zaman başka bir adam çıktı karşıma. Tabii bunları çok iyi değerlendiremedi o zaman siyasi partiler ama bu konuda Muhsin Bey de bizimle aynı düşüncedeydi. O konuda da gereğini yaptı. Televizyonda olsun, basında olsun, meydanlarda olsun Türkiye’nin uzun vadeli menfaatlerine ve stratejik menfaatlerine sahip çıktı. Orada bir ayrılığımız olmadı.

Sadece bu seçime girerken ve girdiğimiz sıralardaki fırsatlar kaçırıldı. O fırsatları bilerek ve isteyerek kaçırdığını iddia edemem. Bu çok konuşuldu. Hatta bir gün ikimiz beraber bir arkadaş daha vardı Edip Özbaş’tı galiba tam emin değilim. “Mutlaka bir istişare etmemiz gerekir. Sizlerden başka doğru dürüst istişare edecek adam da bulamıyorum. Kendimi de iyi hissetmiyorum.” diye bizi Mustafa Özbek sendikaya davet etti. Orada aşağı yukarı 1,5 saat Mustafa Özbek’in konuşmalarını sabırla dinledik. 45 dakika da Muhsin Bey konuştu. Muhsin Bey’in konuşması bittiği zaman beklemediğim bir terbiyesizlik diyebileceğim Mustafa Özbek’ten karşı çıkış, “Çocuğunu azarlar gibi” derler ya halk dilinde, öyle bir görüşme ve ağzına geleni söyledi. Gözümün içine bakıyor Muhsin Bey. Biz orada davetliyiz, misafiriz. Yanlış da yapsak, kötü de yapsak, eğer aldanmışsak onu söyleyebilirsin. “Yanlış yaptın.” diyebilirsin ama hakaret etmeye hakkın var mı? Hem evine çağırdın hem de evinde hakaret ediyorsun bize. Sabırla ben bekledim. Mustafa Kafalı ve diğer öğretim üyeleri de orada bulunuyor. Onlar da müşavir. 7-8 kişinin içinde oldu bu hadise. Orada gayet sabırlı “Allah’a ısmarladık.” dedi gitti. “Ben biraz daha kalacağım.” dedim. İşin teferruatını görüştük. Birbirilerine kızgınlık taşıyan insanların uzun süre konuşmadığı zaman o kızgınlığı içinde büyüterek ve ekleyerek nasıl bir has-mane, düşmanca bir tutum hâline gelebildiğini ben çok rahat anladım çünkü bu benim mesleğimin bir parçası. Böyle tatsız şeyler de görüldü.

“Bazılarına Üzüldüm, Nasıl Çevresinde Bulundular”