Книга Öteki Hayatlar - читать онлайн бесплатно, автор Emin Göncüoğlu
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Öteki Hayatlar
Öteki Hayatlar
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Öteki Hayatlar

Emin Göncüoğlu

Öteki Hayatlar

Herkes zannınca oldu gönlümün yarıHiç kimse sormadı içimdeki esrarıMevlana

Duyularımız yeterince hassas olsaydı hareketsiz hâldeki sarp kayalığı dans eden bir kaos olarak algılardık.

Nietzsche

Nihai kaynağın ölçülemez ve bizim bilgimizle kavranamaz olduğu anlaşılmaktadır

David BohmSufilere sohbet gerekAhilere ahret gerekMecnunlara Leyla gerekBana seni gerek seniYunus Emre

Desteğini hiç esirgemeden sürdüren, teşvik eden Şehnaz’a sevgiyle…

Alper’e, Meltem’e ve bütün çocuklara daha iyi bir dünya özlemiyle…

ÖN SÖZ

Cinselliğin içinde çırpınmanın ve sakinleşmek için bunun çaresini karşı cinste aramanın adının yanlış bir şekilde aşk ve sevgi olduğunu zannediyordum! İnsanların ağızlarında sakız çiğner gibi hep söyledikleri, aşk ve sevgi sözcüklerinden, bu sözcüklerin hayatın içindeki anlamlarından ne yazık ki diğer birçok insan gibi pek bir şey anlamadığımı henüz bilmiyordum. Aşkın ve sevginin sadece cinsel dürtülerimin yarattığı hırçınlıktan kurtulmak için güzel sözler ve davranışlarla süslediğim, cazip, çekici ve sahtekâr bir maske gibi yüzüme yapıştığının da farkında değildim!

Cinselliği, değersiz ve yok kabul etmiyordum, ama onun inatçı bir bebek gibi ağlayıp sızlamalarını yatıştırmak için sıradan, her ne ise aşkın ve nispeten tanıdığımı zannettiğim sevginin yüce ve yetkin bir ruh gerektirdiğini birçok insan gibi bilmiyor, bunları birbirine karıştırıyordum.

Sıradan ruhların sığlığına sığmayacak kadar büyük olan aşk, bir büyük kompozitörün tek başına hissederek yarattığı, bir büyük beste gibi bir şey olmalıydı. Aşk, belki de insanın hayalleri ile tek başına oynadığı veya oynayabileceği bir oyundu ve onun büyüklüğünü çoğu sıradan ve sınırlı ruh gibi kavrayamıyordum. Yetkin olmayan sıradan ruhumun sızlanmalarını, küçük ve sıradan figürlerini aşk gibi algılıyordum. Aşka ulaşmak bir yana siz bu satırları okudukça sevgiyi de beceremediğimi ve yaşadığım hayatı da yüzüme gözüme bulaştırmamdan anlayacaksınız! Aşk ve sevginin yüksek bir yaratıcılık, gerektirdiğini yıllar sonra anladığımda ne yazık ki birçok şeyi kırıp dökmüş olacaktım!

Şimdi cinsel sızlanmalarını aşk ve sevgi sanan zavallılara ve kendime bakıp acıyorum sadece. Büyük bir yanılgıyla geçen onca zamanın bana kazandırdığı tek şeyin bu olduğunu zannediyorum artık!

BİRİNCİ BÖLÜM

Akşamın sıcak ve terli ağzı gün yorgunu şehri ve insanları içine alalı birkaç saati geçmişti. Sokak lambalarından ve bu saatte sayıları bir hayli azalmış olan açık dükkânların vitrinlerinden, çok katlı, tek katlı evlerin pencerelerinden karanlığa süzülen ışıklar, azgın bir nehrin sularına karışan küçücük pınarlar gibi etkisizdi.

Akşam, devasa bir kâbus gibi karanlık göğsüyle şehri ve içindekileri ezerken, şehrin irili ufaklı sokaklarından, caddelerinden, apartmanlarından, iş yerlerinden süzülen, uzak yıldızların görüntüleri gibi, fersiz ışıyıp duran parıltılarla alay eder gibiydi!

Şehri cüzzamlı bir pençe gibi saran gecekondu evleri, görkemli yüksek binaların ayaklarının dibine, hastalıklı, çelimsiz çocuklar gibi serilivermişlerdi. Etraftaki serseriler, kimsesiz çocuklar, kediler ve uyuz köpekler hayata boş vermiş anlamsız bakışlarla, bu saatte, akşamın koynunda daha güvenli bir köşe bulmanın çabası içindeydiler.

Farlarından ışıltılar saçan piyasa taksisi, sarı renkli metal burnuyla gecenin terli karnını yırtıp öne atıldıkça arabanın arka koltuğunda, eskiden lunaparklarda birkaç kez gördüğüm masaj aletinin üstüne çıkmış gibi titreyip duruyordum.

Taksinin orta yaşlı sürücüsüyle, büyük bir futbol takımının maskotunun asılı olduğu dikiz aynasında göz göze geldik. Başının üstü çıplak olan orta yaşlı sürücünün bakışları kuşkulu, ürkek ve baş eğiciydi. Arkada oturanlar pencere camlarını açmasınlar diye kapının üstündeki kollar çıkarılmıştı. Bu saygısızlığa sinirlendim! Orta yaşlı taksi sürücüsü, tüylü, uzun sivri burnunun üstünü sol işaret parmağının tırnağıyla kaşıyarak kırmızı ışıkta durdu. Yüzünde karşısındakine kaygı ve acıma hissi veren bir şaşkınlık ve ürküntü hâli varlığını hep koruyordu.

Arabanın içindeki sessizlik rahatsız ediciydi. Sürücü, dikiz aynasından bana ürkek bir bakış fırlattıktan sonra gideceğim yeri sordu, ben de söyledim. Sürücü taksiye bindiğim andan itibaren varlığından huzursuz olduğum, midemi bulandıran ve ona değmemek için gayret gösterdiğim kılıfı, beyaz kuzu postundan yapılmış koltuğunda kıpırdayıp çok kısa sürelerle beni izleyen ürkek bakışlarını, önündeki karanlığın içinde kaybetmeye çalıştı!

İlk akşam, karanlığını önündeki geceye henüz ulaştıramadığı için siyah asfalt yollarda taşıtlar seyrelmelerine rağmen az değillerdi.

Orta yaşlı taksi sürücüsü yarım açık duran pencere camını tümden aşağı indirerek nemli sıcak akşamdan belki serin esintiler gelir diye boş yere çare umdu. Araçların farlarından, şişman, etli yüzüne saçılan kırmızı ışıklarda, soluk teninden küçük küçük ter zerreciklerinin fışkırdığını önümüzdeki dikiz aynasından kolaylıkla görebiliyordum. Orta yaşlı sürücünün terden şimdi daha çok ıslanan yüzü, yanan yeşil ışıkla birlikte taksi yerinden fırlayınca, caddeden gelip geçen taşıtların ışıklarından, önümüzdeki dikiz aynasının içinde ya parlayarak öne çıkıyor ya da ışıkların azalması ile karanlığın içinde silikleşiyordu. Yanından hızla geçtiğimiz kaldırımda yürüyen insanlar, bazısının vitrin ışıkları parlak bir şekilde kaldırıma taşan iş yerleri karanlığın içinde arkalara doğru uçarak silik görüntülere dönüşüyor, sonra da gözden kayboluyorlardı.

Sadberk, yani karım, gözlerindeki öfke zihnime kazınmış bir türlü gitmiyor! İçimdeki huzursuzluk gittikçe büyüyen bir çığ gibi beni yutarak iyice eziyor ve kemiklerimi sızlatarak, yüreğimin titremesine yol açarak, her tarafıma yayılıyordu! Orta yaşa gelmiş, yaşadıklarından hoşnut olmayan mutsuz bir insan ne duyuyorsa, ben işte o hâldeyim! Bugüne kadar beni en çok rahatsız eden tarafım beynimle yüreğim oldu. Yaşam içindeki uyumsuzluklarımda, bocalamalarımda yükümü taşıyan onlardı hep! Ama yıllardır tekrar eden bıktırıcı, yıpratıcı bir sürü sorunda artık onların da benimle yeteri kadar iş birliğine girmediğini görüyorum. Hayatımda yeni ve varlığından daha önce haberimin olmadığı, değişik bir pencere açılmıştı sanki. Zaman zaman başım dönüyor yüreğimin ritmi bozuk atıyor. Evladının ihanetine uğramış bir babanın hayal kırıklığı içindeyim. Bir sürü didinmenin yarattığı hırpalanmalar karşısında sendeleyen bedenine, ruhuna artık söz geçiremeyen ben, nasıl olup da yolunda gitmeyen hayata söz geçirecektim, bunu en az sizin kadar merak ediyorum. Vücudumun tutulduğu fırtınadan tansiyonumun yine yükseldiği sonucunu çıkarıyorum. Yorgunum ve olup bitenlerden hiç memnun değilim! Bütün her şeyi, tek tek size anlatacağım.

Sadberk, yani karım, hâlâ ağlıyor olmalı, ya kızım, onun ne yaptığını bilmenizi şimdilik kıskançlıkla istemiyorum!

Üstünde parmak izleri bulunan kolu çıkarılmış pencere camının gerisindeki, iş yerlerinden saçılan kırmızı, beyaz ışıklarla yer yer parlayan dışarısının karanlığı, içimin yalnızlığını daha da arttırıyor! Bütün bu son yaşadıklarım olmasa bile yalnızlık, akşam karanlığında nedense hep baskındır içimde. Arabanın içindeki sessizliğin, bendeki yalnızlığın, etraftaki karanlıktan bir farkı yoktu!

Ağrıyan başımı, göz alıcı beyaz ışıkları caddeye iyice taşan bir vitrinin önünden geçerken, üstü parmak izli pencere camına dayıyorum. Dişlerim birbirine vurup takırdamaya başlıyor. Başının üstü çıplak, orta yaşlı taksi sürücüsü, önündeki dikiz aynasından bana birkaç kez bakınca rahatsız oluyorum. Onun beni seyretmesinden hoşlanmıyorum. Başımı yavaşça cama dayayışımı bir zayıflıkmış gibi algılayabilir…

Bol kahkahalı gençlerden oluşan kalabalık bir grubu geride bıraktığımızda, başımı dayadığım kirli camdan çekiyorum. Az önce gençlerin o vurdumduymaz hâllerine, eski bir hatıraya bakar gibi ilgiyle bakmıştım. Beynimin diplerindeki ağrı ve yüreğimdeki huysuz ve inatçı titreme bir ara azalır gibi olmasına rağmen, şimdi yine eski durumuna dönüyor. Belki de bu söylediklerimin hiçbirisi olmadı ben öyle zannediyorum! Yaşadığım yoğunluğun içinde kendimden çok emin değilim.

Başının üstü çıplak, uzun sivri burnunun üstü tüylü, orta yaşlı sürücü, önündeki dikiz aynasının içinden, korku filmlerinde karanlık perdenin ortasında zayıf bir ışıkta belli belirsiz görünen ürkütücü ve itici yüzler gibi, küçük küçük, ara ara, bakışlarla beni izlemeye devam ediyordu. Belki de ona göre ben onu izliyordum.

Sadberk, yani karım, birbirimize bağırırken onun da çıkık elmacık kemikli yüzü ürkütücü görünüyordu.

Piyasa taksisi hızla yol alırken, bütün yaşadıklarımı gerçeğin dışında oluşan bir oyun gibi algılıyorum; tek seyircisi biricik kızımızın olduğu, tatsız ve kötü oyunu Sadberk’le birlikte biz sahneye koyuyoruz. Bu bölümü kimin nasıl oynadığının bir önemi yok. Kavgaların bile eski heyecanını yitirdiği sıkıcı bir oyun bu. Aslında hiç iyi değilim ve çok sıkılıyorum! Tesadüfen veya bilmeden ikinci kez seyretmeye gittiğimiz filmin can sıkıntısı gibi bir şey değil bu, çok yıpratıcı! Belki de sonu gelmez bir koşuda koşan maratoncu gibi başımın içinde ağrıyıp duran beynim yıldızlara bunun için ışınlanıp kendinden kurtulmak istiyor. Bedenimle beynimin, şimdi olduğu gibi ayrı telden çalmaları beni dehşete ve tuhaf bir gerilime sürüklüyor. Sürüklendiğim boşluklarda hem kendimi çaresiz görüyorum hem de kopup uzaklaştığım mekânları anlamsız buluyorum. Aslında neyin anlamlı neyin anlamsız olduğu da zaman zaman önemini yitiriyor ya! Şimdi beni hırpalayan şey beynimle bedenim arasındaki uyumsuz ve amansız rekabetin dış dünyayı algılayıp anlamada, beni hâlsiz, çaresiz şu anda olduğu gibi belki de ismini tam olarak koymadığım garip bir gezegene fırlatması gibi bir duyguya ve duruma sürüklemesi.

Sadberk, yani karım, bağırması kulaklarımın zarını yırtıyor. Aslında alnım soğuk, bunu hissediyorum. Fakat başımın içi nefeslenip nefeslenip kükreyen volkanlar gibi. Her şeyi yarıda kesip arkada bırakıp bağ evine gidiyorum. Buna karar verdim. Orada karanlığın içine uzanıp fıstık, incir ağaçlarının ve üzüm kütüklerinin huzurlu sessizliğine katılmalıyım. Sessizlik, karanlık, yalnızlık, hayat, acı çekmek, çatışma, yok olmak, ölüm, üremek, sevmek! Bütün bu kavramların içinde mayınlı bir tarlada gezer gibi geziyorum. Büromda, elektrik tesisat proje dosyaları, bitirilmeyi bekleyen yığınla iş, masamın üstünde hiç susmayan telefon, içeri girip çıkan bir yığın yalancı adam… Çoğunlukla akşamüstü bir şeyler istemek için arayan kızım ve Sadberk… Vücudum, iyice gerilmiş olan kasların daha da kasılması ile boynumdan sırtımın ortalarına doğru dalga dalga yayılan yeni bir titreme ile irkiliyor.

İncir Yaylası’na gitmek istediğimi söylediğim andan beri, orta yaşlı taksi sürücüsünün yüzü, küflenmiş kabak çekirdeği yemenin buruşukluğu içindeydi. Yüzündeki ifadenin bende yarattığı etki kötüydü. Bu insanlar karşısındakilere hiçbir şey söylemeden oturabilir, sessiz, fakat çok şey anlatan duruşları ile insanı mahvedebilirlerdi! Önümde pısırık pısırık oturan, orta yaşlı sürücüye, içimdeki, dışımdaki beni rahatsız eden hissedebildiğim her şeye, duyduğum öfke ile baktım!

Kokusundan hoşlandığım fıstık ağaçlarını düşünüp yol kenarında mola vermek isteyen yorgun yolcu gibi rahatlamak istiyorum. Dinlenmeye ihtiyacım var. Yaşlı bir fıstık ağacına sırtımı dayayıp onun kabuklu gövdesinden dışarı, gözle görülemeyen akışkanlıkta sızan fıstık sakızının etrafa yayılan ve her kokladığımda bana geçmişimi hatırlatan kokusunda çocukluğumu ve beni gülümseten hatıralarımı aramak istiyorum.

Şehrin içindeki uzun ve birbirine bağlanan kısa yollardan kıvrılarak geçerek büyük araçların göründüğü daha geniş bir yola tırmanıyoruz. Şehrin kalabalığı ve kaosu arkamızda eriyordu. Geniş yolda taksinin daha da hızlanmasıyla, orta yaşlı taksi sürücüsünün açık duran penceresinden, patır patır, patlayarak içeri dolan sıcak hava, onun ter kokusuna iyice bulaşarak yüzüme doğru savruluyor ve arabanın içini daha da çekilmez hâle getiriyordu. Vaktinden önce dökülen saçlarına çokça üzülmesinin onda yarattığı mutsuzluk, yüz ve vücut diline iyice sinen orta yaşlı taksi sürücüsü, varlığı ile beni tedirgin ederken Sadberk çok şiddetlisini bu akşam evde yapmıştı; tabii ben de ona. Fakat şimdi onu dinleseniz varlığımın, bedeni ve ruhu için bu dünyadaki en büyük tehdit ve tehlike olduğunu söyleyecektir. Doğru olabilir. Haksız olduğunu kesinlikle söylemiyorum. Fırtınayla kabarmış bir denizdeki yolcular gibiyiz. Umutsuzluk ve yılgınlık bütün hücrelerimizi sarmış. Sadberk, ön taraftaki misafir odasında, zorlanarak aldığımız, hâlimize göre gösterişli mobilyaların içinde öfkeden sarhoş olmuş dolaşırken, beyaz ince boynundaki damarlarını morartarak: “Beni kıra kıra iri bir çöp yığınına çevirdin!” diyordu. Başta da söyledim onun haksız olduğunu söylemiyorum, benim de canımın yandığını söylüyorum. Bunu bilmesini istiyorum. Yıllar önce soğuk bir kış sabahında onu beraberliğimize ikna etmek isterken, ona inanmayıp sözlerine kırılıp sitem ettiğim Sadberk: “İnsanoğlunun geldiği evrim noktasında, birbirini hırpalamadan bir arada yaşaması, bu sorumluluğu kaldırması mümkün görünmüyor, onun için gelecekten endişeliyim!” demişti. Haklı çıkması, örselenip yıpranmış, yorgun, mutsuz, iki insanın ortaya çıkmasından başka bir işe yaramamıştı! Fakat ben böyle olmasını istememiştim, o da istememişti… Gariptir kendimize söz geçirmeden istemediğimiz şeyleri yaparak bu güne gelmiştik. Kimseye söyleyeceğimiz bir söz yoktu, her ne yaptıysak biz kendi ellerimizle yapmıştık ve bir arada durmamız her geçen gün biraz daha zorlaşıyordu.

Şehrin tedirgin edici aydınlığı, piyasa taksisi ondan kaçıp kurtulmaya çabalarken arkamızdan gökyüzüne savruluyordu. Dönüp arka camdan baktığım karanlık gökyüzündeki uzak yıldızların ışıltıları, sanki bu aydınlıktan hoşnut olmadıkları için hâlsiz parıltılar saçıyorlardı etrafa. Çevredeki fıstık ve incir ağaçlarının, üzüm kütüklerinin tedirgin edici karaltıları, ölüm gibi korku salıyor. Işıkları tek tük yanan bir iki katlı bağ evleri, birbirlerine uzak ve soğuk duruyor. Yakınlarda patlayan beş altı el silah sesi geliyor kulaklarıma. Hırsızları ürkütmek için sıkılan mermiler sanki Sadberk’in sözlerine dönüşerek gelip saplanıyor yüreğimin tam ortasına. Orta yaşlı taksi sürücüsünün kuşkulu ve tedirgin yüzü, az önceki silah sesiyle daha da geriliyor ve sağ taraftaki etli yanağında hafif bir titremeye yol açıyor. Sadberk’in sözleri aklıma bir bir geldikçe, biraz önce patlayan silahın mermilerini ben yemişim gibi yüzümü buruşturuyorum. Birçok mutsuz insan gibi birdenbire ölümü düşünmeye başlıyorum! Çaresizliğin ve imkânsızlığın elinde çırpınan ruhum için bir çözüm bulma peşine düşüyor ve ölüm ile yaşam arasındaki çizginin artık eskisi kadar kalın olmadığının farkına varıyorum. Buruşturduğum yüzümü orta yaşlı taksi sürücüsünün görmesini istemiyor ve başımı camdan yana iyice çeviriyorum. “Sen dünyanın en bencil, en kendini beğenmiş yaratığısın!” Gözlerimde fıstık ve incir ağaçlarının, üzüm kütüklerinin karaltısı, kulaklarımda Sadberk’in o güzelim sesini inanılmaz derecede çirkinleştirerek söylediği sözler. Bana bağırırken çirkinleşen sadece sesi değil, yüzü de farklılaşıyor. İnce kemikli parmaklarını havada şuursuzca öne doğru sallarken morarmış yüzü tanınmaz hâlde. Bağırırken sesindeki çirkinliği anlayamıyorum ve tahammül edemiyorum. “Sen beni yok ettin ben de seni bitireceğim!” Bu sözleri söylerken bana bağırmıyor da üstüme kusuyor sanki.

Benzeri yığınla yaşanan, öteki yaşamlara benzeyen hayatımız, içinden çıkılmaz hâlde ve biz daha fazla batmamak için ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ben onu yıllar önce, okuduğum üniversiteye doğru giderken soğuk, karlı bir kış sabahında hayatını benimle birleştirmesi için ikna etmeye çabalarken o bana: “Hayat ve çevremde gördüklerim beni endişelendiriyor; önceleri belki de, samimi, içten başladıkları hayatlarını yavaş yavaş kirletiyorlar insanlar. Onlara benzemekten, yanlış bir hayat yaşamaktan korkuyorum!” diyerek endişelerini sürdürmüştü. Korktuğu yalnız onun değil benim de başıma gelmişti ve geçmişte konuşulanların bugüne bir yararı yoktu!

İçim yanıyor, görünmez bir el boğazıma yapışıyor sanki! Telaşla öksürüyorum.

Şehirden uzaklaştıkça gökyüzünde yıldızlardan saçılan ışıltılar daha parlak görünüyor. Beni tümden hırpalayıp duran, acımasız hatıraların etkisinden kurtulabilmiş değilim. Geçmişle bugün, bugünle geçmiş, birbirlerine acımasızca düşman iki cephenin orduları gibi saldırıyorlar. Ben yorgun, yaşadıklarından kırgın ve bitkinim! Sadberk’in de benden farklı olmadığını, hatta daha kötü olduğunu biliyorum. Galibi olmayan bir savaşın yaralı askerleri gibiyiz! Zihnimde uçuşan eski hatıraların, geçmiş sözlerin etkisi ile sersemleyen ben, kulaklarımdan hiç gitmeyen Sadberk’in son sözleri ile zehirlenmişim sanki! Onun beynimde çakan sözleriyle vücudum hücre hücre kırılarak dökülüyor gibi…

Ben, o ve kızım akşam yemek masasında yemek yerken patlamıştık birbirimize. Biz birbirimizle misafir odasına hesaplaşmaya giderken kızım her kavganın öncesinde olduğu gibi odasına kapanmıştı. Kökleri derinlerde olan bir gerilimin sözlere dönüşüp oramıza buramıza saplanması ile yeni bir çarpışmanın eşiğine geldiğimizi fark etmiştik. Bana yıllar önce sevgi sözleri söyleyen Sadberk’in dudakları kurumuş ve olağan rengi uçmuştu. İçim bulanıyordu. Karşılıklı birbirimize bağırıp dururken sözler anlamını yitirmişti.

Evde akşamüzeri yaşadıklarım bıktırırcasına tekrar tekrar canlanıyordu zihnimde. Sadberk’le ben kılıçlarımızı çekmiş, en can alıcı neremizden vurabiliriz diye hesaplarken, kızım, güzel kızım, yıllar önce geceleri uyusun diye bir, iki, üç, dört… Sayısız masallar anlattığım kızım, odasının kapısını arkadan kilitlemişti. Onun için endişeleniyorum! Kızım pamuklu yastığını gözyaşları ile ıslatıp kendisini bu acımasız ve anlamsız oyuna niye kattığımızı bulmaya çalışırken Sadberk misafir odasının ortasında titriyordu! Aldığımız karşılıklı darbelerden yaralı ve yorgunuz. Fakat ne onun ne de benim geri adım atmaya niyetimiz yok. Vuruşarak ölmeye hazırız. Sadberk, bir ara bağırmayı kesip ağlamaya başlıyor. Sinirlerinin iflas ettiğini, direncinin kırıldığını anlıyorum. Keşke ben de ağlayabilsem rahatlayabilirim belki ama yapamıyorum! Bunu tam on üç yıldır beceremedim! Sadberk, bu çatışmanın tam bu yerinde ağlayıp vücudundaki gerilimi gözyaşları ile dışarı atarken ben her zaman olduğu gibi yine evi terk ediyorum. Direncini yitirmiş birine bağırmanın bir anlamı yok artık. Annesini ve kızımı sözlerimizle, kavgamızla kirlenmiş evimizde bırakarak sokak kapısını çarpıp çıkıyorum! Ara yollardan geçerek Harun Bey Caddesi’ne çıkıyorum. Ne yapacağıma ilişkin bir planım ve amacım yok. Fakat sonra şimdi içinde gittiğim müşteri arayan piyasa taksisi yanımda belirince durdurup biniyorum ve bağ evine gitmeye karar veriyorum.

Piyasa taksisi artık kıvrım kıvrım dar bir asfalt yolda küçük çukurlara girip çıkarak ilerliyor. Etraf karanlık, ay ortalarda görünmüyor. Önümüzdeki yol az sonra ikiye ayrılıyor. O sormadan sürücüye sağa yönelmesini söylüyorum. Sesimin kırgın ve titrek çıktığını fark ediyorum. Yol uzadıkça orta yaşlı sürücünün tedirginliği artıyor. Onca öfkeme rağmen Sadberk için şimdi üzülüyorum; kızım için ise endişeleniyorum! Asfalt yol, toprak yola dönüşüp daha da daralınca bağ evine iyice yaklaştığımızı biliyorum artık. Orta yaşlı sürücüye durmasını söylüyorum. Sonra parasını veriyorum. Tozun toprağın içinde telaşlı bir dönüş yapan sarı renkli piyasa taksisi hızla yanımdan uzaklaşıp ışınlanmış gibi şehre doğru gitmeye başlıyor.

Etraf sessiz ve karanlık. Eve doğru toprak yolda ilerliyorum. Ablamla birlikte ağaçların altında oynadığımız günleri anımsıyorum. Ağaçların üzüm kütüklerinin hepsi tanıdık. Şehrin ışıkları çok uzaklarda titreşip duruyor. Sadberk’le, kızım o dev ışık kümesinin içinde, ben onlardan uzakta ve çok yorgunum. Midem bulanıyor. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum ay yok. Karanlığa gözlerim alışsa da yürüdüğüm toprak yoldaki detaylar görünmüyor. Gözlerim nemli, bunu hissediyorum. Ayağım iri bir taşa takılıyor, ürküyorum, düşmemek için genç bir fıstık ağacının gövdesine tutunuyorum. Elime yapışkan bir şey bulaşıyor, elimi kokluyorum, fıstık sakızı kokuyor. Sırtımı ağacın gövdesine yaslayarak dibine çöküyorum. Fıstık sakızı bulaşmış elimi tekrar kokluyorum, çocukluğumu, gençliğimi kokladığımı duyuyorum. Gözlerim hâlâ çok nemli ve yüreğimle birlikte yanıyor! Gökyüzündeki yıldızları seyrederken karşı konulmaz bir istekle ayın çıkmasını istiyorum. Ama yok… Çıkmıyor. Yorgunum beynimin karanlık kıvrımlarında dolaşıp duran Sadberk’le, kızımdan büyük bir suçluluk duygusu ile kaçıp kurtulmak isteyerek gözlerimi kapatıyorum. Uyanmamacasına uyumak istiyorum! Kapanan göz kapaklarımın sıkıştırdığı bir tek damla gözyaşı kokladığım fıstık sakızlı elimin üstüne düşüyor; şaşırıyorum, yaşadıklarıma ve hayata şaşırıyorum, gözümden düşen damlaya şaşırıyorum.

İKİNCİ BÖLÜM

Gökyüzünün göğsü yırtılmış gibi, içinde ne var ne yok hepsini üstümüze döküyor. Elektrik mühendisliği son sınıfta okuyorum. Okula gitmek için sulara bata çıka otobüs durağına doğru yürüyorum. Yağmur gece boyunca hiç durmadı. Sabah devam eden şiddetli yağmurdan önümü görmekte zorluk çekiyorum. Kış mevsimi, gençliğim gibi asi ve hırçın. Yüzüme doğru çarpan yağmurla karışmış rüzgârdan nefes almakta zorluk çekiyorum.

Yirmi üç numaralı otobüs bugün geç kalmış, ortada yok. Her yağmurda yollar mutlaka tıkanır diye düşünüyorum. Çözülememiş tam bir üçüncü dünya ülkesi sorunu. Otobüs durağında her sabah görmeye alışık olduğum yüzler var. Bu yağmur suları, hepsi yoksul, alçaktaki gecekondu semtlerinde sele dönüşüp birçok ev ve iş yerini basmıştır diye yağmurla ilgili düşünmeye devam ediyorum. Hava o kadar insafsız yağıyor ki zaten başka bir şey düşünmek insanın hiç aklına gelmiyor. Üstü kapalı otobüs durağına koşar adım girince yüzüme çarpan su damlalarından kurtuluyorum ama her yanım sırılsıklam. Kaldırımı yoldan ayırmak mümkün değil. Her taraf çamurlu sularla kaplı. Etraftaki alçak eğimlere doğru akan suların yüzeyi, yağan yağmur damlaları ile delik deşik edilmiş gibi yukarı zıplıyor. Duraktaki altı kişiyle birlikte, hiç sonu gelmeyecek bir sessizliğe bürünmüşüz gibi çamurlu suların yüzeyini kabartıp zıplatan yağmur damlalarını izliyoruz. Gökyüzünün hırçın ve serseri hâli bu soğuk kış sabahını delirtecek gibi.

Durakta bekleyen insanların yüzlerine, onları rahatsız etmeyecek uzunlukta bakıyorum. Hepsi, yorgun, uykulu, derin düşünceli yüz ifadeleri ile çıldırmış bu sabah yağmuru altında çok anlamsız bakıyorlar ve çok zavallı görünüyorlar.

Onların ilgisiz ve boş vermiş hâli beni sıkıyor. Oysa yaşam yaşanmaya değer bir sürü bilinmezi taşıyor içinde. Onları bir bir bulup ortaya çıkarıp tanımak çok heyecan verici olmalı! Çıldırmış bu sabah yağmurundan bile neşelenip haz duymadığını zannettiğim durakta bekleyen insanlara içimden taşan bir üstünlük duygusu ile bakıp kendi heyecanımla yetiniyorum. Sabah, daha doğrusu hayat somurtkanı yüzlerden kurtulmak ve beynimin içini gereksiz yere meşgul etmesinler diye yirmi üç numaralı otobüsün geliş yönüne tekrar bakıyorum. İçinde beklediğimiz durak ilk kalkış durağı olduğu için erken gelmesi gereken yirmi üç numaralı otobüsün yerine küçük su damlalarının oluşturduğu çamurlu bulanıklıktan başka bir şey görmüyorum. Durakta bekleyenlerin tamamı ben hariç otuz beş kırk yaşlarında görünüyorlar. Her gün aynı duraktan aynı otobüse biniyor, başka başka duraklarda iniyoruz. Kısa bir bekleyişten sonra çamurlu bulanıklığın içinden göründü yirmi üç numaralı otobüs. İçinde yol aldığı kirli suları yararak geldi durdu önümüzde. Geç kaldığı için kabahatli olan sürücünün gülmeyi unutmuş yüzü her zamanki gibi buruşuk ve sevimsizdi. İçimden varsa karısına, bu suratsıza nasıl katlandığı için şaşırıyor ve ona sabır diliyorum. Yirmi üç numaralı otobüsün kapısının önündeki küçük mücadeleden galip çıkarak önce ben biniyorum otobüse; içim bir hoş. Böyle anlardan sonra dayanılmaz bir güven duygusunun sarhoşluğu ile kendimden geçiyor ve daha bir kararlı ve daha emin bakıyorum etrafa.

Hayatın kıyısındaki sığ sularda kulaç atıp durmaktan yorulmuş insanlarla, önündeki durağa doğru harekete geçen belediye otobüsünün içinde çalkalanıyoruz. Yirmi üç numaralı otobüsün içinde olduğu gibi, yağmurlu kaldırımda da insanlar çok az.

Biraz sonra önümüzdeki Çınarlı Durak’tan üç kişi daha alacağız; bazen dört, bazen beş, ama devamlı binen üç kişi. İçerideki insanların bedenlerinden yayılan ısının etkisi ile otobüsün camları buğulu. Bazı pencerelerde yeni oluşmuş parmak izleri var; buğu silinmiş dışarısı görünsün diye. İnsanlar birbirleri ile göz göze gelmekten hiç de hoşnut değiller. İstem dışı rastlaşan bakışmalardan rahatsız oluyorlar. Parmak izli buğulu camlardan yağmurlu sabahı izlemenin başıboşluğunda dolaşmak daha hoş. Göz göze gelmenin rahatsız edici gerginliğine girmeye kimsenin niyeti yok. Can sıkıcı, heyecansız otobüsün içinden Çınarlı Durak’ın silüeti görünüyor. Koltukların çoğu boş olsa da arkada ayakta durmayı seviyorum. Bu biraz aptalca da olsa, böyle düşündüğünüzü biliyorum, her sabah kırılgan bir cesaretle sokağa saldığım benliğime duyduğum o eksik güven duygusunu tamamlıyor. İnsanların ne yaptığı umurumda değil, bunu yapmaya ihtiyacım var ve yapıyorum. Dirseğimi dayadığım demir çubuktan ayrılıp koltuk altıma sıkıştırdığım kitaplarımı, onların arasına sıkıştırdığım notlarımı düşmesinler diye düzeltiyorum. Bazılarının kenarlarını yağmur suları ıslatmış. Otobüsümüz titreyerek Çınarlı Durak’a doğru ilerliyor. Üstü kapalı durağa adını veren yaşlı çınar ağacı, gece boyu hiç durmadan yağan, sabahta devam eden yağmurdan iyice yıkanıp temizlenmiş. Otobüsün silecekleri cama vuran yağmur damlaları ile başa çıkmakta zorlanıyor. Suratsız sürücü elinde bir bezle önündeki camın terini alıyor hiç durmadan. Yan pencerelerdeki buğudan dışarısı hiç görünmüyor. Yanında durduğum camın üstünü parmaklarımla siliyorum. Islak izlerin içinden Çınarlı Durak’ta bekleyen yolcuları görmeye çalışıyorum. Bildik, daha önce gördüğüm yüzlerin arasında, adının çok sonradan Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın ürkek çehresiyle karşılaşınca durduğum ıslak camın gerisinde titriyorum! Elindeki kitaplarını göğsüne bastırmış hem kitaplarını hem de genç kızlığını bir şeylerden korumak istermiş gibi duruyor. İnce boynunu içeri çekmesinden üşüdüğü belli oluyor. Islanmış kısa saçlarının bir kısmı, soğuktan kızarmış yanaklarına yapışmış. Bu hâliyle çok savunmasız ve zavallı görünüyor! Durağa koşarak sığındığı, hızlı hızlı nefes alıp verişinden belli. Ağzından dumanlar savruluyor sanki. Ayağındaki kısa siyah botu tamamen ıslanmış. Önündeki üç kişinin otobüse binmesini sabırla beklerken kendisini otobüsün penceresinin ıslak camının gerisinden izlediğimden habersiz. Siyah gözlerindeki ışık, duruşuyla, onu hep endişelendirdiğini sezdiğim genç kızlığı gibi ürkek! Önündeki üç erkeğin aynı anda otobüse binme mücadelesine sanki kaygıyla bakıyor ve onlara değmemeye özen gösteriyor. Onun otobüse binmesi ile gövdemdeki kasılmanın gevşediğini hemen fark ediyorum. İçimden önümdeki ikili boş koltuklardan birisine gelip oturmasını ısrarla istiyorum. Ama o nedense gidip hemen sürücünün arkasında ve benden en uzak yere oturuyor! Yüzünü görmüyorum artık. Kısa siyah saçları boynuna dolanan siyah kaşkolunun üstüne serilivermiş. Kaşkolu ile uyumsuz kahverengi kaşe kabanının omuz başları ve sırtı ıslanmış. Kimseyle göz göze gelmemek için gidip sürücünün arkasına oturduğuna eminim. Onu, neden bu kadar düşündüğüm için bir an irkiliyorum! Fakat o gelecek günlerimin gizli ve suskun yolcusu gibi beni kendisine çekip etkisi altına alıyor. Işığa doğru uçan kelebekler gibiyim. İsminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim, yüzü çıkık elmacık kemikli, kısa siyah saçlı, zayıf, uzun boylu sayılabilecek bu güzel kızın gelecekteki hayatımın başrolünde oynayacağını nereden bilebilirdim? Zaten hayatın görünmez köşelerindeki gizlerini görebilseydik, başımıza, gücümüzün yetmediği içinden çıkamadığımız onca işi aşar mıydık? Güle oynaya başladığımız tatlı bir kır gezisini, içinde belalı virajların bulunduğu bir ölüm yolculuğuna çevirir miydik?