İçinde sarsıldığımız yirmi üç numaralı otobüsün gittiği yol, hâlâ çamur rengi yağmur suları ile kaplı. Yağmur azalmadan yağmaya devam ediyor. Az önce Çınarlı Durak’taki yolcuları görmek için pencere camında sildiğim yer tekrar buğulanmış. Hayat, bütün sırları ile az önce bu camda beliriveren buğu gibi kımıl kımıl oynuyor etrafımda! Buğulanan kısmı tekrar siliyorum. Kaldırımda telaşla koşuşan insanlar var.
Otobüs sürücüsünün arkasında suskunca oturan ıslak saçlı, yüzü çıkık elmacık kemikli kıza sevinçli bir bakış fırlattıktan sonra, daha hayatımın başında olduğumu ve önümde yaşanacak çok uzun bir ömür olduğunu düşünerek içimden keyifle kıs kıs gülüyorum. Çocukluğun ne demek olduğunu iyi kötü hatırlıyorum; bütün olumsuzluklara rağmen hoş bir tat bırakmış zihnimde. Ergenlik dönemim, yüzümde, alnımda aniden bitiveren sivilcelerim gibi can sıkıcıydı! Şimdi her ne kadar gelecek günlerin kaygısını, bulantılı bir iç burkulmasıyla hissetsem de, akıp giden günlerimden ve kendimden memnunum. Orta yaş ve yaşlılık; duyduğum, gördüğüm ama hiç ilgilenmediğim bir uzaklık. Zihnimde kelimeler uçuşuyor dışarıda yağmur damlaları…
İsminin Sadberk olduğunu çok sonradan öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın, başını hafifçe sağa çevirerek hiç durmadan çalışan sileceklerin yağmur damlalarını sağa ve sola savurmasına baktığını görüyorum. Otobüsümüz, Harun Bey Caddesi’nin birleştiği Atatürk Caddesi’ne dönmeden önce, Çarşı Durağı’nda birikmiş yolcuları da alması ile iyice kalabalıklaşıyor. Yeni binenlerin içinde bir iki öğrenci kızdan ve memur kılıklı kadından başka erkekler çoğunluktayız.
Sağıma soluma önüme ıslanmış bir sürü insan birikiyor. Etrafımı büyük bir et yığını gibi kapatan kalabalıktan, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı göremez oluyorum. Az önce gelip yanımda duran iri yarı herifin kötü kokan nefesi yüzüme doğru savrulunca sanki dünyam kararıyor! Bir insandan bu kadar kötü bir koku nasıl çıkar diye hayretler içinde yüzümü yan tarafa çevirerek kendimi kurtarmaya çalışıyorum, ama bunun fazla yararı olmuyor. Yüreğimin yeşil bahçelerinde az önce romantik uçuşlar yapan gönül kelebeklerim bu kötü kokuya daha fazla dayanamayıp birdenbire ortadan sıvışıyorlar. Kötü kokan nefesini, demirci körüğü gibi, tıslayıp tıslayıp üfüren ve yarattığı etkiden habersiz etrafı aval aval seyreden adama dönüp kendime bir hayli güvenerek, öfkeli bir bakış fırlatıyorum, fakat adam uyuşmuş gibi hiç oralı değil.
Otobüsümüz akşam vapuru gibi ağır ağır ve suları yara yara gidiyor. Her şeye rağmen yüzü çıkık elmacık kemikli kızı düşününce bugünkü yolculuktan daha bir keyif alıyorum. Tekerlerden çıkan sesler, tepemizde ve camlardaki yağmur damlalarının tıpırtıları, içerdeki suskun ve somurtkan insanların yüzünde eriyor. Atatürk Caddesi’ne çıkıştaki savrulmada otobüsün içindeki et yığını birbirinin üstüne devrilerek sağa yıkılırken yirmi üç numaralı otobüs sol tarafa dönüyor. Yanımda iri bir fil ayağı gibi duran herifle girdiğimiz yakın temastan artık midem bulanıyor! İçerideki hava nefeslerimizle ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Kalabalık et yığının arasından iyice bunaldığı anlaşılan yaşlı bir elin küçük pencere camını açmaya çalıştığını görüyorum. Bu yaşlı elin sahibinin yüzünü merak etmiyorum. Kimse kimsenin gözüne bakmıyor, arada bir karşılaşan anlamsız ve ürkek bakışlar hemen aceleyle yönlerini değiştiriyorlar. Islak ve buğulu camlardan dışarıdaki silik hareketliliğe bakmak can simidi gibi rahatlatıcı…
Durduğu duraklarda çekingen adres sormalara, suratsız otobüs sürücüsünün verdiği sinirli yanıtlar kulaklarımı tırmalıyor. Atatürk Caddesi’ndeki kalabalık trafik, yüklü otobüsümüz gibi ağır ağır akıyor. Otobüsün içindeki hava nefeslerimizle kirlenince soluk alıp verişlerimiz hızlanıyor. Vilayet Durağı’nda duruyoruz. Otobüsün arka kapısı açılıyor. İnsanlar boyunlarını içeri çekerek yağmurlu ve soğuk havanın içine atılıyorlar. Etrafta sulara bata çıka koşuşan insanlar şaşkın ve kötümser. Açılan kapıdan içeri dolan soğuk hava iyi geliyor. Birkaç kişinin inmesi ile iri bir fil ayağı gibi beni sıkıştıran adamdan biraz uzaklaşabiliyorum. İneceğim Üniversite Durağı’na daha epeyce var. Nefesi pis kokan adamdan kurtulabilmek için inip yürümeyi düşünüyorum ama yağmur çok hızlı yağıyor, bunu göze alamıyorum. En iyisi yine yağan yağmuru ve yüzü çıkık elmacık kemikli kızı düşünmek.
Otobüs duraktan ayrılırken yeni binenlerin sıkıştırması ile arkada az önce açılan boşluk yine doluyor. İnsanların bu üreme hızına ne otobüs dayanır ne yol. On kişi ölüyorsa yirmi kişi doğuyor. Gelişmemiş ve az gelişmiş ülkelerin insanları ile birlikte otobüsün içindekilere ve kendime sabırlar diliyorum. Şu anda bizim gibi ülkelerdeki nüfus artış hızını engellemeye ilişkin aklıma başka bilimsel bir mucize gelmediği için, hiçbir seçeneğimin olmadığı hususu konusunda kendi kendimle yüzde yüz hemfikirim. Otobüsün içindeki insan yoğunluğu dayanılacak gibi değil. Zaman zaman daraldığımı hissediyorum. Allah hasta ve yaşlıların yardımcısı olsun! Kendime biraz yer açma gayreti ile yanımdaki iri fil ayağı görüntülü herife yandan hafif bir kalça darbesi vuruyorum. Ama boşuna, bunun pek bir yararı olmuyor. Gözlerimi kapatıyorum, etrafımdaki sıkışıklığı hiç olmazsa görmemek için. Zihnimin içine, bu sabah Çınarlı Durak’ta ilk kez gördüğüm isminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın görüntüsü doğuyor. Onu kaybetmemek için çok çaba göstermeme rağmen, hemen, utangaç bir misafir gibi çabucak terk ediyor zihnimi. Gözlerimi tekrar açıyorum. Vilayet Durağı’ndan sonraki katılımlarla otobüsteki öğrenci kılıklı yolcuların sayısı artmış. Birkaç durak sonra Üniversite Durağı’na geldiğimizi fark ediyorum. Aşağıya aceleyle inmek isteyenlerle birlikte kendimi dışarıda buluyorum. Herkes gibi yağan yağmurun telaşına düşen ben de, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı şimdilik unutuyorum. Hoplaya zıplaya yağmurlu kaldırımda, insanlara arada bir çarptıktan sonra onlardan özür dileyerek yürürken yüzü çıkık elmacık kemikli kızın genç kızlığını etrafındaki sulu kalabalığa sürtmemek için gösterdiği çabadan, okulda yeni olduğu için koltuk altlarını ve avuçlarını basan terden, sıkılgan bir edayla arkamdan yürüyerek benimle birlikte, yarım dönem beraber okuyacağımız aynı üniversiteye gelmesinden habersizdim ve ne yazık ki geleceğe ilişkin daha birçok şeyden habersiz olduğum gibi! Onu o gün okulun geniş bahçesinde tek başına yürürken bir defa gördüm; irkilip şaşırdım ve sonra bir serap gibi kayboldu sanki…
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Okulda laboratuar çalışmaları her zamanki gibi yine sıkıcı geçti. Kısa bir tatilin ardından ikinci dönem yeni başladı. Memleketlerine gidip gelenler daha heyecanlı. Okuduğum elektrik mühendisliği hayalimden geçen bir bölüm değildi. Birçok öğrenci gibi tatmin olmayan sınırsız bir düş gücümüzün içinde kayboluveren bölümlerde okusak bile, bir şey kazanmak yine de güzel bir duygu. Fakat saman alevi gibi çabuk söndü!
Üç fazlı motorlar, dinamolar, transformatörler, voltmetreler, ampermetreler arasında geçen saatlerin sıkıntısı hiç de küçümsenecek gibi değil. Oysa dışarıda hayat, çoğu insanı canından bezdiren yağmurlu bir kış da olsa, çağıl çağıl akan bir çağlayan gibi deli ve çok heyecan verici!
Küçük bir dilenci kız çocuğu ile yoksul annesinin deva bulmaz çaresizliği, intiharın eşiğinde volta atıp duran işsiz babanın umutsuz çırpınışı, sinema veya ses yıldızı olmak için, şehri cüzzamlı bir pençe gibi saran yoksul gecekondu evlerinin soğuk odalarından bir gece vakti vahşi sokaklara kaçıp tatlı yaşam umudu ile yanıp tutuşan hayalperest genç kızların, sipere yatmış taze bir av bekleyen acımasız pençelerin daha ilk darbelerinde telef olmaları, sığınacak bir yeri olmadığı için sabah akşam kocalarından dayak yiyen yoksul kadınların, gidecek bir yeri olsa bile sıkıntılarını içine atıp hızla depresyona giren mesleksiz kadınların, annelerinin, babalarından yediği dayağın veya aşağılanmanın acısını kendilerinden çıkarıldığını düşünen çocukların bile henüz bu romantizmi bozmaya gücü yetmiyor. Hey hayat! Sen ne kadar hoşsun diye içimden avaz avaz bağırmak geliyor. Yağan yağmura gökten dökülen bir rahmet deyip ellerimi açıyorum. Alçak semtleri basan selle uğraşmak belediyenin ve itfaiyenin işi.
İçimde oradan oraya uçup duran yüzlerce kelebeğin kanat vuruşlarına ayaklarımı uydurarak eve dönüyorum.
Gökyüzü sabahki yağmurdan sonra pırıl pırıl. Caddeler sokaklar, ağaçlar, kaldırımlar, araçlar, yağmur suları ile iyice yıkınıp temizlenmiş. Etrafa ışıklarını esirgemeden saçan güneşin altında insanlar gözüme hoş görünüyorlar. Zıplaya zıplaya vitrinlerin camından yansıyan görüntümden memnun ilerliyorum. Ben kendimi seviyorum, ey insanlar! Şu gelen somurtmuş yaşlı teyzeyle, beli bükülmüş yaşlı amca, sizler ne kadar sevimlisiniz diyorum onların duyamayacağı bir sesle. Kaldırım taşlarını titreterek gelen, hey gençler, bana benzediğinizi hiç kaçırmıyorum ama itiraf etmeliyim ki azıcık bayağısınız! Bunu söylediğim için üzgün ya da kızgın olduğumu düşünebilirsiniz, ama maalesef sizi hayal kırıklığına uğratıp yanıltacağım. Bugün içimden mutluluk fışkırıyor. Aman Allah’ım! Karşıdan gelen şu kızların güzelliğine bak, vücudum nasıl da şaha kalkmış hırçın bir at gibi gerilip dirileşti. Önünden geçtiğim köhne kırtasiye dükkânının kirli camları bile bu ihtişamlı yürüyüşümü gözlerimden gizlemekten âciz. Çatı kenarlarından burnumun üstüne düşen bir damla soğuk su yürüme ritmimi bir an için bozsa da hemen toparlanıyorum. Burnumun üstündeki ıslaklığı çabucak silerken bir iki damla da tepeme düşüyor. “Kahrolun emi!” diyorum düşen damlacıklara sitemle. Soğuktan kurumuş parmak uçlarımla, babam yatak odasında horlayarak uyurken tuvaletteki aynada, evden çıkmadan özenle taradığım saçlarımın bozulduğunu düşünerek düzeltiyor ve o histen hemen kurtuluyorum. Genç kızlar ne yazık ki fıkırdayarak yanımdan geçip gidiyorlar. Onlara dönüp bakmak istememe rağmen utandığımdan bunu yapamıyorum. Sabahki deli yağan yağmurda ıslanan çoraplarımın içindeki ayak parmaklarım soğuktan yanıyor ama kendimden emin bir şekilde buna aldırmamaya çalışıyorum.
Soğuk olduğu için, ağzımdan dışarı fırlayıp yoğunlaşan nefesimi görüyor ve sağa sola savurarak onunla oynuyorum.
Orta yaşlı göbekli birinin bana biraz küçümseyerek baktığını seziyorum. Nefesimle oyun oynamayı bırakıyor ve yumuşak bakışlarımı sertleştirerek yüzüne bakıyor, ona gereken cevabı bu şekilde veriyorum.
Yanından geçtiğim bankamatik kulübesine sığınmış, birbirlerine sokulmuş uyuyan, belki de dün gece donma tehlikesi geçirmiş ya da kendilerinden büyük sokak çocuklarının tecavüzüne, tacizine uğramış iki sokak çocuğuna bakıyorum ama onları görmemeye çalışıyorum; gözlerimi onlardan kaçırıyorum. Çünkü şimdi itiraf ediyorum: Ben bu konuda birçok insan gibi zayıfım ve yoksul, kimsesiz çocuklara bakamıyorum! Bu benim içimde müthiş bir acının çöreklenmesine sebep oluyor. Ben niye böyleyim bilmiyorum, ama durumum bu… Küçük sokak çocukları birbirlerinin bitli bedenlerinde ısınmaya, acımasız dünyanın çilesini birkaç saatliğine olsun unutup uyumaya çalışırken onların aşağılık anne ve babalarına lanetler yağdırıyor, ünlü Alman Filozof Nietzsche’ye hak veriyorum. “İnsan hayvanla üst insan arasında bir köprüdür.” Nietzsche’nin söylediği bu büyük sözün büyüsü ile sendeliyorum. Hayvanla üst insan arasında sıkışmış insanoğlunun yaşadığı ve yaşayacağı acılı süreç zihnimi tırtıklamaya başlıyor. Ama buna uzun süre katlanmaya niyetli değilim. Çünkü tam karşımdan el ele tutuşmuş yeni evli oldukları her hâllerinden belli olan iki genç geliyor. Onların birbirlerini henüz sevdiklerini karşılıklı bakışmalarından anlıyorum. İçimden üç beş dakikalığına kaybolan kelebeklerin kanat titremelerini hisseder gibi oluyorum. “Hey çocuklar, siz bir harikasınız!” diye haykırıyorum içimden; bildiğiniz gibi onlar duymuyorlar. Uzun siyah mantolu kız, ellerini genç oğlanın ellerinden kurtarıp koltuk altından girerek dirseğine sarılıyor. Yüzlerindeki tebessüm zaman zaman fıkırdamalı gülmeye dönüşerek hep devam ediyor. Yanlarından geçen sokak serserilerinden ben rahatsız oluyorum, birbirleri ile o kadar meşguller ki onlar olmuyorlar. Yanımdan geçip giderlerken nedense genç kızdan yayıldığını zannettiğim nefis bir parfüm kokusu ile dizlerim titriyor.
Yürüdüğüm cadde geniş ve uzun bir koridor gibi. Gökyüzü beyaz bulutlarla yer yer lekelenmiş. Başımı yukarı kaldırınca gökyüzünün mavi parlaklığı gözlerimi yakıyor ve göz kapaklarım ince bir çizgi gibi kapanıyor. Aşağıdaki biz insanlarla ne kadar ilişkili olduklarını tahmin edemediğim güvercinler, sürü sürü uçuyorlar.
“Sırlarını bilmediğimiz tabiatın büyülü bedeninde yaşayan biz bütün canlılar neyin peşindeyiz, amacımız ne?” diye düşünüyorum bembeyaz dev bir bulut yumağının tepemdeki uçuşunu seyrederken. İnsanlar, yünlü, pamuklu kalın giysilerinin içinde vücut ısıları daha fazla dışarı kaçıp üşümesinler diye küçülüp büzülmüş bir şekilde birerli ikişerli yanımdan geçiyorlar. Soğuk kaldırımdaki yürüyüşümün hızlandığının farkında değilim. Tepemde uçan ve için için parlayan bulut kümesinin bir süre peşinde sürükleniyor gözlerim. Kaval kemiğimin ağrıdığını hissedip yavaşlıyorum.
Okulda yaptığımız konuşmaları tartışmaları düşünmem ya beni güldürüyor ya da geriyor. Yaprakları dökülmüş yaşlı bir çınar ağacının yanından geçiyorum. Bunun belli belirsiz farkındayım; daha birçok şeyin belli belirsiz farkında olduğum gibi.
Büyükçe bir lokantanın önünden geçiyorum. İçeride vakitsiz yemek yiyen insanlar var ve önlerindeki tabaklardan bir şeyler atıştırıyorlar. Bir belediye otobüsü hızla geçiyor yanımdan. Arka camdan beni dikkatlice seyreden, sıkıcı bir hayat yaşadığı yüzünde asılı duran genç bir kadını görünce heyecanlanıyorum! Onun ilgisi ve bir şeylere küskün duruşu bütün benliğimi ona doğru çekiyor. Birdenbire hüzünle dolarken, tutkulu bakışlarımı genç kadının görebildiğim gövdesinin üst kısmında cesaretle dolaştırıyorum. Otobüsün arkasında, ayrılık hasretiyle kavrulan bir âşık edasıyla sürüklenip kendi kendimle ve otobüsteki genç kadınla küçük bir oyun oynuyorum. Otobüsün çok hızlı dönen tekerleri bu oyunun ancak birkaç saniye sürmesine fırsat veriyor.
Gökyüzü o kadar parlak ki, insanın gözleri ancak caddenin güneş görmeyen kuytuluklarında rahat edebiliyor. Karlı dağlarda rahat yürüyebilmek için gözlerinin önüne sürme çeken, iri bıyıklı, erkekleri nedense düşünerek, küçük bir tebessüm oluşturuyorum güneşe rağmen soğuktan uyuşup kızardığını zannettiğim yanaklarımda.
Kestane kebapçısı her zamanki yerinde, iki bankayı birbirinden ayıran duvarın önünde oturuyor. Şimdilik müşterisi yok ama yüzündeki ifadeye bakılırsa derdi çok. Hiç okul okumadığını zannediyorum. Yapacağı başka bir iş olsa, bu soğukta bu rezilliğe neden katlansın ki diyorum ama sonra bu fikrimden vazgeçiyorum. Çünkü binlerce fakülte mezununun işsiz ve umutsuz olduğunu anımsıyorum. Bu adamda onlardan birisi olabilir, neden olmasın ki? Onun bu kılıksız hâline bakıp hakkında hiçbir şey bilmeden ön yargılı düşündüğüm için kendimi yadırgıyorum! Onun üç kuruş ekmek parası için verdiği zor uğraştan, kendi hesabıma birazcık sıkılıyorum.
Üstünde yürüdüğüm kaldırımdaki taşlardan fışkıran azgın kış soğuğu, ayak parmaklarımı kemirip dizlerime doğru tırmanmaya başlayınca otobüse atlayıp sıcak odama gitmeyi istiyorum ve bunu hemen yapıyorum.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Yaşadığım küçük şehir, aydınlarımızın ya da büyük şehirlerde yaşayan kendini beğenmişlerin deyimiyle taşra, ülkemizin iki veya üç büyük şehrinden birine gitmek isteyip de, onların bir kısmı söylemese de parasızlıktan gidemeyen, mutsuz insanlarla dolu. En azından benim gördüğüm, yaşamlarına tanık olduğum insanların çoğu böyle. Küçük şehrin dar sokaklarına sıkışmış yaşamın bunalttığı insanlar sorunlarından kaçmak için büyük şehirlere, herhâlde büyük şehrin bütün cilveli çekimine rağmen, yıpratıcı karmaşası karşısında bunalan insanlar da, bir zamanlar arkalarına belki de bakmadan kaçtıkları küçük şehirlerine, kasabalarına, köylerine, daha romantik özlemleri olan orta yaş ve üstündekiler de güneyde küçük bir balıkçı kasabası kaldıysa, gidip oraya yerleşmeyi hayal ederler!
Görmüş geçirmiş tavırlı, elektromotor dersimize giren hocamızın bir sözünü düşünmeye başlıyorum. “Hoş olan bayramlar değil, onların hayalidir! Hayallerinizdeki hiçbir sevgilinin ağzı kokmaz.” derdi. Doğru söyleyip söylemediğini henüz bilmiyorum, bunu zaman gösterecek.
Neyse, odam sıcak dışarısı soğuk. Annemin ölümü şimdi birçok detayını hatırlayamadığım çocukluğum kadar uzak.
Büyük şehirlerin birinde şimdi çoluk çocuk yaşayan ablamın o günlerdeki çığlıklarını hiç unutmuyorum! O dönemden aklımda kalan, benden yedi yaş büyük ablamın ve benim çevredeki bir sürü yakın, uzak akraba, komşularla birlikte ağlamamızdı! Ablamın, sessiz sessiz, bize göstermek istemediği ağlamaları aylarca sürdü!
Evde geçmiş hatıraların etkisi ile biraz daha mutsuz bir hayat sürerim! Arka odada horlayarak uyuyan babam, birkaç günde bir telefonla arayan, konuşunca yüzünün rengi değişen babam ve telefonun öteki tarafındaki mutsuz ablam! Onun için caddeler ve sokaklar benim özgürlük alanlarımdır hep. Evden sıkılınca kendimi onların kollarına atarım!
Bu gece hatıralar âleminin amansız takibi altındayım. Oturduğum masamdaki çalışmam gereken konuların içine bir türlü giremiyorum. Babamın horlamaları biraz kesilir gibi oldu ama yine başladı. Ben annesizliğe zor da olsa alıştım, ablam hâlâ tam tersi, takıntılı bir şekilde telefonda annemden söz açar ve bazen hep ağlar! Onun öldüğü bu evden bu şehirden, daha fazla dayanamayıp hızla evlendi, çabucak çoluk çocuk sahibi oldu ve göçüp gitti bir büyük şehre! Telefonda, babamdan sonra bazen beni isteyip konuştuğu hep ağlamaklı titreyen sesine, yaşlanıp duygusallaşan ihtiyarlar gibi ben de dayanamıyorum! Babamla paylaşıp benden gizlediği yaşamının mutsuz detaylarının simgesi sesinin dokunaklı hâlini hep annemle ilişkilendirdim! Çünkü görünürde mutsuz olması için başka önemli bir sebep yoktu henüz benim için!
Oturduğum koltuk ve masamdan iyice sıkılıyorum. Mutfağa gidip su içiyor sonra da ışıkları yakmadığım ön odaya giriyorum. Pencerenin önüne geldiğimde, gökyüzündeki ulu karanlık, yıldızların arasından usul usul yağıyordu şehrin üstüne. Önünde durduğum pencerem, kibirli insanlar gibi şehre yüksekçe bir tepeden bakıyordu. Gökyüzünün olağanüstü ihtişamı karşısında heyecanlanıp kırılganlaşıyorum! Aslında bu iki duyguyu, iç içe geçmiş bu iki duyguyu, birbirinden ayırmak gerek. Kırılganlığım, geçmiş hatıralarda ve ablamda gezen benle, heyecanım gökyüzünün sırlı ihtişamı ile ilgiliydi. Ama ikisi de birbirinden bir şekilde etkilenerek beni hırpalamaya devam ediyorlar. Sessizlikten, kendimi iyi dinlediğim evimizde, babamın horlamaları, ablamın ve annemin sayısız kere açıp kapadıkları buzdolabının yaşlı ve iniltili vızıldamasından başka ses yok. Babam gibi şehir de uykuda. Bense ayakta dikilip durmaktan sıkılıyorum. Gün boyu çalışan dizlerim gibi gözlerim de yorgun artık. İçerideki ısının azalması ile kaloriferin epeycedir sönmüş olduğunu fark ediyorum. Ama evdeki serinlik henüz rahatsız edici değil. Başımı pencerenin soğuk camına dayayarak, karanlığın içinde küçük küçük parlayan, insanoğlunun kavramakta zorluk çektiği uzaklıklardaki yıldızlara tekrar hayretle bakıyorum! Devamlı ilk aklıma gelen şey oralarda canlı var mı, varsa nasıllar acaba? Dünyamıza en yakın yıldız, dört nokta iki ışık yılı uzaklıkta. Bizim içinde yaşadığımız kümeye en yakın galaksi Andromeda iki nokta iki milyon ışık yılı uzakta. Bu uzaklıkları, bu büyüklükleri düşününce kalbim titriyor.
Camdan tenime geçen soğuk alnımı ısırıyor. Sokak lambalarından yerlere dökülen beyaz ışıklar, içimde çocukça bir sevincin doğuşuna neden oluyor. Müşfik bir sevgiliye bakar gibi bakıyorum onlara. Dizlerimin artık iyice yorulduğunu, göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyorum.
Kendime ilişkin düşündüğüm şeyler evrene ilişkin hissettiklerimin yanında ne kadar küçük! Gözlerim emrediyor yatağıma gidip uyumalıyım artık.
BEŞİNCİ BÖLÜM
İsminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızı okula gidip gelirken birkaç gün görmedim. İsmi gibi, hayatına ilişkin bazı detayları da sonra öğrenecektim: Babasının şehre çok uzak olmayan bir yerde, enerji ve sulama amaçlı yapılan barajın şantiyesinde inşaat mühendisi olarak çalıştığını ve iş uzun olduğu için buraya taşındıklarını, annesinin ev hanımı, kendisinden büyük üç erkek kardeşinin olduğunu, hepsinin iş güç sahibi olduğunu birisinin yurt dışında, diğer ikisinin başka şehirlerde yaşadığını, şu anda okuduğumuz üniversite gibi küçük bir üniversiteden buraya, babasının artık yalnızlığa dayanamadığından, annesinin ısrarı ile yatay geçiş hakkını kullanarak geldiğini ve aslında bu gelmeyi pek istemediğini, edebiyat bölümü üçüncü sınıfında okuduğunu, Türkçe öğretmenliği yapmak istediğini, hayallerinin genişliğine ve zenginliğine hep hayran olduğu edebiyat yazarlarını çok sevdiği için bu bölümü bilerek isteyerek seçtiğini, öğretmenliğin parasız oldukları için olmayan itibarının umurunda olmadığını, severek yapacağı bir mesleğinin olmasının çok önemli olduğunu, kanaatkâr bir insan olduğunu, paranın önemini bilmekle birlikte bunun azı ile de yaşayabileceğini ve kendisine ayrı bir özgürlük duygusu kazandıracağını, harcamaktan çok biriktirmekten haz duyan bir insan olduğunu söyleyecekti.
Okula gitmek için her sabah olduğu gibi aynı yolu kullanarak yirmi üç numaralı otobüsün kalktığı durağa doğru gidiyorum. Okuldan dönerken zamanım geniş, yürüyerek dönerim. Bu benim için çok eğlenceli. Artık kullanılmayan, mirasçıları birbiri ile kavgalı olduğu için yıllardır diğerleri gibi yıkılıp yerlerine iş hanı, apartman yapılmayan, dış duvarları yağmur suları ile iyice aşınmış, yazlık sinemasını ve ıssız gişesini izlemek en hoşu… Daha sonra ben askerdeyken, Harun Bey Caddesi’ndeki iş yeri ihtiyacının artması ve yan taraftaki kiralık büyük bir apartmana vergi dairesinin taşınmasından sonra, balyoz ve kepçe darbeleri ile yerle bir edilen yazlık sinemanın yerine, yapılan iş hanında; inşaat mühendislik bürosu, mimarlık bürosu, emlak alım satım işi ile uğraşanlar, muhasebeciler, birkaç diş doktoru muayenehanesi, üçüncü noter, avukatlık büroları ve ne yaptıkları belli olmayan adamların iş yerleri ile dolacaktı.
Kavrulmuş fıstık tadındaki çocukluğumun anıları, yazlık sinemayla birlikte sonradan önünden geçip ve eski günleri hatırlayacağım, koca, itici, sevimsiz binanın altında kalacaktı.
Soğuk sabah ayazı yanağımı ısırıyor. Otobüs durağına doğru üşüyerek yürüyorum. Ben evden çıkarken her zamanki gibi babam horlayarak uyuyordu. Annemin ölümünden sonra hem dünyaya hem çevreye küsmüş, Onun vakitsiz, erken gelen ölümünü kabul edip içine sindirememişti. İnşaat malzemeleri satıyordu. Benim üniversiteye başladığım yıl işini bıraktı ve iyice içine kapandı! Kat karşılığı verdiğimiz, ortağı olduğumuz arsadan alınan iki daireden birinde oturuyor diğerinin ve dükkânın kirasını alıyoruz. Babamın Bağ-Kur’dan aldığı emekli aylığı, bankada az miktar birikmiş parası da buna eklenirse çok rahat olmamakla birlikte pek para sıkıntısı çekmiyoruz!
Evlendiklerinde babam kırk iki, annem yirmi dört yaşındaymış. Okul okumayıp evde koca bekleyen bir kız için küçük sayılamayacak ama geç evlenen babamın yaşı düşünüldüğünde, annem için çok genç kabul edilen bir yaşta evlenmişler. Ablamın doğumundan on iki, benim doğumumdan beş yıl sonra meme kanserinden annem ölünce babam bunu hiç kabul edememiş! Zaten zorla kabul ettiği evliliğinde yaşanan, hepimiz için çok talihsiz bu olay, benim pek farkında olmadığım yıllarda onu iyice yıpratmış. Yakınlarının bütün istemelerine rağmen ikinci defa evlenmeyi hiç istemedi. Annemin ölümüne aralarındaki yaş farkının yarattığı mutsuzluğun neden olduğunu düşünerek ve zaman zaman bunu bize hissettirerek yaşadı ve bütün duyarlı insanlar gibi içine kapandı!
Otobüs durağını görüyorum, ama daha var. Yirmi üç numaralı otobüse, duraktan, ilk birkaç yolcu biniyor. Adımlarım zihnimdeki düşüncelerim gibi çok hızlı.
“Sorumlu bir anne ve baba için dünyaya getirilmiş çocuk, hayatın en iç burkucu en hassas bağıdır ve yüküdür!” Babam bu can sıkıcı sözleri düzenli aralıklarla bize söyleyip dururdu; o zamanlar pek anlamazdım. Çok sonraları kızım dünyaya geldiğinde anladığımda da vakit çok geçti!
Yirmi üç numaralı otobüs, yeterince hareketlenmemiş caddede, her zamanki yerinde ve alışılmadık bir durum yok. Durağa ulaştığımda her zamanki yolcular ve sürücü içeride oturuyorlardı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı. Etrafta ağarmayı bekleyen kirli bir karanlık var. Otobüsün içindeki ışıklar yanıyor ve motoru çalışır durumda. Sürücü her sabah olduğu gibi koltuğunda somurtmuş ve sinirli görünüyor. Esmer zayıf yüzünün içindeki gözleri henüz uykudan kopmamış. Sol eliyle direksiyonu tutarak oturuyor. İp gibi ince gri kravatı, çoğu yoksul memurunki ile aynı. Eski beyaz gömleğinin üstündeki, eski gri takım elbisesinin yakası, saçlarından bulaşan yağlarla kirlenmiş. Biletimi attıktan sonra öğrenci kimliğimi istemesine fırsat vermeden gösteriyorum. Onun bana ve çevreye fırlattığı sinirli bakışlarını hiç sevmiyorum. Otobüsün içinde oturanlar, birbirlerinden olabildiğince en uzak noktalara oturmaya özen göstermişler. Camlarda yansıyan görüntülerin içinden, dışarıdaki soğuk ve kirli sabah alaca karanlığını seyrediyorlar.